#Basmakalıp
Explore tagged Tumblr posts
Text
"(...) Bana yaşamasını öğretmediler. Daha doğrusu, bana her şeyin öğrenilerek yaşanacağını öğrettiler. Yaşanırken öğrenileceğini öğretmediler. Ben de kolayca razı oldum bana öğretilen bu yanlışlara. İnsan, kendi bulurmuş doğru yolu. Ben bulamazdım. Bana, başkalarına gösterdikleri basmakalıp yolları öğrettiler. Başka türlü bir itinayla tutmalıydılar beni. Daha fazla değil, farklı. Normal bir insan olmaya zorladılar, bana boş yere vakit kaybettirdiler. Olmayınca da, anormal dediler. Ben de kendimi anlamadım: Bütün hayatım boyunca normal bir adam olmaya çalıştım. "
Oğuz Atay / Tutunamayanlar
16 notes
·
View notes
Text
Gecenin karanlığında, gündüzün herhangi bir saatinde, ekrana düşecek bir bildirim bir eşleşme ile gülümsemeyi bekleyen yüzler.
Onlarca date uygulaması ve siteye üye olup, var olmaya çalışan, yaşamına şahit arayan insanlar. Kendi yalnızlıklarına küfreden, hayatın boktanlığına isyan eden, bir nebze olsun anlaşılmak isteyen ruhlar.
Her biri, birer kaybolmuş eksik kalmış yaşam gibi.
Hayatın acımasızlığına, yalnızlığın soğuk nefesine karşı koymak için bu dijital çöplükte var olmaya çalışan insanlar.
Kimi sırf boş bir anı doldurmak, kimi kaybolmuş ruhunu bulmak için burada.
Her mesaj, bir umut ışığı, her eşleşme bir hayal kırıklığı ya da bir rezalet.
Bir ekranın arkasına saklanarak kendini göstermek ne kadar sahici olabilir ki?
Gerçek kimlikler, maskeler ardında kaybolur. Her profil, birer yalanlar bütünü. "Ben buyum" demek ne kadar kolay, fakat "Ben kimim" sorusunun cevabını arayan kaç kişi var gerçekten?
İlişkiler yüzeysel, konuşmalar basmakalıp. Derinlere inmek zor, zira derinlik cesaret gerektirir. Her an bir sonraki mesajla bitecekmiş gibi, bir sonraki profilin cazibesine kapılmak an meselesi. İnsanlar, bir oyunun piyonları gibi, kimin daha fazla beğeni alacağı yarışında.
Bir yandan da herkes, bir parça anlaşıldığını hissetmek istiyor.
Biraz sevgi, biraz ilgi,biraz seks, belki biraz da merhamet.
Var olduğumuzu, birileri tarafından fark edildiğimizi bilmek.
Ama belki de en büyük yanılgı, bu dijital illüzyonda aradığımızın, aslında gerçekte bizde olmadığını fark etmek.
Bu yüzden onlarca date uygulaması ve siteye üye olup, var olmaya çalışıyoruz.
Çünkü var olmanın, gerçekten yaşamanın ve sevilmenin yolunu belki de yanlış yerde arıyoruz. Ve her gece, bir profil fotoğrafının ardına saklanmış umutlar ve kırık kalplerle uykuya dalıyoruz.
Uyanın kaybediyoruz..
7 notes
·
View notes
Text
çok basmakalıp olacak ama herkesin bir derdi var. yalnız değiliz yani..
19 notes
·
View notes
Text
Sevgili Bilge,
Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanmadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski kanma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım.
Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla. Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa, arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim.
Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde.
Aslına bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle karar alınamazdı. Yaşamamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, bu satırı da neden yazdım? diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum.
Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görünüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü bubaşka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, Sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik.
31 notes
·
View notes
Text
sevgili bilge.
bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. insanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi bilge, aklını başına topla. ben iyi değilim bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi de geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. kendime, söyleyecek söz bırakmadım. kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. aslında bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. yaşamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. şimdi her satırı, “bu satırı da neden yazdım?” diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. oysa, sevgili bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidip gelen aziz varlık masalına kimse inanmayacaktır. bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. bu bir çeşit alın yazısıdır. bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır. ben ölmek istemiyorum. yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. bu nedenle, sevgili bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. insanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim. hiç kimseyi görmüyorum. albay da artık benden çekiniyor. ona bağırıyorum. bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. fakat bunlar yazı, sevgili bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor. geçen sabah erkenden albayıma gittim. bugün sabahtan akşama kadar radyo dinleyeceğiz, dedim. bir süre sonra sıkıldı. insandır elbette sıkılacak. benim gibi bir canavar değil ki. bunun üzerine onu zayıf bulduğumu, benimle birlikte bulunmaya hakkı olmadığını yüzüne bağırdım. ben yalnız kalmalıyım. başka çarem yok.
37 notes
·
View notes
Text
Yaşamak için demek istiyorum. Bana yaşamasını öğretmediler. Daha doğrusu, bana her şeyin öğrenilerek yaşanacağını öğrettiler. Yaşanırken öğrenileceğini öğretmediler. Ben de kolayca razı oldum bana öğretilen bu yanlışlara. İnsan, kendi bulurmuş doğru yolu. Ben bulamazdım. Bana, başkalarına gösterdikleri basmakalıp yolları öğrettiler. Başka türlü bir itinayla tutmalıydılar beni. Daha fazla değil, farklı. Normal bir insan olmaya zorladılar, bana boş yere vakit kaybettirdiler. Olmayınca da, anormal dediler.
Tutunamayanlar, Oğuz Atay
3 notes
·
View notes
Text
EN BÜYÜK HAZİNEMİZ AKLIMIZDIR
Sevgili Bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, bende sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları eski karıma yapmış olduğum gibi büyük bir boşluk içine bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla. Ben iyi değilim Bilge, seni sin gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa, arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle karar alınamazdı. Yaşamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, bu satırı da neden yazdım? diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görünüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, Sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidipgelenazizvarlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da, ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır.
Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle, Sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup duruken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (Bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, Sevgili Bilge; kötülüğüm kelimelerin arasında kayboluyor.)
Geçen sabah erkenden Albayım a gittim. Bugün sabahtan akşama kadar radyo dinleyeceğiz dedim. Bir süre sonra sıkıldı. (insandır elbet sıkılacak. Benim gibi bir canavar değil ki.) Bunun üzerine onu zayıf bulduğumu, benimle birlikte bulunmaya hakkı olmadığını yüzüne bağırdım. (Ben yalnız kalmalıyım. Başka çarem yok.)
12 notes
·
View notes
Text
Sevgili Bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de.
İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla.
Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi de geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslında bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamış birinin ölü yargılarıydı bu
kararlar. Şimdi her satırı, “bu satırı da neden yazdım?” diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidip gelen aziz varlık masalına kimse inanmayacaktır.
Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır. Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum.
Bu nedenle, sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (Bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, sevgili Bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.)
Geçen sabah erkenden albayıma gittim. Bugün sabahtan akşama kadar
radyo dinleyeceğiz, dedim. Bir süre sonra sıkıldı. (İnsandır elbette
sıkılacak. Benim gibi bir canavar değil ki.) Bunun üzerine onu zayıf
bulduğumu, benimle birlikte bulunmaya hakkı olmadığını yüzüne bağırdım. (Ben yalnız kalmalıyım. Başka çarem yok.)
3 notes
·
View notes
Text
Sevgili Bilge,
Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanmadan öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirinizi seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım.
Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki,
Durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla. Ben iyi değilim Bilge. Seni son gördüğüm günden beridir gözüme uyku girmiyor,
diyebilseydim.
Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa, arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım.
Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde.
Aslına bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk be de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle karar alınamazdı.
Yaşamamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı “Bu satırı da neden yazdım?” diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görünüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yargılanacaktır.
Oysa, Sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidipgelenazizvarlık masalına kimse inanmayacaktır.
(...)
Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle, Sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkûm edildim.
(...)
Bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, Sevgili Bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.
2 notes
·
View notes
Text
““Aynalar pazarı” bir sosyal medya var elinizin altında. Buranın kuralı da değeri de bu. Günde bir milyon şiir, şiirimsi, vecize paylaşmazsanız, akşama kalmaz unutulursunuz. Orada görünmezseniz dünyada bir hayatınız olmaz. Eğer şiirle bağınızı buradan kuruyorsanız ölümünüz kutlu olsun! Dünya dolusu süprüntü sözle, basmakalıp duygularla, ortalama bir akılla edebiyat öğrenemezsiniz, edebiyat yapamazsınız. Nâzım, Dağlarca, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Necatigil, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Edip Cansever, Cahit Külebi, Can Yücel, Gülten Akın, Metin Altıok... okuyamazsınız, anlayamazsınız. Bir daha söylemiş olayım; şiir, insanların hayatında kitap olarak varsa vardır. İnsan belleğini üç-beş dakikaya indiren bir ortamda şiir kalıcı olabilir mi hiç?” - Şükrü Erbaş, Küçümsenmiş İçtenlik (Sitem Taşları)
#Şükrü Erbaş#Küçümsenmiş İçtenlik#Sitem Taşları#Aynalar Pazarı#Sosyal Medya#Şiir#Edebiyat#İnsan#Vecize#Paylaşım#Paylaşmak#Unutulmak#Bilgi#Hayat#Şair#Bağ#Okumak#Kitap#Kitap Okumak#Kalıcı#Yürekbalı#Hakan Ercan#İnsan Belleği#Bellek#Yaşam#Şairler#Basmakalıp#Basmakalıp Söz#Sosyal#Medya
17 notes
·
View notes
Text
la rebelion de las masas
jose ortega y gasset'ın (nin) magnum opus'u. yıllardan beridir kitabı enikonu çevirip türkçe'ye bir türlü kazandıramadık. hatırlayamadığım ancak otorite kabul edilen adamlardan birine göre 18.yy'ın kitabı rousseau'nun "toplum sözleşmesi", 19. yy'ınki ise "das kapital" iken 20. yy'ın kitabı bu kitaptır. üstten bakmayacağım, bakmayı istemeyeceğim kadar üstte, tüm kabullerim her şeyden önce gönülden.
söylemek istediğim değil, söylenmesi 'gerekli, şart, hayat memat meselesi' o kadar çok bakış var ki burada... gasset, düşüncelerinde ve öngörülerindeki yalnızlığını ve sözüne güvenilir kişilerin kof itirazlarını duymaktan o denli bıkmış ki, üslubu ve fikirlerini dile getirişindeki içtenlik, bir dahinin çırpınışındaki trajikomik haleyle bütünleşiyor, bana da yerden göğe kadar haklı zavallı dahinin haline acıyıp acı acı kahkahalar attırıyor.
jose ortega y gasset, 'vasat adam, kitle adamı, halk adamı' kavramlarını kullanarak benden senden bizden, artık kaldıysa 'herkes'ten bahsediyor. bu 'adam'ın tohumlarının, xıx. yüzyılda, teknik ve haklar bağlamında liberal demokrasiden doğuştan nemalanarak atıldığını söylüyor. hayatı bir eşitsizlikler ve mücadeleler zinciri, başarıya ve mutluluğa ancak olağanüstü tesadüflerin birbirini izlemesiyle ulaşabileceğini bilen eski (modernite öncesi) insanın aksine bu yeni insanın, 'xx. yüzyıl avrupası'nın (değinilmiş, tekrar edelim, 'günümüz türkiyesi'yle birebir örtüşmektedir) hazıra konmuş, dertsiz, beklentisiz ve eşitlik derdinden muaf, ekonomik yönden kabul edilebilir düzeyde bir hayata sahip yığınların bir örneği olarak dışarıya pervasız ve akılsızca açık ancak kaçınılmaz olarak ruhen kapalı ve dik kafalı olduğunu ve ayaklanan, şiddet yanlısı kitlenin temelini oluşturduğunu belirtiyor. neredeyse doğuştan sahip olduğu hak ve ayrıcalıkların insan eliyle oluşturulduğunun bile ayırdında olmayan bu yeni kitle ne zaman bir şey istese önce istediği şeyi yıkıyor: "kıtlıktan ötürü patlak veren ayaklanmalarda halk kitleleri ekmek isterler, elde etmek üzere başvurdukları yöntem ise fırınları yıkmaktır."
kitabın ortalarına yaklaşırken, gasset, sanki yazarken başında dikilip sürekli dırdır eden, kafa siken vasat zaman yiyicilerden de hıncını almak istermiş gibi, bu adamların toplaşmış haline 'kitle' diyor ve şu başlıkla bir bölüme başlıyor, başlangıcını almakla yetiniyorum:
"kitleler neden her işe karışıyorlar ve neden ancak şiddet yoluyla karışıyorlar
...vasat insanın önünde sırf dünya açılıvermiş görünüyor diye, ruhu kapanıvermiş bulunuyor. şimdi ben diyorum ki: günümüzde insanlığın önüne devasa bir sorun olarak dikilmiş bulunan kitlelerin ayaklanması işte vasat ruhların öyle tıkanıp kalmış olmasından ileri gelmekte. yazdıklarımı okuyanların çoğunun benim gibi düşünmediklerinin bilincindeyim. bu da son derece doğal bir şey olduğu gibi, teoremi doğrulamakta.
öyle ya, sonunda fikrimin yanlış olduğu ortaya çıksa bile, farklı düşünen o okurların çoğu böylesine karmaşık bir konu üstüne beş dakika olsun kafa yormamışlardır. nasıl benimle aynı şeyi düşünsünler? gel gelelim, önceden bir fikir oluşturmak için çaba harcamadıkları halde, kendilerine görüş sahibi olmak hakkını vehmettikleri noktada, 'ayaklanan kitle' diye adlandırdığım o insanların akla sığmaz varlıklarına ait olduklarını kanıtlıyorlar. ruhu sımsıkı kapanmış, tıkanıp kalmış olmak da bu işte. zihin kapalılığı düpedüz. kişi kafasında bir dizi basmakalıp fikre sahip. onlarla yetinmeye, kendisini zihinsel bakımdan tamamlanmış saymaya karar veriyor. kendisinin dışında hiçbir şey özlemediğinden, o basmakalıp fikir dizisine sonsuza değin yerleşip kalıyor. buyrun size tıkanma olgusu." bu harika eserin günümüzden bakıldığında kolaylıkla kusurlu kabul edilebilecek öngörüler barındırdığını da teslim edelim. teknik, daha doğrusu bilimsel gelişmelerin geleceğinin sürekli olmayacağı yönündeki düşüncesi bunların başında geliyor. gasset, bilimsel gelişmelerin, kitlelerin hayatını kolaylaştırması ve onları salt bir tüketici haline sokup yaşanan gelişmelere ruhen katılmalarını engellemesi nedeniyle bir kültür ve yeni bir uygarlık yaratamadan, yine kitle eliyle sona ermeye mahkum olduğu öngörüsünde bulunuyor. teknolojinin 1920'lerden günümüze aldığı yolu düşündüğümüzde bu öngörüsünde ne kadar yanılmış olduğu ortaya çıkıyor. ancak, içimden gasset'yi haksız çıkarmak da gelmiyor; belki de ıı. dünya savaşı, nagasaki ve hiroşima, gasset'nin felaket senaryolarını erkenden fark eden ve tekniğin önüne geçilmesini imkansız hale getirmek isteyen uyanıklar "yüzünden" yaşanmıştır.
günümüz dünyasını ve insanını hemen her yönden şekillendiren xx. yüzyılın ilk yarısından, zamana dayanıklı ve kafa açıcı ve yapıcı über inceleme.
öte yandan, kitle insanı devlette adsız bir güç görür ve kendi kendini de adsız -halk- olarak gördüğünden, devleti kendi malı sayar. herhangi bir ülkenin kamusal yaşamında herhangi bir zorluk, bir çatışma ya da sorun çıktığını düşününüz: kitle insanı onu derhal doğrudan doğruya devletin üstlenip, karşı durulmaz devasa araçlarıyla çözümlemesini bekler. günümüzde uygarlığı tehdit altında tutan en büyük tehlike budur işte: yaşamın devletleştirilmesi, devletin her şeye burnunu sokması, toplumun içinden geldiği gibi yapacağı türlü işi devletin yutması; yani sonuçta insanların yazgısını ayakta tutan, besleyen, ileri doğru iten tarihsel doğaçlamanın yok olması. kitle bir üzüntü ya da yalnızca herhangi bir güçlü istek duyduğunda, her zaman ve güvenli bir olanağa el atma eğilimine düşer: her şeyi sadece bir düğmeye basıp -çabasız, uğraşsız tarafından, kuşku duymaksızın, tehlikeye atılmaksızın- o müthiş düzeneği işleterek elde etmek... "devlet benim" der kitle, ki düpedüz yanlıştır bu. devlete ancak şu anlamda kitle denebilir: iki adama hiçbirisinin adı juan olmadığı için aynıdırlar denebildiği anlamda. çağdaş devletle kitlenin tek ortak yanı adsız olmalarıdır. ama şu da var ki kitle insanı gerçekte kendisini devlet sanıyor ve devleti kendi rahatını kaçıracak her türlü yaratıcı azınlığı ezmek üzere kullanmaya olan eğilimi giderek artmada - rahatsızlık hangi bağlamda olursa olsun: politikada, düşüncelerde, endüstride. bu eğilimin sonucu çok kötü olacaktır. toplumun doğaçlama davranışları, devletin duruma el koymasıyla defalarca bastırılacaktır; hiçbir yeni tohum filizlenemeyecektir.
toplum, kendisi daha iyi yaşamak amacıyla bir araç olarak devleti yaratıyor. ardından devlet onun üzerine abanıyor ve topluma artık devlet için yaşamak düşüyor.
''özünde karışık, girift olan şey, her zaman tek olan somut yaşamsal gerçekliktir. onun içinde dosdoğru yönelmeyi bilen, hayattaki her durumun sunduğu kaosun gerisinde anın gizli anatomisini seçmeyi bilen, sözün kısası, hayatın ortasında kaybolup gitmeyen insanın ki, işte o sahiden berrak bir kafadır.''
"tek bir bireyin varlığında onun kitle olup olmadığına karar verebiliriz. kitle, iyi ya da kötü, belirli yüzeylere oturtulmuş değerleri kendine konduramayan, kendisini 'sadece herkes gibi' duyan ve ne pahasına olursa olsun bunu kendine dert edinmeyendir; gerçekten de herkes gibi olmaktan mutluluk duyar." (28)
isteklerini yenilemeyi bilmedikleri için, isteklerin karşılanmasından, doygunlaşmaktan ölen devirler vardır. (51)
kişinin kendinde efsanevi bir yaratma gücü olduğuna inandığı, ama ne yaratacağını bilmediği bir zamanda yaşıyoruz. her şeyin hâkimi, ama kendinin değil. bolluğu içinde yitik duyuyor kendini. (66)
birey kendini bir fikirler birikimi ortasında buluyor. bu fikirlerle yetinmeye ve kendini entellektüel açıdan 'olmuş' kabul etmeye karar veriyor. kendi dışındaki hiçbir şeyin eksikliğini duymadığı için de, mevcut kafa yapısı içine rahatça yayılıp yerleşiyor. kendi kendini kapatma mekanizmasının işleyişi böyle. (97)
kitle, kendinden olmayan her şeyden ölesiye nefret eder. (107)
sorun, kişinin her aklına eseni yapmaması değil, yapması gerekenden, olması gerekenden başka bir şey yapamayacağı ve olamayacağıdır. (142)
4 notes
·
View notes
Text
Hayat artık müptelası olduğumuz bir seyirliktir. İnsan yaşamaya hiç zamanı olmayan bir seyircidir. Duygularımız başkalarının duygularıdır. Fikirlerimiz ıslah edilmiş standart fikirlerdir. Tepkilerimiz güdülenmiştir. Sevgilerimiz yönlendirilmiştir.
Basmakalıp cümlelerle konuşur, paket ifadelerle meramımızı ifade ederiz. Aslında meramımız yoktur, yanımızdakinden alıp diğer yanımızdakine verdiğimiz havalı tekerlemelerimiz vardır. Başkalarının esprilerine güleriz, başkalarının sefilliğiyle alay ederiz, başkalarını alçaltarak yükseliriz. Meşguliyetlerimiz, meşgul edildiklerimizdir artık. Bizi kendi sınırlarımızın ötesine taşıyacak şeylere değil, kendimizden ibaret tutacak olanlara itibar ederiz. Zaaflarımızı sömüren kurgulara ram oluruz. Okuduğumuz kitaplar bizim hoşumuza gitmek üzere yazılmış kitaplardır. İzlediğimiz filmler bizim zihinsel vasatımızı kutsayarak kârlılığını katlayan filmlerdir. Katıldığımız tartışmalar zihnimizi büyütmek üzere değil, egomuzu büyütmek üzere tutuşturulmuş tartışmalardır. Yüksek sesle söylemeye özendirildiğimiz her şey sağırlaştırmaktadır bizi. Bakışlarımızın tutulup çevrildiği yerler körleşmemizin karanlık kuyularıdır. Doğruları sakız gibi çiğneriz her gün. Yanlışları kuru yazıklanmalarla aklar, paklar, saklarız. Ne zaman itiraflara sıra gelse dilimiz hakikate dönmez olur. Ne zaman boş böbürlenmeler için sahne kurulsa bülbül olur şakırız. Şimdiki zamanı o kadar boşa geçiriyoruz ki, şaşaalı bir şey söylemek icap ettiğinde gayrı ihtiyari tarih kitabına gidiyor elimiz. Kumaşın lekelendiği yeri antika bir vazoyla kapatmaktan öte bir şey değil bizim geçmişle ilişkimiz. Öyle büyük yalanlarımız var ki, bunlara tek tek değil, ancak topluca inanabiliyoruz. İyimserliğimiz gizlenemez hale gelen kofluğumuzu dikkatlerden kaçırabilmek için... Kötümserliğimiz, her yanımızı saran işgali püskürtmeye artık gücümüz yetmediğinden... Kendi çocuklarımızı özendirecek bir güzelliğimiz kalmadı. Kendi çocuklarımızı inandıracak bir gerçeğimiz de yok. Kendi çocuklarımızdan bir şeyler öğrenmeye de yerleşik gururumuz elvermiyor. Önce zamanın getirdiklerine tereddüt etmeden teslim olduk. Şimdi türlü bahaneler üreterek yediğimiz herzelere meşruiyet kılıfları yetiştirmeye uğraşıyoruz. Daha ayıpsız bir hayat değil aradığımız şey, ayıpların daha görünmez olduğu bir hayat! Herkes kendi telefonunun bir karış ekranında tutsak! Dedikodu, iftira, kem söz, çirkin yakıştırmalar herhangi bir engele takılmadan sürdürebiliyor serbest dolaşımını aramızda. Çirkinlikten beslenip güzelleşmeyi bekliyoruz. Bir fesatçı bir taş atıyor malum mecralara, günler boyu o taşın peşinde düştükçe düşüyoruz. Yaşadığımızın muhakemesi nerede, muhasebesi nerede, hiç dönüp bakmıyoruz. Biri nahoş ahvalimize ayna tutsa, görüneni görmek yerine aynayı taşa tutuyoruz. Başkalarının iyiliğini kendi iyiliğimize vesile kılmaya gayret edeceğimize, başkalarının kötülüğünde kendi kötülüğümüz için gerekçe arıyoruz. Çok konuşuyor, sadra şifa tek kelime söylemiyoruz. Çok yazıyor, kelimelerin hakkını veremiyoruz. Çok biliyor ama hiç idrak edemiyoruz. Organize atak yapamadığımız için hep karambol arıyoruz. Ezberin dışına çıkınca apışıp kalıyoruz. Çapımızı geliştireceğimize ha bire çapsızlığa yatırım yapıyoruz. Ciddiyetsizlikte performansımız iyi, iş ciddiyete gelince çuvallıyoruz. Esaslı bir mesele edinemediğimiz için laga luga ile ömür çürütüyoruz. Ve bütün bunlar çok matah şeylermiş gibi durmadan fotoğrafını çekiyoruz, durmadan fotoğrafını çekiyoruz!
Gökhan Özcan
3 notes
·
View notes
Text
'En Büyük Hazinemiz Aklımızdır'
Sevgili Bilge, Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla. Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimde geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, bu satırı da neden yazdım? diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum.
Oğuz Atay Tutunamayanlar
2 notes
·
View notes
Text
Önce kendimi tanıştırayım;
"Ben sıcağı sevmeyen bir çay bardağıyım"
Adına methiyeler düzülen memnuniyetsiz bir sefil imgeyim,kanaat etmeyişim sebebi olduğum değil,var olanların samimi olmayışıdır.
Mutfağa girdiğim ilk an tezgahın üstünde sınıf arkadaşlarım ile karton kutuda kullanılmayı bekliyorduk heyecanla.
Saçma değil adiceydi bence kullanılmak ancak bizim yaratılma amacımız hizmet etmekti.Ve kullanılmak için diğerleri gibi münferit değil müşterek halde çaresiz, mutfak poşetinin buğulu görüntüsüne hen��z alışmış, mutfağın fısıltılarını dinliyorduk. Meraklı henüz piyasa sürülmüş altı adet çay bardağıydık ve neresinde bakılırsa bakılsın kalifiye edilmemiş basmakalıp toprak kırıntıları.
Çay bardakları;
"Toplumun orta tabakası, işçi sınıfının en hayalbaz çocukları"
İlk müsabaka sıkıntılı geçmişti.Canımız yanıyordu ve tabiidir ki biz bakir çocuklardık.Mutfakta yemek kokularının ardından kendimi tepsinin kucağında,ev ahalisinin önünde bulmuştum. Çırılçıplak ve içimi eritecek sandığım çay ile beraber podyumda çıkmış görevlerimizi ifa ediyorduk. Sonra lanet lavabo ve "O" nun tılsımlı davetkar sesi.
Uzun uzun baktım kahve fincanına,bu kadar güzel bir şey daha önce görmemiştim. Benim bu zamana kadar gördüklerim demir kazanlar üzengiler kalıplar ve ateşti .Ben ateşten biçim bulmuş biriydim. Benim ıstırabımdan daha fazlasına dayanmış birinin inanılmaz görüntüsü hala beni dehşete düşürür. O berrak beyazlık, o el işlemesi nakkaş işi gövdesi...
Beni benden alan ve kıraat etmişçesine bütün mutfağı ibadete davet eden ilahi şarkıları. Bu bir zulmün öncü depremiydi, hamurum ateşe dayanmıştı da saatlerce; okyanuslar gibi derin bu çağlayana kapılmadan durabilirmiydim açıkçası bilmiyordum.
Gece olmuştu ve tüm mutfak aletleri gibi konuşmaya başlamıştık kendi dilimizde. Biz mutfak dolabının en kolay yerinde vitrinlenirdik, biz kolaydık çünkü diğerleri gibi değil birbirimize benzer ve şeffaf maddelerdik, her iş için kullanılacak bu toplumun orta tabaka ağır işçileriydik.
Zaman ilerliyor arada bulaşık sepetinde rast geliyorduk, medeni cesaretim onu karşısında pamuk helva gibi dağılırdı.
Sahibemizin telaşı içinde iki kelime edecek vaktimiz olurdu.
Pek terslemezdi beni ama o da kullanılınca aksi tavırları olur, cesaretimi darmadağın ederdi.
Rüya gibi gelirdi gülümsediği zamanlar ama mutfaktakiler asla uyumazdı ve ben onu rüyamda hiç göremezdim. Sanırım şuurumu yitiriyordum günden güne. Bir deyişle aşk bulaşmıştı.İnsanlar aşık olurdu.Peki çay bardakları Varmış böyle hastalıklı haller, mutfağımızın ağır abisi Haydar öyle demişti. Altı yıl olmuş mutfağa gireli hiç kırılmamış, düşmemiş,en kıdemlilerden biriydi.
Burada da heryerde olduğu gibi bir hiyerarşi ve burjuvazi vardı. Biz kolay ulaşılan raflarda, kahve fincanı ve kupalar daha üst raflarda yer bulurlardı kendine.
O kupalar var ya ne adi şerefsizlerdir, ne takımlar harcadılar. Ne ince belli dostlar yitirdik bir kupa uğruna .Bilmezsiniz siz dantelli raflarda, kahve fincanlarını sürekli taciz eder bazen de bardakların üstüne düşer paramparça ederlerdi.
Gariban değil miyiz ulan kırılıyoruz işte toparlanmak ne mümkün. Çöpte bulurlardı diğer parçalarını kırılanlar. Hele ev ahalisinin bir yerine batmışlarsa; lanet ömür boyu onları takip ederdi. En azından Haydar abinin bize anlattıkları bunlardı.
**
Basit yaşayın derdi hep üstelik. Cammaddelilerdik. Kırılgan ve tehlikeliydik.Kullanışlı fakat atıl dururduk eksikliğimiz zor farkedilir kimse bizi pek önemsemezdi. En azından kupalar veya kahve fincanları kadar yüksekte değildik. Biz sıcağı sevmeyen çay bardaklarıydık.
**
Bizden hallice olsalar da gösterişli olanlar bizden daha namerd amaçlara hizmet ettiler. Biz karın tokluğuna yaren sabah kahvaltılarına eşlik ederdik. onlar ya dış mihraklı kahvelere,alkollere alışıktı. Biz bu coğrafyanın racon bilen elemanlarıydık.
Zaman bu ya alışkanlıklar gibi aşık da yaratıyor zamanla ve kahve fincanına o kadar alışmıştım ki "sadece sesi dahi benim huzurumun kabesi ederdi." Lavaboda kırılmamak için imtina eder kupaların sataşmalarına ses çıkarmazdım. Janti piçler bizi o kadar kışkırtırdı ki geceden kalma bulaşık olursa sabah mutlaka bir kaç zaiyat verilirdi. Hatta bir defasında Haydar abi birinin kulpunu kırmayı başarmıştı...
Ağır abiydi ve bizim uzun süre övündüğümüz şey onun sahip olduğu hürmetti.
Ben en çok Haydar abiyle gittiğimiz rakı alemlerini severdim. Evin babası bazen çoluğu çocuğu bir yerlere yollar Körfez'e bakan balkondan Neşet Ertaş'a son peygamber kisvesini rüc'u ederdi. Sabah akşam çay içilen biz bir çay bardakları, bir anda alemin harbi çocukları olurduk. Hele evin direği sarhoş olunca kadeh tokuşturmaya gerek kalmadan biz şakırdardık. Tabaklar tıkırdar çatal bıçak yerinde durmazdı. Biz bir aileydik ve rakıyla keyf ederdik. Dedim ya biz bu evin afilli filintalarıydık. Kırılana kadar pes etmez kırılınca beş para etmezdik...!
Mutfağa döndüğümüzde kahve fincanının sesini duyamıyordum. Herkes bizi konuşur şakalarla bize sataşırdı. Keyfimizde tıkırındaydı tabaklar sayesinde ama fincanın sesini duyamamak huzursuz etmişti.
Tezgahtan başımı kaldırdım yukarı baktım yaratıcımın olduğu yere. Fincanın hemen üstündekine dua ederdik. Mutfak lambaları bizim Tanrımızdı, çünkü sadece onun aydınlığı bizi rahatlatırdı. Ama baktığım karanlıkta bir kupa, aşık olduğum kahve fincanımın yamacında onunla sevişiyordu.
Sarhoş ilk gecemde fincanımı kaybetmiştim. Onunla olmayacağımı bile bile onu sevmiş aynı hızda kaybetmiştim. Önce yuvarlanmaya başladım.
Onlara ulaşmak benim huzurumun bitişi olacaktı ama denemek zorunda hissediyorum. Parçalanmak üzereydim.Kırılıyordum
Çırpınırken bu sahneyi bitirmek için arkadan bir tirad işittim birden.Haydar abinin sesiydi ve öfkeden önce kulak verilecek tek şey onun tecrübesiydi.Sakin ol diyordu zamanı var. Sakin.
Sakindim ama huzurlu değildim. Öncü bir etkisi dokunduğum dudakları kesme riskindende öteydi. Beni kullanan tüm varlıkların kalbini paramparça etmek istiyordum. Ateşten yaratılmış bir cammaddelinin böylece beklemesi içten değildi.
Ancak tecrübe kerhanede değil de mutfakta olunca saygı duyulacak bir durumdu.
Ve diğer bir durum ; "O artık bir kupa kızıydı ve ben hiç sinek valesi olamayacaktım."
Üstelik gökkubbemizdeki 40 woltluk tanrımız ışıktan başka birşey vaadetmiyordu...!
2 notes
·
View notes
Text
03.04.2007
eskiden renoire öyle bi şeyim yoktu yani. daha ziyade ameli pulan'ın kırılgan amcasının zaafı üzerine dikkatim hareketlendi. sonra reprolarını buldum. baktım baktım baktım. ben de tüzmengiller gibi renklere aşığım özellikle sarıya ve van goh severim dolayısıyla. bir de monet kırmızıları. işte bi sarı bi kırmızı. bir güneş biri kan. öyle mekik dokudum. ve fekat çok mu güdük kalmışım bilemedim aristokrat hazlardan yana. renoir bigün çarptı beni. o çok basmakalıp görüntünün altında belki de samimiyet bulabilriim dedim. böyle bir ihtimal doğdu şimdi. o zamandan beri şu balerin kız da dahil ful skrin yapıp dalınıyor mesaiden çalınıp. güzel ama di mi sırmalı, sırlı, allı pullu da olsa nesnesi, güzel yani bir güzellik arayışına bakmak.
2 notes
·
View notes