Tumgik
#BÜTÜN GAZETELER
hisboslugu · 5 months
Text
ölmedim işte. ölemedim. demek ki yaşamam gerekliydi. bir gizli kuvvet olmalı bizi yaşatan. yaşamakla ölmek arasındaki maceramızı düzenleyen çaresizliğimizi her yerde yüzümüze tokat gibi indiren bir büyük kuvvet olmalı. şimdi seni daha çok seviyorum. meğer ölüm senin kadar güzel değilmiş. şimdi güzelliğin daha yakıcı, daha alımlı. bütün nedenler senin için yaşamayı gerektiriyor şimdi. nasıldım, nasıldım o gece, o gün, bilemezsin. eski, taş binalar üstüme yıkılıyordu, başımda parçalanıyordu vitrinlerin camları. her taşıt beni ezip geçiyordu yanımdan. insanlar alnımda yürüyordu çamurlu pis ayaklarıyla. rüzgar gırtlağıma yapışmış bir el gibiydi. kitaplar, dergiler, gazeteler gördüm boyalı dükkanlarda. hepsi ölmek diyordu. yalnız ölümdü gördüğüm kaldırımlarda. artık her şey boştu, yalandı. kirli bir çamaşırdı üzerimde yaşamak. umutlarımı yitirmiştim. arayıp bulacak gücüm kalmamıştı. öylesine yorgundum, bitkindim. ellerimi sevmiyordum, gözlerim utanç veriyordu gözlerime. damarlarımdaki kan rahatsız ediyordu beni. ölmek, gitgide bir umut haline geliyordu içimde. büyüyor, büyüyordu. boşlukta bir tel gerilmeye başladı... gerildi, gerildi. sonra kan rengi bir karanlığa düştüm. duvarlar kırmızıydı, yerler, masalar, sokaklar, insanlar hep kırmızıydı ama karanlıktı yine, korkunç bir karanlıktı. kırmızı sisler içindeydim. dört yanım denizdi, kıpkızıl. sonra rengi değişti çevremin. bulutlar dağılmaya başladı. ilk gün ışığı merhaba dedi pencereden, yeşil yapraklar el salladı. bir adam uzun uzun öksürdü. ilk ellerimi buldum vücudumda, derken ayaklarımı, gözlerimi, dudaklarımı, saçlarımı buldum. ve seni düşündüm. işte o zaman yaşadığımı anladım, utandım...
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
on ikinci m.
18 notes · View notes
biracayipadam-veng7 · 2 years
Text
Tumblr media
Marilyn Monroe, ölümünün üzerinden geçen yarım yüzyıla rağmen hâlâ bir efsane.
Gayri meşru olarak dünyaya gelen ve annesini tımarhanede yitiren Marilyn’nin, mutsuz bir çocukluk geçirdiği ve bakımevlerinde istenmeyen bir eşya gibi görülme duygusuyla yaşadıkça didiştiği bilinir.
Rabia’yı ise, Diyarbakır’da bir aşiret reisi olan Hacı Hüseyin’in kızı olmasına rağmen, aile çevresi dışında kimseler tanımaz. Rabia, Marilyn’e kıyasla, ailesiyle birlikte mutlu bir çocukluk geçirmiş, beş kardeşin en güzeli ve en küçüğü olarak bir dediği iki edilmemiştir.
Bu iki kadının Hollywood kökenlisi, gençlik yıllarından itibaren ünün doruğuna çıkmış, baş döndürücü bir popülerlik ve servet edinmiş, dilediği erkekle birlikte olup fırtınalı aşklar yaşamıştır.
Rabia ise, ergenlik dönemine geldiğinde taliplerinden Sefer’e, o yılların törelerine uygun biçimde -başlıkla- gelin edilmiştir. Marilyn, üç kez evlenip onlarca erkekle flört ederken, Rabia ise eşi Sefer’e varlığını armağan edip, o günden itibaren yazgısına itaatle boyun eğmiştir.
Daha sonra Rabia’nın kocası Sefer, bir ömrün yoksullukla geçmeyeceğine karar verip, birkaç yıl içinde Almanya’ dan zengin bir adam olarak döneceğine Rabia’yı ikna etmiş ve Almanya’da otomotiv sektöründe işçi olarak çalışmaya başladığında, Rabia ise kaynanası ve iki çocuğuyla acı dolu günleri, yılları saymaya koyulmuştur.
Marilyn, geniş salonlarda onlarca erkeğin iltifatlarıyla şuh kahkahalar atarken, Rabia ise şirret bir kaynananın bekçiliğinde her gün ağlamayı yazgı bilmiştir.
Rabia, evinin perdelerini açamaz, dış kapısının önünü bile -bir başka erkeğe bakmasın diye- süpüremez olmuştur.Kaynanası ve kayınları, Rabia, Sefer’i “namusuyla” (!) beklesin diye onu birkaç günde bir tokatlamayı da huy edinmişlerdir. Bütün gazeteler Marilyn’in bir “narsisist” olduğunu yazarken, Rabia’nın ise hiç seçmeden, hiç istemeden Diyarbakır’ın varoşlarında bir “mazoşist” olabildiğini kimseler bilmemiştir…
Üç yıl sonra Almanya’dan döneceğine söz vererek giden sefer, her yıl sadece on beş ila yirmi gün tatile gelebilmiş ve Rabia’nın bütün sitemlerine rağmen “iki daire ve bir ekmek fırını parası biriktirmeden Diyarbakır’a dönemeyeceğini,” söyleyerek ona sadece “sabır” dilemiştir…
Marilyn, fırtınalı yaşamından dolayı psikolojik tedavi görmeye başlarken, Rabia ise bir kaynana ve iki çocuğu ile dört duvar arasında silik ve dingin, bunaltıcı yıllar geçirmekten giderek psikolojik bir vaka haline gelmiştir.
Onu tedavi eden de olmamış, aradan upuzun on yıl geçmiş ve Sefer, iki daire, bir de ekmek fırını parası biriktirip nihayet- Almanya’dan dönmüştür. Kaynanası ve kayınbiraderleri görevlerini yapıp (!) tam on yıl boyunca Rabia’nın yanına bir erkek sineği bile yaklaştırmayarak, onun bedenini Sefer adına bir yetkiyle korumuşlardır. Bedenini korumuşlardır ama, Rabia’nın ruhsal durumu yıllarca yaşadığı intihar boğuntularıyla artık paramparçadır…
Marilyn, çevresinde şöhreti ve parası için dolaşan yüzlerce insandan hangisinin gerçek dost, hangisinin sevgili olduğunu kalabalığın kuşatmasında anlayamadığı için tedavi görürken, Rabia ise on yıl süren upuzun bir yalnızlıkta sadece Sefer’in adını sayıklamaktan bir şizofrendir artık…
Marilyn, Saint Exupery, Dostoyevski, Miller okurken ve Miller’le flört ederken, ilkokul çıkışlı Rabia ise Sefer’i beklediği günlerdeki yalnızlıkta çocuklarının hikâye kitaplarını okumuş, radyo programları, haberlerden vb yerlerden Napolyon’un, Gorbaçov’un kim olduklarını öğrenmiştir.
Diyarbakır’a yıllar sonra dönen Sefer, artık Rabia’yı tanıyamamaktadır; çünkü Rabia, her sabah Napolyon Bonapart’ın selamını Gorbaçov’a ulaştırmak üzere evden çıkmakta ve Sefer’in Almanya’dan getirdiği fötr şapkayı giyip, dudaklarının kıyısına bir sigara iliştirip düşsel olarak kurguladığı ordulara kendince komutlar vermektedir.
Belki de kendini hep arzuladığı bir özgürlüğün kollarına böyle bırakmaktadır; artık şuursuzdur… Rabia’yı bir süre gözleyen Sefer, anasına, artık Rabia’nın kendisine kadınlık yapamaya cağını, bu yüzden yeni bir evlilik için genç ve güzel bir kadın bulmasını söyler. Başlık parası fazlasıyla ödenir ve kırk beş yaşındaki Sefer’e on yedi yaşlarında bir kız bulunur civar köylerden; incecik, gencecik bir kız. Rabia, artık otuz yedi yaşına gelmiş ve yıllarca evde oturmaktan hayli kilo almış bir delidir (!) Sefer, küçük bir oda tutar Rabia ve çocuklarına; kendisi de genç eşiyle yeni aldığı daireye çekilir. Rabia’yı bağlamak da bir çözüm getirmez ve kaldığı evin duvarları dışında ne varsa her şeyi paramparça ederek dışarı, sokaklara kaçar durur…
Rabia, artık Diyarbakır’ın muhtelif semtlerinde kâh Napolyon’un askerlerine komutlar verirken, kâh yollarda, kaldırımlarda oturup bir başına ağlarken görülmektedir. Artık kocası Sefer’in hiçbir işine yaramayan Rabia’nın onuru ve delirmiş yalnızlığı ne kaynanasının ne kayınbiraderlerin umurunda değildir…
Rabia, bir akşam Diyarbakır’ın Dağkapı semtinde SSK hastanesi bitişiğindeki askeri karargâh civarında yürürken, nasılsa kırmızı şapkalı kızın büyükanne kılığına giren kurt tarafından yenmek üzere olduğunu düşler. Kırmızı şapkalı kızın kulübesi ise, askeri karargâhın içindeki karanlık alandadır. Rabia, arkasında yürüdüklerine inandığı Napolyon’un askerlerine komut verir ve kırmızı şapkalı kızı kurtarmak üzere tel örgülerle çevrili yasak alana girer…
Nöbetçi askere, karargâha parolasız girmeye kalkan olursa ona vurması emredilmiştir. Asker uyarır, bağırır, ama kırmızı şapkalı kızı kurtarmaya giden Rabia, o an hiçbir şey duymaz…
Nöbetçi askerin önce bir, ardından ik kurşun Rabia’nın bedenine isabet eder.Rabia, vurulup yere düşerken bile hâlâ Napolyon’un askerlerine komutlar vermektedir. Namlusundan dumanlar çıkan nöbetçi er, onun mırıldandıklarından hiçbir şey anlamaz. Askerin onun hakkında bildiği tek şey “dur” ihtarına uymadığıdır…
Nöbetçi er, siyasal gerilimin alabildiğine boyutlandığı o günlerde olağanüstü hal bölgesi kapsamındaki Diyarbakır’daki kışla nöbetinde, aklınca kendisine verilen “emre itaat” etmiştir Rabia, sonraki gün sahipsizler mezarlığına gömülür ve o yıl bazı insan hakları dernek ve kurumlarının yıllıklarının Güneydoğu’daki “yargısız infaz”lar listesinde adı geçer.
Oysa ki ölümü değil, asıl Rabia’nın yaşamı bir yargısız infazdır… Bu iki efsane kadın, benim kalbimde yıllar yılı ev sahibi gibi oturup kalmışlardır ve daha kalmaktalardır.Çünkü Marilyn, biricik platonik aşkım, Rabia ise öz teyzemdi benim…
Sevgili Marilyn, Cemal Süreya’nın dediği gibi, “şimdi cehennemde Nietzsche’nin metresi olmalıdır”; anamın kara gözlü bacısı Rabia ise, belki cennette bile hâlâ Sefer’i sayıklamaktadır.
10 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
MUTLULUK Bugün benim günüm değilmiş!” Bunu diyebilenin talihi yaver gitmiş demektir: Zira birçok insanın kötü günü bir günden fazla sürer. En büyük mutsuzluğu yaşamak onların payına düşer ve bunu kendileri seçmemişlerdir. İnsanları sürekli mutlu olmaları gerektiğine inandırmış bir çağda yaşamak, bu durumu iyice ağırlaştırır. İlan panoları “Mutluluk!” diye bağırır. Reklam spotlarından “Böyle mutlu olursunuz!” kıvılcımları çakar. Broşürler “Daha fazla mutluluk!” vaat eder. Gezi düzenleyen kuruluşlardan “Mutlu olma garantisi”yle yer ayırtabilirsiniz. “Direksiyonu mutluluğa kırmanın yolları” başlığı atan gazeteler, çok geçmeden hayretle sorarlar: “Niçin daha mutlu değiliz?” Yanlış anlamayın: Sadece hayatta kalmak ve ödevlerin ifası değil de mutluluk olabiliyorsa insanın meselesi, bu büyük bir kazanımdır. Peki ama ya mutluluğun kendisi ödev haline geldiyse? Mutluluk normatif bir anlam kazanmış bulunuyor, yeni bir norm nakşediyor insanın alnına: Mutlu olmak zorundasın, yoksa hayatın yaşamaya değmez. Mutsuz insan, kendini suçlamaya başlıyor, mutlu hayatın icaplarıyla başa çıkamadığına göre kendinde bir eksik buluyor. Belli ki başarısız olmuş. Başka herkes başarmış görünüyor, en azından bu izlenimi uyandırmak için sıkı çaba sarf ediyor. Kıskançlık mutsuzun ruhunu kemiriyor: Dünya çapında yapılan mutluluk araştırmalarına bakılırsa, bu gezegeni dolduran bütün o mutlu insanlarla bir irtibat kurabilmek mümkün olmayacak asla. Mutluluk diktatörlüğü tehdidi, mutsuz olmaya pek alan bırakmıyor. Mutluluğun insan hayatı üzerindeki mutlak egemenliğinden şüphe duyan herkes suratına sert bir rüzgâr yiyor. Keskin bir karamsarlığın can sıkıcı bir şey olduğu doğrudur. Lakin kışkırtıcı bir iyimserlik de her zaman keyifli olmaz. Mutsuzlar öylesine sindirilirler ki, durumları hakkında konuşmaya hatta düşünmeye bile cesaret edemez olurlar, çünkü her şeyi pozitif görmeleri gerekiyorken negatif düşüncelere kapılmış olacaklardır. *** Durup durup patlak veren mutluluk histerisinin sebepleri nelerdir? Bir sebep, mutluluğa kaçıştır. Dış koşulların baskısı arttıkça, insanlar içsel mutluluklarını sorgularlar: Mutlu muyum ben? Gelecekte nasıl mutlu olabilirim? Fakat mutluluğun gölgedeki yanlarına baktıkça kendini dayatan acil sorular da vardır: Ne kadar çok insan, sırf mutlu olmaları gerektiğine inandıkları için mutsuz oluyordur acaba? Peki ya mutsuz olan ve sadece bununla değil bir de tüm toplumun mutluluktan mest olmuş görünmesiyle baş etmek zorunda olan onca insana ne demeli?
Görünüşte mutlu olanlar mutluluklarında ısrar ettikçe, mutsuzlar kendileri dışlanmış hissetmezler mi? Dört bir yana saçılan mutluluk methiyeleri böylesi soruları tahrik eder, çünkü, vurgulayarak söyleyeyim, en azından kısmen asosyaldir bu methiyeler. Hiçbir mutluluk ağına giremeyenler üzerinde, yani toplumda, hele dünya toplumunda en berbat koşulların mutsuzluğuyla yaşamak zorunda olanlar üzerinde nasıl bir etki yarattıklarına kayıtsızdırlar. Mutluluğun gölgeli yanları? Olmaz öyle şey. Yine de oluyorsa, insanın kendi suçudur. Kendi mahvına sebep olacak şekilde, refüze ediyordur mutluluğu. Yeterince çaba göstermiyordur. Envai çeşit mutluluk rehberini yeterince dikkatli okumamıştır. Belki de mutluluğa kabiliyetsizdir, genetik bir kusuru, üzücü bir sosyal engeli vardır. Basitçe talihsizdir belki de, ama o da “benim sorunum değil”dir. Mutsuz kişi, modern vebaya yakalanmış demektir, cüzamlı gibi davranılır ona, insanlar ondan uzak durmayı tercih ederler. Yaşam sanatının ödevi, başarılı bir hayata katkıda bulunmak ve insanı mutlu etmek değil midir? Evet, kısmen öyledir ama başarısız ve mutsuz olmak da vardır insan hayatında. En azından basitçe “def edemeyeceğiniz” için vardır. Başarı zorunluluk değildir, başarısızlık hep bir ihtimaldir. Birisi başarılı bir hayattan söz ettiğinde hep irkildiğimi fark ediyorum. İnsanlar başarıyı kendilerine tahsis edemezler, kolayca elde edemezler bunu; olsa olsa, bir şeyi kısmen başarabilirler. Güzel, dolu bir hayat, mutlaka başarılı bir hayat demek değildir. O halde başarıya ve mutluluğa kilitlenmek niye? Ya talih beni bulmazsa? Talih çekip giderse, bir proje, bir ilişki, bir kariyer ve nihayetinde tüm bir hayat başarısızlığa uğrarsa, ne olacak?
Mutluluk üzerine çok fazla konuşmak, hiçbir zayiatı, hiç gölgeli yanı olmayan başarılı bir hayatın, başarılı bir ilişkinin mümkün olabileceği illüzyonunu besler. Bunun sonucu, bir başarısızlık halinde iki kat, üç kat mutsuz olmaktır. Her ne pahasına olursa olsun şımarıkça mutlulukta ısrar eden ve en ufak mutsuzluğu kabullenemeyen, mutluluğun gölgeli yanlarının kolayca bertaraf edilemeyeceğini fark ettiğinde, daha da mutsuz olur. O gölgeli yanlarla kavga ederken, onlarla daha iyi başa çıkmak için kendisine lazım olan kuvveti kaybeder, bunu izleyen takatsizlik daha da büyütür mutsuzluğu. İnsanlık tarihinin kitabında mutluluk bölümü pek ince, geri kalan bölüm pek kapsamlıdır. Bu orantıyı değiştirme isteği kesinlikle desteklenmeye değer, onu tersine döndürmeyi istemek ise gerçekçi değildir. Mutsuz olmak insanlığın bir hususiyeti değildir, muhtemelen hayvanlar da becerebilirler bunu. Lakin insanlar alternatifleri düşleyebilirler. Mutsuzluğun sebepleri olduğunu bilebilir, sebep bulamazlarsa bu sebepten ötürü iyice mutsuz olabilirler. Hayvanlığa geri dönme yolu onlara kapalıdır, ancak insan olmanın hususiyetlerini tanıyarak hayatlarını zenginleştirebilir ve aynı zamanda kolaylaştırabilirler.
Tumblr media
4 notes · View notes
gunesmavimioldu · 2 years
Text
Bugün hala yanımızda olsaydın, şöyle şeyler olabilirdi...
Sabah çok erken kalkardın. Televizyonda muhakkak ki haber kanalın açık olurdu. ve kalkardın yerinden iki yılı aşkındır beslediğin kumruların yemini bırakırdın pencere önüne.
Saati beklerdin usulca. Ve saat 09:05 geçe camının yanında olurdun. Bütün saygını sevgini gösterebilmek adına. Aklında Atatürk olurdu. Yaptığı yenilikler, inkılaplar, devrimler.. Gözlerinde bir küçük yaş.
Siren seslerinin bitmesiyle yerine geri otururdun. Ben ordaysam bana dönüp " eskiden böyle böyle olurdu " diye anlatmaya başlardın.
Senin eskin ile benim eskim arasında en az 50 yıl olurdu. 29 gün sonra senin gidişinin üzerinden 1 - bir - yıl geçmiş olacak.
Zaman çok hızlı geçiyor. Ben yetişemiyorum. Okulda anlatılan, sokaklarda söylenilenin yanı sıra ben senin sayende Atatürk'e aşık bir çocuk oldum. Bak görüyor musun? Bu koca sevgiyi de sana borçluyum. - hayatta her şeyi olduğu gibi -
Sabah eve gelip annemin çay demleyip o televizyon karşısında kahvaltı yaptıktan sonra üzerine bir de sigara içmeyi özledim. Senin elinden ayırmadığın kumanda ve benim sana getirdiğim gazeteler. Her yeni mevsim geçişinde yeni bir hatıra canlanıyor gözümde.
Ağrısı çok, sızısı bol bir Meltem bıraktın geride..
10/11/2022
2 notes · View notes
ahmet-34 · 2 years
Text
OSMANLI ARŞİVLERİ; BİR KÜLTÜR İMPARATORLUĞU
Osmanlı Arşivleri 350 milyon belge ile dünyanın en büyük arşivleri olma özelliğini taşımaktadır. Her şeyin kaydını tutan atalarımız sayesinde bizlere tam bir kültür imparatorluğu hazinesi kalmıştır. Sayısız belgeler, fermanlar, kayıtlar, kitaplar, gazeteler, haritalar, resimler ve fotoğraflarıyla Osmanlı Arşivleri hem ilmî değeri hem de evrak sayısı itibarıyla dünyanın en büyük ve en önemli arşividir. Bu özelliği ile de dünyanın her bölgesinden çok sayıda araştırmacının en önemli başvuru kaynağıdır. Osmanlı arşivleri olmadan Balkanlardan, Kafkaslar'a, Avrupa'dan Orta Doğu ve Afrika'ya 40'a yakın ülkenin tarihini yazmak imkansızdır.
Arşiv aslında bir milletin hafızasıdır. Nasıl ki hafızasını yitiren bir insanın hayatı tamamen anlamsızlaşır, arşivi olmayan veya yeteri derecede zengin olmayan devletler ve toplumlar da bu insanlara benzerler. Bir toplumu bitirmenin en kolay yolu onun arşivlerini bitirmek veya bu kültürle irtibatını kesmektir. O yüzden tarih bounca işgale uğrayan bütün İslam ülkelerinde yapılan ilk iş onun kültür varlıklarını yağmalamak ve yoketmek olmuş, müslümanlar ise fethettikleri topraklarda yabancı kültür varlıklarını korumuşlardır.
Osmanlı Devletin'in ilk başkenti olan Bursa’daki arşiv de Timur istilası sırasında yok edildiğinden Fatih’e kadar olan Osmanlının ilk asırlarına ait birkaç ferman, vakfiye, mülkname dışında fazla bir belge kalmamıştır.✍️
Tumblr media
4 notes · View notes
gundemarsivi · 6 months
Text
Tumblr media
Başkalarının Haklarını Savunmadan İnsan Olunur Mu
✍🏻 Hayrettin Geçkin
https://www.gundemarsivi.com/baskalarinin-haklarini-savunmadan-insan-olunur-mu/
Bana sözün düştüğü çok yerde söyledim bunu: Ben özgürlüğüme düşkünüm dedim. Özgürlüğüm kaynağını, başkalarının kendisini en az benim kadar ifade etmesinden, başkalarının yaşam hakkını ve doğa haklarını savunmaktan alır diye dem vurdum.
İnandım ki başkalarının haklarını savunmadan insan olunmaz. İnandım ki kendi çıkarlarımı savunmak da başkalarının haklarını savunmaktan geçer. Böyle düşünmemde annemin payı büyük. AKP Müslümanlığı ile asla bağdaşmayan bir inanışı vardı annemin. Beni okula uğurlarken arkamdan ellerini iki yana açar ve “Allah’ım, herkesin çocuğuna zihin açıklığı ver, içinde de benim oğluma” diye yalvarırdı.
Annemden beri bu yaklaşım ve bu yaklaşıma uygun davranmak kendim için bir ölçüdür. Başkasını bilmem ama kendimi insan saymanın olmazsa olmazıdır benim açımdan.
Bir keresinde, komşu bir ülkeye operasyon düzenlendiği sırada savaş karşıtlığı üzerine bir şeyler söylediğimi, bu bağlamda yazılar yazdığımı gören eşim durumdan endişelenip, “Savaş karşıtlarını bir bir topluyorlarmış,” diye beni uyarmaya kalkınca daha sonra Yapı’m adlı kitabıma da giren ve duruşumu açık ve net bir biçimde ortaya koyan şöyle bir şiir yazmıştım:
SAVAŞIN HUKUKU
sevgilim diyor ki bana;
“savaş karşıtlarını bir bir topluyorlarmış
bütün kanallar, bütün gazeteler savaştan yana…”
diyorum ki;
endişelenme
şiir yazıyorum yalnızca
haksız da sayılmaz
üstelik savaş
bir futbol maçıymış gibi
konuşuluyor ortalıkta
okuduğum kitaplara bakıyor
deftere, kaleme, kağıda…
diyor ki;
ama şiirlerinde
“kuşlar çekinerek uçmasın
rengini düşürmesin çiçekler
kimse ölmesin aşktan ölene kadar”
gibi yığınla dize var
diyor ki;
“ben bir hukukçuyum
bu suç
düpedüz yaşamı savunmaktır bunlar
yap(ma)malısın”
öyle düşündüğünden demiyor bunu
savaşın hukuku bu
gözaltı / işkence / sürgün / ölüm
diyorum ki ben ona
bunlardan daha beteri de var;
susarak yalan söylemek sevgilim
31 Mart 2024’te yapılan yerel seçimlerin hemen arkasından Van’da seçilen belediye başkanına tuzak kurulmasına, seçilen kişinin başkanlığının geçersiz sayılmasına itirazım da bu yaklaşımımın bir sonucudur. Bu yüzden Van’da ve pek çok ilde insanların sokağa çıkması ile örtüşen bir itirazdır benim kendi itirazım. Devleti yönetenlerin sokağa çıkan, itirazlarını demokratik yoldan dile getiren insanları terör örgütlerinin uzantısı gibi göstermeye çalışan ırkçı, gerici, çatışmacı yaklaşımlarına olan bir itiraz… İnsanı olmayan, demokratik olmayan, hukuki olmayan bir anlayışa karşı itiraz… Devleti yöneten, iktidarını bu çatışmalı ortamlara borçlu olan, halkı ötekileştiren, ayrıştıran, soyup soğana çeviren bu yaklaşıma keşke herkes itiraz etse diye düşünmekteyim. Hatta ülkede insanlar nasıl olur da göz göre göre olan böyle bir yaklaşıma sessiz kalır, tavır göstermez diye de şaşırmaktayım bir yandan.
Yukarıdaki paylaştığım şiirin son bölümü ne olur özellikle gözden kaçmasın:
gözaltı / işkence / sürgün / ölüm
diyorum ki ben ona
bunlardan daha beteri de var;
susarak yalan söylemek sevgilim
Ülkemize AKP’nin insanları ayrıştıran, ötekileştiren; cumhuriyet değerlerinden uzaklaştıran, gericileştiren politikaları gerekmiyor. Ülke bu politikalardan çok zarar gördü, çok geri gitti bu yüzden.
Van olayında da gördüğümüz gibi ülkede terörün ve kötülüğün kaynağı, yıllardır aşımızı, ekmeğimizi, geleceğimizi ve düşlerimizi çalan AKP zihniyetidir. AKP derin yoksulluk, talan edilen doğa, pek çok değer kayıpları bırakmadan gitmeyecek belli ki. Aman gitsin! Ülkeye kafa sayısı kadar düşünce, yürek sayısı kadar sevgi lazım.
Hayrettin Geçkin
#Adalet #Demokrasi #Siyaset #Akp #Şiddet #Halk #Ötekileştirme #Seçim #Ysk #Van #Yoksulluk #Talan
0 notes
aynodndr · 10 months
Text
Tumblr media
Benim çocukluğumda.
Benim çocukluğumda soframıza kuşlar konar
Rüyalarımıza melekler uğrardı.
Kapımızdan yoğurtçu
Bahçemizden ishak kuşu
Kalbimizden yeni çıkan şarkılar geçerdi.
Kışın bir sobamız olurdu
Sobanın yanında kedimiz
Kedinin önünde yün yumağı
Bir Hayat Bilgisi fotoğrafı gibiydik.
Yerli malı kullanan
Yurdun üç tarafı denizlerle çevrili
Kuru üzüm incir fındık
Tütün çay narenciye kavun-karpuz yetiştiren
Kuru üzüm ve inciri satan
Karşılığında
Çamaşır makinesi radyo ve otomobil alan
Bir toprağın fertleri...
Biraz yoksul biraz mütevekkil
Biraz mahcup biraz kırılgan
Biraz naif ama hep umutlu...
Özlerdik.
Memleketteki halamızı
İnce doğranmış bir dilim pastırmayı
Yurttan sesler korosunu
Akşam komşuluklarını
Radyo tiyatrolarını
Sabah ezanını
Kalaycıyı bozacıyı
Münir nureddin şarkılarını
Orhan boran yarışmalarını
Kandil gecelerini duvar sarmaşıklarını
Bakkalımızın utana sıkıla veresiye hatırlatmalarını
Okul önü koz helvalarını
Akşam oturmalarını
Ve hayatı...
Top oynardık
İp atlar kedi kovalar
Taşlarla birbirimizin başını yarar
Mahalle savaşları çıkarır
Gece olunca da tutar babalarımızın elinden
Yazlık sinemalara gider
Sadri Alışık Vahi Öz
Belgin Doruk Cüneyt Arkın seyreder
Olimpos gazozları içer
Güler eğlenir bağırır çağırır
Dönerken yıldızları sayardık.
Biz sıkı çocuklardık.
Hepimizin birer yıldızı vardı
Onlara isim takardık
Onlar da bize isim takardı
Pus ve dumandan önce bu şehrin
Geceleri göz kırpan ve isimleri takılan yıldızları
Vardı.
Benim yıldızıma Mehlika adını vermiştik
Biz kimseden yana değildik.
Kimsenin de kendinden yana olmasını istediği birileri
Olmazdı
Bir değirmendeydik
Öğütülen
Öğütülürken türküler söyleyen
Buğday başaklarına benziyorduk.
Ben
Çorbalardan tarhanayı
Yemeklerden kurufasulyayı
Sigaralardan Harmanı
Belki bunun için çok sevdim.
Yollar bozuk musluklar bozuk
Ziller bozuk paralar bozuk
Ama adamlar sağlam idi.
Bu şehrin yıldızları vardı.
Saçlarına kurdelalar takan
Çivitle yıkanmaktan aşınmış beyaz çoraplarına
Leke bulaşmasın diye su birikintilerinden sakınan
Gözleri önünde
Yürekleri ve beslenme çantaları ellerinde
Küçük çocukları vardı bu şehrin
Bu şehrin yıldızları vardı.
Ben Fenerbahçeyi amcam Vefayı tutardı.
Konya tahıl ambarı Mersin muz cennetiydi.
Taksimden Fatihe troleybüs kalkar
Şişhanede mutlak raydan çıkardı.
Vallahi hayat zor ve fakat çok matraktı.
Muammer Karaca’nın adına bir tiyatro binası yoktu
Bizzat kendisi vardı.
Başımız ağrırdı komşumuz vardı
Gönlümüz daralırdı komşumuz vardı
Çorbamızı umutlarımızı
Memleket kadar kalbimiz paylaştığımız komşularımız
Vardı.
Geceleri bekçimiz
Gündüzleri sütçümüz
Bizim kadar zayıf da olsa
Nohuta ve makarnaya alışmış da olsa
Sarman adında bir kedimiz
Ceplerimizde kırık misketlerimiz
Çamur bulaşığı ellerimiz
Ve gülümseyen bir yüzümüz
Kimseye göstermekten utanmayacağımız bir içimiz
Biraraya gelerek çektirebileceğimiz
Bir aile fotoğrafımız vardı.
Bir sabah bütün iyi şeylerin
Ayvansaray iskelesinden
Hayal ülkesine doğru demir alan
Bir şirket-i hayriyye vapuru gibi
Aramızdan ayrıldığını gördük
Sonra Ayvansaray’ın sularının çekildiğini yazdı
Gazeteler.
Süheyla hanımın Raci beyin
Melahat mehveş ablanın
Niko’nun Ercüment efendinin çekildiğini ise
Yazmadılar nedense.
Ama yok ama yoklar.
Ne Harman sigarası kaldı geriye
Ne Olimpus gazozu
Ne Sadri Alışık.
Kalan bir tortuydu belki.
Belki kırık bir rüya denizi
Belki suya düşürdüğümüz suretimizin
Cep aynamıza nüktedan bir yansımaydı herşey.
Herşey Maltepe sigarasının
Hep arandığında
Her bakkalda bulunabilmesi ile
Büyüsünü kaybetmişdi belki de .
Belki de biz bir rüya mı görmüştük?
Hadi hepsi yalandı.
Hadi hepsi hayaldi.
Hadi hepsini ben uydurmuştum.
Ama rüyalarımızın melekleri
Ve soframızın daim konukları kuşlar?
Ya onlar?
Onları siz de görmediniz mi?
Sizin de sofranıza konup
Rüyalarınıza uğramadılar mı?
Onlar da mı yalandı?
*İbrahim Sadri
0 notes
jotem · 1 year
Text
SEKSENLİ VE DOKSANLI YILLARDA GENÇ KIZ OLMAK ...
Bütün işler saat ona kadar biterdi....
Gündüz televizyon yayını yokken arkası yarın dinleniyordu... Gündüz yayınları başlayınca arkası yarınların yerini Brezilya dizileri aldı... O zaman heyecanla izlediğimiz bu 15 ila 20 dakikalık dizilerden sadece bir tanesinin adını hatırlıyorum Rozalinda...
Boş oturmak diye bir şey asla yoktu... Dizi izlerken bile elişi yapardık...
Mevsim kış ise öğleden sonra herkes birbirine gezmeye giderdi. Öyle şimdiki günler gibi hazırlık yapılmazdı... Ya çat kapı gidilir, yada yarım saat önce çocuk gönderilerek müsait iseniz size oturmaya geleceğiz denirdi.
Misafir gidilen evde genç kız varsa gezmeler güzel olurdu. Anneler sohbet ederken kızlar mutfakta ikramlıkları hazırlardı... Hem de sohbet ederdi... Sohbet konuları, magazin, televizyon ve dünürcüler olurdu en çok....
O zaman kızların sevgilisi olmazdı. Sevdiği olurdu... Buluşma, elele tutuşmak falan olmazdı.... Uzaktan bakışma, mektuplaşma olurdu sadece. Ailesi bilmez, çok yakın arkadaşı bilirdi sadece.... Sakladığı mektupları annesi bulup ta bir araba sopa yiyen çoktu.
Bu kızların çoğu evlenemezdi sevdiği ile.
Seksenli yılların ikramlıkları kısır, kek, kurabiye ve bisküvili yaş pasta idi. Şimdilerde bunların adı anne keki, anne kurabiyesi, anne pastası oldu.
Kek tenceresi bir de davul fırınlar vardı ki, kocaman tepsisi ile yapılan kek sülaleye yeterdi...
Annelerimiz börek çörek yapardı ama kızlar pasta yapmayı severdi. Tarif isteyince bazıları vermezdi pasta tarifi, devlet sırrı gibi saklar, yada eksik tarif verirlerdi...
Doksanlara gelindiğinde ise özel televizyonlar ve gazeteler tarif vermeye başladı... Şimdiki gibi internet yok açıp bakacak.
Hafta sonu gazeteler kurabiye, pasta kitapçığı verirdi... Erkenden gidip alırdık; yoksa tükenirdi...
Doksanlarda kakaolu ıslak kek moda oldu.... Karakız pastası, kunta kinte gibi isimler verilirdi... Yaş pasta çeşitleri, değişik kurabiyeler, pasta kalıpları çıktı... Elmalı kurabiye, çiçek, kurabiye, tırtıl kurabiye.
İkramlar hazırlanır çaylar içilirdi... Anneler kızların lafa karışmasını istemezdi.... Çay faslı bitince bulaşık imece usulü çabucak yıkanıp elişiler alınır, kızlar kendi aralarında, anneler kendi aralarında konuşur, hem de elişi yaparlardı.
Ne güzel günlerdi
Sunum çılgınlığı, alışveriş manyaklığı yoktu.... Sosyal medyadan gösteriş yapmakta yoktu. Ama insanlık vardı, komşuluk, hak hukuk....Kaybettiğimiz en güzel yıllardı...💖
Alıntı.
0 notes
ayaklanmisumutlar · 1 year
Text
Tumblr media Tumblr media
Camus şöyle yazar: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.“ Camus, intiharın gerçek tek felsefi mesele olduğunu söyler. Etiğin, politikanın, estetiğin, gerçekliğin doğasının ve bütün diğer şeylerin dışında tek gerçek olan şey. Bütün ötekilerin bu düşünceye bağlı olduğunu düşünür. Camus, intiharın her özgür kişinin hakkı olduğunu, felsefi anlamda aşikâr kılar. Ölümcül bir hastalık ile karşı karşıya kalındığında, mantıki bir edim. İşkence ya da kaçınılmaz ölümlerle karşı karşıya kalındığında kahramanca bir edim. Karşılıksız aşkın öfkesi içinde, görkemli bir edim. Fakat, Barnes tüm bu intihar şekillerine karşı çıkar. Adeta Kirilov’cu bir intihar şeklini tercih eder yarattığı karaktere.
Roman kahramanı bıraktığı mektupta; Yaşamın istenmeden bağışlanmış bir armağan olduğunu, düşünen insanın hem yaşamın doğasını hem de bu doğanın birlikte geldiği koşulları incelemek için felsefi bir görevi olduğunu ve eğer bu kişi hiç kimsenin istememiş olduğu bu armağandan vazgeçmeye karar verirse, o kararın sonuçları üzerinde hareket etmenin ahlaki ve insani bir görev olduğunu söyler. Gazeteler, karakterin kendini “akli dengesi bozulmuşken” öldürdüğünü yazar. Yazar bu düşünceye karşı çıkarak şöyle söyler; “Hukuk, toplum ve din, aklı başında, sağlıklı olup da kendinizi öldürmenizin olanaksız olduğunu söyler. Belki de bu otoriteler, intiharın akıl yürütme mantığının, devlet tarafından organize edilen yaşamın doğası ve değerinin şüpheyle sorgulanmasından korkuyordur.”
- Görüyorsun, haklıydım. • Nasıl haklıydın, anne? - Eğer o kadar akıllı olursan kendini herhangi bir şeye inandırabilirsin. Sağduyu denen şeyi ardında bırakırsın. Onu gafil avlayan şey beyni, bu yüzden yaptı bunu.
Sonunda anneme hak verdim. Mantıklı düşünmüştü ve mantıksal düşüncenin sonuçlarına dayanarak hareket etmişti. Oysa çoğumuz sanırım tam karşıtını yapıyoruz; içgüdüsel bir karar veriyoruz, sonra da onu doğrulamak için bir akıl yürütme altyapısı oluşturuyoruz.
“İntihar kendi içinde bütünlüğü olan bir eylem olmaktan ziyade, herkese yönelik örtük bir eleştiridir.” Van Gogh " Ama yine de kendimi umut vaat eden bir gelecek hayal etmekten alıkoyamıyorum." Dedikten sonra intihar etmesi, Tolstoy'un bütün mal varlığını yoksullara dağıtıp tren garında soğuktan ölmesi, Jack London'un daima sevgi ve birlikten bahsedip ağır dozda morfin kullanıp intihar etmesi, Nilgün Marmara'nın "hayatın neresinden dönülse kârdır." Dedikten sonra balkondan atlayıp ezeliyete uçması, Stefan Zweig'in insanîyete umut, sistem, birlik beraberliği tasvir ettikten sonra eşiyle intihar etmesi. Wirginia Woolf " yaşam bir rüyadır uyanan ölür." Dedikten sonra ceplerine taş doldurup nehire atlaması. İnsana gerçekten yaşamanın kayda değer olmadığı düşüncesini sokmuyor değil. Bilmek, hissetmek, öldürür lakin gömmez, ta ki eksik olan toprağı tamamladıktan sonra. Yaşamın yaşanmaya değer olmadığının farkına varsaydık hepimiz, belki de bu kadar kaos olmazdı. Belki de Tanrı hafiften gülümserdi kızgın olduğu yarattıklarına.
1 note · View note
34-ist-34 · 3 years
Text
BU Ülke
nasıl soyuluyor biliyormusunuz ??;
Önce Pavyonda
Konsomatrislik yapan bir bayanı bulup,
Tesettüre soktular,
Sonra onu Sarık,
Sakal,
Cübbe,
Kaportası uygun bir sahtekarın
koynuna soktular ve Canlı yayında bastılar...
Fadime Şahin
her gün ekranlarda gözyaşı döküyordu...
Bir yandan da gerçekte
Esrar Satıcısı bir uyuşturucu müptelası olan;
ALİ KALKANCI'ya
sakal bıraktırılıyor,
Cübbe giydiriliyor,
ekranlarda Cinci Hoca diye
kafa sallarken gösteriliyor,
Sonra başka bir kadını
tuzağa düşürürken
Gazete ve Televizyonlara yansıyordu...
Bizler ekranlarda
Fadime'nin gözyaşlarını,
Ali Kalkancı'nın kafa sallamasını,
Ankara'nın ortasında toplu
kafa sallayanları izlerken,
Birileri
26 Bankanın
içini boşaltıyor,
Bir yanda Hazine soyuluyor,
Hükümet devriliyor,
Bir yanda
Faizler %70 ve birileri malı götürüyor ve
Enflasyon almış başını gidiyordu...
Bizlere bu tiyatroyu seyrettirenler
çoktan MALI götürmüşlerdi bile...
Önümüze İRTİCA
Yemini atmışlardı
ve bizler sazan gibi üzerine atlamıştık...
Meşhur bir sözü var ya;
Eşşek eşşek olduğu halde,
Aynı yolda iki kere çamura saplanmaz..."
Ne garip;
O günlerde insanlar
faizler yüzünden
Başbakanlığın önünde
üzerine benzin döküp
kendini ateşe verirken,
Esnaf Başbakana
Yazar Kasa fırlatırken,
Gazeteler ve Tv'ler
ne HIRSIZLIKTAN bahsediyor,
Ne de ülkenin soyulduğunu,
Nede 26 Bankanın içinin boşaltılıp
İsviçre Bankalarına kaçırıldığını yazıyordu...
Yaşadığım Ülkemden ümidimi kesmiştim,
saldım çayıra deriz ya...
Derken
Sn. #Recep_Tayyip_ERDOĞAN geldi :
Hani yaşama gözlerini kapatmış
bir insanın aniden gözlerini açması gibi bir şeydi...
Bu ZAT her gün koşturuyordu,
Her gün açılışlar yapıyordu...
Yollar,
Hastaneler yapılıyor,
Yerin altından tüneller açılıp Kıtalar birleşiyor,
Marmaray devreye giriyor,
Yerli tank,
Yerli Helikopter,
Kanal istanbul,
Hızlı Tren,
3.Köprü,
3.Hava Limanı,
Dünyanın 2.Büyük Asma Köprüsü,
Milyonlarca öğrenciye ücretsiz
kitap ve tabletler dağıtılıyor,
Faizler %4 lere kadar iniyor,
Her şey yolunda gidiyor,
Engellilere maaş bağlanıyor,
İlk defa bu ülkede insan yerine konuyor,
Türkiye yeryüzünde ki mazlumların umudu olmuşken,
bir sabah baktım 17 ağacın yeri taşınacak diye
İstanbul'da sokaklar ateşe veriliyor,
bir anda ülke karanlığa gömülüyordu...
Ama dilimiz yanmıştı;
Bu işte bir iş vardı,
Koç Üniversitesi yapılırken;
80 bin ağacı kesenler nasıl olur da
Üniversitesini FİNAL döneminde tatile çıkarıp
öğrencileri Taksime eyleme yollardı?
Nasıl olur da her gün 10 bin kumanya yollardı?
Duran adam SIRP çıkıyor,
Soyunan kadın Alman çıkıyor,
Gezicileri yönlendiren
siyahlı kadın Amerikalı çıkıyor,
Konser veren piyanist Alman çıkıyor,
Almanya Sokakları yanarken ortada olmayan
Claudia Roth Gezi Parkında
en önde Polise hakaret ediyor.
Suriye'de milyonlarca insanın
katledilmesini görmeyen CNN;
22 saat kesintisiz canlı yayın yapıyordu...
Bu işte bir iş vardı,
Faizlerle anamızı ağlatan bir bankanın
genel müdürü canlı yayında
iş çıkışı toplu olarak Gezi Parktayız diyordu..?
Niçin?
Faizler yüzünden kendini yakan
insanlara acımayanlar 17 ağaca mı acırdı?
Zevk için hayvanlara
nasıl kurşun yağdırdığını anlatan
Safarici Boyner;
Gezi Parka iniyor ben çapulcuyum diyordu.
Sokakları ateşe Verenler,
Yüzleri gözleri sarılı olan eşkiyalar
Türkiye'nin en lüks otelinde ağırlanıyorlardı...
Olaylar her yanı sarmış;
Ve Sn.Erdoğan uçağa atlayıp sırtını dönüp
Orta doğu gezisine sessizce gitti.
O giderken evde oturmuş
gözlerimden yaşlar süzülüyordu,
Çünkü seni Menderes gibi asacağız diyorlardı.
Rabb'im o günleri bir daha yaşatmasın.
17 Ağaç için Türkiye'ye
100 milyar doların üzerinde
zarar verenlerin sözcüleri
Bülent Arınçla görüşmeye gittiler.
Ne garip sokakları ateşe verenler
dünyadan habersiz MALLARDI,
Ama sözcüleri 28 şubatta ülkeyi soyan
ve Erbakan Hükümetini deviren
Beşli Çete diye tarihe geçen ekibin temsilcileriydiler.
Görüşmeden sonra kameraların önüne geçmişlerdi,
Bütün Türkiye onlara kitlenmişti,
Herhalde hükümetten bütün Türkiye'nin
ağaçlandırmasını istediler diye düşünmüştüm,
Hükümetten isteklerini sıraladılar...
Kanal İstanbuldan derhal vazgeçilecek,
3.Hava Limanı yapılmayacak,
3.Köprü yapılmayacak,
Hidro elektrik santralleri yapılmayacak.
Televizyon başında şok olmuştum,
Ağaç kimsenin umrunda bile değildi.
bunlar sanki Lozan'da ki İNGİLİZ HEYETİYDİ...
İnsanlar Sn.Erdoğan'ı anlamamıştı,
Medya gerçekleri yazmıyordu...
Türkiye kendi boğazlarını
denetleme hakkına sahip olmayan,
Hiç bir yabancı gemiyi denetleyemeyen,
Para alamayan eli kolu bağlı bir ülkeydi.
İşte Sn.Erdoğan Kanal İstanbul projesiyle
canını ortaya koyuyordu,
Eğer Kanal İstanbul'u yaparsa;
Bütün yabancı gemileri kanal İstanbul'dan geçirip
hem denetleyecek, hemde milyarlarca dolar
Türkiye para kazanacaktı,
İngiltere aylardır Sn.Erdoğan'ı tehdit ediyordu,
Kanal İstanbul'u yapamazsın,
Lozan'da verdiğiniz sözler var diye...
İngiltere'nin yapamadığını;
Bizden görünen
Gezi Platformu Temsilcileri yapıyordu...
3.Hava Limanı Almanyanın
pabucunu dama atacak,
Hava sektöründe
Türkiye'yi Avrupanın merkezi yapacak bir proje,
Gezi Platformu derhal vazgeçilecek diyordu...
Sn.Erdoğan tamda bu sırada
yurt dışından geri dönüyordu...
Gecenin bir yarısı ve insanlar sokaklara dökülüyordu...
Ve Sn.Erdoğan otobüsün üzerine çıktığında;
"FAİZ LOBİSİ BENİ TEHDİT EDİYOR" diyecekti...
İşte bu söz her şeyi,
Bütün meseleyi anlatıyordu...
Türkiye'yi geçmişte kendine borçlandırıp,
Maliyenin topladığı bütün vergiyi
FAİZ olarak cebe indirenler,
12 yıldır Sn.Erdoğan'ın
kesip ödemediği o paranın peşine düşmüşlerdi,
Bütün meselenin özü buydu...
Ve sokaklara dökülenler tezgahı görüyor,
sanki dünyaya meydan okuyor
"DİK DUR EĞİLME "diyordu...
Erdoğan dik durdu ve olaylar tam dindi, derken...
Bir sabah 17 Aralık Operasyonu yapılıyordu...
28 Şubatta kılıf İRTİCA,
Gezide AĞAÇ,
17 Aralıkta insanların en hassas olduğu
noktadan vuruyorlardı HIRSIZ...
Yüz binlerce Filistinliyi katleden
Netenyahu'ya OTORİTE,
Filistin Kasabı Ariel Şaron'a
ÇIĞIR AÇAN LİDER diyenler,
Sn.Erdoğan'a Hırsız,
Haramzade,
Diktatör,
Yezid diyordu...
Polisin götürdüğü Para Sayma Makineleri,
Şike Davasında ki para dolu çantalar,
Amerika'da ki bir uyuşturucu operasyonundaki
fotoğraflar servis edilip,yem olarak önümüze atılıyor,
Yatağın üzerine paralar serpiliyor,
muhteşem bir ALGI OPERASYONU yapılıyordu...
Bizler Bu tiyatroyu seyrederken
birileri HALK BANKASINA giriyordu...
Bütün gizli sırlarını,
Devletin en mahrem bilgilerini götürüyordu...
Ne acı ki Kuzey Irak Petrolünün parasının
Halk Bankasına yatırıldığı gün,
Halk Bankasına operasyon çektiler...
Bir bakana verilen hediye
yada rüşvet saat için ortalığı yıkanlar;
26 Banka soygununu görmeyen namussuzlardılar...
Yıllarca bu ülkenin iliğini kurutanları,
Türkiye'den çalıp
İsviçre Bankalarına götürenleri görmeyenler,
İran'ın ALTIN Ticaretinden milyarları
Türkiye''ye akıtan Rezza Zarrab'ı hedefe koyuyor,
Müthiş bir algı operasyonu yapıyordu.
Ve İran'ın Altın Ticaretinin önünü kestiler,
Yönünü Amerika'ya çevirdiler...
O kadar ALÇAKLAR...
Benim dünyadan habersiz arkadaşımda yazıyorlar;
Rezza'yı anlat,Rezzan'ın önüne yatarmısın
Eğer o parayı Türkiye'ye değil,
İngiltere'ye akıtsaydı;
Rezzan'ın önüne ben değil ama
İngiltere KRALİÇESİ yatardı,
İşte siz bu kadar basiretsizsiniz..
Nelerden haberiniz var...
Önünüze attıkları yemi sazan gibi yutarsınız...
Bizler 17 Aralık’la uğraşırken;
Asıl bomba 25 Aralık'ta patlıyor.
Savcı 40 kişinin tutuklanmasını istiyordu,
listenin ilk sırasında;
Kanal İstanbul,
3.Köprü,
3.Hava Limanı,
Marmaray
ve Hızlı Treni yapan
bütün firmaların sahiplerinin,
kısacası
Türkiye'yi uçuracak
bütün projelere imza atan
mütahitlerin tutuklanmasını istiyordu.
İşte gizledikleri asıl hedef te buydu...
Gezide başaramadıklarını
25 Aralıkta
Hırsızlık kılıfıyla yapmaya kalkıyorlardı.
Hırsız görmek isteyen
POAŞ'ın nasıl alınıp satıldığına baksın...
KPSS,
Polislik,
DİL SINAVI,
Sorularının nasıl çalındığına baksın...
İş Adamlarına şantaj yapıp
haraç alanlara baksın...
Milletin yatak odasını röntgenleyip
kayıt eden namussuzlara baksın...
MİT'e operasyon yapan HAİNLERE baksın...
Deri,Kurban Bağışları toplayıp,
Müslüman kardeşi açlıktan ölürken,
Yahudi ve ABD kuruluşlarına
bağışlayanlara baksın...
Anlamıyormusunuz..?
Neden İngiliz Medyası,
Alman medyası,
İsrail medyası,
Doğan medyası ve Cemaat Medyası
topyekün Sn.Erdoğan'a saldırıyorlar?
Hiç mi düşünmüyorsunuz?
Bu ülke soyulurken,
Hazinenin ve 26 Bankanın içi boşaltılırken,
bu ülkeye çivi çakılmazken
siz bu medyanın
sesini çıkardığını duydunuz mu?
Menderes alnı secdeli
ve sizden biriydi, Halkın adamıydı,
O'na 12 uçak dolusu ALTIN çalarken
suç üstü yakalandı iftirasını attılar.
Sonunda Menderesi asıp Ülkeyi soydular...
Özal sizden biriydi,
Alnı secdeli bir adamdı,
Ona Diktatör dediler,
tek adam dediler,
zehirlediler ve ülkeyi soydular...
Ve Türkiye'nin başına gelmiş
en DİK DURAN,
Alnı secdeli
Cumhurbaşkan'ına aynı iftiraları atıyorlar,
EŞŞEK BİLE AYNI YOLDA
İKİ KERE ÇAMURA BATMAZKEN,
Biz halen mi uyanmıyacağız...?
Eskiden sosyal medya yoktu,
Tv'lerde insanlara gerçekleri anlatmıyordu,
Özal ve Menderesi yediler,
Ya şimdi?
Bütün Tv ve Gazeteler el altında
yahudi ve İngiliz'lerin elinde bile olsa,
Sosyal medya var...
Hiç bir bahaneniz yok...
Tezgaha gelmeyin...
Önünüze atılan yemi yutmayın...
Bu ülkede Tam rahat bir
nefes almaya başlamışken,
sahip çıkmazsak,
son pişmanlık fayda vermez...
Bu gün size dürüstlük nutukları atanlar var ya;
İŞTE ONLAR ASIL NAMUZSUZLARIN TA KENDİLERİDİR.
Şimdi biliyorsun, bilmeyenlere anlat onlarda bilsin...
34 notes · View notes
hisboslugu · 8 months
Text
ben hiç böylesini görmemiştim. vurdun, kanıma girdin. itirâzım var. sımsıcak bir merhaba diyecektim, başımı usulca dizine koyacaktım. dört gün, dört gece susacaktım. yağmur sönecekti, yanacaktı. sameland seferden dönecekti, duvardaki saat duracaktı, kalbim kendiliğinden duracaktı. ben hiç böylesini görmemiştim. vurdun, kanıma girdin. itirâzım var. emperyal oteli'nde bu sonbahar, bu camların nokta nokta hüznü, bu bizim berhava olmuşluğumuz, bir nokta, bir hat kalmışlığımız, bu rezil, bu çarsamba günü intihar etmiş kötümser yapraklar, öksürüklü, aksırıklı bu takvim. ben hiç böylesini görmemiştim. vurdun, kanıma girdin. itirâzım var. sesleri liman sislerinde boğulur, gemiler yorgun ve uykuludur. sabahtır, saat beş buçuktur. sen kollarımın arasındasın, onlar gibi değilsin, sen başkasın. bu senin gözlerin gibisi yoktur, adamın rüyasına rüyasına sokulur. aklının içinde siyah bir vapur kıvranır, insaf nedir bilmez. otelin penceresinde duracaktın, şehri karanlıkta görecektin, karanlıkta yağmuru görecektin, saçların ıslanacak ıslanacaktı, kış geceleri gibi uzun uzun, tek damla gözyaşı dökmeksizin maria dolores ağlayacaktı. istanbul'u yağmur tutacaktı. bütün bir gün iş arayacaktım, sana bir türkü getirecektim, kulaklarımız çınlayacaktı. emperyal oteli'nin resmini çektim, akşam saçaklarından damlıyordu. kapısında durmanı söylemiştim, yüzün zambaklara benziyordu, cumhuriyet bahçesi'nde insanlar geziyordu, tepebaşı'ndaki küçük yahudiler, asmalımescit'teki rum kemancı, böyle rüzgarsız kalmışlığımız, bu bizim çektiğimiz sancı el ele tutuşmuş geziyordu. gazeteler cinayeti yazıyordu, haliç'e bir avuç kan dökülmüştü. emperyal oteli'nde üç gece kaldık, fazlasına paramız yetmiyordu. gözlerin, gözlerimden gitmiyordu. dördüncü gece sokakta kaldık, karanlık bir türlü bitmiyordu, sirkeci garı'nda sabahladık. bilen, bilmeyen bizi ayıpladı. halbuki kimlere kimlere başvurmadık, hiçbiri yüzümüze bakmıyordu, hiç kimse elimizden tutmuyordu. ben hiç böylesini görmemiştim. vurdun, kanıma girdin. kabulümsün.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
24 notes · View notes
ibokumus · 2 years
Text
Lozan’ın gizlenen gerçek yüzü
Hiç düşündünüz mü, madem Kurtuluş Savaşı'nda sadece Yunanla savaştık, o halde Mudanya Ateşkesi'ni neden İngilizle, Fransızla ve İtalyanla yaptık? Tam olarak kurtulduğumuz neydi? 1922'de ordularımız İzmir'i alınca vakit kaybetmeden İstanbul'a yöneldik. Malum İstanbul İngilizlerin elinde. Bütün ordu İzmit'e yığıldı ve harekat için gün sayıldı derken ateşkes önerdiler. Lozan görüşmeleri başladı. Ordumuz İzmit'te beklerken, Lozan süreci 8 ay sürdü. İyi ama niye? Hangi konuda anlaşamıyorduk? Musul mu? Hayır. Musul 1 ay konuşup geçildi. Lozan'ın 8 ay sürmesinin 3 sebebi vardı...
1- Yüzyıllarca padişahlar ''kapitülasyon'' adı altında yabancılara öyle imtiyazlar verdi ki gün geldi tepemize çıktılar. Bankalar, işletmeler, limanlar vs onlarındı. Ordumuz Voynuklar, Martolozlar, Cerahorlar ismiyle Hristiyan askerlerle doluydu. Gün geldi Almanlar yönetti. Paralarımızın üzerine Fransızca, Ermenice, Yunanca ibareler kondu. Devlet dairelerinde onların bayrakları dalgalanıyordu. Faturalardan istasyon isimlerine her şey onların dilindeydi. Aynı bugün Suriyelilere tanınan vergi, askerlik gibi ayrıcalıklar o kadar artmıştı ki bir yabancı suç işlediğinde Osmanlı zabiti onu tutuklayamıyor, kendi konsolosu gelip ilgileniyordu. İşte bu rezil düzenin yani kapitülasyonların Lozan'da kaldırılması için ısrar ettik. 8 ay buna direttiler ve sonunda kabul ettiler.
2- Bilindiği üzere Osmanlı ekonomisi çökünce Duyun-u Umumiye kurulmuş ve yabancılar Osmanlı maliyesine el koymuştu. Yabancıların bu egemenliği bitecek dedik. Yani Türkiye'nin ekonomisi bağımsızdır dedik! 8 ay direttiler ve sonunda kabul ettiler.
3- Gayrimüslim ile Müslümanın anlaşmazlığı bile çözülemiyordu çünkü Osmanlı mahkemelerini tanımıyorlardı. Lozan görüşmelerinde ''idari, adli, hukuki bağımsızlığımızı tanıyacaksınız.'' dedik. Yani Türkiye egemen olacaksa o halde bir yabancı suç işlediğinde Türk mahkemesinde yargılanacak! dedik. 8 ay Türk yargısını tanımak istemediler ama sonunda kabul ettirdik!
Yani Lozan'da Türkler, yüzyıllarca yabancılar tarafından tanınmayan Türk hukukunu ve egemenliğini yabancılara tanıttılar. Lozan imzalandığı gün, imtiyazlı olan bütün yabancılar, evlerinden, dükkânlarından, idari kurumlardan yabancı bayraklarını kaldırdılar. Yabancı gazeteler, ''Türk Zaferi'' diye başlıklar attılar. Hükümeti düşen İngiltere eski Başbakanı Lloyd George, Lozan Anlaşması'nın İngiltere için bir hezimet olduğunu açıkladı.
İşte Lozan budur. Unutmayın, Kurtuluş Savaşı'mız sonunda İngiliz hükümeti düştü, Yunanistan'da ihtilal oldu, Yunan bakanlar Altılar Davası'nda kurşuna dizildi, kral sürgün edildi, Mısır'daki milliyetçileri ayaklandı, Hindistan'daki direniş sertleşti, İngiltere ve Fransa ilişkileri kopma noktasına geldi ve Türkiye'nin yeni sınırlarını tüm dünya onayladı.
5 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
UYGAR BARBARLAR.. SESLİ DÜŞÜNCE.. Bir tıkanıklık var değil mi? Hayatımızın çarklarını durmaya yakın hale getiren, dolaşımı zayıflatan, çıldırtan bir kayıtsızlık var değil mi? Ben uzun süre önce bu belirsiz, tarifi zaman alan durumun adını koymuştum. İçinde bulunduğumuz durumu; ''Bilinç Krizi'' olarak tanımlamıştım. Kişisel olarak ben de bir kriz süreci içindeyim. Düşünsel bir krizden çıkmak gayreti ile sabahlıyor, uyumuyor ve terliyorum. Bu durumun elimde olmayan paradigmalara bağlı olduğunu biliyorum. Fakat toplumsal olarak çukuruna düştüğümüz krizin, bizim tutumumuza bağlı yanları var. Biraz sohbet etmek istiyorum. Bütün bu keşmekeş, bütün bu sürek avına dönüşmüş süreç ve bu sürecin dayattığı koşullar, yeni bir toplum modelinin sancıları olabilir mi? Bana öyle geliyor ki bu soru, birileri tarafından çok önce sorulmuş ve çok önce harekete geçilmesini sağlamış bir sorudur. Ne demişler; ‘’Önce bilen, önce davranır’’ Bizim için sanırım mesele öncesinde zenginlik olarak gördüğüm, uzun süredir kabusa dönüşmüş ütopyalarımızdan ve bu ütopyaların belirsiz, verimsiz, geçmişin modern bir kopyası olmaktan bile bir parça uzak modellemelerinden hızla kurtulmaktır. Bu ölmüş bir bedene teknoloji harikası, son model bir defibrilatör ile girişmekten çok farklı değil. Elimizde çalışmayan bir kalp, yanmış bir göğüs kafesi bırakmaktan başka bir işe yaramıyor. Bugün arzu duyduğumuz, ismini koyamadığımız; fakat bir ferahlama talep ettiğimiz, hareket sahası umduğumuz, meydanlarında gerçekten ama gerçekten hür adımlar atabildiğimiz toplumu, ne yazık ki seçtikleriniz modellemeyecek! Onların çoğu, bu modelin özlemini duymanızı sağlayan kişiler. Ellerinde prangalar ile bekleyen kişiler. Hiç merak etmeyin, bileklerinizde tek bir pranga izi kalmayacak. Çünkü hedefleri bilekleriniz değil, zihinleriniz! İlkel işlevleri yerine getiren zihinler, ilkel sonuçlar elde ederler. O sonuçlar da yöneticilerinizin deri altı yağlarını beslemekten başka bir işe yaramaz. Bu çağ kölelerin, kolonyalist şirket gemilerinin yemliklerinde beslendiği bir çağ değil! Bu çağ, dijital taarruzu kişisel bilgisayarlarınızın USB girişlerinden, direkt beyninize başlattıkları bir çağdır. Modern bilimin düşüneninden ilan ettiği hayvan, bu çıkarma karşısında ne yapacak? Tüm kötülükleri toparlayıp bir askeri üniforma rengi arkasında giydirebileceğimiz bir Hitlerimiz var mı? Yoksa artık Hitler, kurumsal bir kötülük fabrikası mı? Charles Baudelaire; “Bu dünyadaki her şey buram buram suç kokuyor: gazeteler, duvarlar, insanların yüzleri” sözünü ettiğinde Hitler henüz doğmamıştı üstelik!! Şeytanın madenlerine atılan ilk insan’da Hitler’i tanımıyordu! Fakat şimdi Hitler’leri tanıyor ve biliyorsunuz. Şeytanın algoritmasına atılmayı mı bekliyorsunuz? Sağlıcakla dostlar. Akıl sağlığınızı koruyabilmeniz dileğiyle…
Tumblr media
3 notes · View notes
sessizerkek · 3 years
Text
Terziler geldiler. Kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerle
daha çok koyu renklere ve daha çok ilişkilere
Bir kenti korkutan ve utandıran şeylerle.
Kumaşlar bulundu ve uyuyan kediler okşandı.
Sonra sonsuz çalgısı sevinçsizliğin.
Çay içmeye gidenler vardı akşamüstü,
parklara gidenler de
Duruma uymak kısaltıyordu günlerini
artamayan eksilmeyen bir hüzünle..
Yorgun ve solgundular,
kumaşları buldular, kenti doldurdular
O çelenk onbin yıllıktı, taşıyıp getirdiler
Ölülerini gömmüşlerdi,
kalabalıktılar, tozlarını silkmediler
Bütün caddeler boşaldı, herkes yol verdi,
"Tanrıtanır kadınlar ve cumhuriyetçiler
piyangocular, çiçek satın alanlar,
balıkçılar ağlarını, paraketelerini,
ırıplarını, oltalarını
zokalarını, çevirmelerini
ve kepçelerini topladılar.
Sigaralarını yere atıp söndürdüler
sigara içenler."
Bir şey vardı ısınmaz kalın kumaşların altında,
kesip biçtiler
Patron çıkardılar, karşılaştırdılar,
Katlanılmaz bir uykunun sonunu kesip biçtiler
Şarkılara başladılar ölmüş olan bir at için
Makaslarını bırakmadılar
Bekleniyorlardı.
"Ey artık ölmüş olan at! - dediler -
Ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı!
Sen açardın,
Otuzüçbin at türünün tek kaynağıydın sen!
Tüylerin karaparlaktı. Koşumların,
- kokulu yağlarla ovulup parlatılan -
nasıl yakışırdı sağrılarına ve göke.
Göke bir ululuk katardı sonsuz biçimin, at!
Toynaklarını liflerle ovardık
Senin karaya boyanırdı koşuşun
Uyandırırdı bütün karaları ve denizleri.
Çılgın kişnemeni duyardık
sonsuzun yanıbaşından
Ne güzel gözlerin vardı Kara at!
Binlerce kişi,
- çocuklar, kadınlar, erkekler görkemli yahut
darmadağın giysileriyle herkes
körler ve cüzzamlılar,
bütün kutsal kitaplar kalabalığı,
ermişler, kargışlılar ve günahlılar
gebe kadınlar, vâz edenler
ve dondurmacılar ve at cambazları ve
tecimenler ve kıralcılar ve gemicilerle
Tanrıtanımazlar ve tefeciler ve
yalvaçlar...-
ormanlardan ve kıyılardan ve kıraç yerlerden gelmiş
senin mutlu ovanı doldurup
haykırırlardı.
Büyük sesler içinde sen, geçerdin..."
Terziler geldiler. Bu güneşler odaların dışındaydı artık.
Herkes titrek ve sabırsız, titrek ve sabırsız evlerinde
Gazeteler yazmadı, dükkânlar dönemindeydik
Yüzlerce odalarda yüzlerce terziler,
pencerelerini kapadılar
Parmakları uzun, kurusolgun yüzleri sararmış,
eskimiş durmaktan
Yitik saat köstekleri,
titrek ve sabırsız yorgun bacakları
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Senin eyerin ne güzeldi.
Dişi keçi derisinden, ofir altınıyla süslü
Nasıl yaraşırdı belinin soylu çukurluğuna
Seninle öteleri ansırdık.
Öteler, baklanın ve pancarın duyarlığı
Kedinin varlığı erişilmez kişilik
Güneşli bir damda
İçimizden gemiler kaldırırdın,
Suyunu büyük şölenlerle tazelerdik
Bayramımızdın. Kuburlukların
bütün kişniş ve badem doluydu.
Şimdi dar dünya
Ölümün büyük hızı kesildi."
Terziler geldiler. Ateş ve kan getirmediler.
Hüzünleri kan ve ateşti ama. Uğultulu bir şey
Ekspresler garlarda kaldı, ilâçlar çıldırdılar
Kenti bir baştan bir başa dolaştım, tıs yok
Bütün odalara dağıldılar.
Sürahiler tozlu, pabuçlar kurumuş
yerlerde kırpıntılar,
"Oyulmuş yakalar, kolevlerinden arta kalanlar
vatka pamukları, verevine şeritler, kopçalar,
düğmeler, ilikler
iplik döküntüleri, kumaş parçaları,
karanlık akşamüstleri ve sabahlar,
dükkân tabelâları, kartvizitler..."
Kasıklarına kadar çıkmış,
en ufak bir ölüm bile yok.
Tarafsız bir aşk çağlıyordu
onların solgunluğunda
Mutfaklarını kilitlediler,
büyük atsı giysiler kestiler,
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Koşuşun büyütürdü dünyayı senin!
Sen nasıl da koşardın.
Biz güneyde yatardık, sen koşardın
Hangi at güzelse ondan da güzeldin
Kuyruğun parlak savruluşuyla bölerdi
bir karaya göğü
ve yüceltirdi, ince bezekli kuskununu.
Gemin güzel sesler çıkarırdı güzel
ağzında,
herkesi sevinçle haykırtan.
Başın yaraşırdı düşüncemize ve
gözlerine saygıyla bakardık..."
Terziler geldiler.
Durgunluktu o dökük saçık giyindikleri
Yarım kalmışlardı. Tamamlanmadılar.
Toplu odalarını sevdiler.
Ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar.
Kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular
Kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler,
iğnelerine iplik geçirip beklediler;
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
En güzeli oydu işte, yüzünün
savaşla ilişkisi.
Boydanboya bir karşıkoyma, denge
ve istekli bir azalma. Onu bilirdik.
O ağaç senin kanınla beslenirdi,
hepimizi besleyen.
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
senin karşında,
alışverişin, alfabenin,
iplik döküntülerinin ve
her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."
9 notes · View notes
ghostofgodot · 3 years
Text
Tumblr media
-Sen şimdi intihar edeceksin. Yarın bütün gazeteler "Süpermen intihar etti." diye yazacak. Çocuklar onu okuyunca ne diyecek?
4 notes · View notes
perge · 4 years
Text
Adamın biri New York, Central Park’ta yürüyüş yaparken, aniden kuduz bir köpeğinin küçük bir kız çocuğuna saldırdığını görür. Koşar ve köpekle boğuşmaya başlar. Hayli uzun bir uğraştan sonra üzeri yara bere içinde kaldığı halde köpeği öldürür.
Ama küçük kızın da hayatını kurtarmıştır.Son anda bu sahneyi gören polis nefes nefese olay yerine koşar ve adamın yanına gelir.Sarılıp teşekkür etikten sonra ‘Sen’ der ‘bir kahramansın, yarın bütün gazeteler seni yazacaklar. Ve göreceksin başlık da şöyle olacak;‘Cesur New York’lu küçük kızın hayatını kurtardı.’Adam ‘Ama ben New York’lu değilim!’ der.Polis ‘Fark etmez, bu durumda gazeteler şunu yazacaklar; ‘Cesur Amerikalı küçük kızın hayatını kurtardı.’ cevabını verir.‘Ama ben Amerikalı da değilim’ der adam artık şaşıracak.
Polis ‘Ya, o halde nerelisin?’ diye sorunca adam cevap verir;
Ben IRAKLIYIM.
Polis adama başka bir şey söylemez. Ama adam ertesi gün gazeteleri aldığında şöyle bir başlıkla karşılaşır;
‘Radikal İslamcı,
masum Amerikan köpeğini öldürdü.’
99 notes · View notes