#Ali Biçim
Explore tagged Tumblr posts
Text
Ali biçim podcast'i eşliğinde dijital çizim keyfs🤠🫶🏼
#İzmirinefendisinincizimblogu#postlarım#tumblr#artists on tumblr#graffiti#resim#art#turkey#graffitiart#graffitiporn#sketch
11 notes
·
View notes
Text
ZIBRAMKE IVJJJJ ALİ BİÇİ ŞOV BU NE BİÇİM HİKAYE ALİ PİÇİM
3 notes
·
View notes
Text
Ali Biçim just pide dinlemek bana iyi geldi yaralarımı sardı hayır sadece ramazanda dinlemiyorum
4 notes
·
View notes
Text
Ayla, uyurken yanına birinin süzüldüğünü hissetti usulca. Bu Kenan olamazdı, Kenan'la nice zamandır görüşmüyordu. "Cemre?" dedi.
Cemre, elbisesini çıkarmadan öylece sarıldı annesine. "Anne, bu gece seninle yatabilir miyim?"
Ayla şaşırsa da, "Tabii bebeğim," dedi. Ve ondan sonra uykusuna geri döndü, ama bu kez de kızının hıçkırıkları neden oldu uyanmasına.
"Cemre, n'oluyor sana?" diye sordu.
"Anne..." dedi Cemre. "Ben çok pişmanım... neden Ali'yi daha evvel fark etmedim? Ali'yi daha evvel tanımış olsaydım, bütün bunlar yaşanmazdı..."
"Cemreciğim sence de bu... çok saçma bir soru değil mi? Ben de, babandan evvel Kenan'ı fark etseydim diye mi s��zlanmalıyım yani? O zaman sen doğmayacaktın bebeğim, bütün yaşananlardan pişman olmamız değil, ders çıkarmamız gerekmez mi...?"
"Evet ama... ya düzeltilemeyecek yanlışlar yapıldıysa? Ya hiçbir telafisi olmayan hatalar... günahlar işlendiyse?"
"Bunları yarın konuşalım mı?" Ayla, kızını dinlemeyi çok istiyordu ama, son zamanlarda bilinmeyen bir nedenden uykuları ağırlaşmaya başlamıştı... Cemre'yi, düşüncelerinde geçmişi hatırlamaya bıraktı.
Cemre, bundan altı ay kadar öncesini anımsıyordu. Berk'in kendisini aldattığını anlayıp, gönlünün Vefa'ya kaymaya başladığı zamanları... Berk ve Hazal'dan intikam almayı kafasına koymuştu evet, ama bu, Vefa'nın Instagram profiline bakmayacağı anlamına gelmezdi. Cemre o gün, Instagram gönderilerinde fark etmişti Ali'yi, ama bakmakla görmek arasında çok fark vardı... Zeyno'yla çok samimi olduğu fotoğraflardı bunlar. O zamanlar, ikisi de bir kafede çalışıyorlardı yarı-zamanlı. Cemre, bu kafeyi biliyordu ama, Ali'nin Berk'in radarına girdiğini ancak Berk kolejlileri o kafeye götürdüğünde anladı.
Ege'yle Çağrı da; Berk'in davetini duyduklarında, Berk'in bu varoş kafesinde ne işi olabileceğini sorgulamaksızın teklifine evet dediler. Berk'in iki dudağından çıkan her heceye emir gözüyle bakmak, ve onu ikiletmemek lazımdı. Bahçesine adımını attıkları kafeye Berk'le sevgilisinden evvel gelmiş olmaları şaşırtıcı değildi, Berk daima insanları bekleten türden bir arkadaştı; ama bunun için Cemre'yi suçluyordu.
"Cemrecim, o kadar makyaj yapmana gerek yoktu, ben doğal halinle daha çok beğeniyorum seni..." diyen Berk'in sesi üzerine masadan kalktılar, Berkleri karşıladılar. Berk, Ali'nin hafta sonları çalıştığından emindi, ama belki de öğleden sonra gelecekti. Kimse onu beklemekten ve ona gününü göstermekten alıkoyamazdı Berk'i. Tam altı ay evvel, Berk şimdikinden de intikamcı birisi idi... Tam ortadaki sandalyeye oturarak menüyü eline aldı.
Berk, aslında kasa tarafında esmer bir kafa fark etmişti. "Sipariş vermeden evvel beni beklemeniz artı puan doğrusu, Ege'yle Çağrı, Çağrı'yla Ege..." Yirmi beş yaşlarında gösteren garsona ise, "Siparişimizi kasadaki beye vereceğiz," oldu bütün dediği. Çağrı'yla Ege, ister istemez kendisinden aşağı-yukarı on yaş büyük bir insanla konuşma şeklini yadırgadılar.
"Ali'yi çağırırım," dedi. "Ama asıl görevi kasada durmaktır."
Berk, "Bu bahşişi çok konuştuğun için değil, dediğimi harfiyen uygulayacağın için veriyorum," dedi.
Garson zoraki sırıttı çünkü ne zamandır böylesi gelmiyordu kafesine. "Ali'yi göndersem elime mi yapışır canım," diye içinden geçirdi. "Yolunmak isteyen tavuğu yolmayayım da ne yapayım?"
Ali, hayretle garsonu takip etti. "Bir sorun mu var," diyerek gayet kibar olmaya çalıştı, tam altı aydır görmediği Berklere.
"Sorun sensin," diye eğlence malzemesi çıkardı Berk. "Mesai saatinde karşıma üniformasız çıkmaya utanmıyor musun?"
"Genelde kasada durduğum için misafirlerimizin pek dikkatini çekmem, siparişini arkadaşıma vermemen şart mıydı?"
"Bu ne biçim bir üslup böyle," diye konuştu Berk. "Bu garsonlara bahşişi bol tuttukça şımarıyorlar."
"Harçlığımı çıkarmak ve annemin omuzlarına yük olmamak için böyle bir kafede çalışmak zorunda olan ben miyim şımarık olan; yoksa insanlara buyurmayı, üstelik onların işleriyle alay etmeyi vazife edinen sen misin?"
"Patronunu çağır!"
"Patronum şu anda meşgul, ben nasıl yardımcı olabilirim?" diye araya girdi Ali'nin iş arkadaşı, Berk yakasındaki isme ancak dikkat etmişti: Bilal. "Kendisi yenidir, lütfen acemiliğine bağışlayın."
"Ben ortada bağışlanacak bir şey göremiyorum Bilal."
"Şu rezile de bir bakın!"
"Ben kendisiyle ilgileneceğim," diye Ali'yi çekiştirdi Bilal. "Oğlum, sen n'aptığının farkında mısın?" diye dişlerini gıcırdatıyordu. "Böylesi bir kuş ayda yılda bir kez düşer kafemize, patron bizi ayın elemanı bile seçebilecekken, senin yaptığın, hakikaten iş mi?! Tamam, Yangın Ali'sin ama, bu kadar da yanma be oğlum! Bilsem seni değil kardeşimi sokardım bu işe ha, ama torpilli demesinler dediydim..."
"Kusura bakma," diye omuzlarını silkti Ali. "İşimi kaybedecek bile olsam beni böyle aşağılamasına müsaade etmeyeceğim."
"Seninle ilgili yapmak zorunda kalacağım şeyi söylemiş bulunuyorsun."
"Bu konuda vicdan azabı çekmen gerekmez," diye kollarını sıyırdığı görüldü Ali'nin. "Patronu tazminat vermek zorunda bırakmıyorum, ona istifamı iletirsin Bilal abi."
Adam, belki vicdan azabı denilen ses, müşterisini yokluyordur diye omuzlarının üzerinden geri döndü, ama... Yine orta yolu kendisi bulmaya karar verdi:
"Oğlum, bu senin ilk iş deneyimin... böyle işsiz kalmana razı olamam. Hem senin olmadığın yerde, Zeyno da durmaz. Ben iki elemanımı birden kaybetmek istemiyorum... sizi bu işe ben soktum lan. Patrona mahcup etmeyin beni!"
"Asıl ben oyuncak olmaya razı olmuyorum," diyen Ali, kafenin bahçe kapısına yöneldi.
"Geri adım atmak olsaydı kişiliğimde," diye fısıldadı kendine, "Ayağıma gelen bu golü ben ve benim gibiler adına ağlara atmaktan geri dursaydım eğer; bugün işimi kaybettiğimi açıklamak zorunda kalmayacaktım, ama kaderde bu da varmış." Tam altı ay boyunca Berk'in pusuda bekleyen hamleleri... Berk'le bir güç savaşına girmesi düşünülemezdi. Hem de Cemre'nin gözleri önünde...! Bu, Berk'in oyundan alacağı zevki artırabilir ve Ali'nin hayatını zaten olduğundan daha büyük bir Cehennem'e çevirebilirdi...
Eğer kendisinin Cemre'yi düşündüğü kadar, Cemre de kendini düşünseydi, bugün bütün bu yaşananlar geri alınmış olacaktı... Cemre ne yazık ki, yanlış Tozluyakalının peşine düşmüştü ve bugün bu haldeydi.
Ve Cemre, Berk'in bu leş tavırları üzerine, Instagram'dan Vefa'ya yazmaya karar verdi. "Vefa sen misin?" sözcükleriyle...
"Kaç tane Vefa tanıdığınıza bağlı," diye yazdı Vefa.
"Sanırım yanlış Vefa'ya yazıyorum," oldu karşıdakinin cevabı. "Ama senin için de sorun değilse, sohbetin boşa gitmesini istemem."
"Hayhay," diye cevap verdi Vefa,"İşe gitmeden evvel seninle muhabbet etmek için zamanım olacaktır."
"İş mi? Kaç yaşındasın ki çalışmak zorundasın?"
"On altı... ama arkadaşım işini kaybetti. Onu işe sokan kişi bizim tanıdığımız. Onu mağdur etmemek için, Ali'nin yerine ben alındım..."
"Arkadaşın Ali'nin işini kaybetmesine üzüldüm, istersen onun için arayabilirim bazı yerleri. Sen bilmiyorsun ama, benim bağlantılarım geniştir..."
"İnan çok makbule geçerdi, ama Ali bunu asla kabul etmez," diyen Vefa'nın, kendisiyle yazışan kişinin Hazal olduğunu düşündüğünden, haberi bile yoktu...
"Ooo, kim bu gizli hayran!" diye ensesine bir şaplak yedi Vefa.
"Ya kaç kere söyledim bu hareketinden hoşlanmadığımı..."
"Bugün Cuma, enseyi kapa..."
"Bilmiyorum, Sirenetta nick'li birisi..."
"Vefa senin neyin var, cins cins cevap veriyo'sun..."
"Meşgulüm ve sen kızla arama giriyorsun!"
"Tamam, ben de Bilal abi işimi sana kakaladı diye kızdın sandım... istemezsen çalışmazsın oğlum, zorla değil ya..."
"Hayır, aslında sana sinirliyim... Berk'in o kafeye takıldığını neden söylemedin bana? Zeynep ötmeseydi ruhumuz duymayacaktı!"
"Sadece bir kerelik bir şeydi. Bir daha olmayacaktır... gelmez o kafeye yani, cesaret edemez... sana artık saramadığı için, bana kafayı takıyor... hepsi bu..."
"Şimdi böyle diyorsun..."
"Vefa bu ne demek?"
"Ya iler'de bir gün... Berk'le kanka olursan?"
"Ne alaka ya? Ner'den çıkardın böyle bi' şeyi? Bu, herifle altı ayda ikinci karşılaşmamız..."
Vefa, telefonu elinden bırakarak, elini Ali'nin göğsüne koydu. "Kalbin..." dedi. "Kalbin çok hızlı atıyor. "Önce onu sustur."
"Cemre'yi diyorsan, ben onu..."
"Bu ne o zaman?" diyen Vefa, bir kâğıt gösterdi. Ali'nin, kasada çoğunlukla sıkılırken karaladığı bir defterdendi... üzerinde bir sürü bomboş çizim vardı ama, en çok da, çeşitli şekillerde, çeşitli desenlerde yazılmış "Ali💘Cemre" sözcükleri göze çarpıyordu...
"Gönül ferman dinlemiyor, biliyorum kardeşim ama..." dedi Vefa. "Bu aşk sana hata yaptırtır. O kızın platonik aşkı bile, seni geri dönüşsüz günahlara sürükleyebilir... O insanlar bize göre değil Ali'm... Cemre... Onunla görüşmeye başlarsan, bu ancak bunu gizli-gizli yaptığında mümkün olabilir..."
"Vefa, yazıyorsun şu anda..."
"Ben onu bunu bilmem kardeşim... ya ucunda ölüm varsa?"
"Vefacığım, rahat olsana... ne negatif kasıyo'sun? Merak etme, benden ne Berk'e kanka olur, ne de Cemre'ye sevgili..."
O sırada, onları dinleyen biri vardı. Zeyno, her şeyi işitmişti. Cemre'nin, şu anda Berk'le çıktığı halde, gözünün dışarıda olduğu peşin hükmüne vardı. Ve Ali'nin, Sirenler tarafından büyülenen gemiciler gibi, zehirli bir aşka kapıldığını anladı...
Sağ eliyle sol elinin bileğinden sıkarak, oradan ayrıldı.
*****
Çağrı, 12 Ekim 2022'yi tarihe bir not olarak düşebilirdi. Bugün, klinikteki en soğuk gündü. Özel bir klinikte bu kadar üşüyen bir Allahın kulu daha yoktu. Özellikle Can... it gibi titrese bile halen dikilebilirdi bir ağaç gibi kliniğin bahçesinde.
"Bu kadar soğuk olması normal mi...?" diye söylenerek, bir görevliye danışıp danışamayacağını merak etti. "Sanki Kutba geldim bir anda...! Başkaları için normal olabilen soğukluk benim için aşırıdır. Yani ben, neticede... saçma sapan mallara bulaştım. Vücudumun bütün metabolizmasını altüst etti."
Fakat gece ilerliyor, nezle iyice gribe çeviriyordu. Evini düşünmeye çalıştı Çağrı. Şimdi evde olsa, annesi ne de güzel bitkisel çaylar yapardı kendine... kat kat yorganlara sarardı babası... Sonra terlerdi Çağrı, sonra da hiçbir şeyi kalmazdı. Ama burada, ne çaylarla yorganlar vardı, ne de annelerle babalar. Nihayet pes edip görevliye danıştı. Görevli, ona sadece sıcak bir bez getirebileceğini söyledi, alnına kompres yapması için. Çağrı, bunun doğru bir yöntem olduğundan bile emin değildi. Görevlinin Hemşire Ratched sendromu yaşadığını düşündü.
"Ha-haaaaa-haaaaa... hapşuuu!"
"Çok yaşa Çağrıcım."
"Sen bana ıslak bezi getiriver en iyisi," diyen Çağrı, doktorların kendilerini gözetleyebildiği kapı deliğinden uzaklaştı.
"Hey, kaçmasana kara çocuk..." dedi görevli. "Sabah da gazete, dergi neyin istemiştin, beni öyle ayak işlerine koşabileceğini mi sanıyorsun? Dingo'nun ahırı değil burası...!"
"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" diye sordu Çağrı. Ah, ne kadar da saçma bir çıkıştı! Kim olabilirdi ki yani, bu küçücük klinikte, hap kadar odada, görevlinin karşısında, bir böcek kadar önemli değildi. Ama görevlinin, her gün bunca saçma cümleye alışkın olduğunu düşündü.
Görevli, fazla alınmamıştı bu söze. "Camını açtırırım, biraz oksijen girer içeriye. Oksijen de iyi gelir sana... bu saatte yapabileceğim başka bir şey yok, kusura bakma."
Kliniğin misafirleri, odalarının pencerelerinden kaçmaya çalışmasınlar diye, camlar sadece dışarıdan açılabilecek şekilde yapılmışlardı, ve görevliler izin vermediği müddetçe misafirler buradan hava alamazlardı. Önce, cam açıldı. Sonra, kapıda bir tıkırtı işitildi. Sanki Çağrı içeriden açabilirmiş gibi, izin istiyordu görevli şimdi de.
"Şaka ediyorsun herhalde!" diye seslendi. "Kapıyı aç, gir içeri!"
Açan kişinin, hayal olduğundan emindi.
"Zeyno... senin ne işin var burada?"
"Halüsinasyon görüyorsun galiba..." diyen Ege'nin sesini duydu. Görüntü, şimdi düzelmişti Çağrı'nın gözlerinde. Ege, "hemşire" kıyafetleri içindeydi. "Çok affedersin benim..." dedi. "Ateşim yükseliyor da, Ege."
"Ben de onun için geldim zaten. Paranın çözemeyeceği iş yok," diyen Ege, kapıyı arkasından örterek, Çağrı'nın yatması için işaret etti. Ondan sonra da ıslak bezi alnına koydu.
"Bu soğuk..." dedi Çağrı.
"Evet, sıcak olması gerektiğini söyleyen görevliye saçmalamaması gerektiğini söyledim... Hemşire Ratched midir nedir?"
Çağrı, gülmesini engellemeye çalıştı. Ondan sonra, Ege'nin diğer elinde tuttuğu bardağa dikkat etti. Dumanı tütüyordu.
"Bana hazır çorba mı yaptın?" diye sordu.
"Evet. Çok kolay, sen bile yapabilirsin burada."
"O işler o kadar kolay değil..."
"Ha'di hüplet, iyileşmek için..."
"Ege bu kadar yakın durursan... mikroplarım bulaşacak sana."
"Hasta olmayı umursamam. Kolay da hasta olmam zaten, biliyorsun."
Ne kadar zıt olduklarını düşündü Çağrı. Çorbadan bir yudum aldığında, hiçbir tat alamadığını fark etti. "Eğer bu koronaysa... kendin için endişelenmelisin, gerçekten."
Ege, pencereye bakıyordu. Çağrı, alnına yapışmış olan bezi çekti. Çorba gerçekten işe yaramış, canlanmaya başlamıştı.
"Sen ağlıyor musun?"
"Hayır be! Soğuktan..." diye kısa bir cevap verdi Ege.
"Az önce ağzımdan kaçırdığım isimden dolayı, değil mi?" diyen Çağrı, elini uzatıp Ege'nin gözlerindeki nemi aldı. "Şimdi çok saçma bir şey söyleyeceğim... Leyla'dan sonraki ikinci kavga nedenimiz Zeyno'ya hislerimin daha kuvvetli olduğunu düşünmekte haklısın..."
"Gerçekten de saçma..."
"Evet, kuvvetli duygulardı, ama geçmişte kaldı. HAPŞUUUUU!"
Ah be, çok ciddi bir konuşma sırasında gribi nüksetmişti yine. Daha da fenası, midesine ulaşan çorbanın midesine dokunmasıydı... Ege, Çağrı'daki en ufak değişikliği hemen fark ederdi.
"Miden mi rahatsızlandı senin?"
"Hayır, çorbada fıstık olmayacağına göre..."
"Evet, aşure değil sonuçta."
"Önemli bir şey değildir."
"Yine de öyle tedbirsiz olmaz, ben gidip bir nane-limon ayarlamaya çalışayım, iyi gelir."
"Gitme."
Çağrı, Ege'nin gitmemesi için onu durdurmamıştı, fiziksel hiçbir şey yapmamıştı ama tek bir sözü, Ege'nin durması için yetmişti. Ama Ege halen arkasını dönmüyordu.
"Ege..." dedi Çağrı. "Beni salaklaştırıyorsun... ve bu durumu seviyorum. Çünkü bana iyi geliyor. Aslında... Bana iyi gelen sensin... göremiyor musun? Leyla, Zeyno... bunlar, benim sana giden yolumda basit kaldırım taşlarından başka bir şey olamaz. Ben seni seviyorum, ve bunu kanıtlayabilirim de."
O kadar ani bir aşk itirafıydı ki, Ege ne tepki vereceğini bilemedi. Sadece, arkasını dönerek, anlamsızca başını salladı. Çağrı,
"Öp beni," dedi...
"Tamam, ama kapa gözlerini," diyen Ege, yaklaştı.
Çağrı dediğini yaptıktan sonra, Ege dudaklarını da yaklaştırdı, yaklaştırdı, tam da grip virüslerini bu dudaklardan almak üzereydi ki, gözetleme penceresi "gardiyan" tarafından sürüldü.
"Sadece yarım saat demiştin sarı çocuk!" diye seslendi "Hemşire Ratched".
Kendini hızlıca uzaklaştıran Ege'nin, az önce yapmakta olduğu şeyi anlayamamıştı, çünkü çok karanlıktı ve böyle bir şeyi tahmin bile edemezdi. Ege,
"Çok güzel bir akşamdı Çağrı..." dedikten sonra hareketlendi. "Bizim papağana selamını söylerim."
Ege için, bu gece bundan daha iyi sonuçlanamazdı gerçekten. Çağrı'yı bütün tamamlanmamış arzuları, yarım kalmış tutkuları, Ege'nin dudaklarının tadının neye benzediği merakını asla cevaplayamayacak heyecanıyla geride bırakmıştı.
Ve bu sevgi, çoktan aşka dönüşmediyse bile bu gece dönüşmüştü kesin olarak; ve de Ege biliyordu bunu.
Ege seviliyordu, hem de çok.
*****
"İyi ki doğdun, Haziş!"
Hazal, içeri getirilen doğum günü pastasına baktı. "Şimdi mumları üfleme zamanı," dedi annesi. "Ne dileyeceksin?"
"Anne, her sene aynı şey oluyor..." dedi Hazal. "Hep dileğimi soruyorsun, ben de sana, seninle paylaşırsam gerçekleşmeyeceğini söylüyorum."
Hazal, hep yalnızdı. Aslında zengin bir ailenin kızı olmadığını saklamak için söylediği yalanlar yüzünden, doğum günleri de yalnız geçerdi. Ve on yedinci yaş günü, hayatının en kötü doğum günüydü. Geçen yılki bile bundan güzel geçmişti. Berk'le o gece...
Berk'i yakın geçmişe kadar bu kadar takıntı yapmasına sebep neydi? Gerçekten âşık olması mı, çoğunluğun düşündüğü gibi para mı, yoksa Hazal'ın, hiç kimsenin haberinin olmasına müsaade etmediği o sır mı... hamilelik... On altı yaşına girdiği gün gebe kalması rezaletini, Efe amca olmasaydı asla temizleyemezdi.
Kürtaj, hayatındaki en büyük sır değildi aslında. Kürtajdan sonra geçtiği dönemdi asıl koyan. Yapayalnızdı ama, şimdiki kadar yalnız hissetmiyordu... Fakat Hazal, bu yaş gününün, son yalnız doğum günü olduğunu bilmiyordu...
"Dileğin bu muydu bilmiyorum ama..." diye, koridordan seslenen annesi şaşırttı. "Bir misafirin var."
Hazal'ın dalgınlığı, kapının zilini işitmesine bile müsaade etmemişti. Annesinin kapıyı açmaya gittiğini fark etmesine bile... Efe amca mıydı acaba? "Size layık değil ama..." sesi üzerine koridora koşturdu...
"Evladım, ilk defa doğum günü çocuğunun annesine çiçek alındığını görüyorum..." diyordu annesi Arap'a...
"Papatyalar, Derya teyzeden... Hazal'ın hediyesi burada..." Elini cebine attı. Telefonunun, Yıldız şeklindeki şifresini çözdü. Gülümseyerek, "Şifremi annemin adı şeklinde yapmıştım..." dedi. "Hepimiz ana kuzusuyuzdur Hazal, bunu inkâr edemezsin. Ama senden, daha cafcaflı bir doğum günü partisi beklerdim açıkçası."
"Bu benim resmim...!" dedi Hazal. "Bunları ner'den buldun?"
"Üzümünü ye, bağını sorma..."
"Bizi biraz yalnız bırakır mısın," dedi Hazal, annesine. Arap, Hazal'ın bu teknolojik fotoğraf albümüne bu kadar çabuk yumuşayacağını düşünmemişti... Telefonu geri cebine soktu kızıl delikanlı. "Arap..." dedi Hazal, annesi çıktıktan sonra. "Bunu bize niye yapıyo'sun?"
"Çünkü benim yol göstericim olmanı istiyorum," dedi Arap. "Aynı zamanda sırdaşım, yoldaşım... bu hayattaki akıl hocam olur musun Hazal?"
Sonra Arap, sözlerindeki saçma sapanlığı fark etti. "Ben şu anda sana seni sevdiğimi itiraf edemezsem gözlerim açık gider"den daha saçma salak bir ilanıaşka imza atmıştı. Ama Hazal, karşılığında onu öpmeyi filan bir kenara bırakın, sadece şunu söyledi:
"Çok uykum var Arap."
Arap, bunun "evet" mi "hayır" mı demek olduğunu anlayamadı. "Sanırım, beni kovuyorsun şu anda..." dedi.
"Evet," diye cevap verdi Hazal, "Ben uyuyunca, yanımda uyumanı, bir de bana masal anlatmana izin verir mi sandın annem...?"
"Annenin çok iyi sır saklayacağını düşünmüştüm..." Arap gülümsedi. "Masal mı dinlemek istiyorsun Hazal?"
"Doğum günü kızı değil miyim, istediğimi dileyemeyeceksem ne anlamı var doğum günlerinin...?"
"Peki, sana nasıl masal anlatabilirim?"
"Eve git, telefonunu açık tut. Ben seni görüntülü arayacağım..."
Arap, Hazal'la ne zamana kadar gizli-saklı görüşeceğini merak ederek, "Sana hangi masalı anlatmamı istersin?" diye sordu.
"Ci-Cinderella," diye kekeledi Hazal. Arap, masal seçiminden mi, yoksa kendi Külkedisi hayatından mı utandığını kestiremedi. "Sana bir şey söyleyeceğim ama inanmayacaksın," dedi Hazal'a.
"Söyle, ben masallara inanıyorum, sana mı inanmayacağım..."
"Söyleyeceğim şey tam da bununla alakalıydı," dedi Arap. "Ben iler'de hep bir çocuğum olsun isterim... kız olsun ve de adı Masal olsun."
"Çok güzel bir hayal..." dedi Hazal da. "Ve biz konuştukça, masallara inancım eskisinden de güçleniyor..."
*****
13 EKİM 2022
Taksim, İstanbul'un en iğrenç mekânıydı. Bu konuda, Tozluyakalılar da, kolejliler de hemfikirdi. Belki, onların doğduğu yıllarda güzel bir yer olabilirdi, ama zengin-yoksul hiç fark etmez, 2005'ten sonra Taksim'i beğenen, cindi.
Berk, İstiklal Caddesi'nde yürümekten dolayı tiksiniyordu. Fakat, kardeşi için yapacağı ilk iyilikti bu. Arap ve Zeyno'dan gelen çağrılar susmamıştı. "La sincap, Ali çok kötü," diyordu Arap. "N'olduysa, içine kapanıyor çocuk. Hiç böyle değildi, Tozluyakalı bebeler arasında, morali bozulunca köşe-bucak saklanan ben olurdum, kendine bir şey yapmasından korkuyorum."
İstanbul'da kuş uçsa haberini Kenan'a ulaştıran adamlar, nihayet Berk'in bir işine yaramıştı. Ali'nin, Beyoğlu'nda bir barda olduğunun havadisini veriyordular. Berk önce, "Nasıl ya, on sekiz yaşının altında değil mi bu herif, nasıl kabul edebildiler bardan içeri?" diye sormuştu. Ama Kenan Yağızoğlu'nun adını verdiğini anlaması çok uzun sürmedi. Ali de, Kenan'ın ismini kullanarak yolunu bulan bir evlat olmaya yelken açmıştı çoktan...
Berk, böyle ışıklı ve çok gürültülü mekânlara gelmeyeli uzun zaman oluyordu. Yaşının bir önemi yoktu, gerçekten de böyle mekânlarda, para ve isim geçerdi. Ali'yi, içeridekilerle bağdaşmayan kıyafetleriyle, dans pistinin ortasında, kelimenin tam anlamıyla "tepinmekteyken" buldu. Ali, Berk'i görür görmez, hızla edindiği arkadaşlarına, "Ooo, bakın, işte abim geldi," diye gösterdi. "Benim üvey kardeşim... aslında öz... aslında her ikisi de..."
Berk, Ali'ye kızacağını düşünürken, kendini ona yumuşakça, "Ha'di gel," derken buldu. "Çıkalım kardeşim. Gidelim buradan." Ege de, Çağrı'yı böyle çok kurtarmış olmalıydı, böyle zamanlarda, mağdur kişiye karşı içinde bir sempati, bir merhamet uyanıyordu insanın. Hele de bu kişi sizin "yarı-kardeşinizse".
"Berk, kalmak istiyorum ben..."
"Ali, yapma..." Berk, bunu ağlamaya başlayan kardeşine söylemişti. "Bak birader, bu yalnız başına kaldırabileceğin bir yük değil... benimle paylaş, olur mu? Seni sevenleri merakta koyma daha fazla..."
"İyi, öyleyse benimle bir içki paylaş," diyen Ali, barmenlere doğru adeta sekiz çizdi. Berk, onu burada daha iyi kontrol edebileceğine sevinerek, peşine takıldı. Ali, "Ne ısmarlayayım sana?" diye sordu, kelimeler ağzında yuvarlanarak.
"Ben bir 'nar şerbeti' alayım, arkadaşa da sade bir Türk kahvesi, şöyle acı olsun..."
"Saçmalama... alkol sipariş etsene..."
"Cemre'yi çok seviyorsun, öyle değil mi?" diye sordu Ali'ye.
"Ah, abi... şimdi ben n'apacağım? Bir daha hiç, bi' kıza nasıl güvenebilirim?!"
"Annene güveniyor musun?"
"Dünyadaki herkesten daha çok..."
"Öyleyse başka bir kadına güvenmene gerek yoktur."
Ali, ne ara Berk'in göğsüne yasladığını bilmediği başını istemsizce hareket ettirdiğini fark etti kendi kendine. Geçirdiği bu sinir krizine benzer durum, tamamen enerjisini tüketmiş, yığılıvermek üzereydi esmer delikanlı. "Berk..." dedi.
"Efendim?"
"Ben kusmak üzereyim, beni bi' tuvalete götürüversene."
Berk, dediğine uydu. Ali'nin koluna girdi tuvalete kadar, ondan sonra içeride öğürmelerini diledi, onların bir süre sonra kesildiğini gözlemledikten sonra, "Ali, iyi misin kardeşim?" diye sordu içeriye.
Cevap yoktu.
Berk, kapının kulpunu zorladı ama, açılmıyordu kilitten dolayı elbette. Hafif bir omuzla, Ali'yle arasındaki engelden kurtuldu. Tahmin ettiği gibi, kabinin içindeki pencereden tüyüp gitmişti Ali.
"Ah be kardeşim... ne gerek var bu kadar 'drama'ya?" diye kendini tuvaletten dışarı attı. Bu barı çok iyi bildiği için, yönünü derhal tuvaletin penceresinin gördüğü tarafa çevirdi. Orada, Ali yerine birkaç güvenlik buldu.
"Abicim, buradan geçen böyle varoş bir tip gördünüz mü?"
"Evet, şu tarafa koştu."
"Neden engel olmadınız ya?"
"İçtiği alkolle rezillik çıkaracağına, uzaklaşsın barımızdan istedik..."
"Hay ben sizin kalıb��nıza tüküreyim..." diyen Berk de, gösterdikleri yöne doğru koşmaya başladı. Ali fazla uzaklaşamamıştı, bara yakın bir bahçedeki birkaç serseriye taş atıyordu...
Berk'in sesli uyarıları, kendisini göstermeden evvel, ancak Ali suratına bir yumruk yiyince ulaşabildi serserilere. "Çocuğu bırakın!" diye bağırıyordu. "Çocuk benimle birlikte!"
"Aaaaa, bu Berk Yağızoğlu muymuş?" diye soran bir serseri, aslında gücü sarhoş sivillere yetebilecek delikanlılıktaydı. Berk'i tanıyınca çekindi, arkadaşlarına da uzaklaşmalarını işaret etti. Fakat arkadaşları olan ızbandutlar, Berk'i o ilk ızbandut kadar iyi tanımıyordular. Ya da önemsemiyordular.
"Kimse kim, bu tıfıldan korkan, bunun gibi olsun!" diyen biri, bir yumruk da Berk'e indirmeye çalıştı ama, Berk alkollü olmadığı için, bunu kolayca savuşturdu, adamı kıskıvrak yakaladı; ondan sonra ona sertçe bir kafa çaktı. Adam, kolayca etkisiz hale geldiğinden, arkadaşları çok kızmıştı. Berk, Ali'yi oradan sürüklemeye çalıştı.
"Ha'di, şoklarının etkisi geçmeden tüyelim bur'dan!" diye onu koşturdu.
Ali, nereye sürüklendiğini bilmeksizin kaçıyordu Berk'in peşinden, bu karanlık ara sokakları hep birbirine benzetmeye başladığından, menzilini bilemiyordu. Berk, kendisini depo gibi bir yere getirmişti.
"Berk..." dedi Ali. "Araştırdım ben."
"Neyi araştırdın?"
Berk, cevabını alamadan kardeşi bayıldı.
*****
14 EKİM 2022
"Ali, hişt, Ali!"
Nerede olduğunu hatırlamaksızın, sesin sahibine cevap verdi: "Berk?"
"İyi misin sen? Uyan artık, da... kargalar kahvaltı yapıyor."
"Ben, hiçbir şey anımsamıyorum..."
Hemen yanı başında duran ecza çantasından çıkardığı pamuğu tentürdiyoda bulayıp Ali'nin kaşına kompres yaparken, "Kaderde kardeşimin hemşireliğini de yapmak varmış..." diye mırıldandı Berk. "Seni elinden kurtardığım serserileri hatırlıyor musun?"
"Beni getirdiğin bu yer de neresi?" diye doğrulmaya çalıştı Ali. Sağ eliyle göğsünden bastırarak, "Pansumanımın önüne geçiyorsun," diye Ali'nin yüzünde oksijenli suyu gezdirdi. Etrafı inceledi Ali...
"Bu depo benim mekânım," dedi.
"Senin, Kuytu Köşe'den başka mekânın da mı varmış Berk?"
"E, her'alde yani... her mekânı seninle paylaşmak zorunda mıyım? Bana bak Ali, iyi misin sen, cevaplamadın halen."
Ali'nin gözleri, bir tepsi içinde taze sıkılmış nar suyu ve "donut"ları kesiyordu. Gözlerini nar suyu dolu bardağa dikip, kendini olanları hatırlamaya zorladı.
"Ben, hatırlamak dışında iyiyim..."
"Ha, canın dayak istiyo'muş yani... yalnız şunu iyice yaz kafana, seni benden başkası dövemez... Yani canın dayak isteyince n'apıyosun, beni arıyo'sun..."
"Bu arada..." dedi Berk'e. "Allah aşkına peynir-zeytin yesen şaşardım."
"Neyli 'donut' seversin?"
"Fındıklı."
"Ben de... genlerdense demek..."
Ali acı acı güldü. "Ben çikolatalısını da yerim, fark etmez aslında." Bir "donut"a uzandı... "Bu mecralarda nar suyunu nasıl buldun peki?"
"N'oldu, beğenemedin mi?" Berk sırıtmaya engel olamamıştı. "Kusura bakma, elimizde senin gibi bir ayıya layık ayvanın suyu yoktu..."
"Ayılar ayva sevmez ki, armut sever..."
"Ha, ayı olduğunu kabul ediyorsun yani...?"
"Ayva sevdiğimi kabul etmekten iyidir," diyen Ali gülümsedi. Ama buruk bir tebessümdü bu. "Özür dilerim..." dedi Berk'e. "Her şeyi mahvettim."
"Neden böyle düşünüyorsun?"
"Sen benim yerimde olsan... bir duruşun olurdu. Ya en yakın dostunu öldüren kızı net bir biçimde reddederdin, ya da seviyorsan sahip çıkardın... ki yaptığın da tam olarak buydu... Onu senin de sevdiğini düşününce... o saati paramparça ettin... bense omurgasız davrandım... Düşünsene, senle ben kardeşiz... biliyorsun... üvey... öz... yarı... Ama senin bir belkemiğin var... benimse yok."
Berk, ilk defa birisinin kendisini gömerken, Berk'i yücelttiğine şahit oluyordu. Kenan'dan genelde, DNA'sının bozuk olduğu, damarlarında akan kanın pis olduğu, bok herifin teki olduğu gibi şeyler işittiği için... "Beni gözünde bu kadar büyütme," dedi.
"Ben seni büyütmüyorum ki... kendimi küçültüyorum."
"Ama senin durumun benden kötü... Vefa senin manevi kardeşindi, benimse hiçbi' şeyimdi. Belki o nedenle Cemre'ye yardım etmem o kadar kolay oldu..."
"Birisi senin yakının değilse... ölümüne o kadar da vicdan yapmazsın. Mesela Emre'yi ele alalım. Emre bizim hiç kimsemizdi. O yüzden Cemre'nin onu öldürmüş olmasının üzerinde o kadar da durmadık. Psikolojiyle, çocuklukla açıkladık durumu... oysa katil, başından beri gözümüzün önünde duruyordu. Birinci cinayeti işleyen kişi, ikincisini de işledi..."
"Tıpkı önce rakibini, sonra kralın ta kendisini temizleyen Macbeth gibi," diye düşündüyse de Berk, bunu dile getirmedi. "Haklısın," dedi sadece. "Her şey gerçekten de gözümüzün önünde duruyordu. Şaka gibi ama... Katil, ikimizin de sevdiği biri olduğu için, gerçeğe göz yummak istedik..."
"Peki, pişman mısın Berk?"
"Cevabını işitmeye hazır olmadığın soruları sorma," dedi Berk. "Ha'di, indir şu nar suyunu mideye de, O'na gidelim."
"Hayatta olmaz."
"Ama uykunda, 'Cemre, Cemre,' diye sayıklıyordun?"
"Yalan söyleme, ben rüyamda seni görüyordum."
Bir başkasının rüyalarını dinlemek, dünyanın en sıkıcı işiydi. Ama Ali anlatırsa, Berk için sıkıcı olmaktan çıkıyordu. Rüyasında, bir roman gerçek oluyormuş. Bu romanın kahramanları onlar imiş. Sanki iki yüz elli sayfalık bir romanın sayfaları arasında onlar varmış. Ali ile Berk... Ama edebi bir roman değilmiş bu, basit bir dedektif romanıymış. Berk dedektifmiş, Ali de suçlu. Bir mayın tarlasının içinden Ali'yi kovalıyormuş, bir de ona yardım eden bir kız varmış. Ama yüzünü hatırlayamıyormuş...
Peki, o kız kimdi? Bunu sormaya gerek yoktu aslında. "Senden bir şey rica edebilir miyim?" dedi Berk.
"Buyur?"
"Bundan sonra kendini dağıtmak istersen, en azından nerede olduğunu bana haber verebilir misin? Hem Derya Hanım'ı, hem Arap'ı, hem de Zeyno'yu sakinleştirmek çok zor oluyor da..."
"Sözüm söz... benim de bir sorum var sana bu arada."
"Dinliyorum?"
"Nar suyu ne alaka, hak'katen?"
"Aaaaa, taktı bu da nar suyuna... nar şerbetsiz bir gün bile geçiremem oğlum, yaz mevsiminde olsak dâhi yurtdışından getirttiririm, iki elim kanda olsa dâhi nar susuz bırakılmam!" diye yanlış bir deyim kullandığı için kendine kızdı. "İki eli kanda olmak mı... Berk, ben kafana senin...!"
"Boşuna maymunluk yapmana gerek yok Berk... nar şerbetinin de annenle ilgili olduğuna kalıbımı basarım."
Fakat Berk, "maymunluk" yapmaya devam etti: "Uzmanlar meyve suyunda hiçbir besin değerinin kalmadığını söylüyor... Neyse, sen... çıkarsana ağzındaki baklayı."
"Cemre'yle bir dahaki karşılaşmamız için gerginim... işte," dedi ama sonra, bundan pişman oldu o da. Berk'e Cemre'den bahsetmeye devam etmek, ateşle oynamaya benziyordu. Berk'le Cemre'yi konuşmak, her zaman zor olmuştu ama şimdi, her zamankinden de beterdi.
"Sana, yüklerini benimle paylaşmanı söylemiştim ya..." diye konuşan Berk oldu. "Cemre konusunu tamamen bana bırak. Senin omuzlayabileceğin bir konu değil, görüyorum ki... Cemre'ye bir keresinde, onu da, babamı da kurtaracak bir çözüm üretmeye çalıştığımı söylemiştim... şimdi kurtarmam gerekenler listesine sen de eklendin..."
"Vedat abi de var..." Ali, kendinden iğreniyordu. Vefa'yı öldüren kişiyi affettiği için kendini suçluyordu, ama Vefa'yı asıl öldüren kişiye de muhtaçtı şimdi. Evet, Berk'e. Berk, o saati paramparça ederek, Vefa'yı gerçekten öldüren kişiydi, ve Ali, şu anda onun deposundaydı; O'nun babasının -aslında babalarının- ismini vererek, kendini barlarda dağıtmıştı Ali, ve kendisinin, dünyanın en tiksinç varlığı olduğunu düşündü.
Taksim'den bile iğrenç.
18. BÖLÜM SONU
2 notes
·
View notes
Text
.
Yalnızdı.
Kalabalıklar içinde, çok sevilirken bile yalnızdı.
Bugün de anısının bir yanı hâlâ yalnız…
Çağlar boyu adının anılıyor olması bu yalnızlığı dindiremiyor…
Ta o günden bugüne bir “bölüğün” sadece onun yolundan gittiğini söylemekte ısrarlı oluşu, zamanında “Andolsun ki, sözünüze inanmadan sabahladım; yardımınızı ummadım, düşmanı sizinle korkutmadım” diye haykırışını unutturamıyor…
Hayır, hayır… Bazen aynı şeye inanmak, aynı yola baş koymak insanları birbirine gerçekten “yakın” kılmaya yetmiyor.
O öyle bir biçimde inanmıştı ki, yapayalnızdı…
“Azim ve irade sahibi kırk kişi bulsaydım hakkımı dilerdim” demişti.
Bulamamıştı.
Kırk kişi…
Binlerce seveni vardı, binlerce sayanı vardı; yüz süreni, omuz vereni vardı. Ama yanında onun gibi saf tutacak kırk kişi bulamamıştı, öyle yalnızdı.
Elbette yalnızlığı, hayatın önüne getirip koyduğu sorumluluklar karşısında sızlanan, mızmızlanan bir yalnızlık değildi.
Onunki dünyaya efendi olmanın getirdiği “kopuş"tu…
Hani Nietzsche diyor ya, "En ıssız çölde, ruh biçim değiştirir, aslan olur.”
O da bir bakıma hem içindeki çölden, hem de kalabalıkların çölünden geçmiş, aslan olmuştu…
Evine biat etmek, ona bağlılıklarını sunmak için insanlar hücum ettiğinde küçük çocuklarının ezilmekten zor kurtulduğu o hengâmeyi şöyle anlatmıştı bir keresinde: “Halkın etrafıma, sırtlanın boynundaki kıllar gibi üşüşmesi kadar beni ezen bir şey olmadı şu hayatımda…”
En kutlu kişi dünyadan ayrıldığında öteki güçlüler iktidar kavgası yaparken o, sevdiğinin naaşını yıkadı. O sırada “Başkasından ayrılsak teselli bulurduk, senden ayrılışa teselli yok” diye gözyaşı dökerken aslında kendi yalnızlığının örgüsünü örüyordu yavaş yavaş…
O sırada dışardaki kızışan iktidar kavgasına dönüp bakmış ve hüzne kapılmıştı: “Bir sudur ki kokmuş; bir lokmadır ki yiyenin boğazında kalmış, kursağına oturmuş… Bir şey söylesem derler ki baş olmaya hırsı var, sussam derler ki ölümden korkar.”
Gözleri sadece bakmazdı onun, görürdü. Kalbi çarpmazdı sadece, hissederdi.
Bu yüzden insanın çağlar aşırı gerçeğini kavramakta hiç güçlük çekmemişti: “Siz Allah'ın ahitlerinin bozulduğunu görüyorsunuz da kızmıyorsunuz; fakat babalarınızın ahitlerinin bozulmasından öfkeleniyorsunuz…”
İşte bu yüzden hâlâ anısı da yalnız…
Çünkü hâlâ yeryüzü aynı bağların kölesi olanlarca kana boğuluyor. Hâlâ babalar ne derse öyle oluyor…
Kırgındı…
Ama hiç gücenmemişti.
Hınç hiç yanına yaklaşmamıştı.
Kırılan hayallerinden düşmanlarına değil, hep kendine pay çıkardı.
“Semerin sırtına, yuların boynuna ey dünya; senin tırnaklarından kurtuldum, yollarından çekildim ben” demekten çekinmemişti.
Peki, hiç mi isyan etmemişti?
Galiba bir gün…
“Bir dağ bile beni sevse musibete uğrar” dediği gün…
Savaşçıydı.
Kılıcıyla tanınırdı.
Ama bütün yiğitler gibi yalnız savaşçıydı.
Savaşta şöyle dua edilmesini isterdi: “Allah'ım, onların da canlarını koru, bizim de. Aramızı uzlaştır.”
Sevilmekten başı dönmeyecek kadar yüce ve bilge olmak zordur, çok zordur.
Ama o böyleydi ve o yüzden sevilmeye karşı bile uyanık olmaya çağırmıştı insanları: “Yakındır, benim yüzümden iki bölük helak olur gider:
Bir bölüğü beni fazlasıyla sevendir, sevgi gerçek olmayan inanca yürütür onu; öbürü bana buğuz edendir, gerçek olmayan yola salar onu.”
İnsan bir yerden başlay��p onu anlatmaya girişince yine onun tarafından durduruluyor. Çünkü demiş ki bir gün kendisini övene: “Ben dediğinden aşağıyım, gönlünde gizlediğinden yukarıdayım.”
O yüzden burada duruyorum.
Zaten tarih de susuyor.
Adının sık anılıp sık çağırılması, sadeliğinden uzak biçimde çileci gösteriler yapılması onun anısının bütün sıcaklığıyla katılmasına yetmiyor…
O unutmayın ki… Bir yanlışla galip gelmektense, doğrulara sırtını vererek uzun bir mağlubiyetin kapısını açmaktan çekinmemiş, bu uğurda şehit olmuştu.
O, Hz. Ali…
Ali Bin Ebu Talip… Büyük yalnız…
6 notes
·
View notes
Text
Suriye’nin işgalinin asıl kazananı kim ya da kimler? – I – Yeni Yaşam Gazetesi | Yeni Yaşam
Mustafa Durmuş
Suriye’nin işgalinin asıl kazananı kim ya da kimler? – I
Tunus-Mısır-Libya’da halk ayaklanmaları
14 yıl geriye gidelim.
2010 yılının 17 Aralığında Tunus’ta, 26 yaşındaki elektronik mühendisi bir işsiz, sokaklarda sebze satarak hayatını kazanan M. Bouazizi adlı Tunuslu bir genç kendini yakmış; ardından on binlerce Tunuslu sokaklara çıkarak hükümeti ve işsizliği protesto etmiş ve isyan diktatör Ben Ali Tunus’u terk edene kadar sürmüştü.
Bundan yaklaşın 45 gün sonra 31 Ocak 2011’de bu kez Mısır’da Tahrir (Kurtuluş) Meydanı’nda yüz binlerce Mısırlı: “İş, Ekmek, Özgürlük ve Sosyal Adalet” sloganlarıyla isyan etti. On binlerce genç-yaşlı, Müslüman-Hıristiyan, örtülü- modern kadın-erkek meydanı tuttu. Onlarcası öldürüldü ama Mısır Devlet Başkanı Mübarek ülkeyi terk edene kadar da kitleler meydandan ayrılmadı. Sonrasında Libya Batılı emperyalist güçler tarafından işgal edildi ve Devlet Başkanı Kaddafi öldürüldü.
Kuzey Afrika’nın bu üç ülkesinin ikisinde (Tunus ve Mısır) ortak sorunlar vardı. Buğday ve diğer temel gıda maddeleri ve enerji fiyatlarının çok hızlı artması, derin yoksulluk, açlık, işsizlik, dışa bağımlılık, neo liberal politikalar ve 30 yıldır süren baskı-zulümle özdeşleşmiş kanlı diktatörlükler halkları isyana sürüklemişti.
Libya’da ise durum daha farklıydı. Kaddafi de bir diktatördü ama ülke ekonomisi kötü durumda değildi. Günde 1,8 milyon varillik mükemmel kalitede petrol üretimi yapılıyordu. Ülke, doğalgaz kaynakları açısından da çok zengindi ve bu doğal zenginlikler Libya’da ortalama yaşam süresinin 75’e çıkmasını ve Afrika’nın kişi başına yıllık geliri en yüksek ülkesi olmasını sağlamıştı. Ülkenin sert çölün altında muazzam bir fosil sıvı denizi vardı. Tüm bunlar emperyalist güçlerin iştahını kabartıyordu. Nitekim ABD bu ülkeyi işgal etmek üzere NATO’yu devreye sokmakta tereddüt etmedi.
Devasa ekonomik sorunlar ve devrimci durum
Kısaca, devasa ekonomik sorunlar, gıda fiyatlarındaki artışlar ve iktidarların halkın sorunlarına ilgisizliği ayaklanmaların önünü açtı. Halk mevcut rejimleri bu sorunlarla özdeş tuttuğundan rejimin değişmesini istiyor, rejimle uzlaşmaya yanaşmıyordu. “Ekmek, özgürlük ve adalet” sloganlarıyla yürüyen kitleler olağanüstü hâl uygulamalarının kaldırılmasını, parlamentonun feshini ve yeni bir anayasanın yapılmasını talep ediyorlardı.
Bir başka boyutuyla ise bölgede devrimci bir durum yaşanıyordu ve bu devrimin dürtüsü sadece diktatörlük karşıtı olmak değil, aynı zamanda anti-emperyalist, IMF karşıtı ve İsrail karşıtı olmaktı.
Çalınan devrim!
Bu nedenle de ABD ve müttefikleri bu devrimi durdurmak, bunu yapamazlarsa da onu bölgedeki Amerikan egemenliğini sürdürülebilmesi için yeniden bir biçime sokma niyetindeydiler. Nitekim bunu da sağladılar. Diktatörler devrildi ve halkların gazı alındı ama gerçek bir devrim fırsatı da böylece halkların elinden alınmış oldu. Sonrasında bu ülkeler yeniden bir kaosun içine sürüklendiler ve iç savaşlar ortaya çıktı. Mısır’da yeniden askeri diktatörlük tesis edildi.
Suriye’ye emperyalist müdahale ve iç savaş
Bu gelişmeler 2011 yılının sonlarına doğru Orta Doğu’ya da sıçradı ama bu kez hedefteki Suriye beklenmedik bir direniş göstererek o tarihten bu yılın aralık ayına kadar direndi. Bu süreçte “Büyük Orta Doğu Projesi” kapsamında başta IŞİD olmak üzere, selefi cihatçı gruplar Esad’a karşı ayaklandırıldı, 13 yıl sürecek olan bir iç savaş başlatıldı.
Ancak bu terör örgütleri hem Suriye ordusunun hem de Bölgedeki Kürtlerin direnciyle karşılaştılar. Yine de El Kaide ve El Nusra yenilmiş olsa da bölgeye hâkim devletlerin desteğiyle İdlib gibi belli bölgeleri tutmayı başardılar. Bu süreçte Esad ülkede demokratikleşmek yerine Baasçı eski rejimi sürdürmeye kalkışınca iyice gözden düştü ve yenildi. ��lkesinden kaçarak Rusya’ya sığınmak zorunda kaldı. Ülke Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve arkasındaki devletler ve İsrail tarafından işgal edildi.
Nesnel değerlendirmeler gerekiyor!
Suriye’nin işgali konusunda çok farklı değerlendirmeler yapılabilir. Nitekim Suriye’yi işgali alkışlayanlar (bizdeki iktidar medyası gibi) gibi, bunu emperyalist bir müdahale olanlar da mevcut.
Ancak, ülkeyi işgal eden güçler “ülkede diktatörlüğü ortadan kaldırmak, demokrasiyi inşa etmek, kendi sınırlarını güvence altına almak” gibi mazeretler ileri sürebilirse de, bunun doğru olmadığı ve bu eylemin açıktan bir işgal olduğu inkar edilemez bir gerçek. Nitekim daha önceki Irak’ın işgali de bu gerekçelerle yapılmış ama bölgeye demokrasi de gelmemişti.
Esad’ın serveti ile birlikte ülkeden kaçması diktatörlerin genelde yaptıkları bir şey. Ülkesini düşünüyor olsaydı zamanında ülkesindeki Araplar, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Ezidiler, Dürziler gibi tüm halklarla birlikte tek bir ulusa dayalı olmayan demokratik bir Suriye’yi inşa edebilir ve emperyalist ve alt emperyalist güçlere geçit vermeyebilirdi. Oysa, beklendiği gibi, bunu yapmadı ve kendi ülkesinin emperyalist, Siyonist ve selefi-cihatçı bir yağmaya terk etti.
Rusya ve İran kaybetti
Suriye’deki bu gelişmelerden isyancı grupların ardındaki hangi devletlerin nasıl kazançlı ya da zararlı çıkabileceğini konusunda değerlendirme yapmak gerekirse sırasıyla:
Rusya, Beşar Esad rejiminin önemli bir destekçisiydi. Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) öncülüğündeki isyancı grupların iktidarı ele geçirmesi bu devlet açısından çok büyük bir kayıp olabilir. Zira Moskova 2015 yılında binlerce Rus askeri göndererek ve Suriyeli isyancı gruplara ve sivil altyapıya hava saldırıları düzenleyerek Esad’ı desteklemişti. Ancak Rusya, Ukrayna’daki savaş nedeniyle Esad’ın ihtiyaç duyduğu destek düzeyini sürdüremedi. Sonuç olarak Rusya’nın Orta Doğu’daki projesi büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Bu durum Rusya’nın Suriye’nin Akdeniz kıyısındaki üslerini kaybetmesiyle sonuçlanabilir.
Esad rejiminin yıkılması, rejimi destekleyen ve Lübnan’daki Hizbullah’a silah göndermek için Suriye’ye bel bağlayan İran için de bir darbe anlamına geliyor. Yani İran devleti için de Esad’ın devrilmesi büyük bir kayıp. Doğu Akdeniz’e uzanan bir kara köprüsünü, Hizbullah gibi İran’ın vekilleri konumundaki örgütler için önemli bir üssü ve silahların Lübnan’a ulaşabileceği bir yolu kaybetmiş oldu. İran’ın Suriye’deki stratejik derinliğini kaybetmesi, İsrail ile çatışması nedeniyle ciddi şekilde zayıfladığı bir dönemde Hizbullah’ı destekleme kabiliyetini de zayıflatacaktır. (1)
Diğer taraftan, bu gelişmeler Hizbullah için varoluşsal bir tehdit oluşturuyor. Hizbullah İran’dan Suriye üzerinden Lübnan’a uzanan son derece önemli karasal yaşam hattını kaybetti. HTŞ muhtemelen İran’dan gelen silah ve diğer malzemelerin akışını durduracak ve İran’ın İslamcı Devrim Muhafızları ve Kudüs Gücü danışmanlarının Hizbullah’ı desteklemeye devam etmesini engelleyecektir. (2)
Savaşın asıl kazananı İsrail!
Rejimin düşmesinden sadece birkaç saat sonra İsrail ordusu Hermon Dağı’nın Suriye tarafını ele geçirdi. Ordu, 1974 ateşkes hattına yakın beş köyün sakinlerine evlerinde kalmalarını ya da olası çatışmalar nedeniyle köyleri boşaltmalarını söyledi. Başbakan Benjamin Netanyahu bölgeyi ziyaret etti ve İsrail’i bölgeden askerlerini çekmeye zorlayan 1974 anlaşmasının artık geçerli olmadığını açıkladı. İsrail hava kuvvetleri, stratejik askeri varlıklar içerdiği iddiasıyla Büyük Şam’daki bazı askeri bölgelere baskın düzenledi. Kuzeyde ise çatışmaların yeniden alevlendiği haberleri üzerine Türk hava kuvvetleri Kürt mevzilerini bombaladı. (3)
ABD, HTŞ’yi de “terör örgütü” olarak tanımlasa da uzun süredir Esad rejimine karşı çıkıyor ve onu devirmek için uğraşıyordu. Bu yüzden de istediği oldu. Bölgedeki en temel müttefiki olan İsrail ise bu savaşın asıl kazananı konumunda. Zira Golan tepelerini işgal edip Şam’a doğru ilerleyerek “Büyük İsrail Projesi” için önemli bir adım daha atarken, İran’ın bölgedeki konumunu da zayıflattı. Suriye’nin en stratejik yeri olan Cebel Şeyh’i işgal etmesi ise bölgede kendine çok önemli bir stratejik mevzi kazandırdı. (4) İsrail bu hafta Suriye’de en az 350 hava saldırısı gerçekleştirdi.
Türkiye kazandı mı?
Türkiye’nin HTŞ gibi selefi cihatçı silahlı gruplara verdiği destek son saldırılar açısından kritik önem taşıyordu. Ayrıca 2017 yılında bir dizi silahlı grubu bir araya getiren ve kuzeybatı Suriye’nin bazı bölgelerini kontrol altına alan önemli bir aktör olan “Suriye Ulusal Ordusu” da Türkiye tarafından destekleniyor.
Son haftalarda Türkiye, Esad rejiminin Ankara ile ilişkileri normalleştirme çabalarını reddetmesinin ardından isyancı örgütlere yeşil ışık yaktı. Elde edilen sonuç dikkate alındığında, bundan böyle Türkiye muhtemelen ülkedeki en etkili dış aktör olarak ortaya çıkacaktır.
Kısaca, Türkiye’deki iktidar bloku Esad’ın şiddet yoluyla devrilmesini zımnen destekledi ve Şam’daki yeni rejimi şekillendirme fırsatına sahip oldu.
Nitekim birçok uluslararası yorumcu bu görüşü destekliyor. Örnek olarak bir yoruma göre: “Esad’ın düşüşünden potansiyel olarak asıl kazançlı çıkacak olan devlet Türkiye’dir. Cumhurbaşkanı Erdoğan Suriye’de uzun bir yol kat etti; bir zamanlar Esad’ın hamisiyken onun devrilmesini talep etti ve ardından Esad rejimiyle normalleşme arayışına girdi. Geçtiğimiz haftalarda Erdoğan Esad’ın şiddet yoluyla devrilmesini zımnen destekledi. Ankara şimdi Şam’daki yeni rejimi şekillendirmek için bir fırsata sahip oldu”. (5)
ABD, İsrail, Türkiye aynı çizgide mi?
Keza Orta Doğu uzmanı gazeteci Conor Gallagher, “ABD’nin vekilleri (Ukraynalı neo-Naziler, İslami köktendinciler ve Siyonist soykırımcılar) aracılığıyla Suriye Devlet Başkanı Esad’ı devirmek ya da en azından olası bir çözüm öncesinde daha fazla toprak koparmak ve Tahran’ın ülkedeki etkisini zayıflatmak için Suriye’de yeniden bir araya geldiğini; Türkiye’ninse, eski adıyla Nusra Cephesi olarak bilinen İslamcı paramiliter örgüt HTŞ’nin en büyük destekçisi olarak merkezi bir rol oynadığını” ileri sürüyor.
Neo Osmanlıcı girişimler
Türkiye’nin ABD ve İsrail ile iş birliği yaptığını ileri süren yazara göre: “Erdoğan’ın çıkarları ABD-Ukrayna-İsrail grubun çıkarlarıyla örtüşüyor. Türkiye’nin eski imparatorluğun büyük bir kısmı üzerindeki etkisini güçlendirdiğini görmek isteyen Erdoğan ve kliğinin katı neo-Osmanlı hırsları, ABD-Ukrayna-İsrail’in bölgedeki Rus ve İran etkisini azaltma arzusuyla örtüşüyor. En azından Türkiye, mültecilerin geri dönüşü için herhangi bir kalıcı çözümden (potansiyel olarak Trump II döneminde) önce Suriye’de kendisinin ve vekillerinin kontrolü altında daha fazla toprak elde etmek istiyor ve bu da Ankara’nın tehdit olarak gördüğü Kürt güçlerini etkisiz hale getirmek için daha iyi konumlanmasını sağlayacak. Türkiye üç milyondan fazla Suriyeliye ev sahipliği yapıyor ve Erdoğan bu konuda bir şeyler yapması için ülke içinde baskı altında ve binlerce kişiyi “gönüllü geri dönüş” beyanlarını imzalamaya zorlamakla suçlanıyor. Suriye’de güvenlik ortamı “güçlendikçe” Erdoğan daha fazla Suriyelinin Türkiye’den sınır dışı edileceğini söylüyor”. (6)
Devam edecek…
Dip notlar:
https://theconversation.com/what-syrias-rebel-takeover-means-for-the-regions-major-players-turkey-iran-and-russia (9 December 2024).
https://www.cfr.org/expert-brief/syria-after-assad-what-know-about-hts-hezbollah-and-iran (9 December 2024).
https://geopoliticalfutures.com/after-the-fall-of-assad-the-middle-east-braces-for-unrest (10 December 2024).
https://www.cfr.org/expert-brief/after-fall-assad-dynasty-syrias-risky-new-moment (8 December 2024).
https://www.nakedcapitalism.com/2024/12/erdogan-backstabs-his-way-into-center-of-middle-east-conflict.html (2 December 2024).
0 notes
Link
'Bu neyin kafası' dedirttiler! İki fenomen Didem Soydan'ın önce ayaklarını öptü sonra ayakkabısından içki içti
0 notes
Text
0 notes
Text
Bu bir geç kalınmış fakat tatlı ve gerekli bir elveda.
Bu bir minnet takdimi, tüm yaşanmışlıklara.
Bu ayrıca da kocaman ve son defalık bir sarılış,
bir zamanlar yediği içtiği ayrı gitmeyen, ayrı günleri geçmeyen, aralarından su sızmayan, çılgın ve fütursuz zamanların tek tanığı olan
eski bir dosta.
Zaten uzun zaman önce çoktan bambaşka yollar çizmiş ve o yollara koyulmuş,
çok da uzaklaşmış başladığı noktadan,
ve artık ‘o kişiler’ olmayan
iki eski yakın arkadaş.
*
Hani hep gittiğimiz bir falcı vardı, Ayhan Işık Sokak’ta ? Kafam bozuk bir şeyler içelim sonra fal. Ay yok önce fal sonra içelim :)
Kaç Mango var cadde boyunca? Starbucks? Midpoint? İddiaya girelim ama şimdiden kaybettin.
Önünden geçip de hiç girmemişliğim oldu mu, yoktur çok sayın aziz Antuan! Dilek dileyelim, mumumuzu dikelim. Bilirsin ben biraz böyleyim..
Asmalı’da alkollüyüz ve genceciğiz diye geçirmeye çalıştıkları hesabı bile yememiştik biz, ortalığı birbirine katıp uzamıştık hatırlar mısın?
Eskicisi, 45liği, Montreali. Çocukluğum, gençliğim..
Nevizade’de Cimbom’un maçına hiç denk geldin mi, bir de Akdeniz’in terasında, sarı kırmızıya bu kadar yakışır.
Mahzen’de oturmadık da demezsin herhalde Çiçek Pasajı’nda, Kime Ne’yi de bilirsin, meyhane, bir kapısı Nevizade’ye açılan. Heh o kapıdan çıkıp ağlayarak yerlere atmıştım kendimi, sonra gülerek de kalkmıştım. Kime ne?
Galatasaray Hamamı’nın arkasından, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı yazdığı o apartmanın önünden Çukurcuma’yı arşınlayarak Tomtom’a inmenin ‘Masumiyet’i tam karşımda. Hayatımın en mutlu anıymış, ben de bilmiyordum valla :)
Ara Kafe’de yer bulamamayı bile özlüyorum biliyor musun, nar ekşili buğday salatasını aşerdiğim kadar.. Yer bulamayıp da sonra Limonlu Bahçe’ye gidip ‘yüz bin yıllardır da gelmiyoruz buraya ha!’ diye hayıflanmayı.
Eskisi gibi değil yeni açılan İnci, yeni nesil şekerlemeciler türemiş abuk subuk anlamadım. Ali Muhiddin Hacı Bekir de anlamadı.
Yakın zamanlarda Sofyalı kapandı, ya sıra Cumhuriyet Meyhanesi’ne de gelirse? Zaten çok tatsızız epeydir, sokaklara masa sandalye atılamaz olduğundan beri..
Fabrika’nın mıydı, Küçük Beyoğlu’nun sokağında mıydı dolmuşların oraya kadar yuvarlanmıştık hani, anlat desen anlatamam ne biçim bir yağmurdu o, sarhoştum da hatırlamayacak kadar. Ben buralarda hep sarhoştum zaten, bazen içmeden bile..
Kumbaracı yokuşunun önündense aman bizimkiler telaşlanmasın, hızlıca geçersin. Bazı korkular çocuklukta işleniyor insana.
İstiklal’e Hazzo Pulo’dan geçerek girip hile yapmayı severdim, geç kaldığımdan evet. Konum atmalar yoktu o zamanlar, Odakule’nin oradayım denirdi.
Ne ‘date’lere çıkıldı iki s’li Miss Pizza’da, İtalyadan daha İtalyandır. Date de demiyorduk o zamanlar. Randevu. Çıkma teklifleri vardı halen. Şimdi yok ama Miss Pizza var, hep olacak.
Pera. Ah güzel Pera. Kapısının önünden geçerken bile kokusu buram buram gelen her biri ayrı senaryo, ayrı hikaye tarihi apartmanlarınla sen ilhamın kendisisin. Beni hep çağırırsın kendine, ben de sende bulurum kendimi.
Galata, İstanbul’un gayrimüslim prensesisin sen adeta, tüm mütevazi ‘ihtişamı’nla seyre durmuşsun yukarıdan bakan bakışlarınla yine. Cenevizliler seslenir ‘Kuleye kiminle çıkarsan onunla evlenirsin-büyük yalan- ama kulede bir çay kahve içmeye kalkarsan-büyük kazıklanırsın- bak o doğru.’ :)
Fünikülerin de ayrı havası var tabi ama kulenin oradan aşağı salmayı severim ben kendimi o otantik atmosfer içinde. Karaköy’e, denize doğru akarsın tıpkı. Öyle değil mi sence de ?
Şimdilerin Grand Pera’sı bir zamanların Emek Sineması’nda filmler seyredebildiğimiz için harikulade şanslıyız. Çok şey yıkılmış oldu çünkü, yalnızca binalar değil..
Bazılarını da yıkıp yeniden yaptılar ya! AKM hiç güzel olmadı hiç, bilerek güzel olmadı hem de..
Ve pek tabi Atlas, karşısında Beyoğlu.. Yeri gelir birbirinin ikamesi yeri gelir ezeli rakibi. Ama hep limon sirke diye atışan huysuz ve tatlı Adile Naşit ve Münir Özkul çifti gibi gelirdi bana. Neşeli Günler’di. Daim olsunlar.
Cihangir’de en sevdiğimiz sanatçıları görmek için takıldıkları kafelere girip saatlerce oturduğumuz zamanlar da tıpkı bu sinemalar gibi, eskide kaldı demek, ha?
*
Görüyorsun ya
Adımımın değmediği, kahkahamın esmediği, gözyaşımın düşmediği sokağın yoktur,
Fazlam yok, eksiğim çoktur.
Uzattıkça uzatırım.
Bilirsin, vedalar da hep zor gelir bana…
Şubat 2024
1 note
·
View note
Text
Adana Yemekleri ve Restoranları
Adana'nın en meşhur yemeği nedir? Adana meşhur yemekleri nelerdir? Adanada neler meşhurdur? Adana'da en çok ne yenir?
adana'nın meşhur yemekleri nelerdir adana'nın meşhur yerleri ve yemekleri adana'nın en meşhur yemekleri Adana Yemekleri Tarifleri adana'ya özgü tatlılar adana'nın neyi meşhur hediyelik adana'nın meşhur tatlısı
adana yemekleri, adana yemekleri tarifleri, adana yemekleri ali biçim, adana yemekleri meşhur, adana yemekleri şırdan, adana yemekleri isimleri, adana yemekleri nelerdir, adana yemekleri listesi, adana yemekleri yöresel, adana yemek blog, adana yemek.com, adanada akşam ne yenir, adana yenilecek yemekler, adana yemek çeşitleri, adana da yemek yenecek yerler
1 note
·
View note
Text
Eda Biçim kimdir? İnstagram ve youtube platform’nun popüler içerik üreticilerinden olan Ali Biçim'in kardeşi Eda Biçim instagram platformunda hızla yükselen ve fenomen listelerine giren isim haline geldi. Güzelliği ile dikkatleri üzerine çeken Biçim geniş hayran kitlelerine ulaştı. Biçim'in takipçileri sosyal medya fenomeni hakkında kapsamlı bir araştırmaya başladılar. Eda Biçim kimdir? Kaç yaşında? Bu... https://www.begonya.com/eda-bicim-kimdir/?feed_id=159937&_unique_id=65034c2ee8c5f
0 notes
Text
Ev.Memleket.Yara
Esef miktarda kırımın, azami surette tahakkümün, bitimsiz, sonu getirilmeyecek bir hali barındıran tehdit döngüsünün ortasında bir memleketin dönüşümü süreğen kılınıyor. İş bu sahnenin her gününde bir cerahat, her takvim yaprağına bir öncesinden de ağır ola gelenin yıkıcılığı denk getiriliyor. Ne günümüz gün, ne şimdimiz şimdi, ne de şu andan bir yarına dair umut var edilebiliyor. Saray sultasının yemledikleri, palyaço takımına dönüştürülmüş ol medya şaklaban sürüsünden, bin küsur liralık market yardım kartları dağıtılan, alenen bir biçimde yandaş kılınan akp tarafgiri yoksunlar vesaireye uzanan bir şecerede her günü ve her anı apayrı bir sınama gayreti örtbas edilmeye çalışılıyor. Nankörler, vatan hainleri, teröristler, bölemeyeceksiniz, yıkamayacaksınız tahayyülleri arasında bir memleketin tam tekmil dönüşümü güncellenir. Misal, ismi lazım değil memleketin Teksas’ı kılınmış olan ol menzilinde çıkagelen şiddeti dahi bunlar münferit bahislerdir diye geçiştirebilen bütün o cüret imal edilendir. Hep bir biçimde yabanıl kılınan, yabancılaştırılan bir hayat edimi, deneyimi söz konusudur.
Normalleri altüst edilmişken, cerahat oluk oluk / öbek öbek yaygınlaştırılırken bunlar da gelip geçicidir mefhumunun ardından çıkagelen her şeyle zor daha zor kılınır. Yaşamayı var etmek handiyse imkansız. Tümüyle zorbalığı ele alan muktedirin var ettiği ülkenin ol tezahürün sunduğu yersiz, nedensiz değil topyekun teslim alınmış bir sahneyi imal olduğu artık açıktır. Eldeki avuçtakini heder eden, ele geçen aylık ücretleri aralıksız zamlarla açık bir biçimde yağmalayan ülke gerçektir. Bütün bütün doğrudan bir yoksunluk herkese eşit bir biçimde pay edilir. Tümüyle, cumhuriyet mefhumunun yüzüncü yılı, ülkenin kuruluşu üstünden yepyeni mitler bina edilirken, olasılıksızlık içinde debelenen yurttaş imgesinden bir gelecek tahayyülüne girişilir. Herkesin umudu çarçur edilendir. Herkese eşit bir biçim ve olasılıkla pay edilmiş olagelen ümidin kırımıdır. Borç batağına sürüklenirken, petrolün ya da doğal gazın müjdesi bildirilirken faturalar hep ama her dem sıradanın sırtına yük edilir. Sermayenin aman şimdi ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey diye diye devletle el ele kol kola var ettiği yoksunluk halleri, üç kuruş maaşları bu sizin bir aylık geçiminize yeter de artar diye oluşturulan imgeleme ile halihazırda en yakın örnek var edilir. Cerahat, bütünüyle teslim alınan kitleler ve aralıksız psikolojik yanılsama, çokça yalanlarla birlikte bir ülkenin imali söz konusudur. Karabasanlardan mülhem ülke gerçektir, yegane gerçek!
Bir memleketin dönüşümüne nihai örneklerden bir başkası da hayat hakkına düşürülen ol aleni gölgelerdir. Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Konya’da samanlığı ve evinin bir bölümü yanan Erol Şan, yangının kendilerini "Sizi de Dedeoğulları gibi mi yapalım?" şeklinde tehdit edenler tarafından çıkarıldığını söyledi.
Konya'nın Karatay ilçesine bağlı Saraçoğlu Mahallesi’nde yaşayan Şan ailesine ait samanlık dün gece saatlerinde yandı. Yangın nedeniyle ailenin evinin bir bölümü de yandı. Aile fertlerinden Erol Şan, samanlıklarının kendilerini daha önce "Sizi de Dedeoğulları gibi öldürürüz" şeklinde tehdit eden H.A. ve M.E.A. tarafından yakılmış olabileceğini iddia etti.
'Tehdit Ettiler'
Şan, evinin bir kısmı ve 160 ton samanının küle döndüğünü aktardı. Şan, olaya dair şu bilgileri paylaştı: "Büyük ihtimalle daha önce oğlumla tartışan faşistler yaptı. Oğlumun onlardan alacağı vardı. Çocuklarım yaklaşık bir buçuk yıl önce H.A.'dan parasını istemeye gitti. O vakit çocuklarımı tehdit etmişlerdi. Çocuklarımın da karşılık vermesi üzerine tartışma çıktı ve çocuklarımı kendilerini gasp etmekle suçladılar. O tartışmada çocuklarıma 'Siz hala utanmadınız mı? Sizi de Dedeoğulları ailesi gibi mi yapalım?' şeklinde tehdit etmişlerdi. Tartışmadan sonra tehdit eden kişinin abisi beni telefondan arayarak, ‘Sizi Konya’dan sürdüreceğim, yok edeceğiz. Ben sizi yakacağım’ diye tehdit etti. Biz de bu tehditlerden yola çıkarak, olayı bu kişilerin yaptığını düşünüyoruz” diye konuştu.
İnceleme Başvurusu Yapıldı
Şan, kameralardan olayın fail ya da faillerini tespit etmeye çalıştıklarını ancak sonuç alamadıklarını ifade etti. Şan, "Emniyet bir şey yapar mı yapmaz mı onu bilemiyorum. Kameradan bir şey tespit edilmedi. Ama bu saldırı bilerek ve isteyerek yapıldı. Bu bir kundaklamadır, başka bir şey değil. Bir milyondan fazla zararımız oldu. Kardeşi en son Ramazan ayında da beni arayıp, ‘Sizi buradan süreceğim, yaşatmayacağım, sizi yakacağım’ dedi. Biz, HTS kayıtlarının ve BAZ verilerinin incelenmesi için başvuruda bulunduk” diye konuştu.
Dedeoğulları Katliamı
Konya’nın Meram ilçesinde Keleş ve Çalık aileleri, 12 Mayıs 2021 tarihinde Dedeoğulları'na ilk saldırıyı gerçekleştirmiş ve saldırıda 4’ü kadın 7 kişi yaralanmıştı. Saldırganlar, saldırı sırasında "Biz ülkücüyüz, sizi yaşatmayacağız" şeklinde tehditler savurmuştu. Saldırganlardan 7'si tutuklanmıştı. Ancak 2 ay geçmeden hepsi tahliye edilmişti. Tahliye kararının üzerinden 18 gün sonra, yani 30 Temmuz'da ise Dedeoğulları'na yönelik ikinci saldırı gerçekleşmiş ve Dedeoğulları ailesinden 7 kişi katledilmişti.”
Her durumda yinele gelen ötekileştirme, bir biçimde önyargı ve ezber edilmiş olagelen tüm o nefret şablonlarının var ettiği bir kırılma / kırım öncesinin detayıdır az öncesinde okuduğunuz haber metni. “Konya’da samanlığı ve evinin bir bölümü yanan Erol Şan, yangının kendilerini "Sizi de Dedeoğulları gibi mi yapalım?" şeklinde tehdit edenler tarafından çıkarıldığını söyler.” Bütünüyle mahvetme döngüsü içerisinde hayatın un ufak olunmasının güzergahı biçimlendirilir. Nasılsa karışan da yoktur, görüşen de, ön alan da yoktur bütün bu fecaat sarmalı kılınan tahakküm / kin / nefret döngüsüne dur diyecek hiç kimseler de. Türkiye'nin bir cerahat yuvasına dönüşümü güncelleniyor. yol, yordam, akıl ve eylem tastamam devre dışına itiliyor. Bunca nefret, bariz ayrımcılık belirsizlikler taşıyan bir kin hâli içinde ev artık yaşanması imkânsız bir mekana dönüşüyor. Umursar mısınız! Sosyolog Prof. Dr. Havva Neşe Özgen hocamızın belirttiği bir meseli de ucuna iliştirelim iş bu meramın: “Türkiye artık bir ev değil. Bi-polar halde yaşayan iki toplum var. Her birisi kendi içinde deviniyor, kendi ceza hukuku, kendi adaleti, kendi sermayedarı, kendi makbulü var. Taraflardan birisi devletli diğeri devletsiz.” Bütün bu habis döngünün iş bu sahnenin yaşamının makbul olandan alıkonulduğu bir zeminde yaraların önemini, onların teşhis ve düzenlemesini, iyileştirilmesini kim nasıl var edecektir, mesel budur.
Mazlum Engin Deniz’in Mezopotamya Ajansında yayınlanmış haberidir: “Colemêrg’te sınır hattında yaşanan asker şiddeti ve saldırıları nedeniyle onlarca kişi yaşamını yitirirken, failler cezasızlık politikasıyla aklanıyor.
Federe Kurdistan Bölgesi’nin sınır hattında bulunan Colemêrg ve ilçelerinde askerlerin yaptığı işkence, kötü muamele ve darp olayları bitmek bilmiyor. Yıllardır ölümlerin ve işkence olayların bitmek bilmediği kentte, işkenceyi yapanlar ise “cezasızlık” politikasıyla aklanıyor. İşkence, kötü muamele ve asker-polis kurşunuyla ölümlerin en çok yaşandığı kentlerin başında yer alan Colemêrg, son olarak Rûbarok (Derecik) ilçesinde bulunan Navberojan bölgesinde 25 Temmuz’da büyükbaş hayvanlarını otlatan Serhat, Mahmut Serkan Taş ve Ercan Özmen ile S. Taş, askerler tarafından darp edilmesiyle gündeme geldi. Darp edilen çocukların amcası olan ve Navberojan’da yaşayan yurttaşlardan Cabbar Taş, “sınır ihlali” gerekçesiyle insanların katledildiğini söyledi.
Ölüme ‘Sınır İhlali’ Kılıfı
Rûbarok’ta yaşanan darp olayının yeni ve ilk şiddet olayı olmadığını vurgulayan Taş, bu durumun Kurdistan’ın özellikle Şemzînan ve Rubarok ilçesinde sıklıkla yaşandığını belirtti. Geçmişten bu yana yılda en az 30-40 hak ihlalinin yaşandığına dikkat çeken Taş, yaşanan olaylarda şimdiye kadar 10’a yakın gencin asker kurşunuyla katledildiğini aktardı. Askerlerin sürekli “sınır ihlali” gerekçesini öne sürerek gençleri katlettiğini söyleyen Taş, “Çocuklar sınırın nerede olduğunu biliyorlar, böyle bir şey yaşanmamasına rağmen çocuklarımız katlediliyor. Sınırları bizzat bize ait olan arsalarımıza ve yaşadığımız yerlerin içine kadar getirmişler. Bugün öyle bir duruma getirmişler ki köyde hayvan besleyemiyor ve hayvancılık yapamıyoruz” diye konuştu.
Çocuk Suçlu, Asker Mağdur!
Cezasızlık politikalarına değinen Taş, “Askerlerin çocuklarımıza işkencesinden ne kadar rahatsız olduysak, hakim ve savcının verdiği karardan da o kadar rahatsız olduk. Hukuksuz kararla birlikte askerlerin hatalarını örtbas etmeye çalışıyorlar. Çocuklarımızın hakkının savunulması gerektiği yerde, çocuklar hakkında para cezası, adli kontrol ve yurt dışı çıkış yasağı kararı verildi. Mahkeme heyeti, çocuklarımızı suçlu, askerleri ise mağdur gördü. Bu kararı veren mahkeme heyetinin vicdanı nasıl bu kadar rahat? Bu kararda gördüğümüz ve anladığımız tek şey, askerlerin yaptıkları suçlarının üstünün örtbas edilmesidir. Görüntülerde işkence de darp da göz önünde ama buna rağmen çocuklar cezalandırıldı” ifadelerini kullandı.
‘Kürt’e Ölüm Reva Görülüyor’
Kürdistan coğrafyasında yaşayan insanların mahkemelerce verilen “hukuksuz” kararlar nedeniyle yasaya ve kanuna inancının kalmadığını belirten Taş, “Bir insanın işkenceye uğraması ve mağdur edilmesi, bunun üzerine suçluyu mağdur, mağduru ise suçlu göstermeleri adaletin neresinde yazılmış. Eğer bu çocuklar kendi çocukları olsaydı, tavırları ne olurdu? Eğer Rize, Çanakkale, Ankara ve İstanbul'da çocuklara bu şekilde işkence edilseydi, bu şekilde mi karşılık vereceklerdi? Ama söz konusu Kürt çocukları olunca, ölümleri de reva görülüyor, işkence normal karşılanıyor. Ülkedeki tüm avukatlara çağrımız; yapılan bu tür işkence olaylarının önlenmesi için hukuki destek şart” dedi.
Rûbarok’ta 3 Yılda Yaşananlar
Rûbarok’ta 2020 yılından bu yana sadece basına yansıyan işkence, kötü muamele ve asker ölümlerinden bazıları şu şekilde:
* 1 Ağustos 2019: Rûbarok ilçesine bağlı Çemekurk köyünde sınır ticareti yaparak geçimlerini sağlayan köylülere askerlerce ateş açıldı. Açılan ateş sonucu 14 yaşındaki Vedat Ekinci olay yerinde hayatını kaybetti, köylülerden biri de ağır yaralandı. Olaya ilişkin başlatılan soruşturma kapsamında dosyaya gizlilik kararı getirilirken, olayın failleri olan askerlerin sorgusu askeri kurum tarafından yapıldı. Olayın aydınlanmasını sağlayacak en önemli delil olan mermi çekirdekleri ise kaybedildi. Olayın faili uzman çavuşun ise görevi başında olduğu iddia edildi.
* 30 Kasım 2020: Rûbarok ilçesine bağlı Bêrox-İsyan köyünde iki arkadaşı ile piknik yapan 16 yaşındaki Özcan Erbaş, askerlerin ateş açması sonucu hayatını kaybetti. Olayla ilgili soruşturmada gizlilik kararı alındı. Yine olay sonrası Erbaş’ın katledildiği bölgedeki boş mermi kovanlarının kaybolduğu iddia edildi.
* 1 Ocak 2021: Rûbarok Derecik ilçesine bağlı Çemêkurk köyünde Reşit Ekinci, bir grup arkadaşıyla beraber piknik yaparken askerler tarafından açılan ateş sonucu yaralandı. Olayın üzerinden 5 ay sonra kardeşi Celil Ekinci (17) ve akrabası olan Şahap Şendul da (23) askerlerin ateş açması sonucu yaralandı.
* 23 Mayıs 2021: Rûbarok ilçesine bağlı Îsyan köyünde yaşayan 18 yaşındaki Mehmet Dinç, koyunlarını otlattığı sırada askerler tarafından açılan ateş sonucu bacağından vuruldu. Yaralanan Dinç, hastaneye kaldırıldı. Olayla ilgili herhangi bir soruşturmanın başlatılmadığı belirtildi.
* 16 Nisan 2022: Rûbarok ilçesinden Federe Kurdistan Bölgesi’ne geçen 21 yaşındaki Tahsin Yalçın ve iki arkadaşı, saat 03.00 sıralarında evlerine geri döndükleri sırada askerlerin saldırısına uğradı. Yalçın, olay yerinde yaşamını yitirirken, diğer iki kişi ise yara almadan kurtuldu.
* 25 Temmuz 2023: Rûbarok ilçesinde bulunan Navberojan bölgesinde büyükbaş hayvanlarını otlatan Serhat, Mahmut, Serkan Taş ve Ercan Özmen ile S. Taş, askerler tarafından darp edildi. Darp edilen 4 kişi, köylülerin yetişmesiyle linç edilmekten kurtuldu. Çocukları darp eden askerler ise halen görev başında iken, askerlerin konuya ilişkin ifadeleri dahi alınmadı.”
Esef miktarda kırımın, azami surette tahakkümün, bitimsiz, sonu getirilmeyecek bir hali barındıran tehdit döngüsünün ortasında bir memleketin dönüşümü süreğen kılınıyor. Bir biçimde aynı sözlerin klavyeden düşmesi gibi, hayatın akışının da bunca belirgin birörnek bir halde derdest edilmesi gayreti kesintisiz kılınıyor. Tümüyle yaşam akdinin feshedilen bir mefhuma indirgenmesi, bu hakkı ve hukuku çiğneyen devletlinin kimseler dokunamaz çıkışları ve nicesiyle o dönüşümü süreğen kılınıyor. Colemerg tıpkı diğer Kürd illeri gibi bir deney sahnesine dönüştürülüyor. Kırsalın sınır hattına yerleşik olması, sınırın her nere olduğunun muallak kılınması, dahası sınır hattının istendiği gibi güncellenip insanlara zül etmek için kurgulanabilir hali içerisinde sessiz yıkımlar bina ediliyor. Ya göz dağları ya da işkenceler. Ya kör kurşunlar ya da katledilen ormanlar misal Cudi, misal Lice’de var edilmiş yangınlar. Doğanın yaşanmaz kılınmasının bir sonraki evresi onu evi bilenlerin gel gelelim bu ülkede düşman addedilen / öyle kodlanmış sıradan insanların hayatlarına da göz dikmek olarak var ediliyor.
Rûbarok’taki işkence farklı bir tezahürdür ta ki köyde yaşayan insanların müdahalelerine kadar. Rûbarok (Derecik) ilçesinde bulunan Navberojan bölgesinde 25 Temmuz’da büyükbaş hayvanlarını otlatan Serhat, Mahmut Serkan Taş ve Ercan Özmen ile S.Taş, askerler tarafından darp edilir. Darp edilen 4 kişi, köylülerin yetişmesiyle linç edilmekten kurtulur. Ardından gözaltına alınan 4 kişi, “Pasaport kanuna muhalefet” gerekçesiyle savcılığa çıkarılır. İfadeleri alınan gençler, çıkarıldıkları Şemdinli Nöbetçi Sulh Ceza Hakimliği’nde adli kontrol şartıyla serbest bırakılır. İşkence yerli yerinde dururken, cezasızlık zırhının arkasına gizlenerek yeniden bir kırım ancak çabayla önlenir, mutlak itirazlarla. Budur dönüşümü güncel ülkenin, hak ya da hukukun ehven olanının gerisin geriye salındığı bir zeminde rastlantısaldır yaşamda kalmak. Öyle işte.
Bir dönüşüm var ediliyor. İş bu sahnenin her gününde bir cerahat, her takvim yaprağına bir öncesinden de ağır ola gelenin yıkıcılığı denk getiriliyor. Hemen her durumda “ağır” bir yük kılınmış olagelen sınamalara yepyenileri ekleniyor. Ne hakkın sınırı var, ne tek bir hukukun var edilip yaşatılması. Bir zorbalık iktidarının gereksinim duyduğu hemen tüm öç almalar, herkesi öcü görmeler, her fırsat ele geçtiğinde asmalar, kesmeler, dümdüz işkenceler ile bir menzilin dönüşümü mutlak kesintisiz kılınıyor. Bariz belirgin bir halde, toplumsal sessizlikten de el alınarak, itiraz eden de kalmadığından bir devinim mutlak ve kati yıkımlar için sürekli güncelleniyor. Ev olma ihtimalinin tepetakla edildiği bir zeminin gerçekliği olarak cehennemi olanın kurgusu değil hakiki bir yansısı var ediliyor. Hakikati çürüme, cürüm ve tahakkümle ilintileyen zeminin gerçekliğinde toplumsal itiraz hakkını zayi etmiş olagelen yerde hayat neye tekabül eder. Birbirinden ayrıştırılmış olagelen halklar, umursamazlık duvarları, aşılamayan önyargılar ve tümüyle birden şekillendirilen nefret / hiddetle bir bütünde un ufak edilmiş olanı şimdi anlıyor musunuz? Ev, ev olma hal ve istemini yitirmişken, yarının kapkaranlığına dur diyebilecek bir iradeyi sorguluyor musunuz? Öyle bir derdiniz kaldıysa şayet... Laf diye değil sahiden...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Yapıt: “Anfal Campaign (4)” By Lukman AHMAD, 30″ x 30″ Acrylic on Canvas, 2012 via Mud Season Review
#mesel#meram#arzihal#türkiye nereye!#bakur kürdistan#kürdi#gerçeklik#hayat hakkı#sözcükler#işkence#yıkım#yıldırı#nefret söylemi#yıkıcılık#ayrımcılık#hakaretamiz#kök kötülük#demokrasiye ne oldu#başka türkiye vardır#an#kesişim#cerahat#yol nereye?#politik#rûbarok#colemerg#işkence insanlık suçudur
1 note
·
View note
Text
Yok biraz ukalalık yapıp gideceğim bu akşam yarışma seyrediyorum şu sevindirik çocuk Alper mi soru sordu"Atatürkün resmi nikâhla evlendiği eşi kimdir?" Doğru cevap hemen geldi"Latife hanım(Uşaklıgil)"arka fonda bu fotograf gösterildi Atamızın düğün resmi olarak ama yanlış bu Atamızın evlat edindiği kızlarından Nebile'nin düğün dans fotografı yani kültürlü değilim ama bunu biliyorum Atatürkün hayatı konusunda daha hassas olunursa seviniriz ayrıca Atatürkün ilk eşi Fikriye hanımdır da Osmanlı nikâhıyla evlendiğinden geçerli sayılmaz bazıları Fikriye hanımın Atatürkün sevgilisi olduğunu söylerler yanlış,Zübeyde hanım dindar tutucu bir kadındı Fikriye hanım Atatürkün üvey babasının erkek kardeşinin kızıymış öyle saygın bir aile o günün toplum kurallarında nikâhsız beraberliği kabûl etmezlerdi akıl/mantık/izan var hem eşi değilse niçin Çankaya köşkünü dekore etti Avrupadaki tedavisi bitince yurda dönüşte Atatürkün evlendiğini duyunca adeta Çankaya'ya baskına geliyor ve kadını öldürüyor Kılıç Ali paşa aynı paşa ileri de metresini kıskançlık nedeniyle vurur ve Atatürkün yanında cinayet örtbas edilir Atamız ses çıkarmaz bir vefa borcu ödenmesi midir kim olursa olsun böyle yanlışlıklar aklımı kurcalar benim naçizane!!!!??? Çoşmayın hareminde 40 cariyeyle yetinmeyip içoğlanlarla eğlenen padişahlara cennet mekân diyorsunuz nah cennete gidecekler o günâhlarla 😠Hanedan mensupları ve diğer hanedanlıklarla akrabalık bağı olanlar cennetlikse ben de dünyada sahip olamadığım mor masaratti ile cennete giderim(mercedes/limuzin banâl klişe😴) saçmalamayın her fani insanın günahı sevapı iyi ve kötü yanları vardır tek kusursuz Allahtır heyyy Atatürk ve Fikriye hanım aşkı Hollywoodda olsaydı ne biçim filme çekilirdi🎬🎥
instagram
0 notes
Text
Kürt Müziği (Dengbêjler) | Müzik Öğretmenleri Sitesi
Kürt Müziği (Dengbêjler)
Ömer Polat
Kürt Müziği
BÖLÜM 1- Kadim Bir Gelenek: Kürt Müziği GİRİŞ
Kadim bir gelenekti seslerin izini sürmek. Yitip giden zamanların nefesini gününe ulaştırmak için ellerinde asaları, sırtlarında abalarıyla hiç bilmedikleri, görmedikleri yerlere yöneldiler. Uzun kış gecelerini mekân bilip, onları ayazdan koruyan abalarına sarındılar. Yollardaki bütün zorluklara katlanmayı göze alıyorlardı. Biliyorlardı ki gidecekleri yerde onlara kıymet verilecek, etraflarında toplanılacak, meclisler kurulacak, mırralar (acı kahve) dağıtılacak, bitmek bilmez kış geceleri onların sesleriyle ısınacak ve sabaha varılacaktı. İnce, derinden ve duygu yüklü binyılların izini taşıyan bir mırıltıyla başlanan hikâyeler, gecenin bütün yükünü sırtlayacak kuvvetteydi. Bazı zamanlar anlattıkları, tan ağarana kadar bazı zamanlar ise günlerce devam ederdi. Uzayıp giden destanlarda, kahramanların maceraları en derin yerinden kesilir sonraki güne bırakılırdı. Kimi zaman yalnız başlarına, kimi zaman ağanın, beyin, mirin, söz sahibi kadir bilenlerin daveti üzerine yola çıkarlardı. Kimi; ağaların, beylerin, hanedanların denetimindeydi, kimiyse; yalnızlık ve yoksulluk içindeydi. Denetiminde olduğu kişilerle savaşlara giderlerdi, savaşı belleklerine kaydeder bire bin kahramanlık ekleyerek cemaate anlatırlardı. Atışırlardı. İki savaşçı gibi… Hüner zamanıydı. Hünerini eni iyi ortaya koyanın yıldızı parlardı. Genç kızların yüreklerinin kapısına sesleriyle ulaşır, kilidini ezgileriyle açarlardı. Bazılarının çalgıları sesleriydi, bazıları coğrafyanın şekline göre bilur (yöresel Kürt kavalı), tembur ya da rıbab (yöresel kemençe). Ama hep yoldaydılar. Mühürlenmiş yazgıları yola yazılmıştı. Seslerin ve kelimelerin yok olup gitmemesi için çırak yetiştiriyorlardı. Her ölen, çırağına kelimeleri ve sesleri devredip gidiyordu. O da bir başkasına… Toplumsal bellek bu şekilde binlerce yıl varlığını sürdürüyordu. Seslerin içindeki ahengi yakalar, kelimelere ise yeni anlamlar yüklerlerdi. Kelime avcılarıydılar. Her gittikleri yerden, heybelerinde yiyecek yerine yeni sesler ve kelimelerle dönerlerdi. Bilirlerdi ki kendilerine değil sözlerine ve seslerine değer biçiliyordu. Bu yüzden her an tahtından olma korkusu yaşarlardı. Bunlar Kürt sözlü geleneğinin temsilcileri dengbêjlerdi. Eski zaman adamları, soyu tükenen ozanlardı.
KÜRT MÜZİĞİ TARİHİ
M.Ö 280’den M.S. 130’a kadar süren krallık döneminde yaşayan “Avger” adlı Kürt sanatçının Mezopotamya’da yaşayan halkların müzik yapısını sistematize ettiğini görüyoruz. İbrahim Musulî, Harun el-Reşid’e Bağdat’ta sanatını sergilemiş ve ilk müslüman müzik okulunu açmıştır. Daha sonra Musul’da yaşayan oğlu İshak Musulî, Avger’in sistemini daha da güçlendirmiş, melodik yapı, ezgisel biçim, form, ses sistemi açısından birçok konuyu sistematize ederek, kendi öğrencilerine aktarmıştır. Bu öğrencilerden bir tanesi Yahya Ali (Risale fi’l-Musikî adlı Kürt müziği kitabını yazmıştır. Bu kitapta bir oktavın eşit olmayan 17 aralığa bölündüğünü görüyoruz), diğeri ise Ebu Feyz Bin Amedî’dir. Onun öğrencisi Farabi ise ‘Risale fi’l-Musikî’ adlı Kürt müziği kitabını genişleterek ‘Musika’l-kebir’ adıyla müzik tarihine kazandırmıştır. Daha sonra ise Hindistan’a, Osmanlı saraylarına ve Bağdat’taki Arap, Osmanlı, Fars, diğer halklara eğitmen olarak giden Abdulkadir Meragi’yi görüyoruz. Bağdat’ta Harun-el Reşit sarayında müzisyen olan Ziryab, karşılaştığı problemler yüzünden Bağdat’ı terk ederek Endülüs’e gelir ve Doğu müziğini oraya taşır. Yine 13.yüzyılda kurulmuş olan Derviş Dergâhları’nın bir gereği olarak da dinî müziğin var olduğunu tahmin edebiliriz.
1300’lü yıllardan sonra ise Kürt müziğinin sadece halk müziği yanı kalmıştır. Çünkü bu dönemden sonrası artık istila dönemidir. Kürtlerin kendi dinamikleriyle müzik icra etme şansları kalmamıştır. Kürt müziğinin kalan yanının, dansla güçlü bir ilişkisi vardır. Özellikle dengbêjlikle ilgili yanı kalmıştır. Kürtlerde müziği yaşatan dengbêjler dışında iki unsur daha vardır. Biri anneler, diğeri ise medreselerde dini müzik eğitimi almış, dini müzik icracıları olan ‘feqî’lerdir. İlk müziğin dinî müzik olduğunu unutmamak gerekir. Örneğin Avger ve İshak Musulî, Yezidi’dirler ve kendi dönemlerinde müzikle tedavi yapan insanlardır. Şunu da eklemek gerekir: Müziğe ilişkin birçok eser ve kaynak, Moğolların İran’ı istila edip 1258 yılında Bağdat’ı yok etmeleriyle kaybolmuştur.
GELENEKSEL KÜRT MÜZİĞİNİN ÖZELLİKLERİ
Kürt müziği ile ilgili oldukça genel ve araştırmacıların üzerinde hemfikir oldukları bazı özelliklerden bahsedecek olursak;
Kürt müziği esas olarak halk müziğidir ve anonimdir.
Şarkıların bestecisi çoğu zaman üzüntü, nadiren de sevinç duygularını ifade eden bir kadındır. Dengbêjler bu şarkıları köyden köye dolaşıp anlatarak halkça tutulmalarını sağlar ve aynı zamanda başkalarına aktararak, daha fazla insanın bu şarkıları aynı yolla icra edip şarkıyı yaymasına vesile olurlar.
Geleneksel Kürt şarkısı, bir ezginin yinelenmesine dayalıdır. Bir kıtadan diğerine geçerken sadece sözler değişir. Tüm şarkılar ve uzun havalar baştan sona aynı ruh halinde devam eder. Şarkının akışını kesecek ya da havasını değiştirecek neşeli, canlı, hareketli pasajlar araya girmez. Buna, destanlar istisna oluşturabilirler. Destanın her aksiyon bölümü için farklı bir ezgi ve ritim kalıbı vardır.
Geleneksel Kürt müziği tekseslidir ve ‘seslik’ bir karaktere sahiptir. Enstrüman çoğu kez dinleyiciyi sözlerin mesajını daha iyi algılayabileceği bir ruh haline sokmayı amaçlar, yani görece ikincil bir role sahiptir.
Göçebe karakter, Kürt müziğini önemli ölçüde etkilemiştir. Yaylalara (zozan) çıkışın ya da ovalara (germîyan) geri inişin kutlanması, kuzuların doğumu, yünlerin kırkılması sırasında söylenen eski zaman şarkıları önemli bir yere sahiptir.
Dağ kültürü ve ova yerleşik kültürü içinde yaşayan Kürtlerin müzikleri farklıdır. Dağlık bölgelerde daha sert, vurguları güçlü şarkılar ve üflemeli çalgılar hâkim iken, ova Kürtlerinde daha sakin bir ruh hali ve salınıma sahip şarkılarla ağırlıklı olarak telli çalgılar vardır.
Kürt müziğinde, danssal olmayan eser sayısı çok azdır. Genellikle kullanılan usuller ise; 6/8, 2/4, 10/8 vb. Kullanılan makamlar genellikle rast, newrozî, kürdî, çargâh, buselik, hicaz vb. makamlar olsa da, Ortadoğu’da kullanılan bütün makamlar kullanılmaktadır denilebilir. Kürt müziğinde genel olarak sesler herhangi bir dereceden başlayabilir ama temel sesle biter. Ezgi genellikle inici ve çıkıcı-inici bir seyir izler.
Ölçü içerisinde genellikle “es” (sus işareti) kullanılmaz.
GELENEKSEL KÜRT MÜZİĞİNDE KULLANILAN BAZI ÇALGILAR
Enstrümanların çoğu, bilimsel olarak yeterince incelenmemiştir; bazılarının ise tarihçelerine ilişkin en basit bilgiler bile yoktur. Kürt müziğinde kullanılan belli başlı çalgı aletleri şunlardır:
Bilûr (kaval)
Dûdûk (mey); diğer Ortadoğu halklarının müziklerinde de kullanılan, genellikle erik veya kayısı ağacından yapılan kamışlı bir üflemeli çalgıdır. Kürtlerde daha çatlak bir ses rengiyle kullanılır, Erivan Kürtleri bu çalgıyı Ermenilerin kullandığı renge yakın olmak üzere daha yumuşak ve insan sesine yakın bir renkte kullanırlar.
Zirne (zurna); genellikle çingenelerin kullandığı bir çalgıdır. Kürtlerde zurna çalmak çoğu bölgede hafif meşrep ve ayıp olarak karşılanır. Genellikle her bölgede davul ve zurnayı o bölgenin çingeneleri kullanırlar.
Duzare; Daha çok Bahdinan bölgesinde kullanılan çift kamışlı bir çeşit zurnadır.
Tembûr (bisk); Kürt udu ya da sazı olarak bilinir. Ud ve buzuki arası bir ses rengi vardır. Daha çok Suriye ve Irak Kürtlerinin kullandığı bir çalgıdır.
Bısk; Hozan Dilşîyar, bu aletin Kürtlerden Mısırlılara oradan da Fenikeliler aracılığıyla Yunanlılara geçtiğini dile getirmektedir. Şu andaki “buzuki” sazının atası kabul edilir.
Santûr; ‘kanun’a benzeyen fakat daha az teli olan, çubuklarla vurularak çalınan bir çalgıdır. Daha ziyade İran Kürtlerinin müziklerinde kullanılır.
Dembilk (dombak); ‘zarp’ adı da verilen vurmalı bir çalgıdır. Ağaçtan yapılır ve darbukaya benzemekle birlikte, daha kalın bir deri takılarak kullanılır. Çeşitli boyları ve tonları vardır.
Def (erbane-arbana); iki türü vardır: Birincisi, kasnağına yuvarlak ziller geçirilen, bendir şeklinde (bildiğimiz tefin büyük hali gibi) bir çalgı aletidır. İkincisi ise, daha yaygın kullanılan; kasnağının içerisine yuvarlak halkalardan oluşmuş zincirler takılan bendir şeklinde bir çalgı aletidır. Özellikle zikir ayinlerinde ve dengbêjler tarafından kullanılır.
Dahol (davul); farklı bölgelerde farklı boylarda kullanılan çift tarafı deriyle kaplı geniş kasnaklı bir çalgıdır. Bir tarafına tokmak, diğer tarafına ince bir çubukla vurularak çalınır. Kürtler davulu daha çok üç temel amaç için kullanmışlar:
1.İşe çağrı
2.Kavgaya Çağrı
3.Şenliğe çağrı
Rebab; kemençeye çok benzeyen, üç telli bir çalgıdır. At kılından gerilmiş bir yayla çalınır. Biri dem tutmak için, diğeri ezgiyi çalmak için olmak üzere genellikle birden çok teli bir arada kullanılır.
Keman; daha çok Dersim’de görülür. Aynen rebab gibi birden fazla tel bir arada kullanılır. Kemane gibi diz üstünde çalınır. Dersim Kürtlerinin Ermenilerle bir arada yaşadığı dönemde bu çalgıyı onlardan öğrendikleri söylenir.
Qirnata (klarnet); daha çok Dersim, Elazığ civarında bulunur. Genellikle ağaçtan yapılan türü değil, metalden yapılan türü kullanılır. Mey ve zurna arası çatlak bir ses rengiyle çalınır.
Cûmbûş; sıra ve mesire geceleri kültürünün etkisiyle, bazı geleneksel müzik icracıları bu çalgıyı da kullanmışlardır.
Bağlama; geleneksel Kürt müziğinde –semahlar dışında- pek yeri olmayan bu çalgı aleti, daha yakın dönem icracıların geleneksel şarkıları yorumlamasında kullanılmaya başlanmıştır. Daha ziyade politik temalı şarkılarda kullanılarak Kürt müziğine girmiştir.
BÖLÜM 2- Sözün Büyüselliği: Kürt müziği
SÖZLÜ KÜLTÜR
Konuşma yeteneği, yazı icat edilmeden çok önce insanları büyülemiş ve konuşmaüzerine durup düşünmelerini sağlamıştır. Modern dilbilimin babası olarak nitelendirilen Ferdinand De Saussure, her tür sözlü iletişimin, öncelikle konuşma temeline dayandığını hatırlatmış, modern araştırmacıların bile, inatla yazı dilini temel dil sayma eğilimine işaret etmiştir. Yazı, Saussure’e göre “Aynı anda hem faydalı, hem yetersiz, hem de tehlikelidir.” Bununla birlikte Saussure için yazı, düşüncenin sözel anlatımını değiştiren bir yöntem değil, konuşmayı tamamlayıcı bir parçadan ibarettir. (DE SAUSSURE, Ferdinand, Course De Rinquistique Generde ‘‘Genel Dilbilimi Dersleri’’, 1916, Aktaran: Abidin Parıltı)
Ancak antropolojik çalışmaların gelişmesi ve Batı uygarlığı dışında kalan toplumlara bakışın değişmesiyle, yazıya geçişin insanın yaşamı algılamasında ve yorumlanmasında temel farklılıklar doğuran bir süreci de başlattığı üzerinde durulmuştur. Yazının, sözün uzantısı değil, başka bir kültürel yapılanma doğuran bir araç olduğu belirtilmiştir (MCLUHANN, Marshall, Gutenberg Galaksisi, Çev. Gül Çağalı Güven, YKY, İstanbul, 2001, Aktaran: Abidin Parıltı). Sözle yazıyı ayırmaktan öte, onları anlamlandırmak için sözlü ve yazılı kültürün farkını ve ilişkisini ortaya koymak gerekir. 1950’li yıllardan başlayarak yaptığı çalışmalarla iletişim ve kültür ilişkisinin öncü fikrini ortaya koyan Mcluhann’ın ortaya attığı ‘’küresel köy’’ kavramı kadar ilgi çeken bir diğer düşüncesi de “araç, mesajdır’’ sloganıyla özdeşleşmiş kültür kuramıdır. Kültürün aktarım aracının, kullanana göre biçimlenen tarafsız bir yöntem olmadığını belirten Mcluhann, aracın, gerçek içeriğin kendisi olduğunu savunur. ”Örneğin bir hikâye, sözlü ifade edilmesi, sahnede oynanması, radyoda anlatılması, filmde gösterilmesi ve televizyonda sergilenmesiyle farklı anlamlar kazanır. ’’Sözlü kültürün duymaya dayalı fonetik alfabesinden, yazının alfabesine geçişle ortaya çıkan edebiyat çağı, basım teknolojisinin gelişmesiyle yok olmuş; buradan da, telgrafın bulunmasıyla elektronik çağa geçilmiştir. Burada sözün iletimi daha doğrusu iletişim, biçimlediği kültür açısından iki kırılma noktası oluşturur: Sözden yazıya geçiş (kulaktan göze), yazıdan elektronik çağa (gözden kulağa) geçiş.
Sözlü kültür, yazı ve matbaa kavramlarının varlığını bilmeyen, bilse dahi kullanmayan ya da ona hayatlarında yeteri kadar yer vermeyen, iletişimin yalnız konuşma dilinden ve tarihsel bellekten oluştuğu kültürdür. Son yıllarda sözlü kültürler ile yazı yazma alışkanlığının derinden etkilediği kültürlerin bilgi kullanımı ve bu bilgiyi sözelleştirme yöntemleri arasındaki bazı temel farklar keşfedilmiştir. Edebiyatta, felsefede, bilimde, hatta okuryazarların sözlü iletişiminde düşünme ve anlatım biçimiyle ilgili, sorgulamadan kabul ettiğimiz pek çok niteliğin, insanın kendi doğasından değil, yazı teknolojisinin bilincimize sunduğu olanaklardan kaynaklandığını görüyoruz. Bu bağlamda dili inceleyenlerin sözü değil, yazıya geçirilen sözü irdeledikleri görülür. Bu inceleme dünyasının yazıyla sıkı bağından kaynaklanır.
‘Yaban’ ya da sözlü kültür içinde yaşayan toplumlarda, öncelikle saptanması gereken nokta ‘yaban düşünce’nin mantık öncesi olmadığı, kendine özgü bir mantığa sahip olduğudur. ‘‘Yaban düşünce (sözlü düşünce) düzenli bir düşüncedir, ama kendini düşünen bir düşünce değildir”.(Oliver ABEL, ‘‘Levi-Strauss’un Antropolojik Yapısalcılığına Yaklaşım’’ , LÊVİ-STRAUSS, Irk ve Tarih, Çev. Işık Abel, Metis Yay., İstanbul,1985, Aktaran: Abidin Parıltı).
Metni ele alan çoğu incelemeci, sözlü sözelleştirmeyi, yazılı sözelleştirmeye eş tutmuşlar, sözlü sanatları, yazıya geçirilmemiş sanatlar olarak görüp, yanlış bir yöneliş içine girmişlerdir. “Yazıyla ‘kelimeler’ somut bir nesne görümüne bürünür, çünkü kelimeleri görsel işaretler olarak, şifre çözücü anahtarlar gibi algılar, metin veya kitap sayfasına basılan bu işaretlere dokunabiliriz. Yazılı kelimeler ‘artık’ sayılır. Sözlü gelenekteyse, geriye buna benzer en ufak bir artık kalmaz, birikim oluşmaz.’’ Sözcükler yazıya döküldükleri zaman, görünür hale gelir ve bütün ‘’büyüselliğini’’ yitirip, okuyan ya da bakan kişinin kayıtsız dünyasına katılırlar. Örneğin, dengbêjlerin anlattığı birçok hikâye, olduğu gibi yazıya aktarıldı. Ancak bu çaba, yazıya geçirilmiş sözden öteye geçemedi ve edebi bir niteliğe bürünemedi. Yazılı kültürde, sözcükler yazıya geçirilip kalıcı, kayıtsız hale gelir. İsteyen istediği zaman ondan yararlanır. Sözlü kültürde ise, bir zaman dilden düşmeyen bir öyküyü bir zaman sonra, ancak anlatma yeteneği olanlar ya da anımsayanlar anlatabilir.
Sözlü kültürün ne olduğu ve bu kültürün sorununu öğrenmek için sesin bu kültürde taşıdığı anlamı çözmek yararlı olacaktır. Ses kaybolduğunda işitilir. Özünde geçicidir ve bu niteliğiyle duyulur. Sesi durdurmak ve ona yazı gibi hâkim olmak olanaksızdır. Sesin akışı durdurulduğunda sessizlik kalır. Görme duyusu ise hem hareketi hem de hareketsizliği kaydeder. Yazı kültürüne bağımlı insanlar ise, kelimelerin her şeyden önce sözlü olduklarını unuturlar. Sözün olayın kendisi olduğu, dolayısıyla “güçlü’’ olduğu unutulur. Bunu içindir ki söz, söylenen hava içinde büyüsel bir güce sahiptir.
Yazılı ve sözlü kültür içinde yaşayan insanların bilgiyi ele alış şekli de farklıdır. Çünkü bilginin sözle ya da yazıyla ifade edilişi, onun yapısını da belirler. Yazılı kültür bir belgeye dayandığı ve uzun süre saklanabildiği için birbiri üstüne eklemlenerek geliştirilmeye, farklı yönlerde ilerlemeye açıktır. Ancak sözlü kültür, anlatan ve dinleyen iletişimiyle uygulanabilir bir kültürdür ve anımsanabilir düşünceler üzerinden gelişmedir. Düşüncelerin anımsanabilmesinin önkoşulu, o düşüncenin içeriğini ve ifadesini de biçimler. “Düşüncenin ritmik, dengeli tekrarları ya da antitezleriyle, kelimelerdeki ünlü ve ünsüz seslerin uyumuyla, sıfatlar ve başka kalıpsal ifadelerle akması, herkesin sık duyup kolaylıkla hatırladığı, kolay hatırlanacak şekilde biçimlenmiş atasözlerin oluşması ve belli izleklere yerleştirilmesi gerekir. Ciddi düşünce, bellek sistemleriyle iç içedir. Belleği güçlendirme zorunluluğu, söz dizimini bile koşullandırır’’ (ONG, Walter j., Sözlü ve Yazılı Kültür, Sema Postacıoğlu Banon, Metis., İstanbul, 2003, Aktaran: Abidin Parıltı). Bilgi ancak anımsandığı sürece vardır ve değerlidir. Onlar bu yüzden anımsanabilir şeyler düşünürler.
Sözlü kültür Doğu’da Batı’dakinden çok daha uzun bir süre etkili olmuştur. Bunda, yazının yaygınlaşmasının gecikmesi dışında kültürel alışkanlıkların etkisi de vardır. Geniş bir alana yayılmış Kürtlerin bulunduğu yoğun coğrafyada, sosyolojik renklilik, beraberinde kültürel renkliliği de getirmiştir. Mezopotamya’da sözlü kültürün bir uzantısı olarak zaten ağırlığını duyuran dengbêjler, sosyo-kültürel yapı içinde farklı yöntem ve içeriklerle var olmuştur. Dengbêjler, pek çok kaynaktan yararlanıp, sözlü kültürün destan, efsane, masal v.b. öğelerini yansıtarak hikâyesini ortaya çıkarır.
KÜRTLERDE SÖZLÜ KÜLTÜR
Kürtlerin özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki parçalanmışlığı göz önünde tutulursa, kimlik reddi, asimilasyon, baskı ve göçler de hesaba katılınca, ‘Kürt folkloru’ ya da ‘sözlü kültürü’, özelde de Kürt müziği; Kürtlerin etnik/kültürel kimliğini korumada başat bir role sahip oldu. Kürt yaşam tarzı, toplumsal değişiklikler, farklı lehçeler, hepsi de bu zengin ve çok çeşitli kültüre yansımıştır ve nesilden nesile aktarılmıştır. Yaşanan hemen her şey –yalnızca tarihi olaylar değil, bütün epik ürünler, kahramanlıklar, çatışmalar ve destanlar, lirik öyküler, mistik değerler ve ayinler- müzik aracılığıyla kaydedilmiş ve toplumun kolektif hafızasına bu yolla sokulmuştur. Böylece bunların ve toplumsal değerlerin, geleneklerin sonraki kuşaklara aktarılmasında ve yaşatılmasında müzik, neredeyse yegâne araç olmuştur. Kürtlerde yazılı edebiyat sınırlı olarak var olmasına rağmen bugüne ulaşan ürünlerin büyük çoğunluğu sözlü edebiyat kaynaklıdır.
Sözlü edebiyatın kaynağının kim olduğunu ve ne zaman ortaya çıkarıldığını bilmiyoruz. Bu yüzden de kendisine “anonim-ortak halk edebiyatı” denir. Bu ortak edebiyat sonsuz hikâye, masal, destan, anı, efsane ve doğal yaşama ait her türlü koşul ve durumu içinde barındırır. Sözlü edebiyatın temel kaynakları; aşk, savaş, günlük hayat, aşiretler arasındaki ilişkiler, Kürt halkı ile işgalciler arasındaki sonsuz savaşlar, göç, kahramanlık, doğal yaşam, onun zenginliği ve Mezopotamya mitolojisinin zenginliğidir. Bu zengin edebiyatın konuları; öksüz çocuklar, günlerce savaşan kahramanlar, tilkiden kurnaz korkaklar, Kürt gençlerinin kahramanlıkları, kendini gençlerden gizleyen güzel Kürt kızları, yeri ve göğü birleştiren yaşlılar, av meraklısı ve iyi/kötü yürekli mirler, farklı zamanlarda ve yerlerde düşmana karşı savaşan Kürt önderleri, âşıklar arasındaki ilişkiler ve ihanettir.
Büyük oranda sözlü anlatım alanıyla sınırlandırılmış bir halkın hayatında müzik, doğal olarak ve alışılmışın dışında, daha ayrıcalıklı bir konuma sahip olmuş ve farklı bir toplumsal işlev üstlenmek durumunda kalmıştır. Bunun önemli bir sebebi, Kürtlerin anadillerini yazılı olarak kullanmasının önündeki –tarihin çeşitli aşamalarında çeşitli nedenleri olmak üzere- engellerdir. Bazı araştırmacılar Kürtlerde ‘aşırı folklor bolluğu’ diye bir olgudan söz ederler ki; bu da Kürt kültürünün bugüne bu kadar canlı olarak ulaşmasının sırrıdır. Kürtlerde yazılı kültürün olmaması ve canlı bir folklorun yaşayabilmesi birbirlerinin sebebi ve sonucudur. Bahsi geçen sözlü kültür öğelerinin bugüne taşınmasındaki en büyük pay –yakın dönemi saymazsak- ‘dengbêj’ adı verilen ‘şarkı söyleyen, hikâye anlatan’ gezgin, halk ozanlarına aittir.
Gezgin dengbêjlere rağmen ‘sözlü Kürt kültürü’nün veya ‘Kürt müziği’nin tamamen homojen olmasından bahsedilemez. Aksine Kürtlerin yaşadıkları bölgeler bu açıdan belirgin farklılıklar gösterirler. Bunun temel nedenleri ‘coğrafi farklılıklar’ –örneğin; dağ ve ova müzikleri birbirinden oldukça farklıdır ki bu da doğayla iç içe yaşayan bir halk için oldukça normaldir- ve diğer halklarla iç içe yaşanan bölgelerdeki karşılıklı etkileşimdir.
BÖLÜM 3-Hostadê Deng (Sesin Ustası): Kürt Müziği
DENGBÊJLER
Dengbêjler yaşadıkları ya da duydukları toplumsal olayları, hikâyeleri, efsaneleri bir makam yapısı içinde anlatan, hafızaları çok güçlü müzisyenlerdir. Kürt müziğinin tarihsel-geleneksel kaynakları dengbêjlerdir. Etimolojik anlamda ses ile ilişkisi daha belirgindir. Kürtçede deng ‘ses’ anlamına gelmektedir. Bêj ise ‘söyleyen, aktaran’ anlamındadır. Dengbêjler çeşitli kaynaklarda şöyle anlamdırılmaktadır:
“…Bu eserleri taşıyan, yayan ve bu anlamda ‘anonimleştiren’ aktörler olarak karşımıza dengbêj denilen halk şairleri çıkar. Dengbej, öncelikle bir ses ve söz ustasıdır’’(MUTLU, Erol, ‘‘Kürt Müziği Üzerine’’ , Kürt Müziği, Aktaran: Abidin Parıltı).
“Popüler halk hikâyelerini ve destanlarını ezberden anlatan saz şairlerini, ozanlarını yetiştiren ozanlar vardır. Bu ozanlara Kuzeybatı Kürdistan’da ‘dengbej’, Güney Kürdistan’da ve Mukri ülkesinde ‘şair’ denir.’’ (JWAİDEH, Wadie, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, Çev. İsmail Çekem, Alper Duman, İletişim Yayınları., İstanbul, 1999, Aktaran: Abidin Parıltı).
“Dengbej denen halk ozanı ya da türkücü, bir yandan manzum bir parçayı bir uzun hava ya da arya biçiminde gür bir sesle okur, arada bir de şarkıyı keser, öyküyü anlatır… Dengbej türküyü makamıyla ve öyküyü bilip anlatan kişidir.’’ (BURKAY, Kemal, Geçmişten Bugüne Kürtler ve Kürdistan, cilt 1, Deng Yay., İstanbul, 1997, Alıntı Yapan: Abidin Parıltı).
“Ana dilim; Kürtçe, deng; sestir. Bej ise, sese biçim verendir, sesi söyleyendir. Sese ruh kazandıran, sesi canlı hale getirendir. Sesi meslek edinmiş usta, mekânı ses olmuş insandır. Dengbej sese nefes ve yaşam verendir. Dengbej, sesi kelam, kelamı kılam, türkü haline getirendir. Dengbej söyleyen anlatandır’’ (UZUN, Mehmed, Denbêjlerim, Gendaş Yay., İstanbul, 2000, Aktaran: Abidin Parıltı).
Dengbêjler uzun kış gecelerinde hikâyelerini, gittikleri obanın, köyün divanhanesinde anlatır. Divanhaneler köy odasına veya kahvehanelere benzemez. Bu anlamda herkesin her zaman kullandığı ortak bir mekândan öte köy, oba ileri gelenine ait ve daha çok meclislerin toplandığı mekânlar vardır ve bu mekânlara ‘’diwanhane’’ denmektedir. Bu, bir yönüyle sıcaklığın belirtisidir. Yerleşim yerine giden dengbêjler, köyde sıfatı en yüksek olanın mekânında seslerini icra ederler. Köylerde konaklayan dengbejler hikâyelerini geceleyin kalabalık bir kitleye anlatırlardı. Bazı yörelerin dengbêjleri, hikâyelerini bir çalgı eşliğinde aktarırken, bazıları da hiç çalgı kullanmazdı. Çalgı kullanmayan yörelerin başında Hakkâri gelir. Öte yandan çalgılar coğrafyanın şekline göre yaşarlık kazanırdı. Örneğin, dağlık yörelerde, Kafkas topraklarına yaklaştıkça kaval, düdük gibi çalgılar ağırlıkta olurdu. Mardin, Diyarbakır, Urfa yöresinde ise, coğrafyanın daha çok ova niteliği taşıması saz, tambur gibi çalgıları öne çıkarmıştır. Mardin yöresinde ‘mıtrıp’ların etkisiyle rıbab önemli bir yer tutar. Kürt ozanları üzerine bir araştırma yapmış olan Cristian Poche, bir makalesinde ozanın performansının, kitlenin kalabalığına bağlı olduğunu anlatır ve ekler: “İzleyenlerin sayısı arttıkça, etkinliğin yapıldığı alan genişledikçe, müzisyen çalgısındaki tel sayısını arttıracaktır. Dinleyiciler son derece dikkatlidir ve hiçbir zaman acelecilik yoktur. Saz şairleri saatlerce sürecek öykülerini anlatmaya başlarlar. ’’Burkay’ın görüşleri de bu doğrultudadır: “Genellikle uzun kış geceleri anlatılan bu destanlar ve manzum öyküler saatler sürer. Bazen ertesi geceye ve daha sonraki gecelere kalır’’. Öte yandan bazı dengbêjlerin çalgı kullanmama nedenlerinden biri de tam da gerektiği zaman bir çalgı aleti gibi kullanma ve seslerine biçim verme yeteneklerine güvenmelerinden dolayıdır. Sesleriyle hikâyelerin belli yerlerinde yakaladıkları iniş ve çıkışlar, enstrüman etkisi yaratmaya yöneliktir. Bazı dengbêjler hikâyesini aktarırken farklı yöntemler uygular. Enstrüman kullanmanın dışında dengbêjlerin bir kısmı, birer aktör olarak da belirirlerdi. Hikâyesine kendini kaptırırken bir büyüsel ayinin içindeymiş gibi hikâyesini canlandırırdı. Dengbêjin aktörlüğünden etkilenen dinleyiciler hikâyenin kahramanıyla özdeşlik kurarlardı.
Dengbêj, geceler boyu süren hikâyesini/hikâyelerini bitirip giderken de konuk olduğu divanhanenin sahibi ve köylüler tarafından çeşitli biçimlerde ödüllendirilirdi. Geceyi geçirdikleri köyden ayrılmadan önce onlara verilmek üzere, buğday, arpa, v.b. tahıllar bir çuvala konulup kapının önüne bırakılırdı. Dengbej köyden ayrılacağı zaman çuvalı sırtlayıp giderdi. Geceyi geçirdikleri köyde onlara ne verildiyse kabul etmek zorundaydılar. Bu şekilde geçimlerini sağlıyorlardı.
Hikâye ve destan aktarıcıları olan dengbêjler dile getirmek istediklerini belli bir tartıma göre yaparlardı. Bu ritim ve tartım olayın gidişatına göre belirlenir, makamlar aksiyona göre şekillenirdi. Bu makamı her dengbej kendine göre belirler ve dinleyicinin kalbine dokunmaya çalışırdı. Mısralarda ölçü serbesttir, kimi uzun kimi kısadır; ama aralarında güçlü bir ses uyumu vardır. Dengbêjler sözcükleri kimi zaman peş peşe, izlemesi güç bir şekilde okur; kimi zaman yavaşlar, bir sözcük ya da hece üzerinde sesini dalgalandırır; sesini alçalıp yükselir.
Dengbêjlerin okuma üslubu “reçitatif”tir. Yani ‘yığmalı konuşma’ya dayalıdır. Nizamettin Ariç’in söylediklerine göre, “Dengbêjler, nefes almaktan, sesi farklı yerlerde tınlatmaya kadar pek çok teknik için çalışıyorlarmış. Mesela, sırtlarını duvara dönüyorlar ve ellerini duvarla sırtlarının arasına koyup nefes alıyorlar. Ellerinin, sırtları ve duvar arasında sıkışması gerekiyor ki diyaframa nefes alma alışkanlığı oluşsun. Ya da bardaktaki suya bir kamış daldırıp su kabarcıkları hiç bitmeyecek şekilde suya üflüyorlar, bu da ‘sürekli nefes’ alıştırması olarak kullanılıyor, yani bir yandan nefes verirken aynı anda da almayı öğreniyorlar. Bu yöntem üflemeli çalgılarda (kaval, mey, zurna vb.) da kullanılmaktadır. Ayrıca dengbêjler, özellikle Evdalê Zeynikê döneminde yaygınlaşan bir şekilde, yanlarına talebeler/çıraklar alarak direkt bir aktarım yoluyla da kendilerinden sonraya aynı işlevi görecek bir temsilci bırakıyorlar. Bu, özellikle belirli bir dönem için, kurumlaşmaya işaret ediyor. Dengbêjlik geleneğinin bu ‘usta-çırak ilişkisi’ ile devam ettirildiği biliniyor.”Dengbêjlerin üç türde müzik yaptığını söyleyebiliriz:
– Halk dengbêjleri, halkın içinde dolaşan insanlardır. Bunlar efsaneleri, mitolojik olayları, tarihsel olayları, gelenek görenekleri alıp halk arasında dillendirirler.
– Beylerin, ağaların, mirlerin kendi dengbêjleri.
– Kapı kapı dolaşan ve Kürt Halkı içerisinde kendilerine “mutrum” denilen insanlar.
Günümüzde Kürt müziği yapan üç önemli Kürt müzisyeni Ciwan Haco (Mirado ve M. Şêxo), Şivan (İsa Berwarî, M.Arif Cizrawî, Meryem Xan, Kawîs Axa), Nizamettin Ariç (Şakiro, Kerem ve Karapetê Xaco) bu dengbêjlerden birçok bakımdan etkilenerek tavırlarını oluşturduklarını ifade etmişlerdir.
Dengbêjliğin tipolojisi ve Kürt müziğindeki rolleri, radyolar dönemi ve şehirleşme ile birlikte değişmeye başlar. Radyolarla birlikte, kadın dengbêjler de Erivan ve Bağdat radyolarında okumaya başlarlar. Dengbêjlerin birçoğu şarkılarını bu radyolar aracılığıyla halka ulaştırır.
BÖLÜM 4-Ezgi-Söz İlişkisi: Kürt müziği
HAKKÂRİ GELENEKSEL MÜZİĞİNE DAİR
Hakkâri’de miqam [makam] kelimesi bildiğimiz anlamda bir ses dizisini [Osmanlı musikisindeki makam ya da halk müziğindeki ayak] tarif etmek için değil, bir ezgi kalıbını ve ritmini ifade etmek için kullanılır. Belirli bir ezginin ana gövdesi aynı kalmak kaydıyla farklı melodik seyirlerle süslenmesi ya da farklı bir üslupla okunması ise okuyan kişinin yorumu, yani ‘selîqe’sidir. Hakkâri geleneksel müziğinde, ezgi-söz ilişkisi oldukça geçişkendir ve bu geçişkenlik birkaç farklı yolla ortaya çıkar:
* Aynı ezgi kalıbının farklı sözlerle seslendirilmesi [örneğin; Xelef, Sosin]
* Aynı söz temasının farklı ezgi kalıplarıyla ya da farklı müzikal formlarda okunması [örneğin; Sînem Xan, Seydik, Hespê Begzade]
* Özellikle destanlarda metnin bölümlerinin birkaç farklı ezgi kalıbıyla okunması [örneğin; Kela Dimdimê, Sînem Xan]
* Aynı ezgi kalıbının farklı ritimlerde okunması [örneğin; Bablekan adlı düğün şarkısı 6/8’lik ritimle başladıktan sonra, düğünün tansiyonun arttığı yerde 2/4’lük ritme geçilir. Prozodi ve melodi bu 2/4’lük kalıp içine sığdırılır.]
Kürtlerde, yakın bölge halkları Türkler, Ermeniler ve Azerilerde var olan, söz ve müziğin belirli bir kişiye ait olduğu âşık geleneğine rastlanmaz. Kürt müziğinin genel karakteristiklerinden biri sayılan anonim olma özelliği Hakkâri bölgesindeki Kürtlerin müzikleri için de geçerlidir. Ama dengbêjlik geleneğinde, dengbêjlerin tanık oldukları olayları destanlaştırarak besteledikleri ya da çevresinde bunu yapan insanların müziklerini köyden köye gezerek dolaşıma soktukları görülür. Ayrıca, bölgedeki medrese kökenli şair ve halk edebiyatçılarının anonim eserlerden de beslenerek halk dilinde eserler ürettikleri ve bu eserlerden halk arasında söylenenlerin zamanla tekrar anonimleştiği söylenir. Bu anonimleşme, Arapça ve Farsçanın etkisinde kalarak yazan şairlerden çok, sade ve duru bir dil kullanan Feqîyê Teyran’ın şiirleri için geçerli olmuştur.
Etnomüzikolog Dieter Christensen’in 1958’de yaptığı derlemelerde iki sesli müzikal yapılara da rastladığını belirtmesine rağmen bölgenin müzikleri tek sesli [monofonik] ve seslik bir karaktere sahiptir. Zaten Christensen de çok sesli [polifonik] bir söyleyişten çok, bir ezginin iki varyantının aynı anda söylenmesine tanık olduğunu ekler ki, bu da söyleyenlerin ikisinin şarkının farklı varyantlarını biliyor olmalarıyla açıklanabilir.
Hakkâri tarih boyunca göç ya da savaş alanı olması dolayısıyla kültürlerin karşılaştığı, bir arada yaşadığı bir bölge olsa da ekonomik olarak bir merkez olamamış, hatta bölge halkı bile ekonomik ilişkilerini daha çok Urmiye, Musul, Van gibi şehirlerle kurmuşlardır. Bu nedenle Hakkâri’nin merkezinde, ilçe ve köylerden farklılaşmış bir şehir kültüründen söz edemiyoruz. Bölgenin geleneksel müzik repertuarı için heterojen denilemese de, ezgi seyirleri ve söyleyiş üslupları açısından bazı çeşitliliklerden bahsedilebilir. Söyleyiş üslubundaki bu farklılıklar; yaşanılan coğrafyanın dağlık veya ovalık olmasına; komşu aşiretlerin müzikal etkileşimiyle farklı tavırların ortaya çıkmasına; 1950’lerden sonra Erivan ve Bağdat Radyolarından birtakım bölge dışı formların öğrenilmesine ve usta dengbêjlerin her birinin okudukları şarkı ya da destanı farklı tiyatral ses kullanımlarıyla yorumlamalarına bağlanabilir. Ayrıca medreseler de, farklı bölgelerden gelen feqîler [öğrenciler] vasıtasıyla bölgelerarası müzikal etkileşimin bir kanalı olmuş ve buralarda Kur’an eğitimi alanların dinî müzik okuma üsluplarını geleneksel şarkılara yansıtmaları da bu üslup çeşitliliğine katkıda bulunmuştur.
Temel taşıyıcı çalgının insan sesi olduğu Pinyanişîlerde ve Goyîlerde başka hiçbir enstrümana rastlanmazken Ertuşîlerde bunun yanı sıra dışarıdan [Nusaybin, Cizre, Mardin, Şırnak] gelen profesyonel müzisyenlerin [Mıtrıplar] çaldığı davul ve zurnaya da rastlanır. Davul ve zurna bu aşiretlerin kendi mensupları tarafından çalınmaz çünkü bir ‘eşîr’in [aşiret mensubu] bu enstrümanları kullanması ayıp karşılanır. Ayrıca Christensen, yine 1958 derlemeleri sırasında, destanlara ‘rebab’la [bir tür kemençe] eşlik eden bazı müzisyenlere ve bazı zomalarda davulun tokmak-çubuk yerine elle çalındığına da tanık olmuştur. Bunun dışında yakın zamanlara kadar Şemdinli ve Yüksekova’da mevlitlerde def çalındığı ve Şemdinli’de İran menşeli olan çift kamışlı kaval [pîk ya da duzele] kullanıldığı biliniyor ki bunlar artık icra edilmeyen enstrümanlardır.
Hakkâri’de Kürtlerle Nasturilerin uzun süre bir arada yaşamalarının, birbirlerinin düğünlerine gitmelerinin ve birlikte müzik icra etmelerinin bu iki halk arasında belirli bir müzikal etkileşim yarattığı, bazı geleneksel şarkılardan anlaşılmaktadır. Nasturilerin geleneksel kayıtlarına ulaşamamakla beraber divanhanede söylenen iki dilli [Kürtçe-Süryanice] divan şarkıları, ritmik formu ve ezgi kalıbı aynı denecek kadar benzeyen Süryanice ve Kürtçe yayık şarkıları [Gudi notaları ve Meşkê] bu konuda önemli ipuçları vermektedir.
Bu etkileşimin yanı sıra diğer bölgelerle de ortak şarkı ve formlardan söz edilebilir. Bahdînan bölgesinde bulunan Duhok’ta ‘şeşbendî’ye benzer formlara rastlanması; Xelef adlı şarkının Botan’da ‘Ez Xelefê Botîme’ [Ben Botan’lı Xelef’im], Hakkâri’de ise ‘Ez Xelefê Hekarîme’ [Ben Hakkari’li Xelef’im] şeklinde okunması; Cizre, Şırnak ve Eruh’ta da ‘heyranok’a benzeyen ama daha gergin bir ses kullanımı ve daha fazla ses atlamasının kullanıldığı şarkıların olması; Seydik adlı şarkının Hakkâri’de ve Eruh’ta aynı sözler ve farklı ezgiyle okunması, bölgelerarası etkileşime örnek olarak verilebilir. Ayrıca Uludere Goyan aşiretinin düğün ve divanhane şarkılarının bir kısmı Şırnak’ta da oldukça yakın bir biçimde icra edilir.
Türkiye’de Mezopotamya coğrafyasının müziklerine dair henüz bir makam analiz çalışması yapılmamış olduğundan ve bu bölgenin müziklerine dair nazarî açıklamaları Osmanlı musikisi veya Türk halk müziği terminolojisiyle yapmayı doğru bulmadığımızdan dolayı, sadece şarkıların melodik seyrine dair karakteristiklerden bahsetmekle yetineceğiz. Bölge müzikleri, yakın coğrafyada yaşayan halkların [Azeri, Ermeni, Fars ve Arap] nazariyat bilgileri de dikkate alınarak yapılacak kapsamlı bir çalışmaya ihtiyaç duymaktadır.
* Pek çok şarkıda karar perdesi, aynı zamanda güçlü derecedir. 2–3 sesten oluşan kimi melodilerde [genellikle düğün şarkılarında] gizli karardan da söz edilebilir.
* Melodiye dizinin alt genişlemesinden alınan dörtlü atlamalarla karara gelinerek başlanması şarkılarda çok görülen bir karakteristiktir.
* Tam yedende asma kalışlara rastlanır.
MÜZİKAL FORMLAR
Düğün Merasimi ve Merasim Şarkılar
İki gün süren düğünün ilk gününün, yani kına gününün akşamında, damat, sağdıcın [berzava] evine götürülür. Davetliler damat evinde yemekte iken berzava “Yarın herkes bize davetlidir” der ve ertesi gün kahvaltıda herkes oraya gelir. İkinci günün [Pazar günü] sabahında berzavanın evinde ‘serşo’ merasimi vardır. Şarkılar eşliğinde gerçekleşen damadın banyosu ve tıraşından sonra berzavanın davetlilere verdiği kahvaltı aşamasına geçilir. Daha sonra damat baba evine götürülür. Öğleden sonra düğün alayı, şarkılar söyleyerek gelini almaya gider. Gelini almaya giden ‘berbûk’lar eve girerken erkekler dışarıda halay çekerler. Gelin hazırlandıktan sonra erkeklerden sadece berzava içeri girer ve gelin dışarı çıkarılırken kapıyı açtırmak için berzava ‘pişte der’ (kapı bahşişi) denilen bir parayı çocuklara verir. Gelin, düğün evine geldiğinde kapıdayken damat evin damına çıkar ve gelinin üzerine toprak serper. Bu damadın üstünlüğünü simgelemek içindir. Kayınvalide veya görümce su dolu bir testiyi gelinin ayakları önünde kırar. Su, aydınlığın sembolüdür, ‘uğurlu olsun, ayağı aydınlık getirsin’ dileğinin ifadesidir. Gelin, düğün evine götürüldükten sonra kurulan düğünde halaylar çekilir ve davetliler gelinle damadı kutlamaya gelip onlara bahşiş ve hediyeler verirler. Bütün gün halaylar çekildikten sonra davetlilere akşam yemeği verilir ve yine şarkılar eşliğinde damat, gelinin odasına götürülerek kahve ve şerbet gelenekleri uygulanır. Daha sonra davetliler ve akrabalar gelinle damadı yalnız bırakarak oradan ayrılırlar. Bu düğün nizamı, Hakkâri merkezde böyledir. Köylerde de bazı küçük farklar dışında düğün bu şekilde seyreder. Örneğin, köylerde kadınlar ‘hizark’ takmazlar. Ama merasimin çeşitli aşamalarında mutlaka bir protokol, sıra geçerlidir.
1. Serşo
Serşo töreni ve şarkıları [ikinci gün] sadece berzava’nın evinde damadın banyosu ve tıraşı öncesinde, sırasında ve sonrasındaki aşamadır. Sabahleyin kalkılır ve şarkılar eşliğinde damat banyoya götürülüp yıkandıktan sonra yine şarkılar eşliğinde tekrar içeri getirilir. Berber tıraş için berzavanın evine çağrılmıştır. Tıraş yapılırken de yine damadın etrafındakiler şarkılar söylerler. ‘Serşo’, içeride söylenen bir şarkı formu olduğundan, eşliğinde halay çekilmez. Oturarak; divanhane şarkıları, şeşbendîler gibi söylenir. Makamı ve söyleyişi de şeşbendîler gibi ağdalıdır. Sözlerin arasında bolca ulama ve kelimenin ortasında kesme vardır. Serbest değildir, ritmiktir ama karmaşık zamanlı ve çok uzun olan ritim cümleleri nedeniyle serbestle ritmik arası bir duyuşu vardır.
2. Narînk
Berbûklar gelini evden alıp götürürlerken söylenen şarkılara ‘narîn’ veya ‘narînk’ denir. Narînk, ritmik olmakla beraber oldukça duygulu hatta ağıta yakın bir havadadır. Çünkü bir uğurlama, vedalaşma havasıdır. Sözleri de ayrılığı ve vedalaşmayı işler. Ritmi serşo gibi karmaşık değildir. Basit ritmlerle ve lirik ezgilerle söylenir. Birkaç farklı makamla [ezgi kalıbıyla] söylenen çeşitli varyantları vardır. Diğer düğün şarkılarında olduğu gibi narînkte de, sözler uzun kıtalar boyunca değişirken ezgi ve ritim hep aynı kalır.
3. Stranên Dawatê [Düğün Şarkıları / Dans Şarkıları]
Düğünün ikinci günü sabah erken saatlerde köyün en büyük tarlasında toplanılır ve düğün en yumuşak makamlı ve en az yorucu olan milanê formunda şarkılar ve oyunlarla başlar. Milanê dik bir halaydır ve çok hareketli olmayan şarkılarla oynanır. Bu oyunda 300–400 kişi elleri serbest bir şekilde omuz omuza verir, oynarken sigara sarar, reşik [keçi kılından ayakkabı] dikerler, kadınlar çorap örerler. Bu aşama birkaç saat sürer, düğün hiç kesilmez. Öğle yemeğinden sonra yavaş yavaş makamlar değişir. Milanê’den şêxanî’ye geçilir. Şêxanî’de ritmler, ayak çekmeler, sekmeler serttir ve eşliğinde söylenen şarkılar da genellikle savaş şarkılarıdır. Ondan sêpê’ye [üç ayak] geçilir, bu da sert figürlü bir bölümdür. Daha sonra qilîçanê’ye geçilir. Qilîçanê’de eller serçe parmaklarından birbirine tutuşur. Oyunun ve şarkıların ritmi ve sertliği giderek yükselir. En son belavê’ye ve zêrînê’ye gelinir. Artık oyun, bir kapanıp bir dağılarak oynanmaktadır, bu bölümü genellikle gençler oynar, yaşlılar katılamaz. Gün boyunca oyunun ve şarkıların ritmi, biçimi değiştikçe halaydan düşenler olur. En son kalan grup kaç kişiyse onlar zêrinê oynarlar. Akşam ezanı okunmak üzeredir, herkes abdest almaya gider ve biraz sonra en büyük divanhane neresiyse orada gece şevbuhêrkine (gece sohbetleri) geçilir.
Bu akış ve formlar daha çok Pinyanişîler için geçerlidir. Ertuşîlerde düğünün seyri biraz farklıdır. Onlarda da şarkılar söylenir ama bir süre sonra davul-zurna eşliğinde oynanan danslara geçilir. Davul-zurna ile oynamak kolay değildir, daha yorucudur. Ertuşîlerin davul-zurnayla çalınan düğün repertuarında Hakkâri şarkılarından çok, Mıtrıpların taşıdığı çevre bölgelerin şarkıları vardır. Bu anlamda Ertuşîlerdeki müzikal geleneğin dış kültürle bağlantısı daha canlıdır.
Stranên dawatê formundaki bir şarkının ezgisi sürekli tekrar eden tek bir kıtadan oluşur. Sözler bazen 20–30 kıta devam edebilir fakat müzik değişmez.
Diwanhanelerde Okunan Şarkılar
1.Şeşbendi ve Berite
Şeşbendiler makamı ağır ve ağdalı şarkılardır. Çünkü divanhane gibi kapalı yerlerde ve oturarak söylenir. Ritmik şarkılardır ama ritim cümleleri çok uzun ve karmaşık, ezgileri de ağdalıdır. Diwanki (divan şarkısı) de denilen şeşbendiler bu nedenle yorumlanması oldukça zor şarkılardır ve usta dengbêjler tarafından söylenebilir. Sözleri genellikle aşk ve kahramanlık üzerinedir. Sözler ezgiye ve ritme oturtulurken her bir hecede birden fazla sese basılır ve kelimeler bazen ortalarından kesilerek es verildikten sonra kalınan yerden diğer ezgiyle devam edilir. Ayrıca bol miktarda ulama kullanılır. Seslerin arasına ‘’-ya’’ , ‘’-ha’’ gibi ulama heceleri eklenerek söylenir ve bu nedenle sözler oldukça çetrefil duyulur. Ezgi genellikle 5 seslik bir aralık içerisinde dolaşır.
2.Lawje
Hakkâri müziğinin diğer Kürt bölgelerine en yakın formu lawjedir. Lawje, Kürtlerin en karakteristik serbest formudur ve inici bir makamsal seyre sahiptir. Serbest tartımlı olarak seslendirilen, xulxulandin (gırtlak titretme, vibrasyon) üslubunun hâkim olduğu lawjeler, havini bölümlerinin dışında resitatif (yığmalı) bir şekilde okunur. Havini denilen bölümde genellikle cümlenin sonundaki sessiz harf düşer ya da sonuna ‘-e’ ,’-o’ gibi harfler eklenir ve yığmalı bölümden sonra gelen bu bölümde ses uzatılır. Haviniler genellikle nefes almak için kullanılan dinlenme bölümleridir. Lawjelerin sözleri genellikle gerçekleşmemiş aşklar ya da ölen birisinin ardından yakılan ağıttır.
3.Mediha ve Mewlud
Medihalar, divan ortamında söylenen ve genellikle Hz. Muhammed’e, sahabesine, Hz. Ali’ye ve tarikat şeyhlerine övgülerden oluşan dini şarkılardır. Zikir müziği değildir. Enstrümansız icra edilir. Serbest ritimli olanları tek kişi tarafından, ritmik olanları ise topluca okunur.
4.Destan
Destan formuna ‘beyt’ de denir. Uzun, manzum ve epik hikâyelerdir. Genellikle aşiretin dış güçlere karşı gösterdikleri kahramanlıklara, büyük aşklara, savaşlara dair olaylardır. Destanların her bölümü farklı ritim ve makamlarda okunur. Anlatılan bölümün aksiyonuna göre makam ve ritim daha yumuşak, lirik daha sert ya da güçlüdür.
5.Heyranok
Bölgedeki aşiretler yazın yaylalarda, kışın köylerde yaşarlar. Yaylaya gidiş bir sevinç vesilesi olduğu için şarkılarda da işlenir. Bu sevinç daha çok Hayronok’lara konu olmuştur. Çünkü delikanlılarla kızların buluşacakları yer dağlardır. O dağların kuytulukları her çalı dibi bir buluşma yeridir. Heyranok bir mani türüdür. Heyranokların sözleri oldukça erotiktir.
6.Pirepayizok
Yayladan dönüş hüzünlüdür. Ç��nkü ayrılma vaktidir. Sonbahara hazırlık kışa hazırlık dönemidir ki ‘pirepayizok’lar da bu ruh halinin yansımasıdır. Yani heyranok baharın coşkusuysa, pirepayizok sonbaharın hüznüdür. Payiz sonbahar demektir, payizoklarsa sonbahara yakılan şarkılardır.
7.Stranen Meşke
Yayladaki kadınlar akşamdan mayaladıkları sütün yoğurt haline geldikten sonra, sabahları erken kalkarak yayıklara koyup tereyağı elde etmek için sallarlar. Karşılıklı ikişer kadın iter. O sırada Stranen Meşke (yayık şarkıları) denilen şarkılar söylenir. Ritmi yayığın sallanış ritmine göredir ve içeriği her şey olabilir. Hakkâri’de ‘’yayığa ne kadar çok şarkı söylersen o kadar tereyağı verir’’ şeklinde bir inanış vardır. Ritmi genellikle 3/4’lüktür ve herkes tarafından bilinen tek ezgiyle söylenir.
Kaynaklar:
1.Boğaziçi Gösteri Sanatlar Topluluğu Müzik Birimi ‘‘Geleneksel Kürt Müziğine Genel Bir Bakış’, 28 eylül 2006, Derleyenler:Nezan Newzan, Vedat Yıldırım, Aytekin G. Ataş
2.Boğaziçi Gösteri Sanatlar Topluluğu Müzik Birimi, Hakkâri Geleneksel Müziği/EYHOK, Kalan Müzik, 2004.
3. PARILTI, Abidin, Dengbêjler Sözün Yazgısı, İthaki Yay., İstanbul, 2006.
0 notes