#Atsız Mecmua
Explore tagged Tumblr posts
hasanakbal19 · 3 months ago
Text
Bütün Türk Gençliğine/Atsız Mecmua
Adalar Denizinden Altayların daha ötesine kadar bütün Türk gençliğine. I Yer bulmasın gönlünde ne ihtiras, ne haset. Sen bütün varlığına yurdumuzun malısın. Sen bir insan değilsin; ne kemiksin, ne de et; Tunçtan bir heykel gibi ebedi kalmalısın. Iztırap çek, inleme… Ses çıkarmadan aşın. Bir damlacık aksa da, bir acizdir göz yaşın; Yarı yolda ölse de en yürekten yoldaşın. Tek başına…
1 note · View note
kunyekultursanat · 3 months ago
Text
Bütün Türk Gençliğine/Atsız Mecmua
Adalar Denizinden Altayların daha ötesine kadar bütün Türk gençliğine. I Yer bulmasın gönlünde ne ihtiras, ne haset. Sen bütün varlığına yurdumuzun malısın. Sen bir insan değilsin; ne kemiksin, ne de et; Tunçtan bir heykel gibi ebedi kalmalısın. Iztırap çek, inleme… Ses çıkarmadan aşın. Bir damlacık aksa da, bir acizdir göz yaşın; Yarı yolda ölse de en yürekten yoldaşın. Tek başına…
1 note · View note
pohotocolors · 1 month ago
Text
Kara Yazı
Geçmedi yâre sözümüz,
Yollarda kaldı gözümüz,
Yere çalındı yüzümüz,
Böyleymiş kara yazımız.
Çiçekler açılmaz oldu,
Pınarlar içilmez oldu,
Yâr bize bir gülmez oldu,
Böyleymiş kara yazımız.
Bu bahtımızın işidir;
Bu her işlerin başıdır:
Yâr başkasının eşidir,
Böyleymiş kara yazımız.
Yalnız ona yâr demiştik,
Onda bir şey var demiştik,
O bizi anlar demiştik,
Böyleymiş kara yazımız.
Hey gönül gene bu gece
Kederim geceden yüce;
Gel susalım beraberce:
Böyleymiş kara yazımız...
Sabahattin Ali
15 Nisan 1932 Atsız Mecmua
Tumblr media
6 notes · View notes
turkcetarih · 7 years ago
Text
ATSIZ MECMUA - YIL: 1, SAYI: 8 - 15 ARALIK 1931 (Tarihçi) - Türkçe Tarih
ATSIZ MECMUA - YIL: 1, SAYI: 8 - 15 ARALIK 1931
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/atsiz-mecmua-yil-1-sayi-8-15-aralik-1931/
Atsız, Atsız Mecmua, H. Nihal Atsız, Nihal Atsız
5 notes · View notes
kinimizdinimizdir · 8 years ago
Quote
Çanakkale Savaşı Her yıl olduğu gibi bu yıl da bir heyet, Gülcemal vapuru ile Çanakkale”ye gitti. Sahillerden bakarak gûya şehitleri ziyaret etti. Hattâ bu yıl, garip bir tesadüfle İngiliz donanmasına mensup askerler de karaya çıkarak kendi mezarlarını ve âbidelerini ziyaret ederken bizimkiler yalnız denizden, o kahramanlık meydanına bakarak hasretli ahlar çekmekle iktifa ettiler. Edebiyat Fakültesi tarih zümresi talebesinden bir hanım, Çanakkale ziyaretinin gemi ile değil, İstanbul”dan yaya olarak yapılmasını ve bizzat harp sahasının ve şehitliklerin gezilmesini teklif ederek ortaya yepyeni bir düşünce attı. Biz yapmak istediğimiz halde bu yıl, bir çok engeller dolayısıyla, bu işi yapamadık. Fakat ey Türk gençliği, sana soruyoruz: Sen Arap Muhammed’in mezarını artık bıraktıktan sonra senin kâben Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar değil midir? Sen, kâbene, rahat bir geminin içinde cazbant dinleyerek mi, yoksa yalçın yollarda, vaktiyle Çanakkale”de Türk vatanını korumağa koşanların çektiği zahmeti çekerek, yayan mı gitmek istersin? Görüyorsun ki eller kendi şerefsizce yenilen ölülerine bile ihtiram gösteriyor,onların başına ne büyük taşlar dikiyor… Sana gelince: Senin ölüme göz kırpmadan bakan şerefli şehitlerinin hâlâ bir âbidesi yok!.. Ey Türk gençliği! Çanakkale senin vatanındır!.. 18 yıl önce orada korkunç ve nispetsiz bir boğuşma oldu. Bir tarafta her türlü vesaitle pusatlanmış soğuk kanlı İngilizler, cesur İrlandalılar, yaygaracı Fransızlar, çevik Avustralyalılar, sporcu Yeni Zelandalılar; korkunç Senegallılar, diğer tarafta da sessiz ve gösterişsiz Türkler vardı. Bu korkunç boğuşmayı harikulâde kahramanlıkları ile senin kanından olan Türkler kazandı. Fakat ne korkunç tecellidir ki 18 yıl geçtikten sonra orada yenilen düşmanların âbideleri yükseliyor… Senin vatanında düşman âbideleri… Buna nasıl tahammül ediyorsun Türk genci? Diyelim ki paran olmadığı için onlara lâyık bir taş dikemedin! Fakat yılda bir defa oraya gidecek kadar kendinde kuvvet bulamıyor musun? Türk genci! Yurdunda mekteplerin açılmasını, yolların yapılmasını, fabrika bacalarının tütmesini devletten bekliyebilirsin! Fakat büyük ölülerine hürmet merasimini yapmak icap etti mi devlet senin gerinde kalmalıdır. Her yıl muntazam bir kütle halinde İstanbuldan kalkıp yaya olarak Çanakkaleye gitsen, kanlı boğuşma sahalarını gezsen ve orada mertlik dersi alsan nasıl olur? Türk genci Çanakkale destanını hiç bir kalem bize olduğu kuvvetle anlatamaz.
Hüseyin Nihâl ATSIZ,  Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 17
0 notes
barisapaydin · 6 years ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Bugün, belkide musalla taşlarının bir daha hiçbir zaman göremeyeceği kadar büyük bir düşünce adamının ölüm yıl dönümü... Yol göstericimiz sayın Hüseyin Nihal Atsız Bey’i ölümünün 43. yılında saygı, sevgi ve özlemle anıyorum... Kutlu tini şâd olsun...
Nihal Atsız kimdir:
Türkçülük-Turancılık akımının önemli bir temsilcisi olan Hüseyin Nihal Atsız, keskin ve dolaysız yazılarıyla hafızalara kazınmıştır... Türk Tarihi’ni ve Edebiyatı’nı çok iyi bilmektedir... Özellikle Göktürkler üzerinde uzmanlaşmıştır... 34 tane kitabı ve birçok şiiri mevcuttur... Türkçülük hareketini etkileyen en önemli isimlerden biridir...
Hüseyin Nihal Atsız, 12 Ocak 1905 tarihinde İstanbul’da doğdu... Annesi Fatma Zehra Hanım, babası binbaşı Mehmet Nail Bey’dir... Ahmet Nejdet Sançar ve Fatma Nezihe Çiftçioğlu isimli iki kardeşi vardır... Fatma Zehra'nın vefatı üzerine Mehmet Nail Bey, 1931’de yeniden evlendi... Ancak 2 yıl sonra eşinden boşandı... Atsız, ilk ve ortaöğrenimini Kadıköy’de tamamladı... Daha sonra Askeri Tıbbiye’ye girdi...
Bu dönemde Türkçülük akımının etkisine girmeye başladı... Bu yüzden yaşadığı problemlerden dolayı 1925’te Askeri Tıbbiye’den atıldı... Kısa bir süre sonra Kabataş Erkek Lisesi’ne yardımcı öğretmen olarak girdi...
Daha sonra şehirlerarası vapurlarda kaptan olarak çalıştı... 1926 yılında yatılı olarak İstanbul Darülfünunu Edebiyat Bölümü’ne kayıt olan Atsız, bundan bir hafta sonra askerliğini yapmak için okula ara verdi... Üniversiteye geri döndükten sonra, bir arkadaşıyla birlikte “Anadolu’da Türklere Ait Yer İsimleri” adlı bir makale yazdı... Bu makale Türkiyat Mecmuası’nda yayınlandı... 1930 yılında mezun oldu...
Yazdığı makale, öğretmeni Mehmet Fuat Köprülü’nün dikkatini çekmişti... Bu yüzden Atsız’a bir şekilde yardımcı olmaya ve onu yanına almaya çalıştı... Atsız mezun olduktan sonra 8 yıl boyunca liselerde mecburi hizmet yapmalıydı ancak Köprülü bu mecburi hizmeti affettirdi ve onu 1931’de asistanı olarak üniversiteye aldı...
Asistanlık görevine başladıktan sonra Atsız, hocası Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi isimlerle birlikte “Atsız Mecmua” adlı Türkçülük yanlısı bir dergi çıkartmaya başladı... Ancak dergide yayınlanan “Dârülfünûn’un Kara, Daha Doğru Bir Tabirle, Yüz Kızartacak Listesi” makalesi yüzünden 1933 yılında asistanlıktan uzaklaştırıldı...
Bu tarihte Atsız, öğretmenliğe dönmeye karar verdi... Malatya’ya tayini çıktı... Burada birkaç ay Türkçe öğretmenliği yaptıktan sonra yeni tayini üzerine Edirne’ye gitti... Bu sırada “Türkçü Dergi” sıfatıyla “Orhun” isimli bir dergi çıkartmaya başladı... Bu derginin yayınına, ders kitaplarında okutulan tarihi açık ve ağır şekilde eleştirdiği için bakanlar kurulu tarafından son verildi...
Nihal Atsız 1934 yılında İstanbul’daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na atandı... Burada 4 yıl çalıştıktan sonra 1938’de görevden alındı... Öğretmenliğe 1939 yılına kadar Özel Yüce-Ülkü Lisesinde devam etti... 1939-1944 yılları arasında Boğaziçi Lisesinde görev yaptı... Bu sırada Orhun adlı dergiyi tekrar yayınlamaya başladı...
Bu yıllar İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiği ve Türkiye’de ideolojilerin çarpıştığı bir dönemdi... Atsız, Orhun Dergisi’nin bir sayısında o sırada Başbakan olan Şükrü Saracoğlu’na bir çağrı yayınladı... Pertev Naili Boratav, Sabahattin Ali gibi isimlerin Marksist bir hareket içinde olduğunu öne sürdü ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in istifa etmesini istediğini belirtti... Bu çağrı, birçok ilde Komünizm aleyhinde ufak çaplı ayaklanmaları tetikledi... Tepki uyandıran bu mektubun ardından Atsız, Boğaziçi Lisesindeki vazifesinden alındı ve Orhun Dergisi tekrar kapatıldı...
Sabahattin Ali, mektupta “vatan haini” olarak suçlanması nedeniyle Atsız’a bir hakaret davası açtı... Bunun üzerine 6 ay hapis cezasına çarptırıldı... 1944 yılında dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Nihal Atsız ve 34 arkadaşı aleyhine bir konuşma yaptı... Bunun üzerine grup yargılanmaya başladı ve Atsız 6.5 yıl hapse mahkum edildi... Fakat karar temyize gidince bu süre 1.5 yıla indirildi...
Atsız, 2 yıl kadar iş bulamadı... 1949’da bir arkadaşı Milli Eğitim Bakanı olunca onun aracılığıyla bir kütüphanede çalışmaya başladı... Bu sırada Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle Haydarpaşa Lisesi’ne atanarak burada öğretmenlik yapmaya başladı...
1952’de “Türkiye’nin Kurtuluşu” adlı konferansı üzerine bazı gazeteler Atsız’ın aleyhinde yazılar yazdı... Bunun üzerine Haydarpaşa Lisesi’ndeki görevinden alınarak tekrar kütüphaneye tayin edildi... Süleymaniye Kütüphanesi’nde emekli olduğu 1952 yılına kadar çalıştı...
Atsız, 1950 yılında “Orkun” adlı dergide yazarlık yapmaya başladı... Bununla birlikte “Ötüken” adlı dergiyi de yayınladı... Bu dergilerde yazdığı bazı makaleler, genel anlamda “Markisitlerin Doğu’daki gizli çalışmaları” diye adlandırdığı yazıları tepki topladı... Bu sırada “Ötüken”deki yazıları yüzünden Atsız ve bir arkadaşı açılan dava sonucunda 15 ay hapse mahkum edildi... Bu mahkumiyet kararının ardından çalıştığı üniversitedeki öğretmen ve öğrencileri dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ten Atsız’ın affını istedi... Bu istekleri Cumhurbaşkanı tarafından kabul edildi...
Nihal Atsız, geçirdiği kalp krizi sonucu 11 Aralık 1975 tarihinde vefat etti...
VAKTİYLE BİR ATSIZ VARMIŞ!!!
12 notes · View notes
tarik-bahadir-61 · 3 years ago
Text
Tumblr media
BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ’İ DOĞUMUNUN 104. YIL DÖNÜMÜNDE SAYGIYLA, MİNNETLE, ÖZLEMLE, ŞÜKRANLA ANIYORUZ. RUHU ŞAD, MEKANI CENNET OLSUN!
(25 Kasım 1917; Lefkoşa - 4 Nisan 1997; Ankara)
Kayseri, Pınarbaşı İlçesi’nin Yukarı Köşkerli Köyünde meskûn Avşar Obalarından Koyunoğlu ailesi 1860 yılında bir toprak meselesi yüzünden kavgaya girişince, Sultan Abdülaziz’in fermanıyla Kıbrıs’a iskân edildi. 25 Kasım 1917 tarihinde Lefkoşa’da Haydarpaşa Mahallesi Kirlizade Sokağı 13 numaralı mütevazı bir evde, Kıbrıs’a yerleşen Tuzlalı Ahmet Hamdi Bey ve eşi Fatma Zehra Hanım’ın Ali Arslan (Alparslan Türkeş) adını verdikleri oğulları dünyaya geldi. Bununla beraber o, ailenin beşinci çocuğuydu. Ali Arslan, ilköğrenimini Sarayönü İlkokulu’nda, orta öğrenimini ise yine Lefkoşa’da tamamladı. Burada, her biri birbirinden daha değerli Hüsnü Bey, Selahattin Bey, Mehmet Asim Bey, Ragıp Tüzün Bey, Turgut Bey, Osman Zeki Bey ve Faiz Kaymak gibi Türklük ve Türkçülük şuuruyla bilenmiş birer hançer olan hocalarından feyz alır. Onlar müfredatın yanı sıra, Kıbrıs Türklerinin yalnız olmadığını, hür ve müstakil Türkiye’nin yanı sıra yeryüzünde kendileri gibi bahtsız esaret altında milyonlarca Türk olduğunu da öğretirler. Öğretmenlerinden Osman Zeki Bey, Ali Arslan’ın adını “senin adın Alparslan olsun ve Sultan Alparslan’a denk bir yiğit Türk ol”, diyerek değiştirdi. Alparslan’ın doğup, yetiştiği o yıllarda Kıbrıs’ın tamamı İngiliz işgali altındadır. Türk’ün istiklâlini kaybetmesinin ne demek olduğu, O’nun ruhunun derinliklerine çocukluğundan itibaren siner. O her gece Türkiye’ye gidip asker olmayı ve gelip ata ocağını kurtarmanın düşüyle uyur, uyanır. Nihayet 1933 yılında Kıbrıs’tan ayrılmak üzere babası Ahmet Hamdi Bey’i ve annesi Fatma Zehra Hanım’ı ikna eder, aile, hür toprakların, Türk’ün Türk olduğundan utanmadığı, boynunun eğik olmadığı anavatanın, Türkiye’nin yoluna düşerler. Alparslan Türkeş, Kuleli Askerî Lisesi’ni bitirdiği 1936 yılında asteğmen rütbesiyle Ailesi İstanbul’a yerleşince ilk işi Kuleli Askeri Lisesi’ne kayıt olmak olur. 1936 yılında büyük başarı göstererek askeri liseden mezun oldu. 1 Mayıs 1936’da Kara Harp Okulu’na girdi ve 30 Ağustos 1938 tarihinde Piyade Asteğmen olarak Kara Harp Okulu’ndan mezun oldu. 1939’un Haziran ayında Isparta’ya takım subayı olarak atandı. Burada, Muzaffer Hanım ile 5 Eylül 1939’da nişanlandı ve 14 Ocak 1940’ta evlendi. Onun 14 Haziran 1974 yılında vefatından sonra, Seval Hanım ile hayatını birleştirmiştir. Toplam yedi çocuğu bulunmaktadır. 1941 Nisan ayında kıtasıyla birlikte Bandırma Bölgesine intikal etti. 30 Ağustos 1942’de üsteğmenliğe yükseldi. Çocukları Ayzıt, Umay, Selcen, Sevenbige, Yıldırım Tuğrul ve Eşi Muzaffer Hanım Bu süreçte, genç bir subay olan Alparslan Türkeş, milli varlığımıza tehdit oluşturan teşebbüslere karşılık vermeyen mevcut iktidara tavır alır. Türkeş’in, bu yıllarda Orkun ve Atsız Mecmua gibi Türkçü dergilerde Kazganoğlu, Arslan, Tekin Arslan gibi mahlaslarla yazılar yazdığı bilinmektedir. 3 Mayıs 1944’teki yürüyüşten sonra Alparslan Türkeş’in de içinde bulunduğu bazı milliyetçi aydınlar tutuklandı. “Türkçülük‐Turancılık Davası” olarak kayıtlara geçen bu davada Alparslan Türkeş 18 Haziran 1944 tarihinde Bölük Komutan Vekiliyken tutuklandı. Alparslan Türkeş 20 Ekim 1944′ kendisini “vatan hainliği” suçlamasıyla sorgulayanlara; “diğer sanıklar gibi bana da vatan hainliği suçu isnat edilmiştir. Bunu şiddetle reddederim. Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi ve vatanımı severim.” cevabını vermiştir. Türkeş, Sirkeci’deki Sansaryan Han diye bilinen Emniyet Müdürlüğü’nde işkence hücrelerine kapatılır. Konuşturulmak için tırnaklarını bile sökmek isterler. Tabutluklara atılır, işkence görür. Neticede mahkeme tarafından, 9 ay 10 gün hapis cezasına çarptırılır ve bir yıldır hücre hapsi yattığı için tahliye edilir. Kendisine verilen ceza, daha sonra Askeri Yargıtay tarafından bozuldu ve 2 numaralı mahkemede beraat etti. Dolayısıyla Türk kamuoyu tarafından ilk kez adı 3 Mayıs 1944 Türkçülük olayları vesilesiyle duyulmuştur. O, Genelkurmay Başkanlığı tarafından 1948’de açılan sınavı kazanıp askeri eğitim görmek üzere Amerika Birleşik Devletlerine gönderildi. Orada Amerikan Piyade Okulu ve Amerikan Harp Akademisi’nde öğrenim görerek bu okulları iyi derece ile bitirdi.
Mezuniyet tez konusu: “Silahlarda ve Jeopolitik Durumdaki Son Gelişmeler Dikkat Nazarında Tutularak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Hazar ve Seferde İkmalinin Noksansız Sağlanabilmesi İçin:
a) Menzil Sahası Nasıl Bir Teşkilata Tabi Tutulmalıdır? Bu Kumandanlıkların Silahlı Kuvvetler Kumandanlıkları İle Münasebetleri Nasıl Düzenlenmelidir?
b) Depolama ve Dağıtım Faaliyetleri Nasıl Cereyan Etmelidir?”
1955-1957 yıllarında Washington’da NATO Dâimî Komitesi’nde Türk Genelkurmayı’nı temsil heyetinde çalıştı. Yurda döndükten sonra, 1958 yılında Elazığ’da kurmay yarbay rütbesiyle görev yapmıştır. 1959’da Almanya’da Atom ve Nükleer Okulu’na staja yollandı. Buradaki eğitiminin ardından albaylığa yükseltildi ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı NATO şube müdürlüğüne getirildi. Bu görev süresince 27 Mayıs1960 tarihine kadar Avrupa’da muhtelif toplantılarına ve askerî manevralarına Türk Genelkurmay Başkanlığı’nı temsilen katılmıştır. Türkeş, 27 Mayıs 1960’ta Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gerçekleştirdiği askeri darbe içerisinde bulundu. 27 Mayıs 1960 sabahı darbe bildirisini radyodan duyurduktan sonra adı sıkça duyulmaya başlandı ve daha çok tanındı. Bu süre zarfında kurmay albay rütbesindeyken Milli Birlik Komitesi üyeliği ve Yurt dışına sürgüne gönderildiği tarihe kadar da Başbakanlık Müsteşarlığı görevini yürüttü. O dönem kendisinden “27 Mayıs’ın Kudretli Albayı” diye söz edilir. “Ben 27 Mayıs tecrübesini geçirdikten sonra, o kanaate vardım ki, ihtilal yoluyla bir memlekete hizmet etmek mümkün değildir. Ne kadar eksik, ne kadar aksayan tarafları olursa olsun hukuk yoluyla bir memlekete bir millete hizmet en iyi yoldur. İhtilal otoriteyi yıkar, anarşi başlar. Bu anarşiyi durdurmak, yeniden otoriteyi ve düzeni kurmak çok güç bir meseledir. Ben bunun içinde bulundum, fiilen yaşadım, Memleketin aydınlarına, vatanseverlerine tavsiyem şudur; en kötü hukuk nizamı, en iyi ihtilalden iyidir.” Milli Birlik Komitesi arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle, 13 Kasım 1960'ta Kurmay Albay Alparslan Türkeş ve "on dörtler" olarak bilinen arkadaşları Komite'nin diğer üyelerince emekliye sevk edilerek tasfiye edilirler ve zorla evlerinden alınıp yurtdışında görevlendirilmek suretiyle sürgün edilirler. O da 19 Kasım’da Türkiye'nin Hindistan Büyükelçiliği müşaviri sıfatıyla sürgüne gönderilir. Alparslan Türkeş, 815 günlük sürgün hayatından sonra, 22 Şubat 1963’te Türkiye’ye döndü. Dava arkadaşlarıyla birlikte kadro oluşturup partileşmek amacıyla “Huzur ve Yükseliş Derneği” adlı bir dernek kurdu. Kısa bir süre sonra Talat Aydemir’in giriştiği darbe teşebbüsüne karıştığı iddiası ile tutuklanır ve Mamak Askeri Cezaevinde dört ay hücre hapsinde yatar, yargılanır ve beraat eder. Alparslan Türkeş 31 Mart 1965’te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne üye oldu. CKMP 1948 yılında Mareşal Fevzi Çakmak başkanlığında kurulmuş idi. Türkeş ve arkadaşlarının CKMP’ye katılımıyla siyasette yeni bir dönemece başladı. Bu partinin Polatlı teşkilatına kaydını yaptıran Alparslan Türkeş, öncelikle Parti Müfettişliği görevine getirildi. 30-31 Temmuz 1965 tarihlerinde Ankara’da Olağanüstü Büyük Kongresini yapan CKMP’de Alparslan Türkeş Parti Genel Başkanlığına seçildi. Bununla birlikte 1965’in Ekim ayında yapılan seçimlerde CKMP, 11 milletvekili ile TBMM’de temsil edilmiş ve Alparslan Türkeş de, Ankara milletvekili olarak ilk defa 22 Ekim 1965 tarihinde meclis kürsüsünde yemin etmişti. Alparslan Türkeş 1966 yılında CKMP tarafından Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmiştir.
1967 yılında yapılan CKMP Kongresi’nde “Toplumcu Milliyetçi”, ‘’Dokuz Işık Doktrini’’ resmen benimsendi:
Bu kongrede yaptığı konuşmasında, Dokuz Işık Doktrini’ni şöyle açıklar: Milliyetçilik ilkesi, Türk milletine bağlılık, sevgi ve Türk devletine sadakat ve hizmettir. Ülkücülük; Türk milletini en ileri, en medeni, en kuvvetli varlık haline getirme idealidir. Ahlakçılık; Türk milletinin ruhuna, geleneklerine uygun davranıp, yüksek varlığını korumayı hedefleyen esaslara dayanır. İlimcilik; girişilecek her faaliyette ilimi rehber edinerek, ilim mantalitesini kullanmaktır. Toplumculuk; her faaliyette toplumsal faydayı gözeterek, devlet kontrolünde ekonomik düzeni ve sosyal adaleti, güvenliği hâkim hale getirmektir. Köycülük; köyleri tarım kenti haline getirerek birleştirmeyi ve kooperatifleşmeyi sağlamaktır. Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik; bütün hürriyetlerin sağlanmasını, insanların şahsiyet olarak geliştirilmesinin kabul eden bir ilkedir. Gelişmecilik; milli benlikten kopmadan daima daha iyiyi istemek, yükselmek ve ilerlemek gayesi olarak anlamak gerektiğini belirtir. Endüstri ve Teknikçilik; kalkınma için öncelikli hedefin sanayi ve teknolojide çağın en üstün seviyesine ulaşmaktır. Dokuz Işık doktrini, MHP’nin lider‐ teşkilat‐ doktrin ilkeleriyle özdeşleşip yayılır. Adana’da 8‐ 9 Şubat 1969 tarihlerinde toplanan CKMP Olağanüstü Kongresi’nde partinin adı MHP ve sembolü de üç hilal olarak değiştirildi. Böylece 1969 yılından itibaren de MHP’nin Programının temelini oluşturan “9 Işık Doktirini” zamanla geliştirildi. Başbuğ Türkeş, 1975-1977 ve 1977-1978 yılları arasında koalisyon ortağı olarak Süleyman Demirel’in kurmuş olduğu I. ve II. Milliyetçi Cephe Hükümetleri’nde devlet bakanı ve başbakan yardımcısı olarak görev aldı. TBMM’nin 16. döneminde 12 Eylül 1980’e kadar, 5. Demirel Hükümeti’nde devlet bakanı ve başbakan yardımcısı olarak görev aldı ve beş bakanla bu hükümette bulundu. O,1975 yılında devlet bakanı ve başbakan yardımcısı iken bazı CHP milletvekilleri onun “Başbuğ” lakabı ile ilgili ve de şahsına yönelik saldırılarda bulunmuş, Türkeş’te 09.04.1975 tarihli genel kurul konuşmasında onlara şu güzel cevabı vermiştir: “Muhterem arkadaşlarım, ben hiçbir zaman kendime Başbuğ dedirtmedim; denmesini de kimseden istemedim ama aziz milletimiz bana Başbuğ ismini münasip görmüş. Bu bizim seçimimizle olmuyor, milletin seçimiyle oluyor.(..) Ben milletimin iradesine hürmetkârım. Muhterem arkadaşlarım, birçok zaman komünistlerin zavallı zihniyetle bize sürmeye çalıştıkları çirkin bir yakıştırmayı bu kürsüye getirdi. O da şu: Hitler Avusturya’da doğmuş, Almanya’yı kurtarmaya kalkmış, ama Almanya’nın başını belaya sokmuş. Türkeş de Hitlermiş! Kıbrıs’ta doğmuş Türkiye’yi kurtarmaya kalkmış! Arkadaşlar Büyük Atatürk de Selanik’te doğdu, Türkiye’yi kurtardı. Bu zihniyetten vazgeçin. Kıbrıs’ta doğmak bir suç değildir. Ben Türk Milliyetçisiyim. Ben ne Hitler’i, ne Mussolini’yi ne Mao’yu, ne Lenin’i taklit etmem, taklit etmeyi şerefsizlik sayarım. İftiracılara ihtar ediyorum: Biz bunların zıddıyız. Biz kendi tarihimizin yetiştirdiği büyük adamları beğeniriz, onları taklide yöneliriz, yabancıları değil.” Başbuğ Alpaslan Türkeş, bu yıllarda toplanan gençlere verdiği seminerlerle onları komünizm konusunda aydınlatmaya çalışmıştır. Kısa zamanda çoğalan gençler örgütlenmeye başlamışlardı. Böylece Doktriner Türk Milliyetçiliği safhası başlamıştır. Türk Milliyetçileri Dokuz Işık, yani dokuz prensip etrafında toplanır. Bu gelişmelerden rahatsız olan Türklük ve Türkçülük düşmanları özellikle de Komünist örgütler kendilerine okulda, fabrikada, köyde, kentte, dağda her yerde ama her yerde karşı çıkıp mücadele eden Ülkücü Hareket’e karşı savaş ilan ettiler. 12 Eylül 1980’e kadar 5000 Ülkücü şehit edildi. Alparslan Türkeş birçoğunu bizzat kendisinin yetiştirdiği binlerce Ülküdaşının komünist çetelerce katledildiğini gördü. Kan ağlayan bir yürekle her şeye rağmen kaybetmediği soğukkanlılığıyla bir iç savaşı önlediği ızdırap dolu yıllar yaşadı. 12 Eylül sabahı ve tankın namlusu MHP Genel Merkezi’ne çevrildi. Pusudakiler yeterince olgunlaşan şartların neticesi 12 Eylül 1980 sabahı askeri darbelerini yapınca, Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetimine el koyd
0 notes
eserozetlerim · 4 years ago
Text
Ruh Adam Roman Özeti | Hüseyin Nihal Atsız
New Post has been published on https://eserozetleri.com/ruh-adam-roman-ozeti-huseyin-nihal-atsiz/
Ruh Adam Roman Özeti | Hüseyin Nihal Atsız
Tumblr media
Ruh Adam Roman Özeti | Hüseyin Nihal Atsız
(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push();
YAZAR: HÜSEYİN NİHAL ATSIZ
TÜRÜ: ROMAN
SAYFA SAYISI: 248
KONUSU: Ruh Adam isimli roman, geçmişte Mete’nin ordusunda subaylık yapmakta olan Burkay isimli bir Yüzbaşı’nın, günümüzdeki Selim Pusat kimliğine bürünerek karşımıza çıkmasını ele almaktadır. Selim Pusat Padişaha bağlılık yemini etmiş olan bir subaydır ve Cumhuriyet’in kurulmasının ardından, Padişaha olan bağlılığı nedeniyle ordudan atılmıştır. Geçmiş yaşamında da benzer acılar çeken Selim Pusat (yani Yüzbaşı Burkay), şuan da hala aşk ıstırabı çekmektedir.
ANA FİKİR: Ruh Adam isimli kitap, irdelemekte olduğu bütün sosyal, siyasal ve bunun yanı sıra metafizik, felsefi meselelere rağmen, temelinde bir aşk romanıdır. Roman başından sonuna kadar, kişinin; nedenine bir türlü vakıf olamadığı ve önüne geçmeyi de bir türlü başaramadığı aşk duygusu karşısında bulunduğu güçsüzlü ve çaresizliği irdelemektedir. Bunun yanında, kader ve insan ilişkilerini de ciddi anlamda sorgulamaktadır.
KİME HİTAP EDİYOR: Diğer romanlar ile kıyaslandığı zaman aslında konu bakımından oldukça farklı bir roman olduğunu söyleyebileceğimiz Ruh Adam, edebiyatı ve kitabı seven herkesin etkileneceği, başarılı bir yapıt.
RUH ADAM ROMAN ÖZETİ
ÖZETİ: Selim Pusat karısı Ayşe’nin anlatmakta olduğu bir Uygur hikâyesini dinlemektedir. Ayşe’nin anlattığı bu hikâye, bahar aylarından birinde Kamlançuda isimli bir ülkede geçmektedir. Burkay isminde bir Yüzbaşı, bir kız ile karşılaşmıştır ve ismi Açığma-Kün olan bu genç kıza ilk görüşte âşık olmuştur.  Kız hiçbir şey söylemeden yalnızca ona bakmaktadır. Yüzbaşı Burkay ona sorular sordukça kız da ona ilk önce gülümsemeye başlar ve en sonunda yavaş yavaş sorduğu sorulara cevap verir. Ancak bu aşk öylesine bir aşktır ki, Yüzbaşı Burkay evdeşini bu aşka kurban etmeyi tercih etmiştir. Yüzbaşı Burkay, karısının üzerine bir başkasına aşık olduğu ve onu tercih ettiği için, yüzyıllar boyu ıstırap çekmeye mahkum olmuş bir adama dönüşmüştür.
İçki içmekte olan Selim Pusat ile karısı Ayşe bu Uygur hikayesinin ve hikayenin tercümesi üzerine sohbet etmeye başlamışlardır. Bahsi geçen bu metin, dini bir metin değildir; ahlaki bir amaç taşıyan bir metindir ve Uygur dilinden ilk olarak Almanca’ya çevrilmiş ardından Almanca’dan da günümüz Türkçe’sine kazandırılmış bir metindir.
Selim Pusat, bundan üç yıl önce Padişah’a bağlılık yemini etmiştir ve ardından da Harp akademisine girmişti. Arkadaşı Şeref ile birlikte bunu inkar etmeyerek, arkasında durdukları için rütbeleri alınmıştır ve arkasından da itaatsizlik suçundan dolayı her ikisi de ikişer yıl hapis çarptırılmışlardır. Hapisten çıkmalarının ardından ise Şeref intihar etmiştir.
(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push();
Askeri görevden ayrılmasının ardından, Selim Pusat hayata dair olan bütün ilgisini kaybetmiştir. Eşi Ayşe ise Selim Pusat’ın bu halinden büyük bir kaygı duymakta ve onu yeniden hayata bağlayacak çareler aramaktadır. Ancak Selim Pusat, ona hayatı tekrar sevdirmenin çabası içerisinde olan karısı Ayşe’ye karşı fazlasıyla sinirlidir ve alaycı tavırlar içerisine girmiştir. Fakat Ayşe her zaman sessizliğini korumakta ve eşi Selim Pusat’ı sakinleştirmek için çaba harcamaktadır.
İlk olarak Ayşe geçmiş günlerine yeniden dönmüştür. Ayşe, bundan üç yıl önce bırakmış olduğu edebiyat öğretmenliğine yeniden başlamıştır. Yeni görev yerinde de Güntülü, Aydolu ve Nurhan isminde birbirinden başarılı üç tane öğrencisi vardır ve Ayşe onlara çok değer vermekte, en çok onlar ile ilgilenmektedir.
Selim Pusat ise bazen akşamları çamlı korusunda bir gezinti yapmaya çıkmaktadır. Çamlı korusunda gezindiği sıralarda ise bazı sesler duyar; şiir okuyan bir kadının sesidir bu duyduğu. Leyla isminde bir tarih öğretmeni ile tanışmıştır. Bu kadın, karısı Ayşe’nin eski öğrencilerinden bir tanesi olduğunu ve kendisini de daha öncesinden tanıdığını söylemiştir. Leyla ismindeki bu kadın peşinde birinin olduğunu söyleyerek Selim Pusat’ tan yardım talep etmiştir. Pusat ise o günün akşamında Leyla’yı evine bırakarak, kendi evine dönmüştür ancak ertesi gün yine koruda karşılaşmışlardır.
Pusat ve Leyla tarih üzerine konuşup tartıştıkları esnada Leyla’yı takip etmekte olan kişiyi de sonunda görmüşlerdir.  Selim Pusat bu adamla da tanışır. Bu adam,  kambur bir cücedir ve isminin “ Yek “ olarak tanıtmıştır. Yek ismindeki bu cüce, Selim Pusat ile ilgili olan her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmektedir. Yek Selim’e, Leyla’nın Osmanlı tahtının bir varisi olduğunu ve kendisinin de onu tahta çıkarabilmek amacıyla peşinde olduğunu, bunun için çabaladığını anlatır.
Ancak Selim’in çamlı korusunda yapmakta olduğu gezintler eşi Ayşe’yi günden güne tedirgin etmeye başlar.  Ayşe, Selim’in keyfini yerine getirmek ve onu hayata bağlamak için, değer verdiği üç öğrencisini arada bir evine getirmeye başlamıştır. Ancak Selim Pusat, Leyla’nın Güntülü ismindeki öğrencisinin garip bir şekilde etkisi altına girmeye başlamıştır.
Bu sırada da, Selim bir telgraf alıştır ve almış olduğu bu telgrafta Leyla’nın asıl isminin hanzade olduğu ve gerçekten bir sultan olduğu yazmaktadır. Telgraf cüce Yek tarafından Selim’e gönderilmiştir. Selim ertesi gün yeniden, Leyla’yı bulmak amacıyla gitmiş olduğu Çamlı Koru’da, eski bir arkadaşı olan Tahsin ile karşılaşmıştır. Ardından Tahsin, onun için Neşriyat şubesinde bir iş ayarlamış ve Selim de artık orada çalışmaya başlamıştır. Fakat Neşriyat şubesinde bulunan diğer çalışanlardan hiç hoşlanmamaktadır. Bilhassa Yek’ e benzediğinden dolayı Osman Fişer ismindeki çalışanla da arası bozulmuştur. Bu şubede çalışmakta olan kişiler tasavvufa da oldukça meraklı olan insanlardır. Selim Pusat bu sebeple de onlardan uzak durmaya çalışıyordur.
Ancak Selim Pusat tasavvuf hakkında bir şeyleri yavaş yavaş merak etmeye başlar. Eşi Ayşe ile birlikte tasavvuf üzerine sohbet etmeye, onunla fikir alışverişi yapmaya başlar. Bir bayram gününde karı-koca önce Huzur çay hanesine gitmiş ardından da Çamlı Koru’ya gezintiye çıkmışlardır. Bu sırada ise yanlarında Gültülü, Aydolu, Nurhan ve bir de bir tarih öğretmeni vardır. Gezintileri sırasında Güntülü Selim Pusat’a, aslında kendisinin yaklaşık olarak 2000 yıldır yaşamakta olduğunu söyler. O bunları Pusat’a anlatırken, Pusat da Çamlı koru’da gezintiye çıktığı gün duymuş olduğu şiir okuyan kadın sesinin Güntülü’ye ait olduğunun farkına varır.
Bu işin en ilginç tarafı ise, Güntülü’nün Pusat’a anlattığı ilginç öyküdür; bu öyküye göre ise Güntülü ve Pusat bundan 2000 sene önce birlikte yaşıyorlarmış. Geçmiş yaşamlarında Güntülü ve Pusat birbirlerine aşık olan iki nişanlılarmış. Pusat, o zamanlar Mete’nin ordusunda bir yüzbaşıymış. O zamanlarda ise askerlerin nişanlılarına ok atmaları gereken bir sınav varmış ancak Pusat bu sınav esnasında Güntülü’ye ok atamadığından dolayı idama mahkum edilmiş.
Pusat, bu olayın ertesi günü Çamlı koru’da yeniden Leyla ile karşılaşmıştır. Leyla ona kendisinin gerçekten de bir sultan olduğunu ve Osmanlı soyundan geldiğini söyler. Fakat Yek ismindeki cüce hakkında hala şüpheleri olduğunu anlatır.
Pusat ise artık durmadan Güntülü’yü düşünmeye başlar, Mete’nin ordusunda olduğu o zamanları, önceki yaşamını da hatırlayamadığından dolayı çok büyük bir ıstırap içine girmiştir. Ayrıca bunun üzerine Yek de kendisinin eski bir asker olduğunu Pusat’a söylemiştir.
Selimin son günlerde içerisinde bulunduğu durum, eşi Ayşe’nin eve bir doktor getirtmesine sebep olmuştur. Doktor ise bu rahatsızlığın aşk ile alakalı olabileceği yorumunda bulunur. Selim ise zaten çoktan Güntülü’ye aşık olduğunu anlamıştır. Üstüne üstlük doktor kimliği ile eve gelen ve Pusat ile ilgilenen kişinin de Yek olduğunu düşünmektedir.
Okulun mezuniyet günü de gelip çatmıştır. Aydolu ve Güntülü’nün mezuniyet törenine Selim de davet edilmiştir ve Selim’in Güntülü’ye duyduğu aşk bu gece çok daha bariz bir şekilde kendisini göstermiş, eşi Ayşe bu alakanın farkına varmıştır.
Selim ise Yek ile ilgili sorularına cevap bulmak amacıyla yeniden Leyla ile buluşur. Çünkü Yek, Doktor Selim Key ve Osman Fişer kimlikleri ile de onun karşısına sürekli olarak çıkmaktadır. Fakat bu buluşma esnasında Leyla’nın kendisine aşık olduğunun farkına varır.
Hem aklı hem de gönlü arasında kalmış olan Selim’in iç çatışması gittikçe daha da kuvvetlenmekte ve kötüye gitmektedir. Ayşe de artık kocasından ümidini kesmiş bir hale gelmiştir; çünkü Pusat, hem ölmüş arkadaşı Şeref hem de Güntülü’nün hayaletleri ile konuşmaya başlamıştır artık.
Gerçek ve düş arasında kendini kaybetmeye ve bocalamaya başlayan Pusat, kendi hayalinde de bir takım vicdani mahkemeler kurmaya başlamıştır artık. Selim’in Güntülü’ye duyduğu aşkı gün geçtikçe büyümekte, Selim de bu hislerinden kurtulabilmek için kendisini tamamen içkiye vurmaktadır. Artık yaşadıkları evde Ayşe ile tamamen yabancı gibi olmuşlardır.
Selim Pusat aslında, Yüzbaşı Burkay’ın ıstırap çekmeye mahkum olan ruhunun bir devamıdır…
YAZAR HAKKINDA BİLGİ: 12 Ocak 1905 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelen Hüseyin Nihal Atsız, İstanbul Sultanisi’ni bitirmiştir. Sanatçı bir süre Askeri Tıbbiye Okulu’na devam etmiştir. 1930 yılında ise Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirerek mezun olmuştur. 1931 yılında “Atsız Mecmua”yı yayınlamaya başlar. Köycü bir yaklaşımdan zaman geçtikçe Türkçü bir yaklaşıma yönelmiş olan bu dergide yazdığı bazı makaleleri sebebiyle üniversiteden uzaklaştırılır. Ve sanatçı, öğretmenliğe başlar. 2.Dünya Savaşı esnasında giderek güçlenmekte olan “Turancı” akımının içerisinde yer alır ve önemli bir yere sahip olur. 1944 senesinde görülmüş olan bir “Irkçılık-Turancılık” davasında tutuklanır. 1945’te ise serbest bırakılması kararı alınır. Sanatçı, 11 Aralık 1975 senesinde İstanbul’da yaşamını yitirir.
[kkstarratings force="false" valign="bottom" align="center"]
(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push(); (adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push();
1 note · View note
vaktiylebiratsiz · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 9
3K notes · View notes
dileksahin82 · 8 years ago
Photo
Tumblr media
Yeşil Mürekkep Kitap Yorumum; Osman Balcıgil’in kaleme aldığı Yeşil Mürekkep geçtiğimiz yılın kasım ayında okuyucuyla buluştu, çoktandır bir çok yerde karşıma çıkan bu kitapla yenil yıl akşamı bir sürpriz vasıtasıyla tanışmış olmaktan ziyadesiyle memnun olmuştum. Bir Sabahattin Ali hayranı olarak bütün kitaplarını okumuş lakin hakkında pek bir fazla bir bilgiye sahip olmamaktan mütevellit hayli müteessirdim, lakin bu kitabın elime ulaşması bu durumu lehime çevirmek için güzel bir imkan sağlamıştı. Elimde ki kitabı bitirdikten sonra okuma listeme bir göz atıp bu kitaba protokolden bir yer ayırmak farz olmuştu.. Ve yeni yılın ikinci günü başladım okumaya, ilk 3 sayfa ölüme giden Sabahattin’in son anlarından bahsediyordu ki içim ezilerek zorlanarak okuyordum, acaba böylemi sürecek sondan başa doğrumu gidecek anlatmaya derken o kısmın bir nevi tanıtım amaçlı olduğunu fark ettim. Bu kısmın benim gibi heyecanlı bir okur için ilk sayfalarda olması gerçekten gerekli miydi onu kestiremiyorum.. Derken Sabahattin Ali birden 19 yaşına toy bir delikanlı olduğu zamanlara döndü yazarın anlatımıyla, hikaye tam olarak da buradan başlıyordu işte Almanca sınavını kazanmış ve Almanya’da dil eğitimi almak için hak kazanmış sayılı kişilerden biriydi ve ilk kez vatan toprağından uzak bir coğrafyaya gidiyordu Sabahattin üstelik en sevdiği işi yapmaya, yani hem Almanca öğrenecek hem de Alman edebiyatını enine boyuna araştıracaktı.. Öyle akıcı bir dil kullanmıştı ki yazar sayfalar peşi peşine su misali akıyor bölümler kısa metrajlı bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu. Sanki o kalemine hayran olduğum adam karşımda canlanmış bir kendini anlatan bir filmin için başrol oynuyordu. Bu akıcı anlatım sayesinde kitaba olan bağınız okumadığınız zamanlarda bile sürüyor diyebilirim, nerden mi biliyorum? Biliyorum çünkü kitap bitene kadar her gün rüyamda kitabın bir bölümü sahneleniyordu.. Kimler yoktu ki kitapta, çok yakından tanıdığımız isimlerin Sabahattin Ali’nin hayatında ki yerleri önemleri üstüne basılarak vurgulanıyordu, kişileri ve olayları bilmeyenler için de sayfanın alt kısmında detaylı bir açıklama kısmı yer alıyor bence bu da hayli güzel düşünülmüş bir incelik olmuş okuyucu açısından.. Yazmaya ilk nasıl başladığı, kimleri kendine rol model aldığı, kimler tarafından desteklenip, kimler tarafından yerildiği açıkça belirtilmiş. Mesela benim en çok ilgilendiğim kısımlardan biri Nazım’la ilk tanışma anlarıydı, Nazım Resimli Ay dergisinde yazıyordu o ara ve şiirleri bütün meclislerde okunuyordu kendini o kadar sevdirmişti ki neredeyse herkesin dilinde Nazım’ın şiirlerinden bir mısra dolaşıyordu, aralarında beş yaş vardı Sabahattin ile, derken uzun uğraşlar sonunda kendini Resimli Ay dergisinin yazarları arasına katmayı başaran Sabahattin, Nazım ile bir sohbet esnasında samimiyeti ilerlettiğini düşündüğü bir an da sorar bir şiirinde geçen ‘Si-Ya-U’nun hikayesini anlatır Nazım hayli dramatik bir öyküsü vardır onun için bu şiirin ve şöyle söyler Sabahattin’e; “ Hep yapmaya çalıştığım gibi, bildiğimiz şiiri aşan bir şey olsun istedim. Oldu mu olmadı mı bilmem. Bildiğim bir şey varsa, o da sanatta, şiirde güzellik kendi başına bir anlam taşımaz. Bir manası olmalı güzelliğin..” En çok şaşırdığım bölümlerden biri de Hüseyin Nihal Atsız’la olan dostluğudur. Almanya’ya giderken çok sevdiği dostu Pertev’le birlikte Atsız’da vardı onu uğurlayanlar arasında, sonrasın da dünya görüşleri farklılaşmış olsa da Atsız’ın çıkardığı Atsız Mecmua içinde şiirler yazmış ve uzun bir süre dost olarak kalabilmeyi başarmışlardır. Lakin sonraları iki zıt kutup kadar birbirlerine ters düşmüş, dostlukları zedelenmiş ve hayatlarında ciddi anlamda olumsuz etkiler yaratmışlardır.. Aşk’a aşık bir adammış Sabahattin neredeyse aşık olmadığı bir an yok hayatında. Belki de kaleminin gücü buradan geliyordur diye düşünmeden edemedim doğrusu. Ve yazmaya onu yüreklendiren birinci isim ise Nazım olmuş meğer, mektupların da sık sık yüreklendirmiş onu bu konuda, ve hatta bir mektubun da diyor ki; “Romanını nasıl sabırsızlıkla ve ne büyük güvençle beklediğimi tasavvur edemezsin. Bak net konuşuyorum: Hikaye ve romanda bugün sen varsın, senden sonra Kemal Tahir var, sonra Orhan Kemal var, Suat Derviş var..” Manevi ağabeyi olarak görüyordu Nazım’ı ve her söylediği çok kıymetliydi bu yüzden de ihmal etmeksizin dinliyordu nasihatlerini.. Kitaplara hayli düşkün olduğunu biliyordum lakin edebiyatı bu kadar sindire sindire hazmettiğini yazar Osman Balcıgil öyle güzel anlatıyor ki, okuduğu kitaplara varana kadar bilgi sahibi oluyorsunuz ve meraklısı olanlar benim gibi minik notlarda alıyordur muhtemelen. O çok sevdiğimiz benimsediğimiz romanlarına ilk başladığı anlar, yazılırken, basılırken yaşadığı heyecanlar, zorluklar hepsi o kadar gerçek ki bir an ne yapsam da ona yardımım olsa diye düşünüyorsunuz.. Velhasıl, edebiyatımızın mihenk taşlarından kabul edilen, eserleri hala en çok satanlar listesinden düşmeyen, çok erken yaşta hain bir pusuyla kaybettiğimiz Sabahattin Ali hakkında öğrenmek istediğiniz ne kadar detay varsa roman tadında bu kitabı okumanızı katiyetle tavsiye ederim. Öyle güzel bir üslupla anlatılmış ki hiç sıkılmıyor aksine elinizden bir an olsun düşüremiyorsunuz. Bana kalırsa onu anlatan kitaplar arasında en çok sevdiğim kitap olma unvanını koruyacağı su götürmez bir gerçek. Ve mektuplar.. Aşık olduğu kadınlara, dostlarına, Nazım’a, Aliye’sine, Filiz’ine yazdığı çoğu şiirlerle bezeli binlerce mektup hepsi de onun yeşil mürekkepli dolma kaleminden yazılmış. Bir tanesini dahi görebilmek, dokunabilmek ve o an ki hissiyatını yakalamayı öyle çok isterdim ki. Neyse ki bunlar da zaman içerisinde kitaplaştırılmış ve bir çoğu biz okuyucularla paylaşılmış. Kitapta da bir çoğunun bahsi geçiyor ve o anlarda kendinizi gerçekten o zamanlara aitmiş gibi hissetmeniz çok olası bir ihtimal.. Uzun zamandır okuduğum kitapların arasında kendime en yakın hissettiğim ve hayranı olduğum yazarı bu denli detaylı ve güzel bir uslüpla anlatmasından mütevellit beğeni listemin en üstlerinde yerini çoktan aldı. Ve ona hayran olmakla ne doğru bir iş yaptığımın bir kez daha altını çizmeme yardımcı olduğu için de ayrıca bir teşekkürü de hak etti. Eğer sizler de benim gibi bir Sabahattin Ali hayranı iseniz kesinlikle okumanızı, onu en ince ayrıntısına kadar tanımanızı ve o dönemde kitapta adları geçen ünlü edebiyat camiası hakkında fikir sahibi olmanızı zaruretle tavsiye ederim.. Şimdiden keyifli okumalar dilerim, bir sonra ki yorum da görüşmek dile��iyle.. ✋🤓📚 Dilek ŞAHİN Osman Balcıgil Destek Yayınları
17 notes · View notes
turkcetarih · 7 years ago
Text
ATSIZ MECMUA - YIL: 1, SAYI: 7 - 15 KASIM 1931 (Tarihçi) - Türkçe Tarih
ATSIZ MECMUA - YIL: 1, SAYI: 7 - 15 KASIM 1931
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/atsiz-mecmua-yil-1-sayi-7-15-kasim-1931/
Atsız, Atsız Mecmua, H. Nihal Atsız, Nihal Atsız
5 notes · View notes
turkcetarih · 7 years ago
Text
ATSIZ MECMUA - YIL: 1, SAYI: 6 - 15 EKİM 1931 (Tarihçi) - Türkçe Tarih
ATSIZ MECMUA - YIL: 1, SAYI: 6 - 15 EKİM 1931
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/atsiz-mecmua-yil-1-sayi-6-15-ekim-1931/
Atsız, Atsız Mecmua, H. Nihal Atsız, Nihal Atsız
6 notes · View notes
turkcetarih · 7 years ago
Text
ATSIZ MECMUA - YIL: 1, SAYI: 4 - 15 AĞUSTOS 1931 (Tarihçi) - Türkçe Tarih
ATSIZ MECMUA - YIL: 1, SAYI: 4 - 15 AĞUSTOS 1931
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/atsiz-mecmua-yil-1-sayi-4-15-agustos-1931/
Atsız, Atsız Mecmua, H. Nihal Atsız, Nihal Atsız
4 notes · View notes
turkcetarih · 7 years ago
Text
ATSIZ MECMUA - YIL: 1, SAYI: 5 - 15 EYLÜL 1931 (Tarihçi) - Türkçe Tarih
ATSIZ MECMUA - YIL: 1, SAYI: 5 - 15 EYLÜL 1931
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/atsiz-mecmua-yil-1-sayi-5-15-eylul-1931/
Atsız, Atsız Mecmua, H. Nihal Atsız, Nihal Atsız
3 notes · View notes
turkcetarih · 7 years ago
Text
ATSIZ MECMUA - YIL: 1, SAYI: 3 - 15 TEMMUZ 1931 (Tarihçi) - Türkçe Tarih
ATSIZ MECMUA - YIL: 1, SAYI: 3 - 15 TEMMUZ 1931
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/atsiz-mecmua-yil-1-sayi-3-15-temmuz-1931/
Atsız, Atsız Mecmua, H. Nihal Atsız, Nihal Atsız
4 notes · View notes
turkcetarih · 7 years ago
Text
ATSIZ MECMUA - YIL: 1, SAYI: 2 - 15 HAZİRAN 1931 (Bilinmeyen Türk Tarihi) - Türkçe Tarih
ATSIZ MECMUA - YIL: 1, SAYI: 2 - 15 HAZİRAN 1931
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/atsiz-mecmua-yil-1-sayi-2-15-haziran-1931/
Atsız, Atsız Mecmua, H. Nihal Atsız, Nihal Atsız, Türkçülük
3 notes · View notes