#Belçika komünist
Explore tagged Tumblr posts
cinaraslan · 2 years ago
Text
📗Julien Lahaut (6 Eylül 1884, Seraing - 18 Ağustos 1950, Seraing Belçikalı komünist parlamenter, Belçika Komünist Partisi başkanı ve II. Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı direniş kahramanı
Lahaut direniş sırasında Naziler tarafından tutuklandı, yoğun işkence gördü ve Mauthausen toplama kampında kaldı. Savaştan sonra Belçika'ya döndü ve komünist partisinin başına geçti. 11 Ağustos 1950'de I. Baudouin'in parlamentoda Belçika kralı olacağını duyurmasından sonra bir komünist parlamenter "Vive la République!" (Yaşasın Cumhuriyet!) diye bağırmış bunu Lahaut izlemişti. Bundan birkaç gün önce Belçika'ya monarşinin, özellikle de Nazilerle iş birliği yapan kral III. Léopold'ün geri dönmemesi için 500.000 kişinin katıldığı bir grev yapılmıştı. Bundan bir hafta sonra Lahaut evinin önünde iki kişi tarafından vurularak öldürüldü. Belçikalı bir kralcı olan François Goossens daha sonra suikastı yapanlardan biri olarak yakalandı. Suikastın üzerine bütün ülkede grevler yapıldı ve cenaze törenine 150.000 kişi katıldı
Tumblr media
1 note · View note
hbkultursanat · 5 years ago
Text
Tumblr media
KRALIN ÖNÜNDE ‘SÖMÜRGECİLİK’ İFŞASI PATRİCE LUMUMBA!
- KAVEL ALPASLAN -
Kongo'nun Belçika'dan kazandığı bağımsızlığın ardından ülkenin ilk başbakanı olarak seçilen Patrice Lumumba: Tarih bir gün sözünü söyleyecek. Brüksel, Paris, Washington veya Birleşmiş Milletler'in öğrettiği tarih değil; bizim sömürgecilik ve kukla hükümdarlarından kurtulmuş, özgürleşmiş ülkelerimizde öğretilecek tarih...
Afrika hakkında bildiklerimiz, kıtanın ‘kötü bir durumda’ olduğuyla sınırlı. Antarktika için nasıl aklımıza ‘soğuk’ geliyorsa, burası için de ‘iç savaş’, ‘açlık’, ‘sömürü’ gibi tonla korkunç olayı anımsıyoruz. Haksız değiliz, ama ne tarihini kurcalıyoruz, ne de ülke isimleri bizim için bir şey ifade ediyor. İlgisizliğimizin kaçınılmaz nedenleri var kuşkusuz, ama kabul edelim bireysel olarak da beylik birkaç sözle yetiniyoruz. Yer yer haritada yerini bile gösteremeyeceğimiz ülkeleri küçümseyerek haklarında aşağılayıcı şakalar yapıyoruz. Belli ki bu alanda ‘olgunlaşmaya’ ihtiyaç var! ‘Medeniyet’ bayrağı altında yüzyıllarca yeryüzünün görüp görebileceği en barbarca katliamları yaşayan gerçek Afrika’yı tanımak ve hak ettiği saygıyı göstermek için, kıtanın başı dik çocuklarının hayatları bize yardımcı olabilir.
“(…) Tüm gücüyle güneş bizim için parlayacak, / gözümüzün yaşını, suratımızdaki tükürükleri kurutarak, / zinciri kopardığın an, koca zinciri, / kötülüklerin, işkencelerin köküne kibrit suyu, / hür ve şen bir Kongo doğacak kara topraktan, / Hür ve şen bir Kongo – kara çiçek, kara tohumdan!”
Afrika’nın bağımsızlıkçı siyah liderlerinin pek çoğunda ‘şairliğe’ rastlıyoruz. Kimisi profesyonel, kimisi daha amatör… Bu dizelerin sahibi Kongo’nun Belçika’dan kazandığı bağımsızlığın ardından ülkenin ilk başbakanı olarak seçilen Patrice Lumumba. Şiirin estetik açıdan yorumu takdirinize kalmış. Ancak yaşamını okuduktan sonra Kongolu Lumumba’nın kaleminden çıkan bu satırlara bambaşka bir gözle bakacağınıza şüphe yok. Birkaç aylık görev süresinde bağımsızlığı gerçek bir bağımsızlık anlamında ele alır, buna göre konuşur, adım atar. Çok geçmeden Belçika, CIA ve diğer Batılı müttefiklerce ‘komünist’ ilan edilir. Tutuklamaları işkenceler, işkenceleri aşağılamalar ve aşağılamaları da sülfürik asitte bedeninin yok edilişi izler. Bugün başkent Kinşasa’da metrelerce uzunlukta heykeli bulunan Lumumba’ya ‘saf bir hayalci’ ya da ‘komünist şeytan’ diyenler var; bir de ‘samimi bir yurtsever’ diyenler. Peki gerçekten kimdi Lumumba?
‘TANRI BEYAZDIR’
Bu nedenle söze Kongo’dan bahsederek başlayalım. Kaderi Belçikalı sömürgecilerce çizilen bölge Afrika’nın tam anlamıyla ‘kalbinde’ yer alıyor. Başta basit madenler ve stratejik konumuyla sömürgecilerin ilgisini çeken Kongo, ileriki dönemde başta uranyum olmak üzere yeni keşfedilen yeraltı zenginlikleriyle dikkatleri üzerine toplayan bir bölgedir. Çeşitli Batılı devletlerin paylaşım planlarının ardından bir dönem Kongo topraklarının yarısı Belçika Kralı’na verilir. Diğer yarısıysa özel şirketlere tahsis edilir. Fazla tarihe boğulmadan şimdilik sadece bölgenin Belçika ile olan kanlı geçmişini ve sömürgecilerin çeşitli açılardan önemsediği bir bölge olduğunu bilmekle yetinelim.
Lumumba’nın hayatını okuduğumuzda aklımızda kalan kimi soru işaretlerinin yanıtlandığını göreceğiz. Örneğin Afrikalı liderin eğitim hayatı oldukça ilginç. Lumumba 1925 yılında Kasai bölgesinde, Katoka-Komba’da doğar. Ülkede de eğitim tekelini elinde bulunduran misyoner okullarında eğitim görür. 13 yaşında Protestan misyoner okulunda bir rahibin ‘Tanrının beyaz olduğunu’ söylemesiyle birlikte yaşadığı tartışmanın ardından okuldan atılır. Bu okulların temel hedefi, eğitim verdiği siyahlara dağıttığı broşürlerde yer alan “yerlinin gerçek kişiliğine (…) dokunmak, zihniyetini dönüştürmek, onu kendi vicdanında yeni toplumsal düzene yaklaştırmak” ifadelerinden anlaşıyor. Ülkede 1954 yılında ‘vatandaşlık’ statüsü alma hakkı ortaya çıkar. Ancak bu hak öyle her Kongolunun erişebileceği bir ‘hak’ değildir. ‘Medenileşen’ Kongolulara tanınan bu ‘ayrıcalığa’ sahip olan Kongoluların sayısı 1958 itibariyle 217’dir. Lumumba da bu statüye sahip olarak nüfusun çok küçük bir kısmına mensup olur.
‘GERÇEK’ BAĞIMSIZLIK DÜŞÜNCESİ
İş hayatı boyunca bira fabrikasından posta ofisine pek çok yerde çalışır. Belçika Liberal Partisi’ne katılır ve Belçika’da kısa bir eğitim hayatı olur. Burada kronolojik detaylardansa Lumumba’nın siyasi düşüncesinde yaşanan evrimden bahsederek devam edebiliriz. Bu dönemde Lumumba’nın tam anlamıyla gerçek bir bağımsızlık ve pan Afrika düşüncesinden uzakta olduğunu söyleyebiliriz. Belçika ve Kongolular arasında olması gereken eşitlikçi bir uyumun yeterli olacağını düşünür. Ancak fikirleri değişir. Siyasi geçmişinde sendikacılık da bulunan Lumumba diğer partilerin kabileci anlayışını kabul etmeyen Mouvement National Congolais’nin (Kongo Ulusal Hareketi–MNC) kuruluşuna katılır ve kısa süre içinde partinin lideri konumuna gelir. MNC’den 4 yıl önce 1954’de kurulan ve liderliğini ünlü bir aile önderi Joseph Kasavubu’nun yaptığı Alliance des Ba-Kongo’yu (Kongo-Bakogo İttifakı–ABAKO) kabileci anlayıştan kopamayan partilerin başındadır. Öyle ki MNC’ye göre kabilecilik bağımsızlık önünde bir engeldir. Bağımsızlık demişken Lumumba’nın hayatındaki belki en büyük dönüm noktası olan Gana’da düzenlenen Akra Pan-Afrika Konferansı’ndan söz etmeliyiz. Lumumba ’emperyalizm’ ve onurlu, gerçek bir bağımsızlık düşüncesiyle böylece tanışır.
Akra’ya gelen Lumumba, Cezayirli Frantz Fanon, Ganalı Kwame Nkrumah gibi bağımsızcılık ve Pan Afrika düşüncesinin önemli isimleriyle tanışır. Konferansta kabilecilik ve sömürgecileri destekleyen ideolojilere net bir çizgi çekilir. Bu çizgi sadece konferans belgeleriyle sınırlı kalmaz, Lumumba’nın hayatına da çekilir: Onun için barışın olmazsa olmaz koşulu artık bağımsızlıktır. Ülkesinde fikirlerini bu çerçeveye oturttuğunda sürekli ‘komünist’ olmakla suçlanır. Bu ‘suçlama’ ömrü hayatı boyunca peşinden gelecektir. Dolaylı yoldan Marksist düşünceye dokunan Lumumba kendisine yakıştırılan bu sözler hakkında şöyle diyor: “Afrika’da ilerlemeci olan, ilerleme eğiliminde olan herkes komünist olmakla, yıkıcı olmakla niteleniyor. Sömürgecilerin önünde eğilmeniz ve size sunduğu her şeyi kabul etmeniz gerek. O zaman sizi övecekler. Biz namuslu insanlarız, kimseyi aldatmayız. Tek bir amacımız var: ülkemizi kurtarmak, özgür ve bağımsız bir ulus kurmak.” Lumumba Afrika tarihinde bu ‘savunmayı’ yapan ilk ve tek kişi değildir. Kimi içten içe, kimi gerçekten komünist olan; kimiyse sadece ‘ülkesini kurtarmak, özgür, bağımsız bir ulus kurma’ amacında olan nice Afrikalı devrimci, benzer sözleri sarf eder.
KRALIN ÖNÜNDE SÖMÜRGECİLİĞİN İFŞASI
Kongo’da Lumumba’nın ekonomik bağımsızlığı ve Afrikalıların birliğini anlatan gösterileri hem kitlelerin hem de sömürgecilerin dikkatini çeker. Bağımsızlığa giden süreç ‘müstakbel’ ülke için oldukça çetindir. ABAKO’nun yasaklanan mitingine yapılan saldırıda resmi rakamlara göre 42 kişi, yerli partilerin rakamlarına göre 710 kişi hayatını kaybeder, Kasavubu tutuklanır. Daha sonra Lumumba da patlak veren başka bir olaydan dolayı ‘halkı kışkırtmak’ suçundan tutuklanır. Belçika, fırsattan istifade ederek hoşnutsuzluğu ufak kayıplarla atlatmaya çalışır ve Kongolu siyasi liderleri Brüksel’e çağırır. Belçika Lumumba’nın yokluğunda yapacakları toplantıdan alınacak verime güvense de diğer parti liderinin çoğu Lumumba’sız görüşmelere başlamayacaklarını belirtir. Nitekim Belçika bu baskıya boyun eğer ve Lumumba serbest bırakılır, hapisten çıkar çıkmaz Brüksel’e hareket eder. Toplantıda tartışılan iki temel hat vardır. Belçikalı sömürgecilerin ayan beyan maşası CONAKAT partisinin lideri Çombe’nin savunduğu ‘yarı özerk eyaletler konfederasyonu’ ile Lumumba’nın savunduğu ‘bağımsız güçlü bir merkezi devlet’ önerisi. Sonuç olarak bağımsızlık tarihi olarak 30 Haziran 1960 belirlenir. Yaklaşık bir ay önce yapılan seçimlerdeyse MNC en yakın rakibinin yaklaşık 10 puan önünde oyların yüzde 23’ünü alarak birinci parti olur. Üçüncü sıradaki Kasavubu ile koalisyon anlaşması yapılır ve aradaki farka rağmen Lumumba başbakan, Kasavubu cumhurbaşkanı olur. Küçük bir hatırlatma: CONAKAT oyların sadece yüzde 4.7’sini alarak 6’ncı parti olur.
Seçimlerin sonrasında düzenlenen bağımsızlık töreni, belki bağımsızlığın çok daha ötesinde bir anlam taşıyor. Töreni sıra dışı kılansa Lumumba’dan başkası değildir. Sözü ilk alan Kral Baudouin olur. “Kongo’nun bağımsızlığı, dahi kral II. Leopold tarafından düşünülen bir görevin sonucudur” ifadeleriyle sözlerine başlar ve tüm konuşma boyunca Kongo’nun bağımsızlığını bir lütuf olarak görür. Bir sömürgeci Belçika Kralı’na yakışan bir şekilde konuşmasını bitirdikten sonra kürsüye Kasavubu geçer. O da bağımsızlıkla birlikte Belçika’yı yüzüstü bırakmayacaklarına değinir, sömürgecilere minnetlerini defalarca belirtir. Ardından sıra Lumumba’nındır, onun konuşması kimilerine göre en cesur kimilerine göreyse en safça ve en hazırlıksız bağımsızlık konuşmasıdır:
“Kongolu kadınlar ve erkekler, bugün zafer kazanmış olan bağımsızlık savaşçıları, sizi Kongo Hükümeti adına selamlıyorum. Biz mücadelede ne güçlerimizi, elimizdeki avucumuzdakileri, ne acımızı ne de kanımızı esirgedik. Gözyaşıyla ve kanla yapılan bu mücadeleyle sonuna kadar gurur duyuyoruz, çünkü bu mücadele soylu ve haklı bir mücadele oldu, gücün bize dayattığı kölelik utancına son vermek için kaçınılmaz bir mücadele oldu. Bu bizim seksen yıllık sömürge sisteminden çıkışımız oldu. Yaralarımız çok taze ve hâlâ belleğimizden çıkaramayacağımız kadar acıyor. Ne beslenmemize, ne giyinmemize ne de doğru dürüst barınmamıza, ne de çocuklarımızı insan gibi yetiştirmemize olanak veren ücretlerle yok edici çalışmalara zorlandık. Zenci olduğumuz için sabah akşam alay, aşağılanma ve fiziksel şiddetle karşı karşıya kaldık. (…) Topraklarımız, yalnızca daha güçlü olanın hukukunu tanıyan sözde legal yasa metinleriyle gasp edildi. Yasaların beyaz ya da siyah için hiçbir zaman aynı olmadığını gördük. (…)”
SARTRE: HEM KAYBININ HEM BÜYÜKLÜĞÜNÜN NEDENİ
Bu tarihi konuşma emperyalistlere karşı Afrika halklarının birliği savunusuyla sürerken Belçika Kralı’nın huzursuzluğu ve yanındaki Kasavubu’ya eğilip söyledikleri kameralara yansır. Öte yandan Lumumba sözlerini tamamladığında salondaki siyahların büyük bir çoğunluğu -Kasavubu’nun konuşmasının aksine- başbakanı ayakta alkışlar. Sokaktaki yankıya dairse Patrice Lumumba’nın gazeteci kızı Juliana Lumumba samimiyet vurgusu yapıyor. Ona göre babası kendi söylediklerine yürekten inanıyordu ve insanlar ilk kez seçim odaklı olmayan, söylenmeyen ortak gerçekleri, dertleri içeren bir konuşmaya tanıklık ediyordu. Tabii bu konuşmanın rahatsız ettiği kiliseden sömürgecilere güç odaklarını hatırlatıyor. Karşı cepheden birini dinleyecek olursak o günlerde Binbaşı olarak görev alan Belçikalı François Vanderstraeten’i dinleyebiliriz: “Bazı şeylerin ters gittiğini ilk kez fark ettiğim an, Kinşasa’da Başbakan Lumumba’nın öğle vakti yaptığı konuşmayı dinlediğim andı. Sözlerini duyduğumda dedim ki burada bizim duymak istediğimizle alakalı hiçbir şey yok.”
Yeni bağımsızlığını kazanmış bir Afrika ülkesinin Belçika Kralı’nın yanı başında oynadığı bu kart hakkında sosyolog ve insan hakları savunucusu Said Boumama ‘Afrika Devriminin Figürleri (Çev: Şule Ünsaldı – Nota Bene) kitabında şöyle diyor ve Jean Paul Sartre’ın Lumumba hakkında bir yorumunu paylaşıyor: “Birkaç ay önce Kongo ulusalcılığının simgesel figürü olarak, sözlerinin ve davranışlarının sonuçlarını hesaplamıyordu. Sömürge çerçevesinde ırksal bir eşitlik olasılığından sonra, çok fazla gürültü, entrika, ihanet ve komplo olmadan gerçek bir bağımsızlığa kavuşmak olasılığından söz etmesinde aynı saflık vardı. Jean Paul Sartre, Frantz Fanon’la girdiği bir tartışmayı hatırlatarak, onun Lumumba’nın saflığı konusundaki görüşlerinden söz eder: (…) Onda kılık değiştirmiş emperyalizmin tüm restorasyonlarıyla uzlaşmaz bir muhaliflik görüyordu. Onu yanlızca kendi kaybının hem de kendi büyüklüğünün nedeni olan insana duyduğu bu sarsılmaz güvenle suçluyordu (kuşkusuz büyük bir sevecenlikle). Fanon bana şunları söyledi: ‘Ona bakanlardan birinin kendisine ihanet etmekte olduğunun kanıtları verilmişti. Bakanı çağırdı, belgeleri gösterdi ve şöyle dedi: Sen bir hain misin? Gözlerime bak ve yanıt ver. Adam onun gözlerine bakarak suçlamayı reddetti. Tamam, dedi Lumumba, sana inanıyorum.’”
SSCB’DEN YARDIM İSTEĞİ VE İNFAZ
Bağımsızlık ilanı Lumumba’nın konuşmasından sonra coşkuyla karşılanırken Belçikalı bir generalin başlattığı isyan gelecek kanlı günlerin habercisi olur. Generalin hamlesini Çombe’nin Katanga’da bağımsızlık ilan edip Kongo güçlerine savaş açması izler. Bu sırada Belçika, Çombe’nin yanına önce 300 komando, ardından 9 bin asker sevk eder. Birleşmiş Milletler’den talep edilen Barış Gücü hem geçip hem de çatışmaları engelleme adına fazla rol almayınca Lumumba çok ses getirecek bir hamlede bulunur: Sovyetler Birliği ve Kızıl Ordu’yu Kongo’ya çağırır. Zaten yaşananların önemli bir parçası olan ABD de bu davet üzerine Lumumba’yı doğrudan hedef alır. CIA, bölgedeki casuslarına ne olursa olsun ilk hedefin Lumumba olduğu emrini verir. Lumumba’nın başbakanlık görevi bunun üzerine Kasavubu tarafından elinden alınır. Bir süre çift liderli yönetim devam eder ancak 14 Eylül’de ABD destekli Albay Mobutu yönetimi darbe yapar ve Lumumba’yı ele geçirir. Halk tarafından sevilen bir lider olan Lumumba başta infaz edilemez; ev hapsi cezası verilir. Ancak isyanı örgütlemek üzere kaçıp Mobutu’nun eline düşünce Çombe’ye teslim edilir. Yakalanma anına ait görüntülerde fiziksel işkencenin yanı sıra en dikkat çeken detay, daha önce yaptığı konuşmasının yazılı olduğu kağıdın, işbirlikçiler tarafından Lumumba’ya yedirilmeye çalışılmasıdır.
Mobutu, Kasavubu -ve dolayısıyla ABD- Lumumba’yı infaz etmek istese de yine popülaritesinden çekilerek cellatlık görevini Çombe’ye verir. Ocak 1961 yılında teslim edilen Lumumba burada akla hayale gelmeyecek işkenceler görür. İnfazından sonra cesedi parçalara ayrılır ve Belçikalı bir asker tarafından sülfürik asitte yok edilir. Bu hareket, Lumumba’nın ‘varlığının’ ne denli önemli olduğunu ortaya koyuyor.
‘AFRİKA KENDİ TARİHİNİ YAZACAK’
Eşine yazdığı son mektubun sonunda şöyle diyor Lumumba: “Hiçbir barbarlık, hiçbir acı, hiçbir işkence beni merhamet dilemeye zorlamadı. Başım dik olarak, sarsılmamış bir inanç ve ülkemin kaderine dair derin bir güvenle ölmeyi, kutsal ilkelerimizin küçümsenmesini izleyerek yaşamaya tercih ederim. Tarih bir gün sözünü söyleyecek. Brüksel, Paris, Washington veya Birleşmiş Milletler’in öğrettiği tarih değil; bizim sömürgecilik ve kukla hükümdarlarından kurtulmuş, özgürleşmiş ülkelerimizde öğretilecek tarih. Afrika kendi tarihini yazacak, Sahara’nın kuzeyinde ve güneyinde, bu zafer ve saygınlığın tarihi olacak. Ağlama sevgilim; biliyorum ki benim çok acı çekmiş ülkem kendi bağımsızlık ve özgürlüğünü savunacak. Yaşasın Kongo! Yaşasın Afrika!”
Lumumba’nın ölümünün sonrasında ülke çeşitli kanlı mücadelelere tanık olur. Onu katledenler ölümünden kısa süre sonra tepkilerden dolayı Lumumba’ya kahramanlık unvanı verseler de, ülkede Lumumba yanlıları var olsa da bugün Kongo için hiç de parlak şeyler söyleyemiyoruz. Öyleyse Lumumba tarihin neresinde duruyordu? Her şeyden önce ‘cesur’ hali de ‘saf’ hali de kendisinden sonra gelecek siyah kurtuluş hareketlerine sömürgecilerin samimi ve tam olarak bir yerden ayrılmayacağını en çıplak bir biçimde öğretti. Yüzlerce yıldır gözle görülen ya da görülmeyen zincirlere vurulan bir kıtanın onurlu geleceği için attığı adımlar siyaseten işine yaramamış olabilir. Ama bu sözlerin sömürgecilerin yüzüne yüzüne telaffuz edilirken ki onurlu duruşun bir Afrikalı için hissettirdiklerini anlayabilmek de pek kolay olmasa gerek.
(Patrice Lumumba'nın katledilişinin yıldönümü anısına Kavel Alpaslan'ın 2 Mart 2019 tarihli yazısını seçtik)
(GAZETE DUVAR)
POLİTİKA'NIN NOTU.
1960 yılında kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği başkenti Moskova'daki "Halkların Dostluğu Üniversitesi", Patrice Lumumba'nın katledilmesinin ardından 22 Şubat 1961 tarihinde "Patrice Lumumba - Halkların Dostluğu Üniversitesi" adını almıştır ve özellikle ulusal kurtuluş savaşı veren birçok Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkesinin liderleri ve yönetici kadroları bu üniversitede yetiştirilmiştir. Rusya Federasyonu Hükümeti'nin 5 Şubat 1992 tarihli kararıyla üniversitenin adı "Rusya Halkların Dostluğu Üniversitesi" olarak değiştirilmiştir.
2 notes · View notes
drsmuratakcay · 6 years ago
Text
Avrupa'nın En Güzel 3 Şehri
değil 3, en güzel 33 şehrini sorsalar yine zorlanır insan, her yeri ayrı güzel. değişik kategorilerde, keyfimin kahyasına göre (birçok yerini sadece yüzeysel biçimde gördüm, kuzeydoğusuna hiç gitmedim):
- üç günlük ömrüm kaldı, gözüm açık gitmeyeyim:
1) istanbul
2) roma
3) (bunlara denk bir şehir dünyada yok tarihi önem açısından, ama paris'i de görmeden ölmeyin)
- para bok, beni dünyanın merkezine götür:
1) londra
2) paris
3) (bunlara denk bir şehir avrupada yok. almanyabelli bir merkez etrafında gelişmiş olsaydı, o merkez listede olurdu. para bok kısmı için moskova diyorum, dünyanın en çok dolar milyarderi barındıran şehrinde yok yok)
-para yok, beni nereye götürürsen götür
1) sofya
2) saraybosna
3) kiev, bükreş
-para var da abi öğrenciyiz, şöyle hem tarihi, hem eğlenceli, hem popüler, hem hesaplı olsun, döner olsun ama dönmesin:
1) budapeşte
2) berlin
3) krakow 
(prag bunlardan pahalı)
- gece çıkmayı seviyorsan:
1) barcelona (her yerde sabaha kadar eğlenecek yer bulursun, bir tek burada sabaha kadar eğlenmeme seçeneğin yok. heriflerin uyku düzeni bile maksimum gece hayatı performansına göre düzenlenmiş) 
2) berlin (herşey avant garde, heryer postmodern, kopmuş gitmişler)
3) buraya aday çok, belgrad veya kopenhag diyorum bütçeye göre.
-en estetik ortaboy şehirler:
yine sürüyle var, italya bunlarla dolu mesela, ama aklımda öne çıkanlar
1) salzburg
2) dubrovnik
3) brugges 
-en estetik büyük(çe) şehirler:
a takımı: paris, floransa, prag
b takımı: viyana, budapeşte, venedik
yedeklerle paf takımı: lizbon, antwerp, birmingham, dresden, utrecht
-kafa dinlenilecek bölgeler:
1) toskana (siena merkezli. baharda giden dönmek istemez)
2) alpler (salzburg, hatta zürih)
3) genel olarak tüm hollanda (delft, leiden.. sıkılınca bisiklet şeridinden kaptırıp belçikaya gidersiniz)
-denizden babam çıksa genel olarak yerim ama 9 santimden ufaksa denize geri atarım:
1) açık ara yunanistan: mikonos, zakintos, santorini. başka sürüyle güzel ada var, çoğu türkiye'nin batısından ucuz. balkan halkları gibi bunlar da sefa pezevenkliğini iyi bilirler.
2) adriyatik kıyısı (hvar dışında, orası da güzel de gelenler kötü)
3) menorca (majorca'dan daha iyi)
bonus: kanarya adaları (ucuz, bozcaada kafası)
-yazın görülecek güzellikler:
1) st petersburg
2) stockholm
3) edinburgh
-road trip:
1) güney ispanya (endülüs)
2) sicilya-amalfi 
3) güney fransa (bisikletle de olur) 
bonus: izlanda (yürüyüp kamp yaparak)
***
tüm faktörlere bakınca yaşamak için en güzeli neresi? 
ülke bazında hiç düşünmeden italya derdim. bir ülkenin herşeyi mi güzel olur. yemek, tarih, mimari, iklim, doğa, deniz, sanat, eğlence, maldini... her sabah uyandığımda "kahretsin bugün de italyan değilim" diyorum. şehirler içinse her kıstastan geçer not alan bir yer yok (olsa zaten herkes oraya hücum edeceğinden yaşam pahalı olur, oradan sınıfta kalırdı). benim ilk üçüm:
1) amsterdam: "hayat çok güzel lan"
pozitif: dil sorunu yok, kanallar konusunda 10 venedik gücünde, kenar mahalleleri bile güzel, genciyle yaşlısıyla liberal bir halk, refah yüksek ve zengin-fakir farkı az, her yere bisiklet ve toplu taşıma, muhteşem müzeler, doğayla içiçe bir yaşam, ot kokusu, musluktan akan belçika biraları, kozmopolit olduğundan hollandalıya ve hollanda mutfağına mahkum olmamak, oecd ülkeleri içinde en rahat çalışma şartları (fransızlardan bile az çalışıyorlar).
negatif: aklıma pek birşey gelmiyor, hollandılar çok uzun? iklimi kötü.
2) londra: "new yorkta ne varsa bizde aynısının daha eskisi ve kalitelisi var" 
pozitif: dünyanın iki merkezinden biri (alfa++ şehir). tarihteki en büyük imparatorluğun başkenti sonuçta. yetişemeyeceğin kadar çok tiyatro, konser, sergi, çoğu bedava müzeler, gece hayatı, bir mahallede düzinelerce ülkeden restoran ve bakkal olması, şehir merkezinin %40'ını kaplayan yeşil alanlar (istanbul'da %1.5), sirkeciye kadar uzanan metro ağı, her yere giden ucuz havayolları, trenle paris'e öğle yemeğine gidip 5 çayına eve dönebilmek...çalışılıyorsa, 1 pound ile herhangi bir ülkenin para biriminden yüzlerce alabilmek, bozdurup bozdurup harcamak.
negatif: çalışılmıyorsa 3 gün içinde ölmek. stark ailesini bile depresyona sürükleyecek bir iklim (imparatorluğun üzerinde batmayan güneş başkentte pek doğmuyor), ipini koparanın gelmiş olması.
3) budapeşte: "en iyi fiyat-performans oranı, bilinçli tüketicinin tercihi" 
pozitif: batı avrupanın avantajlarının %90'ı ile doğu avrupanın avantajlarının %110'unu (ucuzluk, aşırı güzel kadınlar, estetik mimarı, kendine has bir kültür) bir arada sunuyor. kaplıcalar bol, güzel şarap ucuz. cafe, çay evi, bar olayını çözmüşler (ruin pub konsepti benim favori gece hayatı anlayışım). prag gibi aşırı turistik değil. insanlar uysal. yabancılar krallar gibi yaşıyorlar.
negatif: izole. yerel para kazanılıyorsa hayat bir anda komünist mimarisi gibi gıpgri olabilir. kışları soğuk. yemekler bir türk'ü tatmin etmez. dil sorunu büyük. halkın geneli muhafazakar, siyaseti küçük türkiye gibi.
1 note · View note
kalpherzamansoldanatar · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Çölün ortasında bir vaha: Ovacık Dersim’in Ovacık İlçesi’ni dört yıldır bir komünist yönetiyor. Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) ile Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) yaptığı ittifakla 30 Mart 2014’de gerçekleştirilen yerel seçimi kazanan Fatih Mehmet Maçoğlu amacının, insanların, hayvanların ve bitkilerin birlikte, uyum içinde yaşayabileceği bir hayat, bir düzen kurmak olduğunu söylediğinde Ovacık Türkiye’nin gündemine çoktan oturmuştu. Baskı ve yolsuzlukla kavrulan 80 milyonluk koca bir ülkenin 3 bin nüfusluk küçük bir ilçesinden kulağımıza çalınan bu sözler; kamu yararının ne demek olduğunu unutmuş insanlar için çölde vaha gibi bir etki yarattı. Munzur Dağı’nı ortadan ikiye yarıp arasından gemi geçirmek gibi çılgın projeleri yoktuysa da, bundan daha çılgın bir şeyin peşine düşecekti. Şeffaf olmak! • • • Komünist Başkan her yıl yaptığı gibi bu yıl da, belediyenin gelir-gider ve borç tablosunu 7 metre uzunluğunda 3 metre genişliğinde afişe bastırıp belediye binasının girişine astı. Harcanan her kuruşun hesabını halka vermek şeffaf belediyeciliğin bir gereğiydi; çünkü halka hizmet için var olan bir kurumun haktan saklayacağı bir şey yoktu, olamazdı da... Maçoğlu, başkan seçildiğinde belediyenin 1.2 milyon lira borcu, 600 bin lira da alacağı vardı. Son tabloya göre belediyenin 2017 yılına ait geliri 3 milyon 452 bin 707 lira, giderleri ise 3 milyon 182 bin 482 lira. Kurum kasasında da 901 bin 982 lira olduğu açıklandı. Özetle karşımızda kâra geçen bir belediye var. Peki bu nasıl oldu? • • • İlçenin tek geliri İller Bankası’ndan gelen aylık 70 bin liradan ibaretti. Hem geliri artıracak, hem de halka katkı sağlayacak projelere ihtiyaç vardı ve komünist başkana göre bu ancak dayanışma göstererek başarılabilirdi. Ranta dayalı belediyeciliğe alıştırılan Türkiye’de Maçoğlu, belediye kaynaklarını halka açmaktan bahsediyordu. Öğrencilere burs vermek, ulaşımı, suyu ücretsiz ya da sembolik bir ücret karşılığında Ovacık halkına sunmak istiyordu. Bu daha önce Dikili’de denenmiş ve cezasız bırakılmamıştı. Siyasi hayatına 80 sonrası başlayan ve uzun yıllar Dikili Belediye Başkanlığı görevini sürdüren Osman Özgüven, “bir ihtiyaçtan öte haktır”, diyerek 10 tona kadar kullanılan suyu ücretsiz yaptı. Aynı şekilde ulaşım hizmetini bedelsiz sundu ve belediyeye ait sağlık merkezinde insanların 1 lira gibi sembolik bir para karşılığında muayene olmasını sağladı. Halka ücretsiz su verdiği için Sayıştay denetçisi Özgüven hakkında ‘görevi kötüye kullanmak’ gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu. Belediyelerin ticaret için değil, hizmet için var olduğunu savunmayı sürdürdüğü için de baskıların önü ardı kesilmedi. • • • Maçoğlu da Özgüven gibi başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan ve bunun için çalışan bir başkan. Söylediği gibi yaşıyor, halk için çalışıyor. Makam aracı kullanmıyor. Yürüyor ya da ihtiyaç olduğunda kendi özel aracını kullanmayı tercih ediyor. Maaşının bir kısmını öğrencilere burs olarak veriyor. Belediye binası içinde 10 bin kitaplık kütüphane açtı. Bir saat kitap okuyan çocuklara bir saat bisiklet turu hediye ediyor. Ziraat Mühendisleri Odası’nın verdiği bilgilere göre son 15 yılda Belçika yüz ölçümü kadar tarım arazini ekmekten vazgeçen, nohutu Kanada’dan, mercimeği Arjantin’den alan Türkiye’de o, hazineye ait 650 dönümlük araziyi tarıma açtı. Ekilen baklagilleri hem yoksullara dağıttı hem de ülkenin dört bir yanına satarak öğrenciler için burs sağladı. Toplu taşımayı ücretsiz yaptı. Yasalar izin vermediği için bedava yapamadığı suyun metreküpünü elli kuruşa düşürdü. Geçen yıl anlaştığı elliye yakın arıcı ile bal satışına başladı. Hedefinde süt ve süt ürünleri üretimi var. Halka halkın parasıyla, halk için ve halkla beraber hizmet verirken belediyeyi de kâra geçirdi. Ovacık’ı kalkındırdı, insanlığın en büyük utancı olan yoksulluğa karşı dayanışmayı örgütledi. Ve tabi ki İsviçre’de gizli hesabı yok. Not: Ürünlere www.ovacikdogal.com web adresinden ulaşabilirsiniz. Gözde Bedeloğlu (BirGün Gazetesi)
31 notes · View notes
kanalmilligorus · 4 years ago
Photo
Tumblr media
OSMAN ERAYDIN MİLLİ ÇÖZÜM DERGİSİ AKP TÜRKİYE’Sİ; 18 ALTINDA KALAN “Rıza Yaşındaki” Çocukların Çarpık Cinsel İlişkilerine İZİN VEREN ANLAŞMAYI NASIL İMZALADI? AKP Türkiye’sinin de imzaladığı “Avrupa Konseyi Çocukların Cinsel Sömürü ve İstismara Karşı Korunması” kılıflı Lanzarote Sözleşmesi’yle, aslında 12-13-14-15 ve 16 yaşlarındaki Erkek ve Kız çocuklarının kendi rızalarıyla ve güya cinsel ilişkileri öğrenme amacıyla; erkek erkekle, erkek kızla, kız kızla cinsel ilişkilerine serbestlik sağlayan ahlâksız anlaşmayı imzaladığı ortaya çıkmıştı. Bu anlaşma, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı, Recep T. Erdoğan’ın Başbakan ve şimdi Gaziantep Belediye Başkanı olan, dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin tarafından imzalanmıştı. Kur’an’ın özüne aykırı olarak verilen bazı fetvaları ve uygulamaları bahane ederek, “Çocuk evliliklerine izin veriyor” diye haksız ve dayanaksız bir şekilde İslam’a sataşan; Darwinist, Feminist, Sosyalist, Komünist ve Kemalist takımı: Japonya’da 13, Belçika, Avusturya, Almanya ve İtalya’da 14, Fransa ve Yunanistan’da 15, İngiltere, İspanya ve Lüksemburg’da 16, İrlanda, Malta ve Güney Kıbrıs’ta 17 yaşında; Türkiye’de ise 15, 16 ve 17 yaşlarındaki kız ve erkek çocukların karşılıklı rıza ile her türlü cinsel ilişkiye girmelerini serbest bırakan bu rezaleti devlet politikası olarak kolaylaştıran ve hoş karşılayan LANZAROTE SÖZLEŞMESİ’ne hiç ses çıkarmamaları ise tam bir çifte standart ve sahtekârlıktır. Bu konuda duyarlı ve vicdanlı bazı Uzman Hukukçularımızın çok önemli tespit ve tahlilleri vardır.[1] ... Makalenin DEVAMINI incelemek için: http://www.millicozum.com/mc/duyurular/akp-turkiyesi-18-altinda-kalan-riza-yasindaki-cocuklarin-carpik-cinsel-iliskilerine-izin-veren-anlasmayi-nasil-imzaladi #lgbt #istanbulsözleşmesi #lanzarote #cinselistismar #rte #receptayyiperdoğan #türkiye #türkiyem🇹🇷 #bülentarınç #abdullahgül #tayyiperdogan #davutoğlu #ahmetdavutoğlu #dilipak #abdurrahmandilipak https://www.instagram.com/p/CEAVWSMnVZk/?igshid=ihnohwton8e9
0 notes
bunnyalder · 4 years ago
Text
Parapsikoloji nedir ?
Tumblr media
Parapsikoloji hakkında ”Kafalardaki ilk düşünce ‘’para’’ ile ilgili bir psikoloji dalı mı? sorusudur. Bilmeyen bir insan için tatmin edici bir cevap olmasına lakin bilen içinde komik bir cevaptır.”
Parapsikoloji hakkında çeşitli tanımlar mevcuttur. Fakat gerçek olan bir şey vardır ki oda Parapsikoloji’yi herkesin çok merak ettiği bir alan olduğudur. Parapsikoloji; Duyular dışı algılama, psikokinezi, “ölümden sonra yaşam” gibi konulara ilişkin olan, paranormal (normal dışı) olduğu düşünülen olayların yani klinik bulgularla ölçümlenebilen fenomenlerin dışında kalan alanların üzerinde deneysel yoluyla araştırıma yapılması anlamına gelmektedir. Kelime anlamı olarak psikolojinin ötesinde, ardında, kenarında bulunan manasındadır. 
“Parapsikoloji” paranormal (normal ötesi) güçleri, olguları ve yetenekleri inceleyen bilim dalıdır. Bu kelime, 1920’lerde, Dr. J. B. Rhine tarafından, Fransız psikoloğu Emil Boirac’ın “psikoloji ötesi” anlamında kullandığı “parapsy-chique” kelimesinden uyarlanmış ve 1953’te Hollanda, Utrecht’de toplanan Uluslararası Psişik Araştırma Konferansı’nca da parapsişik araştırma yapanların kendi aralarında kullanmaları için onaylanmıştır. Bununla birlikte Einstein ve Frued yaşadığı bir telepati deneyimi vardır. (Tıklayarak okuyabilirsiniz)
20. yüzyılda önce Parapsikoloji kelimesi ‘’okültizm’’ diye geçiyordu. Parapsikoloji 20. yüzyılda Amerika’da araştırmasal bilim alanı olarak kabul edilmiştir. Parapsikoloji aslında bilimsel bir disiplindir. Ama bunu yanında çok tartışılan ve tarihin çirkin kelimelerine benzetilmeye maruz kalınmıştır. Soğuk Savaş döneminde(1945-1990) parapsikolojik araştırmalar liberal-faşizan Sovyetik karalamala kampanyalarına maruz kalmıştır. Parapsikolojik Araştırmalar bundan sonra ilginç bir şekilde halkın beynini yıkayarak ‘’büyücülük,şarlatanlık,büyücülük’’ gibi sıfatlara yakıştırmışlardı. Ama bu devletlerin kendi ülkelerinde son derece gizli parapsikoloji araştırma merkezleri kurulmuş ve bunların bütçelerini , parapsikolojiyi büyücülük sanan halkın vergileri ile karşılanmaktadır.
***(Çekoslavakya gibi küçük ‘’komünist’’ bir ülkede 1960’larda dünyada belki de en ileri ve en gizli Parapsikoloji Araştırma Merkezi bulunuyordur.)
Tumblr media
Parapsikoloji Kapsamına Giren Bazı Konular
Parapsikoloji günümüzde inceleme sahasına giren konulardan bazılarını sıralayabiliriz;
Duyu-Dışı Algılama (ESP) : Telepati, Durugörü / Önsezi
Duyular dışı algılama veya altıncı his, parapsikologların telepati, durugörü, prekognisyon gibi beş duyunun ötesindeki her türlü paranormal algılamaları belirtmek üzere kullandıkları bir terim olup, Türkçede DDA veya DDİ kısaltmasıyla, İngilizcede ise ESP kısaltmasıyla ifade edilir. Bir sözde bilim terimidir.
Psikokinezi (PK) : Telekinezi/ Rüyada ESP / Hipnoz ve Hipnoz Altında ESP I Hayvanlarda ESP (ANPSI) / Bitkilerde Parapsikoloji / Duruişiti /Psikometri/ Levitasyon  
Kısaca “PK” denilen ve “psişe-hareket” anlamına gelen ” psikokinezi ( psychokinesis) sözcüğü inorganik ve organik maddenin zihin gücü ile etkilendirilmesini kapsayan ve daha ziyade zihnin maddeye hakimiyeti olarak bilinen paranormal olguyu ve bu olgunun ” telekinezi” ( telekinesis uzaktan hareketi), kriptokinezia  ( cryptokinesis: gizli hareket) yada telerji ( telergy : uzaktan eylem) gibi değişik adlarla anılan çeşitli tezahür biçimleri ifade eder.
Işınlama : Teleportasyon / Paranormal Şif acılık ve Cerrahi (PSI-TIP) / Paranormal Teşhis ve Otoskopi, Alteraskopi, Telemnezi / Gezici Durugörü I Astral Seyahat (OOBE)  
Işınlanma veya teleportasyon, kişinin bedeninin veya bir eşyanın bulunduğu mekânda yok edilip, bir anda başka bir mekânda ortaya çıkarılabileceği düşüncesine verilen addır.
Beden Enerji Merkez ve Alanları : Çakralar ve Amalar / Enerji Bedenleri / Kirlian Fotoğrafçılığı / BiyoKozmik Enerji ve Psikotronik Bilimi / Galler Etkisi/ Şuurlu Beden Kontrolleri /Değişik Şuur Halleri (ASC)
Paranormal veya Tinsel anlamda kullanılan bir terim olup, canlıların bedenlerinden yayıldığı varsayılan ışınımla oluşan ve gitgide yayılan tesir kuşakları tarzında kendini gösterdiği iddia edilen elektromanyetik alana verilen addır.
Tekinsizev : Kendiliğinden PK (RSPK) / Düşünce Fotoğrafçılığı / Gözsüz Görüş / Radyestezi ve Radyonik Bilimi / Telkinbilim / Psişik Arkeoloji/ Geçmişin Bilinmesi
His ve enerji yoluyla bir şeyleri aramak veya bulmak için uygulanan alanların genel ismidir. Çok bilinen bir kavram olmasada parapsikolojide yer almaktadır.
Parapsikoloji Araştırmaları Türkiye
Parapsikoloji araştırmaları, Türkiye’deki geçmişi de neredeyse bir yüzyılı bulmaktadır.  1890’lardan itibaren özellikle İstanbul, İzmir ve Mersin’de kurulmuş olan localarda o günkü koşullar çerçevesinde parapsikolojik araştırmaların yapılmakta olduğu bilinmektedir.
İslam geleneğinde ise parapsikolojik araştırmaların kapsamına giren pek çok uygulama vardır.  Örneğin Taşköprülüzade’nin “Miftah= Anahtar” ilmiyle ilgili “Şerhi” Bursa, İzmir ve İstanbul’daki zaviyelerde”gizlice” öğretilmekteymiş.
1917-1918 yılları arasında lstanbul’da ilk kez bir Parapsikolojik Araştırmalar Merkezi kurulmuştu.
İstanbul’da Sıraselviler’deki bu merkezin kurucusu ünlü Gurdjieffti. Bu kişi Kars doğumlu, Ortodoks mezhebine mensup bir Gürcü’ydü ve Stalin’le aynı yörenin çocuğuydu. Bolşevik lhtilali’nden sonra kendisine bağlı kişilerle önce Kars’a sonra da lstanbul’a gelmişti. Gurdjieff, lstanbul’da birkaç yıl kaldıktan sonra Fransa’ya gitti ve burada bir enstitü kurarak parapsikolojik araştırmalarını sürdürdü. Gurdjieff, yine kendisi kadar ünlü bir Rus olan Blavatsky ile de bağlantılıydı.  Gurdjieffin lstanbul’daki Parapsikolojik Araştırmalar Merkezi’ne en sık gidip gelen ünlü Türklerin başında Lozan Konferansı’nın “murahhas azası” Rıza Nur da vardı! Dr.Rıza Nur, bu gizemli Rus “teosofisti”nden öylesine etkilenmişti ki, kendi yazdığına göre, bunalıma girmişti. Gurdjieffin “ruhsal” çalışmalarından etkilenmiş akademisyenlerden biri de,  Dr.Bedri Ruhselman’dı.
Parapsikoloji neden kanıtlanamıyor ?
Parapsikoloji üç sorundan ötürü bilim olarak kabul edilememektedir. Bu sorunlar şunlardır:
Tekrar sorunu
Yetersiz denetim
Dosyalama sorunu
Psişik yenetekli insanları testlere ve deneylere tabi tutulduğunda bir şeyin kanıtlanması için belirli bir yüzdeliği geçmesi gereklidir yani deneydeki şans dediğimiz faktörü minimum seviyede yok etmemiz lazım. Örnek olarak Telepati deneylerinde Denek 10 zener karttan 7sini biliyorsa burada şans hayla vardır. ama deneyin bir kısmı geçerlidir. Daha sonra süreklilik konusu girer işin içine Denek ikinci deneyde 10 zener karttan 5 tane bilirse işte bu tüm deneyi iptal ettirir. Çünkü süreklilik sağlanamadı ya gelişmesi lazım yada yerinde sayması kanıtlanması için. Ama tarih boyuncada devleti özel çalışmalarında kayıtlara geçmiş birçok telepat denekleri ve psişik denekler bulunmaktadır. (bunlar biraz özel bilgiler o yüzden gizlemek zorundayım)
(“Klasik” anlamda deneyleri ile ilk adımları atan, 1882 kurulu�� tarihli İngiliz Psişik Araştırma Derneği (SPR).)
Hereward Carrington’un 1930’larda okuyucularına sunduğu bir listede, parapsikolojik araştırma derneklerine sahip ülkelerin öncü derneklerin ülkeleri hariç liste şöyledir; Avusturya, Rusya, İspanva, Portekiz, Hollanda, Belçika, İsviçre, Yunanistan, Polonya, “Türkiye” , lzlanda, Japonya, Meksika, Kanada, İrlanda, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Afrika, Hindistan, Çin ve Arjantin. Gayrıesmi kuruluşlar ise, aşağı yukarı dünyanın her ülkesinde mevcuttu.
Kaynakça ;
Türkiye Psikologlar ve Psikiyatristler Derneği (Parapsikoloji Eğitimi)
Parapsikoloji Derneği
Britanya Psişik Araştırma Derneği
Ulusal Ruhsal Araştırma Laboratuvarı
Ruhsal Araştırmalar Derneği
Uluslararası Yakın Ölüm Araştırmaları Derneği
Amerikan Ruhsal Araştırmalar Derneği
Bu yazı bu siteden alınmıştır. ; https://insanormani.com/arastirmakonulari/parapsikoloji/parapsikoloji-nedir/
0 notes
devrimcikadinlar · 8 years ago
Photo
Tumblr media
AVRUPA HAYIR PLATFORMU KURULDU Hayır Platformu Avrupa çapında örgütlenecek Hayır Platformu, Avrupa çapında örgütlenmeye giderek, daha önceki seçim deneyimlerinde seçmeni sandığa taşımak konusunda yaşanan eksikleri de gidermeyi hedefleyecek. Temel ilkeler ve planlama * Tüm şehir, kasaba ve ülkelerde en geniş seçim komisyonlarının kurulması, bu komisyonlara AKP karşıtı herkesin dahil edilmesi. * Propaganda çalışmaları için halk toplantıları, gece ve mitinglerin düzenlenmesi. * Almanya’nın her seçim bölgesinde Hayır Kampanyası temelinde mitinglerin organize edilmesi; her şehrin özgün etkinlikler düzenlemesi. * Kuzey ve Güney Fransa, İsviçre, İsveç, Danimarka, İngiltere, İtalya, Norveç, Belçika, Hollanda, Avusturya’da gece ve mitinglerin düzenlenmesi. * Propaganda çalışmaları için özgün afiş ve el ilanlarının basılması. * Halkın sandıklara taşınması için gerekli araç hazırlıklarının yapılması. * Tüm toplantılarda referandumun gündem yapılması * Avrupa’ya göç eden akademisyen, parlementer ve gazetecilerin seçim çalışmalarına katkı sunacak şekilde örgütlenmesi. * Seçim sürecinde inanç birliklerinin etkin çalışması. * Seçim sürecinde HDK-A, Demokratik Güç Birliği Platformu, Barış Forumu ve diğer yapıların etkin çalışmasının sağlanması. * Halkın seçimlere katılımının 1 Kasım seçimlerinin sonuçlarına göre ikiye katlanması. * AKP-MHP faşizminin çalışmalarının demokratik bir tarzda engellenmesi. * Avrupa’da yaşayan halkımızın ülkedeki çevrelerini arayarak Hayır cephesini güçlendirecek biçimde örgütlenmesi. * Avrupali siyasetçi ve gazeteciler ile sivil toplum örgütleriyle heyetler biçiminde görüşülmesi. * Kadınların ve gençlerin çalışmalarda aktif hale getirilmesi. * Özgün grupların Hayır Komitesi bünyesinde örgütlenmesi ve Kürdistan ve Türkiye’ye gönderilmesi. * Her bölgede çalışanların YSK’nin internet sitesinden seçmen listelerini alarak tüm seçmene ulaşması. * Tüm alanlarda sosyal medya ekipleri örgütlenerek sosyal medyada yoğun bir çalışmanın yürütülmesi; video, karikatür ve afişlerin sosyal medyada yoğun kullanılması. * Referandum süreci örgütlenmesine tüm halkımızın katılımının sağlanması. *Yürütülen çalışmaların raporlarının oluşturulacak iletişim ağları üzerinden tüm bölgelerle paylaşılması. * Newroz etkinliklerinde yoğun bir şekilde Hayır Kampanyası’nın gündemleştirilmesi. * Şimdiden sandık görevlilerinin hazırlanması, mümkünse 7 Haziran sürecindeki görevlilerin yeniden görevlendirilmesi. * Tüm bileşenlerin toplantılarını hemen yaparak seçim sürecinin somut planlamasına geçmesi. * Referandumda Avrupa’da oy kullanma süresinin çok kısa tutulması ihtimaline karşı şimdiden hazırlıklı olunması. Avrupa Hayır Platformu’nun Bileşenleri ise şöyle: Savaşa ve Diktatörlüğe Karşı Avrupa Barış Forumu, Avrupa Sürgünler Meclisi, Devrimci Laz Platformu, Kürdistan Komünist Partisi, Avrupa Kürt Kadın Hareketi (TJK-E), Sosyalist Kadınlar Birliği (SKB), Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP), Nor Zartonk, Almanya Demokratik Kürt Toplum Merkezi (NAV-DEM), Avrupa Demokratik Kürt Toplum Kongresi (KCDK-E), Avrupa Ezilen Göçmenler Konfederasyonu (AvEG-Kon), Yaşanacak Dünya, FİDEF (Göçmen İşçi Dernekleri Federasyonu), Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSGP), Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu (ADHK), Halkların Demokratik Kongresi-Avrupa (HDK-A), Maraş Girişimi, Halkevleri. Ayrıca son toplantıya katılamayan Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF), Avrupa Süryaniler Birliği ve Mezopotamya Demokratik Değişim Kongresi’de kampanya çalışmalarına destek verecek.
12 notes · View notes
kitabinipdfindir-blog · 7 years ago
Text
Avrupa İşçi Sınıfları & Kapitalizmin Mezar Kazıcılığından Siyasetsizliğe
Avrupa İşçi Sınıfları & Kapitalizmin Mezar Kazıcılığından Siyasetsizliğe Tarihin hareket ettirici taraflarından biri olan ve bu nedenle kapitalizmin mezar kazıcısı olarak adlandırılan Avrupa İşçi Sınıflarının şimdiki durumu nedir? Siyasetsizliğe ya da Marksizmle arasına mesafe koymaya doğru nasıl ilerlemiştir? Deneyimli Avrupa demokrasilerinin uyguladığı ekonomik zor, Avrupa İşçi Sınıflarını nasıl etkilemiştir?
Sömürgelerinde ve nüfuz sahibi olduğu ülkelerde asker ve polis şiddetinden hiçbir zaman vazgeçmeyen Batılı demokrasiler kendi halklarını ve çalışanlarını ekonomik zor yoluyla hizaya sokmuştur. Ama Türkiye gibi ülkelerde egemen katlarda yaşayanların yüzü daima o standart batı demokrasileri geleneğine dönüktür: Batının yüce demokrasisi, Batı Marksizmin yüce teorileri, Batı işçi sınıfının emsalsiz direnişleri… Batının demokrasilerine öykünmeler saymakla bitmeyecek kadar çoktur.
Oysa Türkiye gibi ülkelerdeki işçi sınıflarının–çalışanların Batının işçi sınıflarından–çalışanlarından hiç de geri kalır tarafları yoktur. Hattâ yaşadıkları konjonktürler nedeniyle aldıkları riskler batılı emsallerinden her zaman daha fazla, daha ağır olmuştur. Bu fazlalık ve ağırlığı muhtemelen kendileri ya hiç yaşamadıkları/sıcaklığın içinde olmadıkları ya da az yaşadıkları için bilmeyen egemen kat mensuplarına zaten yanlarında duruyor olan kendi ülkelerindeki hareketler daima küçük-cılız ve sevimsiz gelmiştir.
Vietnam’ın kurtuluş mücadelesinin önderi Ho şi Ming’in Komintern’in 5. Kongresi’ndeki sözleri ilginçtir: “İngiltere, Hollanda, Belçika ve diğer ülkelerin Komünist Partileri… kendi ülkelerinin burjuva sınıflarının gerçekleştirdiği sömürgeci işgâllerle baş edebilmek için ne yapmışlardır? Lenin’in siyasî programını kabul ettikleri günden beri, kendi ülkelerinin işçi sınıfını âdil enternasyonalizm ruhuyla eğitmek ve sömürgelerdeki emekçi kitlelerle yakın ilişki kurmak için ne yapmışlardır? Partilerimizin bu alanda yaptıkları hemen hemen değersizdir. Bana gelince, ben bir Fransız sömürgesinde doğdum ve Fransız Komünist Partisi’nin üyesiyim; ve üzülerek belirtiyorum ki, Komünist Partimiz sömürgeler için hemen hemen hiçbir şey yapmamıştır.” Bu kitap, 1800’lü yıllarla günümüz arasında kalan dönemde Avrupa işçi sınıflarının–çalışanlarının, Avrupa Komünist ve Sosyalist Partilerinin hareketliliklerini/etkilerini, siyasetten kopuş süreçlerini anlama ve dünya ölçeğiyle kıyaslama imkânı veriyor.
Avrupa İşçi Sınıfları & Kapitalizmin Mezar Kazıcılığından Siyasetsizliğe
0 notes
yusufserkan · 7 years ago
Text
Türkiye’nin Gönüllü Bağımlılığı NATO
“Kore'ye biz, Birleşmiş Milletler Anayasası gereğince ve teşkilatın Güvenlik Konseyi'nin aldığı karara uyarak katıldık. (…) Kaldı ki Kore bir savaş hali değildir. Bir tedip ve cezalandırma hareketidir.” (Adnan Menderes, 11 Aralık 1950)
Kore'deki kahraman Türk askerleri...Kore'deki kahraman Türk askerleri…
Geçtiğimiz hafta NATO krizini konuştuk. 8-17 Kasım tarihleri arasında Norveç'te düzenlenen Trident Javelin tatbikatı sırasında Mustafa Kemal Atatürk'e ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a, yönelik çirkin saldırı krize yol açtı. Bu krizinin ardından Türkiye'de herkes birden bire NATO karşıtı oldu! Öyle ki, 60 yıldır Türkiye'de NATO ve ABD politikalarının bekçiliğini yapanlar bile “NATO'dan çekilmemiz gerektiğini” söylemeye başladılar.
Peki ama Türkiye NATO'ya nasıl girmişti?
NATO'NUN KURULUŞU
II. Dünya Savaşı sonrasında, Haziran 1948'de Sovyetler Birliği, Batı Berlin'i kuşatmaya başladı. Bu Sovyet kuşatması, Batı savunmasının örgütlenmesini hızlandırdı. Sonuçta Komünist Sovyet Rusya'ya karşı kapitalist Batı; ABD, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Norveç, Danimarka, İzlanda, Portekiz, İtalya ve Kanada 4 Nisan 1949'da Washington'da “North Atlantic Treaty Organization” adıyla (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) NATO'yu kurdular.
12 Batı devletinin kurduğu NATO, öncelikle saldırıyı önlemeyi amaçlayan bir askeri ittifaktı. Aynı zamanda siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda da ortak hareket etmeyi ve sürekli işbirliğini amaçlıyordu.
Türkiye, 1949'da -kurulduğu yıl- Avrupa Konseyi'ne üye oldu. Türkiye'nin asıl amacı NATO'ya üye olmaktı.
TÜRKİYE'NİN NATO'YA ÜYELİK ÇABALARI
Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, NATO'nun kurulmasından iki gün sonra, 6 Nisan 1949'da “Türk halkı Batı kollektif sistemine katılmadığı için hoşnutsuzluk içindedir” dedi.
Türkiye'nin NATO'ya alınmaması CHP hükümetini rahatsız etmişti. Ancak CHP, NATO'ya üyelik konusunda çok da ısrarcı görünmüyordu.
Türkiye'nin NATO'ya müracaatlarından biri...Türkiye'nin NATO'ya müracaatlarından biri…
30 Nisan 1949'da Başbakan Şemsettin Günaltay, “NATO'ya girmeye hevesli değiliz. Böyle bir pakta girmenin bizim için pratik yararı yoktur” dedi.
Mayıs 1950'de CHP hükümeti, NATO'ya üyelik için ilk resmi müracaatı yaptı. Türkiye'yi sadece İtalya destekledi. ABD, İngiltere ve Fransa, Türkiye'nin NATO'ya alınmasına karşı çıktı.
14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanıp iktidara gelen Demokrat Parti (DP), ayağının tozuyla NATO'ya üyelik konusunu ele aldı. Adnan Menderes ve Celal Bayar, NATO'ya üye olmak istediklerini açıkladı.
Ancak DP iktidarının 1 Ağustos 1950 tarihli NATO'ya üyelik başvurusu da Eylül'de reddedildi. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Dördüncü Kitap, s. 1609,1610).
KORE'YE ASKER GÖNDERME KARARI
DP iktidarı daha ikinci ayını doldurmamışken Sovyet Rusya etkisindeki Kuzey Kore ile ABD etkisindeki Güney Kore arasında savaş başladı. (29 Haziran 1950). Kuzey Kore'nin Güney Kore'ye saldırması üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, üye devletleri yardıma çağırdı. Bu çağrıya ABD'den sonra olumlu yanıt veren ikinci devlet Türkiye oldu. Birleşmiş Milletler'e üye 56 devletten 53'ü ilkesel olarak bu kararı kabul etmesine karşın, sadece 17'si Kore'ye asker gönderdi. Türkiye de bu 17 devletten biriydi. (Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, s. 672).
25 Temmuz 1950'de DP hükümeti Kore'ye 4500 askerden oluşan bir birlik göndermeye karar verdi. 500 kişilik ilk kafile 20 Eylül'de İskenderun'dan yola çıktı.
Türkiye'nin Kore'ye asker göndermesi gazetelerde geniş yer almıştı.Türkiye'nin Kore'ye asker göndermesi gazetelerde geniş yer almıştı.
Anayasaya göre savaş kararını Meclis'in onaylaması gerekiyordu. Ancak DP hükümeti, Kore Savaşı'na girmeye karar verip, Kore'ye asker gönderirken ne muhalefete sormuş ne de Meclis'in onayını almıştı. (Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, C.3, s. 30. Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 4. Kitap, s. 163).
GENSORU GÖRÜŞMELERİ
Aralık ayında muhalefetten CHP lideri İnönü ve Millet Partisi'nden Osman Bölükbaşı ve Mardin Milletvekili Kemal Türkoğlu, Başbakan Adnan Menderes hakkında birer gensoru ile konuyu TBMM'ye getirdiler. TBMM'deki gensoru görüşmeleri 11 Aralık 1950'de gerçekleştirildi.
CHP adına söz alan Faik Ahmet Barutçu, hükümetin Meclis'in onayını almadan Kore'ye asker gönderme kararının “anayasaya aykırı” olduğunu belirtti.
Başbakan Adnan Menderes, bu “anayasaya aykırılık” iddiasına akıllara durgunluk veren bir cevap verdi. Menderes, bu kararı, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin isteği üzerine aldıklarını söyledi. Ayrıca Kore'ye asker göndermenin “savaşa girmek olmadığını”, bunun için de Meclis'e danışmaya gerek duymadıklarını belirtti.
Menderes'in açıklaması şöyle: “Kore'ye biz, Birleşmiş Milletler Anayasası gereğince ve teşkilatın Güvenlik Konseyi'nin aldığı karara uyarak katıldık. (…) Birleşmiş Milletler Teşkilatı'na girmek suretiyle milletler kendi hükümranlık haklarından esaslı sınırlamaları ve kendi milli iradeleri haricinde bir makamın lüzum göstereceği faaliyetlere girişilmesini, prensip itibarıyla ve peşinen kabul etmişlerdir. Kaldı ki Kore bir savaş hali değildir. Bir tedip ve cezalandırma hareketidir.” (Aydemir, age, s. 303, 304. Turan, age, s. 163, 164).
Birincisi, Birleşmiş Milletler'e üye 56 ülkeden sadece 17'si Kore'ye asker göndermişti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) bu konuda tüm üyeleri bağlayıcı ve zorlayıcı bir kararı yoktu. İkincisi, Menderes “Kore'de bir savaş hali yoktur” diyordu ama Kore'de çok kanlı bir savaş hali vardı. Ayrıca Menderes, Birleşmiş Milletler'e üye olmayı, egemenlik haklarından esaslı tavizler vermeyi kabul etmek olarak görüyor ve bağımsızlığa aykırı bu durumu da kabul ediyordu.
Meclis'teki gensoru görüşmeleri sonunda hükümetin, Meclis'e sormadan Kore'ye asker gönderme kararı 39 olumsuz, 1 çekimser oya karşı 311 olumlu oyla onaylandı. (Turan, age, s.164).
İşin daha da tuhafı, Menderes, Meclis'e sormadan Kore'ye asker gönderilmesinin eleştirilmesini de suç ilan etti. (Avcıoğlu, age, s. 1611).
İSMET İNÖNÜ'NÜN YORUMU
İsmet İnönü, Kore'ye asker gönderme kararını, 28 Temmuz 1950'de Hürriyet gazetesine verdiği demeçte şöyle değerlendiriyordu: “Halen bir Kore cephesi yoktur. Bugün Atlantik'ten Pasifik'e kadar uzanan bir cephe vardır.” Birleşmiş Milletler'in, önce “ana devletlerin yapacakları yardımları” belirlemesini, sonra üyelere müracaat etmesi gerektiğini belirtiyordu. Türkiye saldırıya uğrarsa, Türkiye'yi korumak için Birleşmiş Milletler, “Kore misalinde olduğu gibi” üye ülkelerin, “sadece takdirlerine mi müracaat edecektir?” diye soruyordu. “İşte memleket hesabına içimi titreten budur” diyordu. Sonra da bu konuda kendisinin ve Meclis'in oyuna başvurulmamasını eleştirerek “II. Dünya Savaşı'nda Alman orduları sınırlarımızdayken bile Meclis'in fikrini sormuştuk” diyordu.
Atatürk, Milli Mücadele yıllarından itibaren her kararını Meclis'in onayına sunmuştu. Aynı şekilde İsmet İnönü de Meclis'i devre dışı bırakmayı hiç düşünmemişti. Ama Adnan Menderes ve onun DP'si, Meclis'i devre dışı bırakmayı alışkanlık haline getirdi. Kore'ye asker gönderilmesi tek örnek değildi. Mesela, ABD Dışişleri Bakanı Dulles'le imzalanan ve “yıkıcı faaliyetler ve dolaylı saldırı” durumlarında Amerika'ya, Türkiye'ye müdahale hakkı veren “Ana Mukavele” Meclis'e sunulmadan Fatin Rüştü Zorlu'nun imzasıyla yürürlüğe sokuldu. (Aydemir, age, s. 306,307).
TÜRKİYE'NİN NATO'YA ÜYELİĞİ
ABD Silahlı Kuvvetler üyesi Senatör Cain, 28 Temmuz 1950'de Türkiye'de yaptığı basın toplantısında “Kore'ye asker yollarsanız, NATO'ya girersiniz” dedi. (Avcıoğlu, age, s. 1610. Turan, age, s. 164).
DP hükümeti, Senatör Cain'in dediğini yapıp Kore'ye asker gönderdi.
1951 başında Senatör Mc Carthy, İspanya ve Türkiye'nin NATO'ya üye olmalarını Amerikan Senato'suna önerdi. Ancak öneri, 43'e karşı 44 oyla reddedildi.
O günlerde, ABD Genelkurmayı'nın, Sovyetler Birliği'ne karşı Türkiye'de askeri üsler kurmak istemesi, Türkiye'nin NATO'ya girmesinde etkili oldu.
ABD, 15 Mayıs 1951'de NATO Bakanlar Kurulu'na, Türkiye'nin NATO'ya alınmasını önerdi. Ancak Norveç, Danimarka, Belçika ve özellikle İngiltere buna itiraz etti.
İngiltere o günlerde NATO dışında, Türkiye'nin de içinde olduğu, bir Ortadoğu Komutanlığı kurmak istiyordu. Doğan Avcıoğlu'nun ifadesiyle, İngiltere Türkiye'yi Ortadoğu'da “petrol bekçisi” yapmayı planlıyordu. İngiltere, Türkiye'nin Ortadoğu'da, İngiltere'nin istediği rolü oynaması koşuluyla, Türkiye'nin NATO'ya girmesini kabul etti. (Avcıoğlu, age, s. 1614,1616).
16-20 Eylül 1951'de Kanada Ottowa'da toplanan NATO Bakanlar Kurulu, Türkiye ve Yunanistan'ın NATO'ya üye olmasına karar verdi. TBMM, 18 Şubat 1952'de Türkiye'nin NATO'ya katılmasını oy birliğiyle onayladı.
Türkiye'nin NATO'ya üye olmasıyla birlikte Türk Ordusu, “Hemen bütün kuvvetler NATO buyruğuna verildi. Menderes Türkiye'si güvenliğini ‘kayıtsız şartsız işbirliği' zihniyeti içinde NATO'ya bağladı”. (Avcıoğlu, age, s. 1620, 1624. Aydemir, age, s. 313.)
Böylece Atatürk'ün “tam bağımsızlık” anlayışı yerle bir edildi. I. Dünya Savaşı günlerinde Enver Paşa, Atatürk'ün bütün itirazlarına rağmen, orduyu Almanlara teslim etmişti. Şimdi de Adnan Menderes orduyu NATO'ya teslim ediyordu.
Adnan MenderesAdnan Menderes
İNÖNÜ-MENDERES TARTIŞMASI
Adnan Menderes, Türkiye'nin NATO'ya üyeliğini bir “zafer” olarak adlandırıyordu. “Zamanı gelince ektiklerimizi biçeceğiz. Bu antlaşma ile Türkiye yurt savunmasında yalnız kalmayacaktır” diyordu. İsmet İnönü ise çok daha temkinliydi. İnönü, Türkiye'nin NATO üyeliğini, “dünyada barış olasılığını artıracak değerli bir unsur olabilir”, Türkiye'nin güvenliğini “siyaseten artmış olabilir” diyerek değerlendiriyordu. Dikkat ederseniz, “olmuştur” demiyor, “olabilir” diyordu.
İnönü'nün bu açıklaması üzerine Menderes küplere bindi. Basına verdiği demeçte, İnönü'nün “milli bir siyasal zaferi” yanlış yansıttığını, küçümsediğini, askeri yönünü görmezden geldiğini belirterek “Acaba CHP Genel Başkanı'nın tereddüdü mü vardır ki ‘olabilir' deyimini kullanıyor?” diye sordu.
Bunun üzerine İnönü, Menderes'i “sözlerini yanlış yorumlamakla” suçladı. “Ancak eşit haklarla bize verilecek görevi en iyi şekilde yapmayı kabul ediyoruz” dedi. Neden “olabilir” dediğini de şöyle açıkladı. “Olabilir demekten başka bir şey söylenemez, çünkü bir taraf saldırmaya karar vermişse hiçbir tedbir barışı koruyamaz.”
Menderes, NATO zaferinin heyecanına kendini fazla kaptırdı. Öyle ki, 18 Ocak 1952'de Meclis'te yaptığı konuşmada, “heyecanının daha fazla söz söylemeye müsaade etmediğini” belirterek kürsünden indi.
KORE'DE NİYE ÖLDÜK?
Kore Savaşı bizim savaşımız değildi. Kapitalist Amerika ve komünist Sovyet Rusya, Kore üzerinden hesaplaşıyordu. Şevket Süreyya Aydemir şöyle diyor: “Kore Savaşı elbette ki ne bir vatan, ne bir din, ne bir millet savaşıydı. Ne de iki millet veya memleket arasında geçmişti… Kısacası çağımızın iki dev kudreti, iki dev sistemi arasındaki bir rejim mücadelesiydi…” (Aydemir, age, s.296).
Kore'de savaşan Mehmetçikle ilgili haberler gazetelerin ilk sayfalarında... Kore'de savaşan Mehmetçikle ilgili haberler gazetelerin ilk sayfalarında…
Türkiye, Kore Savaşı'na 4500 mevcutlu bir tugayla katıldı. Kore'ye askeri ve sivil memurlar da dâhil toplamda 5090 kişi gönderdik. Türk tugayının komutanlığına Tahsin Yazıcı getirildi.
Kore'deki Türk birlikleri Kunuri ve Kumyangjang-ni muharebelerinde kahramanca savaştı. Öyle ki Türk birlikleri “Mümtaz Birlik Nişanı” ve “Liyakat Nişanı” ile ödüllendirildi.
1950-1953 arasında Türk Tugayı Kore'de toplam 14 muharebeye katıldı. Bu muharebelerde, toplamda 721 şehit, 2147 yaralı, 234 esir, 175 kayıp verdik.
Kore'de 8. Ordu Komutanı General Walker şöyle diyor: “Türk Tugayı yiğitlik simgesidir. (…) Eğer elimin altında Türk birliği var olmasaydı Amerikan birlikleri yok edilmiş bulunacaktı.” (Avcıoğlu, age, s. 1611).
Dönemin gazetelerine bakınca Kore'ye gidecek askerlere maaş verileceği haberleri görülüyor. 15 Ağustos 1950'de Akşam Gazetesi'nin haberine göre Kore'ye gidecek bir asker şunları söylemiş: “Gidip harp edeceğiz. Dönersek ne ala, ama şehit olursak geride kalanlar rahat ederler belki. Ailelerimize ikramiye vereceklermiş!”
Türk askeri Kore'ye gönderilirken özellikle “şehitlik” kavramına vurgu yapılıyor. Şehitlerin adları gazetelerde yayımlanıyordu. Türkiye'nin her yanında camilerde şehitler için mevlitler okunuyordu. Hatta gazeteler, Kore şehitlerinin “vatan ve hürriyet uğruna” şehit olduklarını yazıyordu. (Akşam, 11 Aralık 1950).
Gerçek şu ki, Kore'de NATO'ya üye olmak için savaştık.
DP'li Samet Ağaoğlu şöyle diyor: “Kore'de bir avuç kan verdik, ama büyük devletler arasına katıldık.” (Aydemir, age, s. 306. Prof. Dr. Şerafettin Turan bu sözün Menderes'e ait olduğunu yazıyor, Turan, age, s. 165).
DP'lilerin “bir avuç kan” dedikleri, tam 721 şehidin kanıydı.
NATO'ya üye olduk da ne oldu? Türkiye'yi Amerikan emperyalizmine teslim ettik. Topraklarımızı Amerikan üslerine açtık. Sayısız ikili antlaşmayla Amerika'ya bağımlı hale geldik.
Türkiye, 65 yıldır -kısa süreler hariç- NATO'cu-Amerikancı iktidarlarca yönetildi. Türkiye'yi NATO'cu-Amerikancı bağımlılıktan kurtarıp Atatürk'ün “mutlak eşitlik” ve “tam bağımsızlık” ilkeleri doğrultusunda uluslararası kuruluşların “eşit” ve “etkili” üyesi yapmak gerekir. Bunu, 1969'da ABD 6. Filo'sunu kıble bilip namaz kılanlardan beklemek ise boş bir hayaldir
0 notes
cinaraslan · 2 years ago
Text
📗 TARİHTE BUGÜN (6 EYLÜL) 📌
1901 - ABD'nin 25. Başkanı olan William McKinley, Leon Czolgosz adlı bir anarşist tarafından Buffalo, New York'ta suikasta uğradı. McKinley, 14 Eylül'de öldü ve yerine yardımcısı Theodore Roosevelt geçti
1922 - Türk Kurtuluş Savaşı-(Balıkesir'in Kurtuluşu): Türk Ordusu, Yunan İşgali altındaki Balıkesir, Bilecik ve İnegöl'e girdi.
1939 - Nazi Almanyası tüm Yahudi vatandaşların, "Sarı Yahudi Yıldızı" taşımasını zorunlu kıldı
1955 - İstanbul'da 6-7 Eylül Olayları: Selanik'te Atatürk'ün doğduğu evin bombalandığı yolundaki yanlış haber gerekçe gösterilerek başlatılan ve iki gün süren İstanbul ve İzmir'deki gösteriler, Rumlara yönelik bir tahrip ve yağma hareketine dönüştü. İstanbul ve İzmir'de sıkıyönetim ilan edildi.
1980 - 12 Eylül darbesi öncesinde Konya'da, Kudüs Mitingi yapıldı.
☮️DOĞUMLAR☮️
1884 - Julien Lahaut, Belçikalı komünist parlamenter ve Belçika Komünist Partisi Başkanı (ö. 1950)
♾️ÖLÜMLER♾️
1957 - Sergey Malov, Rus dil bilimci, Doğu bilimci ve Türkolog (d. 1880)
1 note · View note
guncelpdfindir-blog · 7 years ago
Text
Avrupa İşçi Sınıfları & Kapitalizmin Mezar Kazıcılığından Siyasetsizliğe
Avrupa İşçi Sınıfları & Kapitalizmin Mezar Kazıcılığından Siyasetsizliğe Tarihin hareket ettirici taraflarından biri olan ve bu nedenle kapitalizmin mezar kazıcısı olarak adlandırılan Avrupa İşçi Sınıflarının şimdiki durumu nedir? Siyasetsizliğe ya da Marksizmle arasına mesafe koymaya doğru nasıl ilerlemiştir? Deneyimli Avrupa demokrasilerinin uyguladığı ekonomik zor, Avrupa İşçi Sınıflarını nasıl etkilemiştir?
Sömürgelerinde ve nüfuz sahibi olduğu ülkelerde asker ve polis şiddetinden hiçbir zaman vazgeçmeyen Batılı demokrasiler kendi halklarını ve çalışanlarını ekonomik zor yoluyla hizaya sokmuştur. Ama Türkiye gibi ülkelerde egemen katlarda yaşayanların yüzü daima o standart batı demokrasileri geleneğine dönüktür: Batının yüce demokrasisi, Batı Marksizmin yüce teorileri, Batı işçi sınıfının emsalsiz direnişleri… Batının demokrasilerine öykünmeler saymakla bitmeyecek kadar çoktur.
Oysa Türkiye gibi ülkelerdeki işçi sınıflarının–çalışanların Batının işçi sınıflarından–çalışanlarından hiç de geri kalır tarafları yoktur. Hattâ yaşadıkları konjonktürler nedeniyle aldıkları riskler batılı emsallerinden her zaman daha fazla, daha ağır olmuştur. Bu fazlalık ve ağırlığı muhtemelen kendileri ya hiç yaşamadıkları/sıcaklığın içinde olmadıkları ya da az yaşadıkları için bilmeyen egemen kat mensuplarına zaten yanlarında duruyor olan kendi ülkelerindeki hareketler daima küçük-cılız ve sevimsiz gelmiştir.
Vietnam’ın kurtuluş mücadelesinin önderi Ho şi Ming’in Komintern’in 5. Kongresi’ndeki sözleri ilginçtir: “İngiltere, Hollanda, Belçika ve diğer ülkelerin Komünist Partileri… kendi ülkelerinin burjuva sınıflarının gerçekleştirdiği sömürgeci işgâllerle baş edebilmek için ne yapmışlardır? Lenin’in siyasî programını kabul ettikleri günden beri, kendi ülkelerinin işçi sınıfını âdil enternasyonalizm ruhuyla eğitmek ve sömürgelerdeki emekçi kitlelerle yakın ilişki kurmak için ne yapmışlardır? Partilerimizin bu alanda yaptıkları hemen hemen değersizdir. Bana gelince, ben bir Fransız sömürgesinde doğdum ve Fransız Komünist Partisi’nin üyesiyim; ve üzülerek belirtiyorum ki, Komünist Partimiz sömürgeler için hemen hemen hiçbir şey yapmamıştır.” Bu kitap, 1800’lü yıllarla günümüz arasında kalan dönemde Avrupa işçi sınıflarının–çalışanlarının, Avrupa Komünist ve Sosyalist Partilerinin hareketliliklerini/etkilerini, siyasetten kopuş süreçlerini anlama ve dünya ölçeğiyle kıyaslama imkânı veriyor.
Avrupa İşçi Sınıfları & Kapitalizmin Mezar Kazıcılığından Siyasetsizliğe
0 notes
haberin-varmi · 7 years ago
Photo
Tumblr media
ÇEVİRİ | Belçika Başbakanı'nı rahatsız eden komünist yükseliş http://ift.tt/2jAVFXd
0 notes
cinaraslan · 3 years ago
Text
TARİHTE BUGÜN(28 MAYIS)
1812 - Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Bükreş Antlaşması imzalandı ve 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı sona erdi.
1871 - Paris Komünü düştü.
1913 - Osmanlı'da feminist örgüt sayılabilecek Teali-i Nisvan kuruldu.
1913 - Osmanlı feministleri kadın haklarını savunmak için Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti'ni kurdular.
1919 - İstanbul'da tutuklanan İttihat ve Terakki ileri gelenleri, Malta'ya sürgüne gönderildi. Malta sürgünleri olarak adlandırılan bu ilk kafilede 66 kişi yer alıyordu. Sürgünler 20 Kasım 1920'ye kadar sürdü.
1933 - Nasyonal sosyalistler, Almanya Komünist Partisi'nin bütün mallarına el koydu.
1940 - Belçika ve Hollanda Nazilere teslim oldu.
1953 - Kore Savaşı'nda 28-29 Mayıs'ta meydana gelen çarpışmalarda, Türk Tugayı 155 şehit verdi.
1952 - Yunanistan'da kadınlara seçme hakkı verildi.
1958 - Akis dergisi Yazı İşleri Müdürü Yusuf Ziya Ademhan 3 yıl, Başyazarı Metin Toker 1 yıl hapis cezasına çarptırıldı; dergi de 3 ay kapatıldı.
1960 - Millî Birlik Komitesi, Orgeneral Cemal Gürsel'e MBK Başkanlığı'nın yanı sıra, Başbakanlık, Millî Savunma Bakanlığı ve Başkomutanlık görevlerini de verdi. Orgeneral Gürsel, aynı gün asker ve sivil üyelerden oluşan Bakanlar Kurulu'nu açıkladı. Başbakan Adnan Menderes, Kütahya yolunda tutuklandı. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve yedi bakanın Silahlı Kuvvetler gözetiminde olduğu açıklandı.
1984 - Cumhurbaşkanı Kenan Evren, "aydın" tartışması için Manisa'da konuştu: "Birinci Cihan Harbi'nin sonunda memleket işgale uğradığı zaman, Atatürk Kurtuluş Savaşı'nı başlattığında, İstanbul'da, 'Bu savaş deliliktir. Kurtuluş çaresi ya Amerikan mandası ya İngiliz mandasıdır.' diye tutturan aydınlar vardı. Ben böyle aydınları ne yapayım?"
1984 - Bayrampaşa Cezaevi'nden dördü Devrimci Sol, biri Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) yöneticisi 5 kişi firar etti.
2013 - Taksim Gezi Parkı olayları başladı.
DOĞUMLAR
1925 - Bülent Ecevit, Türk devlet adamı, gazeteci ve politikacı (ö. 2006)
ÖLÜMLER
1986 - Edip Cansever, Türk şair (d. 1928)
Azerbaycan Cumhuriyet Günü
0 notes