#Ahmet Rasim
Explore tagged Tumblr posts
Text
“Hearing kind words from her servant touched her pride.
She said angrily: “I won’t eat,” she shouted.
This was also said with a strange sadness, and even the expression on her face changed immediately. Her face turned as pale as ash. The servant drew back in fear. The patient was still trembling. She sat on the chair, trying to calm the life force that was trembling her lips. The door slowly opened at this interval. Her sister appeared. Her smiling face also looked compassionate, tender, and sorrowful. As soon as she entered:
- “My sister, my mother said “she should not poison me, she should come”. Come on, let's go. Eat a little, you are very thin, it will give your body strength," she said.
The trembling increased. She did not like words spoken to her with compassion.
But she could not suddenly treat her sister the same way she treated the maid, and she only shook her head angrily:
“I won't eat it," she said”.
(From Ahmet Rasim’s 1908 novella Hysterical Girl)
“‘My child! Why aren’t you eating your meat this evening?’
This was a refrain that was repeated at every mealtime. She ate meat perforce. For Adnan Bey this was a perpetual worry.
She answered, choking, ‘I’m eating, father dear!…’
The morsel was growing in her mouth and it was impossible for her to find the strength to swallow it. She lifted her eyes and looked at Mlle de Courton seated opposite her. The old girl was watching her absently with such a sorrowful look that one might think she was lamenting a disaster. All at once, Nihal felt an undefinable frailty, a deep, oppressive sadness born from being the focus of pitying looks from either side, from her father and from this old girl. Those looks that seemed to weep for her, these two gazes, seemed to be the result of her father’s conference with the governess; in them she had read the clear evidence of the catastrophe whose nature she had not been able to discover. She still could not swallow her morsel. Suddenly, something got stuck in her throat, and she collapsed there on the table and with tears that gushed out before she found an opportunity to control them, and with violent hiccups, she sobbed…”
(Chapter 2, Aşk-ı Memnu)
5 notes
·
View notes
Text
Halden Anlamak❗
Ahmet Rasim meslek yaşamının elli ikinci yılında işsiz kalmış, Ankara’ya iş aramaya gitmişti.
Üstat altmış üç yaşındaydı ve o güne dek yüz kitaba imza atmıştı...
Ankara’ya gittiğinde, yolda o dönemin ünlü gazetecilerinden İsmail Müştak ile karşılaştılar...
Ahmet Rasim’i Ankara’da görmek, İsmail Müştak’ı şaşırtmıştı...
“Hayrola üstat?” dedi.
“Sizin Ankara’da ne işiniz var?”
Ahmet Rasim “işsiz kaldım” demedi de...
“Fırıncılar ekmeği yuvarlak yapıyor, ekmek elimden kaydı, Ankara’ya kadar yuvarlandı.
Ben de ekmeğin peşinden geldim!” dedi...
Bu anlatım, İsmail Müştak'ın çok hoşuna gitmişti...
Ahmet Rasim’den ayrılırken hâlâ gülüyordu...
O kadar ki, akşam Atatürk’ün sofrasında da Ahmet Rasim’in sözlerini yineleyerek orada bulunan arkadaşlarını neşelendirmek istedi...
Ne var ki Atatürk’ün hoşuna gitmemişti işittikleri...
İsmail Müştak’a çıkışır gibi sordu:
“Peki, Ahmet Rasim Bey’in iş meselesiyle alakadar oldunuz mu?”
İsmail Müştak mahcup halde,
“Hayır, Paşam!” dedi...
Atatürk:
“Peki ya, üstadın nerede kaldığını öğrendiniz mi?”
Bu soruya da olumsuz yanıt verilince, Atatürk’ün canı sıkılmıştı:
“Türk irfanına yarım asırdan fazla bir zamandan beri hizmet etmiş yaşlı ve muhterem bir zat işsiz kalıp Ankara’ya kadar geliyor, siz ona yardımcı olmuyorsunuz ve hatta nerede kaldığını dahi sorup öğrenmiyorsunuz...” diyerek sinirli şekilde eleştirdi...
Sonra hemen bir araç çıkartarak, Ankara otellerinde Ahmet Rasim’i arattı...
Dönemin Ankara’sında çok sayıda otel yoktu zaten. Üstadı bulmak zor olmamıştı...
Hemen araca bindirip Atatürk’ün yanına götürdüler.
Atatürk, Ahmet Rasim’i kapıda karşıladı...
Sofraya buyur etti, yanına oturttu kendi eliyle ona ikramlarda bulundu hatırını sordu...
Atatürk, özellikle Balkan Savaşı yıllarında Ahmet Rasim’in cepheleri dolaşarak yazdığı röportajları ilgiyle izlerdi...
Ondan sonraki dönemlerde de, üstadın yazılarını hayranlıkla okurdu...
Bu değerli kalem sahibinin işsiz kalması Paşa’ya dokunmuştu...
Bir ara kulağına doğru eğilerek:
“Üstadım, münhal bir mebusluğumuz var...
Kabul buyurur musunuz?” diye sordu.
Ahmet Rasim o kadar etkilenmişti ki, bu incelikli iş önerisi karşısında dayanamadı, kalktı, Atatürk’ün elini öpmek istedi ve şöyle dedi:
“Ekmek, gerçekten Aslan’ın ağzında imiş!”
Atatürk tabii ki üstada elini öptürmedi; bir emeklilik ikramiyesi gibi, 1927’den 1932 yılında ölümüne kadar İstanbul milletvekili olma şansını verdi...
*Omar Yüksel paylaşımı...
* * *
Analitik düşünmek böyle bir şeydir...
Önce nedenini düşünür...
Sonra niçin sorusunu sorar kendi kendine...
Sorun ç��zme odaklıdır ve çözüm üretir.
İsmail Müştak, Ahmet Rasim'in anlattıklarını bir espri olarak anlamış! ve anlatmış...
Mustafa Kemal ise o keskin zekası ve analitik düşüncesiyle Ahmet Rasim'in işsiz olduğunu anlayarak çözüm üretmiştir...
Kimi lider tahtadan tüfektir, işlevsizdir, sorun olur ülkenin başına...
Kimi lider atomdan çekirdektir, devindikçe dünyaya hükmeder, aranır daima her ülkede...
33 notes
·
View notes
Text
Arkadaşlar biliyorum geç oldu ama sizinle Bir Aşk hikayesi paylaşacağım biraz uzun boş vaktinizi okursunuz ben çok duygulandım not defterime yazmışım unutmuşum.
Ama illaki okumanızı tavsiye ediyorum 😥😥
(Aslında uzun paylaşımları hiç sevmem ama bu farklı!)
Tüm şarkıların bir hikayesi vardır. Şarkılar, kendisini severek dinleyen her gönülde gizli kalmış bir aşk hikayesini çağrıştırır. Gamzedeyim Deva Bulmam şarkısı da bu tür şarkılardan biridir.
Hikayenin kahramanı Kemani Tatyos Efendidir. 1858 yılında İstanbul’da doğmuş Türk musikisine bestekar, güftekar olarak 50 ye yakın eser bırakmış, ömrü yokluk içinde geçen öldüğünde kilise defterine ‘Tatyos, 1913 Çalgıcı’ olarak kaydı yapılan bir keman virtiözü…
Tatyos pek konuşkan biri değilmiş. Onun ne düşündüğünü neler hissettiğini okuyabilen anlayabilen birkaç arkadaşı, dostu varmış. Koltuğunun altında kemanı, tütünden sararmış bıyıkları, çökmüş avurtları, uykusuzluk ve aşırı içkiden kan çanağına dönmüş göz çukurları ile hayatın yükünü omuzlarında taşıyan, çocukluğundan beri dilini gönlüne hapseden ruhuyla ancak kemanıyla anlatacaklarını anlatan, önceleri düğünlerden kıt kanaat geçimini temin eden daha sonra Galata’daki Pirinççi gazinosundaki hayatı ve yaptığı besteler, semailer, peşrevlerle tanınmış ve İstanbul’un dört bir yanında düzenlenen fasıl heyetlerinde Tatyos Efendinin eserleri çalınır olmuş.
Tatyos Efendinin en yakın iki dostu yazar, gazeteci, besteci Ahmet Rasim Bey ve gazinodan arkadaşı kemençeci Vasili’dir. Bir akşam Beyoğlu’ında Ahmet Rasim, Vasili ve Tatyos Efendi ‘Ehl-i aşkın neşvegah-ı kuşe-i meyhanedir. İle başlattıkları musiki meşki ‘Bilsen ne bela geçti şu biçare serimden’ semaisiyle devam etmiş Tatyos Efendi gece boyunca kemanı elinden hiç bırakmamış. ‘Mani oluyor halimi takrire hicabım’ gibi içli şarkıları peşpeşe döktürmüş.
Gece nihayete ererken meyhanede birkaç müşteri ve sandalyeleri toplayıp yerleri süpüren birkaç çocuktan başka kimse kalmamışken Vasili ve Ahmet Rasim Bey’de tam gitmeye hazırlanırken Tatyos Efendi kemana uzanmış sanki saatlerdir içen ve çalan o değilmiş gibi kemanı omuzuna yerleştirip, hafifçe başını kemana eğerek, dudaklarında acı bir tebessümle o ana kadar duyulmamış o uşşak şarkıya giriş yapıyor;
Gam-zedeyim deva bulmam/Garibim bir yuva kurmam/Kaderimdir hep çektiren/İnlerim hiç reha bulmam.
Elem beni terketmiyor/Hiç de fasıla vermiyor/Nihayetsiz bu takibe/Doğrusu takat yetmiyor.
Ehl-i dilin yoktur kadri/Uğraşma gel Tatyos gayri/Eserin çok kıymetin yok/Git talihine küs bari.
Tatyos kemanı omuzundan indirdiğinde hiç kimsenin tek bir kelime edecek hali yoktur. Vasili hıçkıra hıçkıra ağlıyor meyhane de kalanlar da göz yaşlarını birbirlerine sezdirmeden silmeye çalışıyorlar. Birkaç hafta içinde İstanbul’da bu şarkıyı ezberlemeyen ne hanende ne sazende kalıyor.
Tatyos’un naaşı Kadıköy’de bir kilisenin ayin salonuna getirildiğinde, iki elin parmaklarını geçmeyen kalabalığa ibretle bakan Ahmet Rasim, daha dün Galata’da Beyoğlu’nda onu dinlemek için yüzlerce kişinin akın ettiği salonları düşününce, insanların vefasızlığına hayıflanıyor.
Cenazesinde üç bacısı, dul eşi, Ahmet Rasim, kendisiyle yıllardır çalıştığı iki sazende ve kilisenin uzak köşesinde ağlayan bir kadından ibaret küçük bir topluluk uğurluyor son yolculuğuna Tatyos’u…
Bu şarkının hikayesini Ahmet Rasim’e vefatından hemen önce Vasili hasta halinde anlatıyor:
-Tatyos’un Ortaköy’de bir çocukluk aşkı varmış. Kendi cemaatinden olan kızın ailesi aniden Erivan’a göçünce kavuşamamışlar. Tatyos’da sonradan şimdiki eşiyle evlendirilmiş. Beraber içtikleri o gece kızın İstanbul’a döndüğünü ve otuz yıldır evlenmeyip kendisini beklediğini öğrenmiş Tatyos.
Ahmet Rasim Bey Tatyos’un kilisede yapılan cenaze töreninin sonunda oturduğu yerden kalkarken kilise sırasına bırakılmış bir zarfı farkediyor. Zarfın üzerinde ‘Tatyos ile birlikte defnedilecektir’ yazmaktadır.
Zarfı otuz yıl önceki çocukluk aşkı olan kadın Ahmet Rasim Bey’e fark ettirmeden onun yanındaki sıraya koymuştur. Ahmet Rasim zarfı alıp usulca ceketinin cebine koyar. Zarfın kendi yanına konulmasının bir tesadüf olamayacağını düşünüp ve zarfın içindekileri okumanın belki de Tatyos’a karşı ifa edilecek son görev olacağına kanaat getirerek yalnız Ahmet Rasim Bey tarafından görülen ve yarım saat sonra Tatyos’un naaşı ile birlikte toprağa verilen zarfın içinde ki kağıt da şu dizeler yazılıdır:
Gam-zedesin devan benim/Garip kuşsun yuvan benim/Çektiğimiz yeter gayri/Kaderimsin inan benim
Takat yetişmez eleme/Bülbül imrenir çileme/Bizim şu kara sevdamız/Kalsın öteki aleme/
Elbet kadrini bilirim/İste canımı veririm/Küsme talihine Tatyos/Çok durmam ben de gelirim.
Ah bu şarkılar aşk ta sevgide umutta acılarımızı paylaşmada binlerce yıllık kılavuzumuz olan, yürek yangınına eş, gönül yaramıza kardeş olan şarkılar.
Her şeyin kolayca elde edilip kolayca tüketildiği, herkesin birbirine ‘Aşkım’ diye hitap ettiği şu modern çağda televizyonlarda pırlanta, tektaş yüzükleri ile reklam veren 14 Şubat Sevgilileri Tatyos’un aşkını sizlerle paylaştık.
Ne şair yaş döker, ne aşık ağlıyor artık!
(okumadan beğeni yapmayın lütfen)!
40 notes
·
View notes
Text
(Büyük, büyük aşklarla evlenen, bir dönem sonra aynı evde birbirine yabancı hayatlar sürenlere gelsin diye minik bir not ile paylaşmış olayım)
HÜZÜNLÜ BİR AŞK HİKAYESİ ; GÂM ZEDEYİM DEVA BULMAM...🎻
Yakın geçmişe değin her müzik eserinin bir hikayesi vardı, "Gamzede’yim Deva Bulmam" da bu eserlerden bir tanesidir.
(Gâm zede, üzüntü sebebiyle kötü duruma düşmüş anlamındadır.)
Hikayenin kahramanı Kemani Tatyos Efendi’nin kendi cemaatinden çocukluk aşkı bir sevdiği varmış.Aile o tarihlerde Erivan’a göç ettiğinden evlenememişler. Aradan uzun seneler geçmiş Tatyos efendi evlenmiş çocukları olmuş ancak kadın hiç evlenmemiş ve bir gün İstanbul’a dönmüş.
Bunu öğrenen Tatyos Efendi sözlerini de yazarak bir eser bestelemiş...
Kısa zaman sonra Beyoğlu’nda bir meyhanede gece nihayete ererken birkaç müşteri ve sandalyeleri toplayıp yerleri süpüren birkaç çocuktan başka kimse kalmamışken birlikte oturdukları Vasili ve Ahmet Rasim Bey de tam gitmeye hazırlanırken Tatyos Efendi kemana uzanmış sanki saatlerdir içen ve çalan o değilmiş gibi kemanı omuzuna yerleştirip, hafifçe başını kemana eğerek, dudaklarında acı bir tebessümle o ana kadar duyulmamış uşşak makamındaki şarkıyı ilk defa söylemiş...
Gâm zede’yim deva bulmam,
Garibim bir yuva kurmam,
Kaderimdir hep çektiren,
İnlerim hiç reha bulmam.
Elem beni terketmiyor,
Hiç de fasıla vermiyor,
Nihayetsiz bu takibe,
Doğrusu ta'kât yetmiyor.
Ehl-i dilin yoktur kadri,
Uğraşma gel Tatyos gayri,
Eserin çok kıymetin yok,
Git talihine küs bari...
Tatyos kemanı omuzundan indirdiğinde hiç kimsenin tek bir kelime edecek hali yoktur...
Vasili hıçkıra hıçkıra ağlıyor meyhane de kalanlar da göz yaşlarını birbirlerine sezdirmeden silmeye çalışıyorlar...
Birkaç hafta içinde İstanbul’da bu şarkıyı ezberlemeyen ne hânende ne sâzende kalıyor. Eseri besteledikten bir ay sonra Tatyos Efendi vefat ediyor naaşı kilisede iken otuz yıl önceki çocukluk aşkı olan kadın Ahmet Rasim’in yanına üzerinde
"Tatyos ile birlikte defnedilecektir..."
yazılı bir zarf bırakıyor...
Yarım saat sonra Tatyos’un naaşı ile birlikte toprağa verilecek zarfın içinde şu dizeler yazılıdır;
Gamzede'sin devân benim
Garip kuşsun yuvan benim Çektiğimiz yeter gayri
Kaderimsin inan benim.
Ta'kât yetişmez eleme,
Bülbül imrenir çileme.
Bizim şu kara sevdamız,
Kalsın öteki aleme.
Elbet kadrini bilirim, İste;
canımı veririm.
Küsme talihine Tatyos
Çok durmam ben de gelirim...
6 notes
·
View notes
Text
Bugün kendi kendime Goethe günü ilan ettim.. hatta az önce ( ki daha önce bir çok eserini linkedin de incelemiş yazılar yazmış biriyim gönderi arşivimde bulabilirsiniz) bir eserinden kısa bir bölüm paylaştım… yazıyı yazarken aklıma beyaz futbol adlı felsefe programı geldi
O programın sunucusu, ne güzel sunucudur,
o programın konukları ne güzel konuklardır o program ne güzel programdır
İçlerinden en beğendiğim düşünür ise Ahmet Çakar dır.. “- bir ki üç tıp” okumuş sanırım (vikipedyaya bakmadım tahminimi söylüyorum)
duygulara fazla kapılıp bu dünyaya yük olmayın demiştim az önceki yazımın başlığında duygusallığınızı hemen kontrol altına almanız için beyaz futbol’u izlemenizi öneririm.. oldukça eğitici ve öğretici nevrotik bir program
Goethenin eserleri, ana dilinde her pazar beyaz futbolda okunmaktadır.
Ünlü düşünür ahmet çakar, goethe ile büyümüş, hayranıymış. babası da ismini goethe koyacakmış ama nüfusta kağıt bulamadığı için goethe yazamamış, memura da bir türlü anlatamamış ne hüzünlü bir hikayedir.. goethe çakar.. bayağıda kafiyeli olurdu en azından fikirlerinin nereden çıktığı hususunda tahmin yapmamıza gerek kalmazdı… mesela, fundamental kavramını, iki direğin arasındaki top diyerek tanımladığı ve beni benden aldığı bir bölümü var inanılmaz.. hatta o bölümde diğer yorumculara
-sakın kalkan yemeyin demişti
Nietzsche rolünde Rasim Ozan Kütahyalı ( aslen nereli bilmem)
Albert Camu rolünde Sinan Engin…
Ardiles, kempes, Maradona kadrosunda yıldızlaşmış Abdülkerim vs ( Kerim kovalar ben silkelerim duruşuyla, önündeki masaya hakim )
Arada bir konukları değişir birinin yerine diğer beyaz adam dahil olur ama felsefesi değişmez
Şu diyaloglardaki felsefeye bakarmısınız
A-bence fenerbahçe kendi oyununa bakmalı.
r.o.k: evet bakmalı.
A-: çok kötü oynadılar.
r.o.k: evet oynadılar...
s.e- katılıyorum… derken
a.ç söze girer - sizlere katılıyorum.. ama bence FB kötü oynadı
(Sonra)
A- evet kötü oynadı
r.o.k- çok
s.e.- aynen
Yani, Koltuktan çıkan os*ruk sesini tekrar etme ihtiyacı
aklım prime dönemdeki bilimsel uzay temalı programlara gidiyor
Başka bir diyalog:
diğer yorumcular 3 kulübün şampiyonluk şansı için yakın yüzdeler verirken rok'un tahmini geldi ekrana ;
gs %100
fb %0
bjk %0
ertem: rasim neye göre verdin bu yüzdeleri?
rok : tamamen net ve sanırım programa çıkmadan önce alkol duvarını aşıp arkasına düşmüş
Bu ROK için daha önce dedimki; iyiki NA ile evlendilerde iki vatan evladını kurtardılar maalesef boşandılar şimdi herkes tehlikede.. üstün fikirleri beyin ucu yakar
Bol Orangutanlı program, tema olarak Dostoyevskinin beyaz gecelerinden esinlenilmiş biraz erotizm de çağrıştırıyor bununla birlikte. Beyaz atletiyle cama çıkan adam görüntüsü gibi bizden olmaya çalışırken bunu kondomunu yırtan delikanlılığı şeklinde bşr objektiflikte sunuyor
Derin felsefi Bilgi alırken Antidepresan niyetine de izlenebilir
İki kapılı bir Honda gideyom gündüz gece gibi bişey
3 notes
·
View notes
Text
Kitap önerisi ;
1. Rasim özdenören ~ hadislerin ışığında hz. Peygamber
2. İmam gazali - nefsi arındırmak
3. Yusuf el karadavi- niyet ve ihlas
4. Ayşe şasa - bir ruh macerası
5. Ahmet kabaklı - temellerin duruşması
6. Aliya ızzetbegoviç- islam deklarasyonu
7. Tolstoy - sevgi neredeyse tanrı oradadır
8. Ahmet turan yüksel - islam da bilim tarihi
9. Ahmet yaman - müslüman ve ibadet
10. İbrahim tenekeci - son düzlük
11. Tarık tufan - hayal meyal
12 .Rasim özdenören - gül yetiştiren adam
13. Nazan bekiroğlu - nar ağacı
10 notes
·
View notes
Text
Sen değil nâşın hükümdar olsa elyâkdır bize
Dönsün etsin taht-ı Osmânîye tâbûtun cülûs
| Ahmet Rasim
2 notes
·
View notes
Text
Yeryüzündeki bütün dilleri öğrensek, anlatabilir miyiz içimizdekileri?
Ahmet Rasim, Falaka
13 notes
·
View notes
Text
In Search of Orhan Pamuk’s Istanbul
Sara Bozza, ANAMED Senior Fellow (2022–2023)
If you are a European archaeologist and you arrive in Istanbul for the very first time after having read Orhan Pamuk’s Istanbul (and having daydreamed for ages about it), you will be extremely anxious to explore every corner of the city in search of the images and feelings that the book intensely inspires.
Tons of pages about Istanbul have been written by hundreds of authors, due to its unique character as a kaleidoscopic city between two continents, with an extremely rich past made of intertwined, different cultures. Today, the city is still a melting pot of people of different cultures, languages, and nationalities arriving from every corner of the world, according to current geo-political dynamics and hordes of tourists swarming the most iconic places. Istanbul is today projected towards the future, with neighborhoods dramatically affected by profound social and urban changes, but its vibrant, picturesque atmosphere is still present at almost every corner.
The main concept of Pamuk’s autobiographical book Istanbul. Memories and the City is melancholy. The book begins with a quotation from Ahmet Rasim that is the perfect summary of the entire book: “The beauty of a landscape resides in its melancholy.” A deep feeling of melancholy and latent sadness is the fil rouge of the entire narration of Pamuk’s life in Istanbul. The “modernization” of Turkey was still in progress when the author was born in 1952 and during his childhood, spent between the districts of Nişantaşı and Cihangir: the image he depicts is that of a city inevitably suspended between old splendors and present decadence. In his account, the fall of the Ottoman Empire and the subsequent dramatic changes of Turkish society don’t seem water under the bridge but a very recent and perceivable thing.
Probably one of the most tangible effects of the social changes occurring in modern Turkey is the ubiquitous presence of building sites. On one hand, wealth, renewal, new cultural places: in Istanbul, it is common to see (with pleasure and optimism) historical palaces under restoration or recently repaired and given back to the community. On the other hand, the inexorable progress that makes the “old” vanish: today, passing by an urban void, one can imagine the previous presence of old houses that are now gone and feel that same sense of loss that young Pamuk felt when seeing that a traditional wooden house was destroyed by a fire.
But the strong fascination of the old buildings of Istanbul lies in the great number of human lives that have passed through those architectural spaces (but yes, also in the fact that they are now ruins—professional deformation). Pamuk himself explains his idea of Istanbul’s melancholy, hüzün in Turkish, which is strictly connected with the people that inhabit the city: “Now we begin to understand hüzün not as the melancholy of a solitary person but the black mood shared by millions of people together. What I am trying to explain is the hüzün of an entire city: of Istanbul.” p. 92
With this concept in mind, every corner of the city—and better if it’s in a back street, in a non-touristic neighborhood—is soon transformed into the perfect location for our hunt for the ancestral, melancholic soul of Istanbul. A hunt that is absolutely personal and subjective. So…if you have the chance to spend several months in Istanbul thanks to the ANAMED fellowship, go out and find your own vision! Your stay will soon turn into your romantic, curiosity-driven love story with the city.
“I love the overwhelming melancholy when I look at the walls of old apartment buildings and the dark surfaces of neglected, unpainted, fallen-down wooden mansions; only in Istanbul have I seen this texture, this shading. When I watch the black-and-white crowds rushing through the darkening streets of a winter’s evening, I feel a deep sense of fellowship, almost as if the night has cloaked our lives, our streets, our every belonging in a blanket of darkness, as if once we’re safe in our houses, our bedrooms, our beds, we can return to dreams of our long-gone riches, our legendary past.” p. 34–35
“The wooden mansions of my childhood and the smaller, more modest wooden houses in the city’s back streets were in a mesmerizing state of ruin. Poverty and neglect had ensured these houses were never painted, and the combination of age, dirt, and humidity slowly darkened the wood to give it that special color, that unique texture, so prevalent in the back neighborhoods that as a child I took the blackness to be original.” p. 37
“If the city speaks of defeat, destruction, deprivation, melancholy, and poverty, the Bosphorus sings of life, pleasure, and happiness. Istanbul draws its strength from the Bosphorus. But in earlier times, no one gave it much importance: They saw the Bosphorus as a waterway, a beauty spot, and, for the last two hundred years, a fine location for summer palaces.” p. 47–48
“What I enjoyed most about our family excursions to the Bosphorus was to see the traces everywhere of a sumptuous culture that had been influenced by the West without having lost its originality or vitality. To stand before the magnificent iron gates of a grand yalı bereft of its paint, to notice the sturdiness of another yalı’s moss-covered walls, to admire the shutters and fine woodwork of a third even more sumptuous yalı and to contemplate the judas trees on the hills rising high above it, to pass gardens heavily shaded by evergreens and centuries-old plane trees—even for a child, it was to know that a great civilization had stood here, and, from what they told me, people very much like us had once upon a time led a life extravagantly different from our own—leaving us who followed them feeling the poorer, weaker, and more provincial.” p. 52–53
“In The Seven Lamps of Architecture, John Ruskin devotes much of the chapter entitled “Memory” to the beauties of the picturesque, attributing the particular beauty of this sort of architecture (as opposed to that of carefully planned classical forms) to its “accidental” nature. So when he uses the word picturesque (“like a picture”) he is describing an architectural landscape that has, over time, become beautiful in a way never foreseen by its creators. For Ruskin, picturesque beauty rises out of details that emerge only after a building has been standing for hundreds of years, from the ivy, herbs, and grassy meadows that surround it, from the rocks in the distance, the clouds in the sky, and the choppy sea. So there is nothing picturesque about a new building, which demands to be seen on its own terms; it only becomes picturesque after history has endowed it with accidental beauty and granted us a fortuitous new perspective.” p. 254–55
“We might call this confused, hazy state melancholy, or perhaps we should call it by its Turkish name, hüzün, which denotes a melancholy that is communal rather than private. Offering no clarity, veiling reality instead, hüzün brings us comfort, softening the view like the condensation on a window when a teakettle has been spouting steam on a winter’s day. Steamed-up windows make me feel hüzün, and I still love getting up and walking over to those windows to trace words on them with my finger. As I shape words and figures on the steamy window, the hüzün inside me dissipates and I can relax; after I have done all my writing and drawing, I can erase it all with the back of my hand and look outside.” p. 89
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
* All the quotations are from Orhan Pamuk, Istanbul. Memories and the city, First Vintage International Edition, New York 2006 (translated from the Turkish by Maureen Freely).
* All photographs are by the author.
Further reading on Istanbul, its daily life, and the history of its buildings:
De Amicis, Edmondo. Costantinople. 1st edition 1877. Richmond: Alma Classics, 2013.
Domaniç, Seda, and Sinan Sökmen., eds. Monday to Sunday Istanbul. Istanbul: Istanbul Tour Studio, 2022.
Farajova, Turan, and Serdar Kılıç. Istanbul Apartmanları. Hikayeleri ve Anıları ile Beyoğlu. Istanbul: Fabrika Yayıncılık, 2022.
Freely, John. Stamboul Sketches. Encounters in Old Istanbul. 1st edition 1974. Istanbul: Eland London, 2014.
Freely, Brendan and John Freely. Galata, Pera, Beyoğlu. A Biography. Istanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2013.
Özpetek, Ferzan. İstanbul Kırmızısı. Istanbul: Can Yayınları, 2016. Available in Turkish and Italian.
Photographic books:
Pamuk, Orhan. “Foreword.”In Ara Güler’s Istanbul. London: Thames & Hudson, 2009. Turaç, Serkan. Zemheri Istanbul = Midwinter Istanbul. Istanbul: Yem Yayın, 2023.
3 notes
·
View notes
Link
Ahmet Çakar'ın yayın kazası herkesi şoke etti, programı bitirmek zorunda kaldılar
0 notes
Text
1’inci Ordu Komutanı Vali Soytürk’ü Ziyaret Etti
1’inci Ordu Komutanı Orgeneral Metin Tokel, Valimiz Sayın Recep Soytürk’ü makamında ziyaret etti. Ziyaret sırasında Şeref Defteri’ni imzalayan Orgeneral Metin Tokel, ardından Vali Soytürk’le bir süre görüştü. Orgeneral Metin Tokel’e 2’inci Kolordu Komutanı Tümgeneral Rasim Yaldız ve Garnizon Komutanı Tuğgeneral Ahmet Uğurlu eşlik etti.
0 notes
Text
ANMA:
BUGÜN 13 EYLÜL (1871)
TÜRK EDEBİYATININ VE FİKİR HAYATININ ÖNEMLİ İSİMLERİNDEN
ŞİNASİ’NİN (İBRAHİM ŞİNASİ) ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ RAHMETLE ANIYORUM.
İbrahim Şinasi (5 Ağustos 1826, İstanbul – 13 Eylül 1871, İstanbul), Türk gazeteci, yayımcı, şair ve oyun yazarı.[1]
Türk toplumunda Tanzimat’ın ilanı ile başlayan batılılaşma sürecinin ilk ve en önemli yazarlarındandır. Türk toplumunu batı tarzındaki şiirle tanıştıran ve tiyatro, makale gibi Batılı edebi türlerin ilk örneklerini veren Şinasi yenilikçi fikirleri ve edebiyat sahasındaki çalışmalarıyla kendi döneminin aydınlarını etkilemiş önemli bir isimdir.
Geniş halk kitlelerini eğitmek için gazeteyi bir araç olarak gören Şinasi, ilk Türkçe özel gazete olan Tercüman-ı Ahval'i Agâh Efendi ile birlikte çıkardıktan sonra matbaa kurup Tasvir-i Efkâr adlı gazeteyi çıkarmış; tefrika, abone gibi kavramları ülkenin gazetecilik yaşamına getirmiştir. Sanatçı tiyatroyu da eğitime katkı sağlamak üzere bir araç olarak değerlendirdi ve ilk Türkçe tiyatro olan Şair Evlenmesi'ni kaleme aldı ancak bu tiyatro sahnelenemedi. Tasvir-i Efkâr Matbaası'nda kendi ekonomik sermayesiyle matbaacılık, yayımcılık yaptı; bastığı eserlerle kültür hayatına katkı sağladı. Hayatının son yıllarını Osmanlıca lügat hazırlamaya adamıştır.
İstanbul’un Cihangir semtinde dünyaya geldi. Doğum tarihi tam olarak bilinmez. Farklı kaynaklarda 1824, 1826 veya 1827 yıllarında doğduğuna ilişkin bilgi vardır.Mustafa Nihat Özön, Ömer Faruk Akün, Ahmet Rasim, Ali Canip Yöntem gibi araştırmacı ve yazarlar doğum yılı olarak 1824'ü esas alırlar fakat yakın dostu ve araştırmacı yazar Ebüzziya Tevfik doğum yılının 1826 olduğunu dile getirmiştir. Bazı araştırmacılar doğum yılı bile belli olmayan Şinasi için 5 Ağustos 1826 tarihini verseler de belgeyle sabit olmadığından bu tarihin doğruluğu kesin olmaktan uzaktır. Bununla birlikte bugün sahip olunan belge niteliğindeki iki kaynağa göre doğum yılının 1826 olduğu tahmin edilmektedir.[2]
Babası, topçu yüzbaşı Mehmet Ağa, annesi ise Esma Hanım'dı.[3] 1828'de babası Yüzbaşı Mehmet Bey'in Rusya ile yapılan savaşta Şumnu'da şehit düşmesiyle henüz iki yaşındayken yetim kaldı.[4]
Çocukluğu yokluk içinde geçti. 1832'de Mahalle
0 notes
Text
Nevşehir Belediyesi’nden Muharrem ayı dolayısıyla vatandaşlara aşure ikramı
https://pazaryerigundem.com/haber/183719/nevsehir-belediyesinden-muharrem-ayi-dolayisiyla-vatandaslara-asure-ikrami/
Nevşehir Belediyesi’nden Muharrem ayı dolayısıyla vatandaşlara aşure ikramı
Nevşehir Belediyesi tarafından Muharrem Ayı ve Aşure Günü dolayısıyla düzenlenen programda vatandaşlara aşure ikramında bulunuldu.
NEVŞEHİR (İGFA) – Nevşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü tarafından Nevşehir Kalesi içerisinde düzenlenen ‘Aşure Günü’ etkinliğine Belediye Başkanı Rasim Arı’nın yanı sıra Başkan Yardımcıları İbrahim Yüzer, Ahmet Çöler, Hasan İler ve Veli Kırşehirli, meclis üyeleri ve çok sayıda vatandaş katıldı.
Ersin Tunç ve beraberindeki Nevşehir Belediyesi Güzel Sanatlar Merkezi eğitmenlerince sunulan ilahi dinletisi ile başlayan programda konuşan Belediye Başkanı Rasim Arı, tüm hemşehrilerinin Muharrem Ayı ve Aşure Günü’nü tebrik ederek, “Birliğimiz, beraberliğimiz daim olsun” dedi.
Arı konuşmasını şu şekilde sürdürdü;
“Ben bu şehrin her bir ferdine aşığım. İyi ki bu aşkı iliklerimize kadar yaşadık, iyi ki bu şehrin bir evladıyım, iyi ki bu şehrin bir ferdiyim. Allah’a sonsuz hamd ve şükürler olsun ki siz beni bağrınıza bastınız ve başı dik, alnı açık bir şekilde hem şehrin sokaklarında hem de Türkiye’nin dört bir köşesinde gezmeme, dolaşmama vesile oldunuz.Allah’tan niyazım ve dileğim odur ki; bana güvenen, bana inanan sizlere karşı Allah beni mahcup eylemesin. Çünkü hiçbir siyasetçiye nasip olmayan bir sevgiyi bana nasip ettiniz. Hiçbir siyasiye nasip olmayacak teveccühü bana gösterdiniz. Her bir siyasetçi ait olduğu rozet kadar değer gördü, ait olduğu rozet onu siyaseten bir yerlere getirdi ama beni bir rozet için değil bağrınıza bastığınız için bu şerefi bana layık gördünüz. Ne kadar teşekkür etsem, ne kadar sizi anlatacak söz bulmaya kalksam söz kifayetsiz kalır. O yüzden tekrar duam odur ki rabbim beni size mahcup eylemesin. Ben çok daha fazla iş yapayım diye değil bu şehirde bana güvenenleri mahcup etmeyeyim diye gayret sarf ediyorum. Çünkü bu şehir beni bir kardeşi gibi görüp bağrına bastı. Bu şehirde anneler ve babalar beni evladı bildi. Küçükler ağabeyi bilip bana sarıldı. Eğer bu sevgiye ben de ihanet eder isem, eğer bu sevginin karşılığında milletin beklentilerini, bu şehrin kurduğu hayalin gerçekleştirme adımlarını atamaz isem, verdiğim sözleri yerine getiremez isem bu şehir bundan sonra hiçbir siyasetçiye güvenmeyecek. Bunun bilincinde ve idrakındayım. O yüzden omzumdaki yükün ne kadar ağır olduğunu biliyorum. Sizlerin beklentilerine cevap verebilmek için ne kadar çok çalışmam gerektiğinin farkındayım. Siz duanızı ve sevginizi eksik etmediğiniz müddetçe Allah’ın izni ile kanımın son damlasına kadar her türlü fedakarlığı yaparak sizi hayal kırıklığına uğratmayacağım. “
Arı’nın konuşmasının ardından Vaiz Ramazan Bezgin tarafından ‘Muharrem Ayı ve Aşure Günü’ konulu sohbet ise katılımcılar tarafından ilgiyle dinlendi.
Program, Nevşehir Belediyesi aşçılarınca 5 bin kişilik hazırlanan ve kazanlarda kaynatılan aşureler vatandaşlara ikram edilmesi ile son buldu.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Link
Galatasaray-Fenerbahçe Süper Kupa Finali'nin Fenerbahçeli U19 oyuncularının sahayı terk etmesiyle iptal edildi. Beyaz Futbol programında Ahmet Çakar ve Rasim Ozan Kütahyalı arasında tartışma yaşandı.Rasim Ozan Kütahyalı, Ahmet Çakarın TFF Başkanı Mehmet Büyükekşi ile telefonla görüştüğünü ve kahve içmek için davet ettiğini iddia ederek "Ateşle oynadın seni kurtardık" dedi.İkili arasında gerilim artında programın sunucusu Ertem Şener, "Acil bir reklama girelim" diyerek programı erken bitirdi.Ahmet Çakar ile Rasim Ozan Kütahyalı arasında yaşanan diyalog şöyle:Ahmet Çakar: Beni tatmin edecek, kamuoyunun tatmin bir açıklama gelmedi. Rasim Ozan: Hocam da diyor ki devlet haklı, devlet komplo kurdu. Ahmet Çakar: Ertem şunu bir sustur musun? Rasim Ozan: Kimi susturuyorsun be? Ali Koç'a haksızlık edildi dedik ama bu da saçma sapan bir yere döndü ya… Ne oluyor ya, abartma! Ahmet Çakar: Rasim ateşle oynuyorsun! Rasim Ozan: Hocam Suudi Arabistan'da ateşle oynadın sonra seni kurtardık. Telefonlar geldi tweetlerin değişti. Yapma, yapma… Büyükekşi ile uzlaşmadın mı sen? Büyükekşi canımsın, Büyükekşi geri alıyorum… Gel kahve içelim demedin mi? Ertem Şener: Kameralar bana dönsün, acil reklama girebilir miyiz?
0 notes
Photo
ABDÜLHAMİD II. DEVRİNDE GAZETELER VE SANSÜR
Tabut, Babüssaadeden Ortakapıya kadar, serviler arasından, yavaş yavaş ilerledi. Orta kapıdan vekar ve ihtişam ile çıkarken hazin bir titreme ruha huşu ve tevekkül veren tatlı bir şâdâ, Orta kapının taş duvarlarına, bir zamanlar vezirlere mahbes teşkil eden kapı arasına aksetti, önde dedeğânın fasıladan, hazin nevâları işleniyordu. Şazeli dergâhı şeyhlerinin hüzünlü bir ârap lâhni ile okudukları Kelime-i Tevhid; tekbirler ve naatlar arasında, âhaste bir nakarat gibi yükseliyordu. Ortakapı ile Babı Hümayun lirası Atman zabitlerinin otomobilleri, mükellef konak arabalarıyla dolmuştu, iki zarif hanım, arabada, ayağa kalkmışlar, yüzlerinde ince peçeler, alayı seyrediyorlardı. Biraz ötede, Bizans’ın İrini kilisesi ve son devrin askeri müzesi önünde, Mehterhane takımı, cesim kavukları, kırmızı şalvarları, sırma cepkenleri, sarılı ve kırmızılı bayraklarıyla durmuşlardı. Canlı bir tarih, hürmet ve tebrik ile tabutu selâmlıyordu.
Cenaze Babı Hümayundan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmud Türbesine kadar caddeye sıra sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler, damlar kadınlarla, çocuklarla dolmuştu. Tramvaylar durmuştu. Tabut acıklı ve etkileyici dualarla, tekbirler ve tehlillerle ilerliyordu. Cenazeyi görenler, etkileniyorlardı. Evlerin pencereleri kadınlarla doluydu. Bir hanım, hıçkırıklarını zaptedemiyor, mendili gözlerinde, başını duvara dayamış, ağlıyordu. Cenazeyi lakaydane seyredenler de vardı. Fakat hassas kalpler, bu hüzünlü merasime, bu etkileyici feryatlara, bu dini ihtişama karşı gözlerinin yaşardığını hissediyordu. Otuz dört sene Hilâfet makamını işgal eden Osmanlı Padişahının son merasimi hürmetle ifa ediliyordu.
Son şehâdı andıran “Allah! Allah!” nida lariyle tabut türbe kapısından içeri girdi. Sultan Abdülhamid hürmet ve tekrim ile kabre indirildi. Osmanlı tarihinin otuz dört senelik safhası hüzünlü bir şekilde sona erdi. (Ahmed Refik, Abdülhamid Saniye dair).
ABDÜLHAMİD II. DEVRİNDE GAZETELER VE SANSÜR
İkinci Abdülhamid devrinde hükümetin matbuattan istediği, Hükümdara mutlak “sadakat” ve “ubudiyet” idi; bu sadakat ve ubudiyetin de her vesile ile ve sık sık arz ve beyanı beklenirdi: matbuata ve muhaberata konulmuş olan sansür, Hükümdarın vehmile denk bir hassasiyet gösterirdi, hükümete muhalefet ve tenkid yollu yazılar caniyane bir teşebbüs olarak, sansürün iptal etmesiyle kalmaz, eklenen bir jurnal ile muharririnin sebebi felâketi olurdu; sansür, o zamanın tabiriyle, “zülfü yare dokunan” ya de bir mukaddemeden sonra konulurdu. Cumartesi günleri gazetelerin başında bir “Selâmlık resmi âlisi” serlevhası bulunurdu; bu bende, Padişahın Cuma namazını imamlık merasimi ile kıldığı haber verilirdi. İkinci Abdülhamid, halka sıhhatte olduğunu bildirmek bakımından bu yazılara çok önem verirdi. Her gazetede gayet dikkatlice kaleme alınmış beş altı türlü selâmlık resmi âlisi bende bulunurdu. Örnekler beş altı hafta süren bir devir ile değiştirilerek kullanılırdı Visit Bulgaria.
Günlük gazetelerin önemli benderinden biri de “Tevcihat ve Nişan-ı Hümayun” idi; burada, her gün, sadakat ve ubudiyeti görülen kimselere ihsan olunan rütbeler, memuriyetler ve nişanlar yazılırdı.
İstanbul’da, Abdülhamid’in doğumu ve cülûsu münasebetiyle yapılan donanmalar da büyük şehir gazetelerinde günlerce süren “şebrâyin” benderleriyle anlatılırdı. Gazetelerin şehrâyin muhabirleri, kandillerle donatılan ve “Padişahım çok yaşa”, ya da “Sultan Abdülhamid Hanı Sâni” yazılan veya “Tuğrayı Hümayun” ile süslenen yalı, konak ve evleri sahiplerinin isim ve memuriyetleriyle birer birer yazarlar; sadakat ve ubudiyetlerini gazete sütunlarına geçirdiklerinden ötürü de kendilerinden hakettikleri “rüşveti tahrir’i alırlardı.
Gazetelerde Padişahı medih yollu yazılar yazmada büyük hüner sahibi olarak tanınmış muharrirlerden biri de “Meşâhiri Islâm” sahibi Hamid Vehbi Bey, diğeri de “Serseri Yahudi” mütercimi Selanikli Tevfik Bey idi. Ahmet Rasim de, edebi hatıraları arasında “Ben bu yolda ilerliyordum. Hatta cülûs veya velâdeti hümayundan birkaç gün evvel eve kapanır, o günlerde neşredilmek üzere iki üç tane makale-i mahsusa yazar, hazırlardım. Çünkü gazetesinde en parlak cülûsiye, velâdetiye bulundurmak imtiyaz sahiplerinin birinci meşguliyetleri idi. Makalâtı mütenevvîaya ikişer üçer mecidiyeden fazla veremiydi ve ekseriya desti fakiri muharrirden bedava almak kurnazlıklarını hiçbir dakika gözden düşürmeyen ve düşürmemiş olan bu vatanda bu nevi makaleler için iki, üç, hatta dört-beş lira verirlerdi. Ben bu hâni yağmâ’ı etrafiyie bildiğim için makaleleri der eebeyb ederek Babıâli Caddesi’nde bunların güçlü ihlâlinde durur, kollardım. Biri geçtiği mi, Kalpakçılarbaşı çığırtganları gibi:
Ne âlâ cülûsiyelerim, velâdetiyelorim var!
der, nazan dikkatlerini celbeylerdim. Gün olurdu ki bütün cerâidi münteşire benim makalelerle Hâkima-yı Padişahiye arzı tebrî kât ve tes’idât ederlerdi” (Muharrir, şair, edip).
Gazetelerde basma kalıp manzumeler de yayımlanırdı; bunlar muharrirler tarafından hazırlanan muhtelif türlerdeki yazılar arasına eklenirdi. Bu manzumeler genellikle muharririn halka hitap etme amacı güttüğü, bir takım kandil ve bayramlarda, özellikle de Ramazan aylarında basılırdı.
Son olarak, Hırka-i Saadet ziyaretleri ve cami ziyaretleri üzerine yazılmış makaleler de gazetelerin sıkça rastlanan konularındandı. Bu yazılarda, devlet erkanının ve halkın cami ve dergah ziyaretlerine dair detaylı bilgiler ve övgüler bulunurdu. Tabutun geçişinden, cenaze merasiminden ve kabre definden ayrıntılı bir şekilde bahsedilirken, halkın ve devlet erkanının bu olaylara gösterdiği ilgi ve saygı vurgulanırdı.
0 notes