Tumgik
#1960 askeri darbe
nevzatboyraz44 · 9 months
Text
Tumblr media
FATİN RÜŞTÜ ZORLU
60 ihtilali sonrasında idam edilen Fatin Rüştü Zorlu'nun Plevne komutanı Gazi Osman Paşa'nın torunu olduğunu bilmiyordum.
Hele idama götürülürken Osman Paşa için yazılan marşın çalındığını hiç bilmiyordum.
Sadece bu anekdot bile 60 ihtilalini yapanların nasıl vatan haini kriptolar olduğunu anlatmaya yeter.
Yassıada komutanı Tarık Güryay'ın anılarında Fatin Rüştü Zorlu'nun idamı şöyle aktarılır:
"ALLAH MEMLEKETİ KORUSUN HAYDİ ALLAHAISMARLADIK"
Zorlu, ölüme gerçekten zorlu bir metanetle gitti.
O kadar ki, hatta mahut gömleğin üzerine giydirilişinden sonra, kendisine dini telkinde bulunan hocanın, Arapça kelimeleri telaffuzda düştüğü hataları düzeltti.
Kollarını arkadan bağlarken, başsavcıya son bir ricada bulundu.
Ellerinin önden bağlanmasını istedi.
Fakat bunun kanunen imkânsızlığı kendisine anlatıldı.
idam sehpasına, öz dedesi gazi Osman Paşa'nın adına yazılan marş eşliğinde gitmiştir.
Beraberce sehpaya doğru yürüdük.
Ne masaya, ne de masa üzerindeki sandalyeye çıkarken yardım istedi.
Hatta heyecandan eli titreyen cellâda:
"Oğulum ne titreyip duruyorsun?
İlmik senin değil, benim boynuma geçecek"
... dedi.
Sonra âdeta kendisini uçsuz bucaksız bir boşluğa atar gibi:
"Allah memleketi korusun, haydi Allahaısmarladık!"
...dedikten sonra, ayaklarının altındaki sandalyeyi itmek işini de kimseye bırakmadı.
Boyu uzun olduğu için, ayakları masaya basmıştı.
Cellât masayı itti.
Ona bu kadarcık da iş düşmüş bulunmasaydı, Zorlu sanki asılmış değil, intihar etmiş olacaktı."
Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun...
.......
FATİN Rüştü ZORLU
(The person who was executed innocently by the coup plotters after the military coup in Turkey in 1960, while he was the foreign minister of the period.)
I did not know that Fatin Rüştü Zorlu, who was executed after the 60's revolution, was the grandson of Pleven commander Gazi Osman Pasha.
Especially, I never knew that the anthem written for Osman Pasha was played while he was being taken to execution.
This anecdote alone is enough to explain how the people who carried out the 1960's revolution were traitorous cryptos.
In the memoirs of Yassıada commander Tarık Güryay, the execution of Fatin Rüştü Zorlu is described as follows:
"MAY GOD BLESS THE COUNTRY, LET'S GET AWAITED"
Zorlu went to death with truly tough fortitude.
So much so that, even after the so-called shirt was put on him, he corrected the mistakes made by the teacher who had given him religious inspiration in pronouncing Arabic words.
While tying his arms behind his back, he made one last request to the attorney general.
He wanted his hands tied in front.
But he was told that this was legally impossible.
He went to the gallows accompanied by the anthem written in the name of his grandfather, Gazi Osman Pasha.
We walked together towards the coffee table.
He asked for help neither on the table nor on the chair on the table.
Even to the executioner whose hands were shaking with excitement:
"Son, why are you trembling?
"The noose will be around my neck, not yours."
... said.
Then it was as if he threw himself into a vast void:
"God bless the country, let's say goodbye!"
After saying that, he did not leave the job of pushing the chair under his feet to anyone else.
Because he was tall, his feet were on the table.
The executioner pushed the table.
"If he had not been so responsible, Zorlu would have committed suicide rather than being hanged."
Rest in peace...
12 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
YERİN KULAĞI VARDIR
Darbe Dönemlerinde Tutukluların Dağlara ve Denizlere Fırlatılarak Yok Edildiği Ölüm Uçuşları… Biraz daha açalım: Çoğunluğu üçüncü dünya ülkesi diyebileceğimiz bazı ülkelerde, hukuksal yargının geri plana itildiği darbe dönemlerinde bazı mahkum veya siviller deniz ve dağ gibi yerlere helikopterle atılarak ölüme terk edilmiş. Oldukça korkutucu.başta 1973 şili askeri darbesinde olmak üzere, dünyadaki bazı ülkelerin darbeler döneminde uyguladığı "ölüm uçuşları" adı verilen ilginç yok etme metodu ufkunuzu açabilir.öncelikle ilk başta reformlar ile ülkesini kalkındırmaya çalışan aynı zamanda seçimle iktidara gelen ilk komünist başkan olan salvador allende, reformlar fena halde elinde patlayınca şili'de enflasyon %150'yi görmüştü. dahası 1960'larda dünyada esen sol rüzgarları hala kendini hissettirmekteydi. türkiye'de 12 mart muhtırası verilmiş ve aslında yavaş yavaş yaklaşmakta olan 12 eylül'ün ayak sesleri duyulmaya başlanmış, yunanistan'da albaylar cuntası soğuk savaşta amerika'nın antikomünizm ülküsü için sert önlemler almaktaydı. zira amerika ikinci bir küba örneğinden hele 1970'lerin başında oldukça kaçınmaktaydı.neyse efendim lafı uzatmadan 11 eylül 1973 gecesi şili hava kuvvetleri başkanlık sarayı palacio de la moneda'yı bombalamış, ardından şili kara kuvvetleri saraya saldırmıştı.salvador allende bazılarına göre çatışmada vurularak öldürülmüş, bazılarına göre ise hiç umut kalmadığını anladığında kendini vurarak intihar etmişti. ardından mevcut anayasa feshedilmiş ve 1990'a kadar sürecek olan augusto pinochet diktatörlüğü başlamıştı.henry kissinger'a darbeden sonra amerika'nın rolü sorulunca,"ülkesinin insanlarının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. meseleler, şili halkının kararına bırakılamayacak kadar önemlidir."diye cevap vermişti. darbe gerçekleştikten sonra bir karşı devrim olasılığına karşı şili ordusu komünistleri ve dahi komünist olduğundan şüphe ettiklerini tutuklamaktaydı. bu siyasi tutukluların sayısı öyle artmıştı ki bırakın hapishaneleri ve kışlaları, şili ordusu yaklaşık 40.000 kadar tutukluyu başkentte bulunan ulusal stada doldurmuş ve stadı bir nevi açık hava hapishanesine dönüştürmüştü. haliyle bu tutukluların kalabalık olması oldukça sorun yaratıyordu ve şili ordusu buna ilginç bir çözüm getirdi.tutuklulardan bazıları "kaybedilmek üzere" pasifik okyanusuna, ant dağlarına ve ıssız bölgelere helikopter aracılığı ile atılmaktaydı. düşmenin etkisiyle sağ çıkanlar bile ıssız bölgelere düştüklerinden ölüm garantiye alınmış oluyor ama aynı zamanda tutukluların "öldürüldüğü" ceset yoksa ölüm de yok mantığıyla kanıtlanamıyordu. bu yöntemle kaç kişinin öldürüldüğü sorusunun cevabı ise oldukça ihtilaflı. o kadar tartışmalı bir konu ki sayılar 100 kişiden başlayıp binlere kadar her yerde değişmekte.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
8 notes · View notes
pazaryerigundem · 1 month
Text
AK Parti Edirne İnsan Hakları Başkanlığı’ndan ‘27 Mayıs’ açıklaması
https://pazaryerigundem.com/haber/173892/ak-parti-edirne-insan-haklari-baskanligindan-27-mayis-aciklamasi/
AK Parti Edirne İnsan Hakları Başkanlığı’ndan ‘27 Mayıs’ açıklaması
Tumblr media
AK Parti Edirne İnsan Hakları Başkanlığı, 27 Mayıs demokrasi darbesinin yıl dönümü nedeniyle dün bir basın açıklaması yaptı.
Erdoğan DEMİR / EDİRNE (İGFA) – AK Parti Edirne İnsan Hakları Başkanlığı, 27 Mayıs demokrasi darbesinin yıl dönümü nedeniyle açıklamada bulundu. AK Parti Edirne İl Başkanlığı’nda düzenlenen açıklamaya, İnsan Hakları Birim Başkanı Murat Nalça, Kadın Kolları İnsan Hakları Birim Başkanı Yeşim Erişmiş ve Gençlik Kolları İnsan Hakları Birim Başkanı Beril Üğdül katıldı.
Açıklamayı okuyan İnsan Hakları Birim Başkanı Murat Nalça, Türk demokrasisine ilk hançerin saplandığı toplum mühendisliğinin temellerinin, Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen ilk darbe olan 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile atıldığını belirterek, “27 Mayıs Darbesi, milli iradeden kopan bir zihniyetin ürünü olarak vicdanlara, hukuka, tarihe ve insanlığa silinmez bir leke bırakmıştır. Dönemin tek partili CHP yönetimiyle girdikleri seçim yarışında rekor oyla iktidara gelen Adnan Menderes ve yol arkadaşları, kısa süre içinde gerçekleştirdikleri projelerle Türkiye’ye çağ atlatmışlardır. Milletimizin milli ve manevi değerlerini Anadolu’dan silmeye çalışan CHP iktidarının anti-demokratik uygulamalarını izale etmiş, tek parti rejiminin en büyük ayıplarından ‘Türkçe ezan’ uygulamasını kaldırarak Anadolu’nun Ezan-ı Muhammedi’ye olan özlemini gidermişlerdir. Devlet ve vatandaşın kuvvetli bağından rahatsız olanlar çeşitli yalan ve iftiralarla 1960 yılında, askerin namlusunun Çankaya Köşkü’ne çevrilmesini sağlamışlardır. Doğrudan millete savaş açan cuntacı zihniyet, demokratik yönetime anti-demokratik yöntemlerle el koyarak seçilmiş yöneticileri tutuklamış, tiyatrovari ‘Yassıada Yargılamaları’ ile masum insanları hukuk dışı şekilde idam etmiştir. İdam edilenler Milletin Vekilleri değil bilakis demokrasi ve milli iradeye olan inançlarıyla Türk Milleti olmuştur. Üzerinden yarım asırdan fazla geçmesine rağmen benzer bir senaryo da 15 Temmuz’da sahnelenmeye çalışılmıştır. Ancak Milletimiz vakur duruşuyla, millet iradesi üzerinde tahakküm kurmak isteyenlerin oyunlarını 15 Temmuz’da son kez bozmuş; Cumhurbaşkanımız, Genel Başkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde, 15 Temmuz’da demokrasi düşmanlarına en büyük dersi vermiştir. Bu vesile ile Türkiye’de darbe dönemlerinin kapandığını ve darbelere karşı mücadelemizi sürdüreceğimizi belirtiyor; demokrasi ve özgürlüklerin daim olması adına canlarını feda eden Adnan Menderes ile Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan olmak üzere tüm demokrasi şehitlerimizi rahmetle anıyoruz. Demokrasimize ve irademize düşman olan şer odaklarını hiçbir zaman unutmayacağız” dedi. 
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
fisiltihaberleri · 1 month
Text
Tumblr media
AK Parti Sakarya İl Başkanlığı, 27 Mayıs 1960 darbesinin vicdanlarda açtığı yaranın unutulmaması için İl Başkanlığında bir basın açıklaması gerçekleştirdi. AK Parti İnsan Hakları Birim Başkanlığı tarafından 81 ilde eş zamanlı olarak yapılan basın açıklamasını AK Parti Sakarya İnsan Hakları Başkanı Ülker Şenyurt gerçekleştirdi. Şenyurt: “Türk demokrasisine ilk hançerin saplandığı toplum mühendisliğinin temelleri, Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen ilk darbe olan 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi ile atılmıştır. 27 Mayıs Darbesi, milli iradeden kopan bir zihniyetin ürünü olarak vicdanlara, hukuka, tarihe ve insanlığa silinmez bir leke bırakmıştır. https://www.fisiltihaberleri.com/haber/ak-parti-sakarya-il-baskanligi-27-mayis-1960-darbesinin-vicdanlarda-actigi-yaranin-unutulmamasi-icin-il-baskanliginda-bir-basin-aciklamasi-gerceklestirdi-11207.html
#darbe #27temmuz #türkiye #asker #bayrak #turkey #polis #rte #vatan #millet #ömerhalisdemir #jöh #reis #şehit #chp #istanbul #ankara #pöh #türk #allah #izmir #mustafakemalatatürk #meralakşener #akp #erdogan #15temmuzdestanı #kemalkılıçdaroğlu #islam #akparti #mhp
0 notes
haytaogluyunus · 3 months
Text
Tumblr media
BÜTÜN TÜRKLERİN BAŞBUĞUNU RAHMETLE ANMA..
BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ
Alparslan Türkeş, 25 Kasım 1917'de Lefkoşa'da doğdu.
Hüseyin Sırrı Bellioğlu'nun önerisiyle Kuleli Askeri Lisesi'ne kaydolan Türkeş, 1936 yılında buradan mezun oldu.
1938 yılında Harp Okulu'nu bitirdi.
1939 yılında piyade asteğmeni olarak atış okuluna girerek buradan teğmen rütbesiyle mezun oldu.
1944 yılında üsteğmen rütbesindeyken Nihal Atsız ve Nejdet Sançar ile birlikte Irkçılık-Turancılık davasından yargılandı ve 9 ay 10 gün mahpus kaldı. 1947 yılında beraat etti.
27 Mayıs 1960 tarihinden kısa süre önce Elazığ'daki birliğinden Ankara'ya atandı ve Albay Talat Aydemir'in tavsiyesiyle Millî Birlik Komitesi'ne (MBK) alındı. Darbeyi planlayıp yürütecek olan 37 kişilik MBK içinde yer aldı. Darbe bildirisini 27 Mayıs 1960 günü radyodan okuduktan sonra ismi sıkça duyulmaya başlandı.
27 Mayıs sonrası Başbakanlık Müsteşarlığı görevini yürüttü.
Bir süre sonra yeni oluşturulan MBK'da ismi geçmeyen Türkeş, büyükelçilik müşaviri olarak yurt dışına gönderildi. Yaklaşık 25 ay sonra, Türkiye'ye döndüğünde burada kalabalık bir "milliyetçi topluluk" tarafından karşılandı.
Türkeş, milliyetçi çevreleri bir araya getirmek için 2 Mayıs 1963 tarihinde Türkiye Huzur ve Yükselme Derneği'ni kurdu.
1965 senesinde Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin başkanı oldu ve bu dönemde kendisini sevenler tarafından Başbuğ ilan edildi.
1969 ve 1973 senelerinde Adana milletvekili olarak parlamentoya seçildi.
1975 yılından sonra "Milliyetçi Cephe" adı verilen koalisyon hükümetlerinde başbakan yardımcılığı görevinde bulundu. Bu dönemde sağ ve sol çatışması arttı.
12 Eylül darbesi sırasında Millî Güvenlik Konseyi başkanı, diğer üç parti başkanlarının teslim olduğunu, Alparslan Türkeş'in de teslim olmasını, aksi takdirde suçlu durumda olacağını belirten bir bildiri yayınladı. 12 Eylül darbesinden sonra 9 Nisan 1985 tarihine kadar 4,5 sene tutuklu kaldı. 12 Eylül döneminde idam cezasıyla yargılanan Türkeş, bu davadan beraat etti.
1987 senesinde siyaset yasağının kalkmasıyla birlikte Milliyetçi Çalışma Partisi'ne girdi ve aynı yıl yapılan olağanüstü kongrede genel başkanlığa seçildi.
0 notes
gomecpostasi · 1 year
Text
Ekrem Başaran’dan 27 Mayıs Darbesinin Yıl Dönümünde Önemli Açıklama
Tumblr media
AK Parti Balıkesir İl Başkanı Dt. Ekrem Başaran 28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi, 27 Mayıs 1960’ta demokrasiye vurulan darbenin yıldönümünde açıklamalarda bulundu.
Aradan geçen 63 yıla rağmen 27 Mayıs 1960 ihtilalinin demokrasiye sürdüğü kara lekenin hala hafızalardaki tazeliğini koruduğunu vurgulayan AK Parti Balıkesir İl Başkanı Dt. Ekrem Başaran, 27 Mayıs darbesi ile Türkiye’de demokrasinin infaz edildiğini söyledi.
EKREM BAŞARAN: “27 MAYIS DARBESİ’NİN ESİNTİLERİNİ BUGÜN DE GÖRÜYORUZ”
63 yıl önce demokrasimize kast edenlerle, bugün karşımızda olanların aynı zihniyeti taşıdıklarını ve yaşattıklarını belirten AK Parti İl Başkanı Dt. Ekrem Başaran, “Tarih 27 Mayıs 1960… Saatler saat 05.25’i gösterirken Türk demokrasisi ilk darbesi ile radyodan ilan edilen anonsla yüzleşecekti.  Yüzde 52’lik halk desteğine sahip Demokrat Parti iktidarı hedef alındı. Öğrenciler hükümet aleyhine kışkırtıldı, sokaklar karıştı. Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildi. Ardından da, 37 düşük rütbeli subay tarafından meşru iktidara darbe yapıldı. 27 Mayıs’tan cesaret alan vesayet zihniyeti, sonraki on yıllar içinde de askeri ve post modern darbeler ve e-muhtıralarla kendini gösterdi. Ama bu süreçte Türk demokrasisi darbelere karşı daha da direnç kazandı. 15 Temmuz 2016’da Türk milleti, FETÖ’nün hain darbe girişimine geçit vermedi” dedi.
“27 MAYIS’TAKİ KURGUYU ŞİMDİ MİLETİMİZE DAYATIYORLAR” 14 Mayıs seçimleri öncesi, 1960 darbesinin devamı niteliğinde kara kampanya ve teröristlerle birlikte yürütülen, destek açıklamaları yapılan, özerklikten tutunda teröristleri hapisten çıkarma söylemleriyle Türkiye’nin bölünmesini isteyen, 27 Mayıs darbesinin planlayıcıları olan ABD ve AB ne diyor, ne istiyorsa onu yapan sözde Millet İttifakı ve onun Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu milletimizi kandırmaya yönelik bir kampanya yürüttü diyen AK Parti İl Başkanı Dt. Ekrem Başaran, “Ama bu güruh 14 Mayıs seçimlerin de amaçlarına ulaşamadılar. Aziz Türk Milleti bunlara, bunların kara niyetlerine en güzel cevabı sandıkta verdi. Rekor bir katılımla Cumhur İttifakını ve AK Parti’yi mecliste iktidara taşıdı, meclis çoğunluğunu verdi. Şimdi yarın Cumhurbaşkanımızı seçmek için sandığa gideceğiz. 27 Mayıs 1960 darbesi öncesi oluşturulan hava, kurgulanan senaryo şimdi de aynı şekilde milletimize dayatılmaya çalışılıyor.
“TÜRK MİLLETİ 1960 DARBESİNİ UNUTMAZ, UNUTMAMALI”
Benim milletim bunları unutmaz, unutmamalı. Bugün de sergilenen oyun aynı. 15 Temmuz’da yaptıkları kalkışmayla bu ülkede tekrar darbe yapmak istediler, ama milletimizin ferasetiyle, cesaretiyle buna dur denildi. ABD Başkanı Biden’in açıklaması neydi? “15 Temmuz’da başarılamayan darbe girişimini, muhalefeti destekleyerek seçimlerde yapacağız” dediler. İşte o gün geldi çattı. 14 Mayıs’ta büyük bir hayal kırıklığına uğrayarak, milletimizin Cumhur ittifakına verdiği destekle Meclis’te çoğunluğu sağlayarak planları bozuldu. Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın yüzde 49.5 oy aldığı ve en yakın rakibine 5 puan fark atmasını hazmedemediler. 28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Türkiye’de piyonlarına yeni yeni görevler biçtiler. Yeni yeni birliktelikler kurmaya başladılar. Kılıçdaroğlu’nun sahte milliyetçiliğe soyunması, onun terörle ve teröristlerle uzantısı olan HDP/PKK bağlantısını revize eder sandılar. Ama olmuyor. Mızrak çuvala sığmıyor.
“TERÖRİSTLE İŞ TUTAN, SAHTE MİLLİYETÇİLERE ÜLKEYİ TESLİM ETMEYECEĞİZ” Hem teröristlerle iş tutacaksın ve halen iş tutmaya devam edeceksin. Hem de faşist söylemleri olan, kendisine milliyetçi diyen, daha önceleri Kılıçdaroğlu seçilirse Türkiye iç savaşa sürüklenir diyen, İçişleri Bakanlığı pazarlığı yaparak yanına aldıkları Ümit Özdağ’la milliyetçi olacaksın. Sayın Kılıçdaroğlu ve avaneleri sizden Türk Milliyetçisi olmaz. CHP’nin altı okundan biri ne? Milliyetçilik değil mi? Ama bunlar kendi partilerinin tüzüğüne dahi muhalefet ederek teröristlerle, terör yandaşlarıyla, ABD ve AB ülkeleriyle aynı masada oturup, onlarla yürümüyorlar mı? Yürüyorlar. Ondan sonra da çıkıp ben Milliyetçiyim, ben ülkücüyüm diyeceksin. Öyle 15 günde ne milliyetçi olunur, ne de ülkücü. Artık Milleti yalanlarınızla kandırmayı bırakın. Sizler Türk Milleti bu oyunu görmez mi sanıyorsunuz? Türk Milletini, Türk seçmenini cahillikle suçlayanlar sizler değil misiniz?
“REKOR BİR OYLA CUMHURBAŞKANIMIZ ERDOĞAN’I TEKRAR SEÇECEĞİZ”
Benim milletim feraset sahibidir, basiret sahibidir. Benim milletim vatanını satmaz, satmak isteyene fırsat vermez. Benim milletim bayrağını yere düşürmez, düşürtmek isteyene fırsat vermez. Benim milletim yarın sandığa gidecek ve yine rekor bir katılımla oyunu kullanacak. Demokrasisine sahip çıkıp, şölen havasında görevini yerine getirecek. Eminim ki, aziz milletimiz üzerimize oynanan oyunları bozacak ve oyunu Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dan yana kullanacak. Rekor bir oyla Cumhurbaşkanımızı seçerek hem dışarıdakilere, hem de içimizdeki Türkiye karşıtlarına gereken cevabı sandıkta verecektir. Cumhurbaşkanımız seçildiğinde hiç kimse kaybetmeyecek, herkes kazanacak. Türkiye kazanacak, Milletimiz kazanacak.
“HAYDİ BALIKESİR, CUMHURBAŞKANIMIZ ERDOĞAN İÇİN SANDIĞA GİDELİM”
Haydi Balıkesir 14 Mayıs’ta olduğu gibi rekor bir katılımla sandıklara gidelim, rehavete kapılmadan Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a desteğimizi verelim. Sandığa sahip çıkalım ve Türkiye’nin şahlanışının yol haritası olan Türkiye Yüzyılını başlatalım. Türkiye üzerine oynanan oyunları bozalım. Güven ve istikrarın devamı için, Güçlü Türkiye için Cumhurbaşkanımıza oyumuzu atalım. Geleceğin Türkiye’sini inşa etmek için doğru adamla yola devam” dedi.
“27 MAYIS DARBE ŞEHİTLERİNİ RAHMETLE ANIYORUM”
27 Mayıs 1960 darbesinin demokrasiye sürdüğü kara lekenin hala hafızalardaki tazeliğini koruduğunu belirten AK Parti Balıkesir İl Başkanı Dt. Ekrem Başaran, “Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve tüm demokrasi şehitlerini rahmetle ve minnetle anıyoruz. Ruhları şad, mekanları cennet olsun. Rabbim bir daha milletimizi darbelerle sınamasın. Darbe niyetinde olanlara da fırsat vermesin” dedi.
1 note · View note
sananeulen · 2 years
Text
FETÖ'nün 15 Temmuz'daki darbe girişiminde en etkin olduğu yer Hava Kuvvetleri'ydi. Akademisyen Behlül Özkan Yetkinport'ta yazdığı yazıda Nurcuların TSK içindeki yıllar önceye dayanan faaliyetlerine ışık tutarak, FETÖ'nün ordu içindeki yapılanmasının derin köklerini anlatıyor. İşte o yazdı:
30 Haziran 2018 günü gazete, televizyon ve ajanslarda ilk bakışta sıradan görünen bir haber vardı. 83 yaşındaki Selahattin Angıner Manisa’daki evinin bir kısmını 20 bin kitap ve dergiden oluşan kütüphaneye çevirmişti. Angıner gençlerin okumamalarından şikâyet ederken elinde kitaplarla objektiflere tonton pozlar veriyordu. Haberde 15 Temmuz darbe girişimiyle bir ilgi yoktu gerçi ama Angıner’in 1960’larda Türkiye’de pilotken askeriyeden ayrıldığı, ABD’ye giderek uzun yıllar orada yaşadıktan sonra memlekete döndüğüne de değinilmişti. Angıner’i Manisa’da bırakalım ve filmi 60 yıl geriye saralım. 15 Aralık 1962’de İstanbul’dan Edirne’ye giden yolcu treni Osmanlı döneminden kalan demiryolu hattını kullandığı için Uzunköprü’den sonra sınırı geçiyor ve hiç durmadan bir süre Yunanistan içinde seyrettikten sonra tekrar Türkiye’ye girerek Edirne’ye ulaşıyordu. Tren o gece Uzunköprü’den hareket edip Yunanistan’ın Pityon kasabasından geçerken olağanüstü bir olay yaşandı. Yolculardan biri Yunan tarafında trenden atlamak istedi. Trenin gümrük muhafaza memuru kendisini engellemek isteyince kaçmak isteyen yolcu Kırıkkale marka tabancasını çekti. Boğuşma sonrasında trenden atlamayı başararak Yunan istasyonuna girdi. Yunanistan’a sığınan yolcu bir Türk subayıydı: Hava Üsteğmen pilot Selahattin Angıner. Trenin makinisti, emniyet ve gümrük memurları Angıner’in trene geri gelmesini talep etmelerine rağmen Yunan görevliler buna izin vermedi. Angıner Yunanistan’a iltica etti. Kıbrıs’ta kriz yaşanırken bir Türk askeri pilotunun Yunanistan’a kaçması Ankara’yı telaşlandırmıştı. Millî Savunma Bakanlığı apar topar yaptığı açıklamayla Angıner’in “akıl muvazenesinin yerinde olmadığını” duyurdu. Bakanlık açıklamasında Angıner’in önceki yıllarda ABD’ye askeri eğitim almak için gittiği de vurgulanıyordu. YUNANİSTAN ÜZERİNDEN KANADA VE ABD Kaçak pilot Yunanistan’dan Kanada’ya giderek Toronto şehrine yerleşti. 1966 yılında Kanada’da “Nurculuk faaliyetleri” içinde olduğu, orada yaşayan Türkler arasında sorunlar çıkardığı için Türk derneğinden atıldığı haberleri gazetelere yansıdı. 17 Ağustos 1968’de Milliyet gazetesinde çıkan bir haberde Angıner’in “Toronto ve çevresindeki Türkler arasında Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı propagandası” yaptığı yazıyordu. Angıner 1970’li yıllarda ABD’nin New Jersey eyaletinde Türklerin yoğun yaşadığı Paterson şehrinde İslami Eğitim Topluluğunun başkanlığına geldi. New York’ta CIA destekli “Esir Milletler Komitesi” içinde Balkanlar temsilciliğine seçildi. 1976 yılında Cumhuriyetçi Partinin kongresine sunduğu bildiride ABD ve Sovyetler Birliği arasında yaşanan yumuşamayı eleştiriyor, Sovyetler’deki Müslümanların gördüğü baskıya dikkat çekiyordu. Angıner’in Türk hava kuvvetlerinde pilotken neden Yunanistan’a iltica ettiği, Kanada’ya hangi ilişkiler sayesinde gittiği ve Nurcuları örgütlediği, oradan da ABD’ye göç ederek Soğuk Savaş’ın karanlık güç odaklarıyla nasıl bağlantılar kurduğu daha fazla araştırılmayı hak ediyor. Angıner’in yıllar sonra memleketi Manisa’ya nasıl ve ne zaman döndüğü, dönüşünde sorgulanıp sorgulanmadığı da tam bir muamma.
15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ 15 Temmuz 2016’da Fethullahçı darbecilerin en güçlü olduğu kurum Hava Kuvvetleriydi. Fethullahçı pilotlar Türkiye Büyük Millet Meclisini bombaladılar. O gece Türkiye semalarında terör estirdiler. Darbe sırasında ve sonrasında hava kuvvetleri içinde bulunan çok sayıda Fethullahçı subay Yunanistan’a kaçtı. Tıpkı 60 yıl önce Selahattin Angıner gibi. Ordudaki Fethullahçı örgütlenmeye dair o zamana kadar sümenaltı edilen çok sayıda resmî belge ortalığa saçıldı. Bunlar içinde en çarpıcı olanı, 24 Ağustos 2004’te TSK ve MİT tarafından hazırlanarak MGK’ya sunulan, “Nurculuk” ve Fethullahçıların yurtiçi ve yurtdışı faaliyetleri hakkında yazılmış raporlardı. AKP iktidarı 15 Temmuz darbe girişiminin hemen öncesinden itibaren Fethullahçılığı terör örgütü ilan edip FETÖ olarak tanımlamaya başladı. Ancak çok değil darbe girişiminden sadece üç yıl önce Kasım 2013’te Başbakan Erdoğan’ın siyasi başdanışmanı Yalçın Akdoğan, 2004’teki MGK’da Fethullahçılıkla mücadele edilmesine yönelik kararların AKP hükümeti tarafından “yok hükmünde” kabul edildiğini ve “hiçbir işlem yapılmamış” olduğunu duyurmuştu.
İSLAMİ CENAHTA KESKİN DÖNÜŞLER 250 kişinin öldürüldüğü 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında İslamcı cenahta darbenin faili Fethullahçılık; diğer tüm cemaat yapılanmalarından farklı ve aykırı bir oluşum olarak değerlendirildi. O zamana dek Fethullah Gülen’i örnek ve model olarak gösteren yazar ve gazeteciler yazıp çizdiklerini bir kenara bırakarak, darbe girişimi sonrasında Fethullahçılığın Türkiye’deki diğer cemaatlerle hiçbir ilgisi olmadığını öne sürüp yurtdışından ithal bir terör örgütü olduğunu tekrarladılar. Oysa Fethullahçılığın içinden çıktığı Nurculuk ve lideri Said Nursi, ordunun başta Hava Kuvvetleri ve pilotlar olmak üzere tüm kademelerinde örgütlenmeye hep önem vermişti. Yazının başında bahsedilen askeri pilot Selahattin Angıner’in yaşam öyküsü, 15 Temmuz darbe girişiminde Hava Kuvvetlerinin konumu ve sonrasında Yunanistan’a kaçan Fethullahçı subaylarla birlikte düşünüldüğünde bir devamlılığa işaret etmektedir. Dolayısıyla 15 Temmuz darbe girişimi olağandışı ve beklenmedik şekilde gerçekleşen bir olgudan çok, Nurculuğun ordu içindeki etkisinin 1950’lerden itibaren giderek arttığı tarihsel bağlam içine oturmaktadır.
NURCULUK, ASKERİYE, HAVA KUVVETLERİ 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda siyasi ve iktisadi açıdan güçlenen çok sayıda Nakşibendi şeyhi ve dervişi sürgüne tabii tutulmuştu. Nakşibendi cemaatlerinin kitlesel güçlerinin artmasının isyanlara yol açabileceğini fark eden merkezi iktidar onların bir güvenlik meselesine dönüşebileceğinin farkındaydı. Nitekim İstanbul’da 1859 yılında padişahı devirmek için örgütlenen Kuleli Vakası nedeniyle sorgulanan 41 sanığın 15’i Nakşibendi’ydi. Osmanlı dönemini bir kenara bırakarak bu yazıda 15 Temmuz darbe girişiminin tarihsel arka planını anlamak amacıyla Fethullahçılığın içinden çıktığı Nurculuğun 1930’lu yıllardan itibaren ordu ve subaylarla ilişkilerine bakacağız. Nurculuk üzerine en kapsamlı çalışmalardan birini yazan olan Şerif Mardin, Said Nursi’nin ordu içindeki müntesiplerine (bağlılarına), Nurculuğun orduya ve militarizme olan ilgisine hiç değinmez. Mardin’e göre “Nurculuğun doğup yükselişinde demokratlaşmış bir yön bulunmaktadır.”  Oysa gerçekte yaşanan bunun tam da zıddıydı.
ORDUDAKİ İLK NURCULAR Ordu içindeki ilk Nurculardan biri olan Hulusi Yahyagil 1929’da resmi subay üniformasıyla Said-i Nursi’yi Eğridir’de ziyaret etti. 1950’de albaylıktan emekli olana kadar Nursi ile düzenli olarak görüşüp mektuplaştı. Aralarındaki yakınlık o kadar ileri seviyedeydi ki Nursi, Barla Lahikasında Yahyagil’i “manevi evladı” olarak tanımlıyordu.
1930’lu yıllarda Nursi’nin müritleri arasında emekli subaylardan Topçu Binbaşı Asım (Önerdem) Bey ve Yüzbaşı Refet Barutçu da vardı. Emekli Binbaşı Asım Bey 1935 Nurculuk soruşturması sırasında tutuklandığı Burdur’da sorgulama sırasında kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. 1948 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü, “Nurcuların faaliyetlerini Ordu mensupları arasına da sirayet ettirdikleri” tespitini yapıyordu.
Harp Okulunda askeri yargıç öğrencilerinden Mehmet Atak ile Hava Okulunda pilot öğrenci Karahan Sanatar arasındaki mektuplaşmanın ele geçirilmesi sonrasında Atak, Afyonkarahisar’da yapılan Nurculuk soruşturmasına dâhil edilerek tutuklandı.
PİLOTLARIN BAVULLARINDA TAŞIDIĞI RİSALELER DP’nin iktidara gelmesi sonrasında Nurculuğun özellikle de Hava Kuvvetlerindeki etkisi artmaya başladı. 1952 yılında Eskişehir’de askeri jet pilotu eğitimi alan Ali Demirel ve Ömer Halıcı yanlarında Yüzbaşı Ekrem Hanyalı ve Binbaşı Reşat Bey olduğu halde Nursi’yi ziyaret ettiler. O dönemde Nurculuğun askeri pilotlar nezdinde etkisini anlamak için şu örnek yeterli olsa gerektir: farklı şehirlerde yazılan Risaleyi Nurlar tashih için Nursi’ye gönderiliyordu. Yasak olan Risaleyi Nurların polis tarafından yakalanmaması için bunları askeri pilotlar bavullarında taşıyarak Nursi’ye teslim ediyorlardı. Nurcu askeri pilotlardan Nureddin Karakaya 1956 yılında tayininin İncirlik üssüne çıkmasıyla Risaleyi Nur için yaptığı faaliyetleri Adana’da devam ettirdi. Nurculuğun Adana’da yayılmasında bir askeri pilot ön plandaydı. Nursi’ye bağlı başka bir askeri pilot Ömer Halıcı’nın kullandığı askeri uçak 1954 yılında düştü ve Halıcı hayatını kaybetti. “Ömer benim yerime şehit oldu” diyen Nursi, askeri pilotun her bahsi geçtiğinde kendisini “Ben Ömer’i yirmi evliyaya değişmem” sözleriyle anardı. Aynı dönemde Nursi’nin Eskişehir semalarında oldukça yüksek ses çıkartarak uçan askeri jet uçaklarına bakarak; “İnşallah bunlar İslamiyete büyük hizmetler edecekler” demesi de manidardır.
MAH’IN İSTİHBARAT RAPORLARI 1950’li yıllar boyunca özellikle de Hava Kuvvetlerinden subay ve astsubaylar düzenli olarak Nursi’yi Emirdağ ve Eskişehir’de ziyaret ettiler. Bu ziyaretler sırasında zaman zaman subay üniformaları da üzerlerindeydi. Nursi kendisini resmi üniformalarıyla ziyaret edip elini öpenlere “Kardeşim ben elli senedir ordu ile alakadarım” diyordu. 1950’lerin sonlarına doğru ordu içinde Said Nursi’nin müntesiplerinin yayılmasına karşı tedbirlerin alınması Nurcuları rahatsız etmeye başladı. 1959’da Ankara’da Mustafa Sungur, eski DP milletvekili Tahsin Tola gibi önde gelen Nurcuların da bir araya geldiği toplantıya bir Milli Emniyet (MAH) ajanı da sızmıştı. MİT’in önceki ismi olan MAH ajanının verdiği malumata göre Mustafa Sungur “ordunun ele geçirilmesi lüzumunu” vurgulamıştı. Yine aynı dönemde İçişleri Bakanlığı ordu mensuplarından Nurculukla ilişkisi olan yaklaşık 30 kişilik bir listeyi 29 Aralık 1959 tarihinde Milli Savunma Bakanlığına bildiriyordu. SAVUNMA BAKANININ YAZDIĞI NURCULUK RAPORU DP iktidarının son döneminde Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes Nurculuk üzerine emniyet ve istihbarat belgelerine dayanarak oldukça uzun ve kapsamlı bir rapor kaleme aldı. Buna göre Nurcular ordu içinde emir komuta zincirini bozmakta, bazı komutanlarının dinsiz olduğunu iddia ederek Nursi’nin direktiflerini her şeyin önüne koymaktaydı. Savunma Bakanı Menderes 21 Kasım 1959’da Ankara’da Nurcu ordu mensuplarıyla Maraşlı Nurcuların bir araya geldiğini yazmaktaydı. Maraşlılar görüşmede “Maşallah. Ordu gittikçe bizim oluyor. Maraş’ta iki binbaşı, bir yüzbaşı ve birçok da Astsubay var. Adalet de bizden, Ağır Ceza Hâkimi de bizden” demişti. Görüşmeye katılan Said Nursi’nin en yakınlarından Mustafa Sungur da Nurculuğun orduya yönelik hedef ve stratejisini açıkça ortaya koymaktan imtina etmiyordu: “Orduyu elde etmek için subay ve astsubayları elde etmek lazımdır. Onlar elde edildi mi asker kendiliğinden elde edilir. Subayları, tek tek bulmaktan ziyade, genç ve bir arada toplu bulunan talebeleri daha mektebde iken aşılamak lazımdır. Çünkü ağaç, fide iken istendiği şekli alır. Mesela Harb Okulunu elde ettik mi bizden bahtiyarı yok.” Raporun sonunda Milli Savunma Bakanı “Nurculuğun, her sınıf ordu mensubları arasında bir hayli taraftar bulduğu” sonucuna varıyor ve buna karşı “devletin iktisadi ve içtimai nizamını ve Türk Ordusunun disiplinini” korumak için acil tedbirler alınmasını gerekli görüyordu.
CEMAATLERİN ETKİSİ ARTTIKÇA 1950’lerden itibaren başta Hava Kuvvetleri ve askeri pilotlar arasında olmak üzere ordu içinde etkisini artıran Nurculukla, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sırasında yaşananlar arasındaki tarihsel ve ideolojik rabıta çarpıcıdır. Ordu ve cemaatler arasındaki ilişkinin sadece Nurculukla sınırlı olmadığının da altını çizmek gerekir. Işıkçılar cemaatinin kurucusu Hüseyin Hilmi Işık 1930’larda şeyhi Abdülhakim Arvasi’yi subay üniformasıyla Kaşgari dergâhında ziyaret etmekten çekinmiyordu. Ordu mensubu bir subay olan Işık için Şeyhi Arvasi devreye giriyor, yine kendine yakın olan Kara Kuvvetleri Personel Daire Başkanı Hayri Aytepe’ye “Hilmi ne isterse yap” yazılı bir mektup gönderiyordu. Mektubu alan Hayri Paşa Işık’a sarılarak “Sen öyle bir yerden geliyorsun ki, ne istesen olur” demişti. Tek parti döneminde ve 1950’lerde cemaatlerin ordu içinde etkili olduğu, emir komuta düzenini bozduğu, ordu içindeki tayinleri etkilediğine dair çok sayıda rapor, mahkeme kaydı ve hatırat var. O dönemden bugüne bu etkinin katlanarak arttığını tahmin etmek zor değil. Cemaatler bu coğrafyada yüzyıllardır varlar. Dolayısıyla “cemaatler yasaklansın,” “tarikatlar kapatılsın” tavrı toplumsal gerçeklikle uyuşmuyor. Ancak günümüzde kanarya sevenler derneğinin bile bir mevzuata tabii olduğu ve üyelerinin kayıt altına alındığı düşünülürse, binlerce insanın içinde yer aldığı cemaatler hiçbir denetim ve kanuna tabii olmadan faaliyetlerini sürdürüyor. 19. Yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı sistemi içinde bile cemaatlerin denetimi için Meclisi Meşayih isimli bir kurumun kurulduğu hatırlanırsa, bugünkü kontrolsüz ve denetimsiz durumun sürdürülemez olduğu aşikârdır. Behlül Özkan (Yetkinport.com) Odatv.com
0 notes
onderkaracay · 3 years
Text
Tumblr media
🔘 Kenanizm Darbesi
Yakın tarihin okullarda dersi yoktur. Bunun sebebi gerçekleri kimsenin öğrenmesi istenilmediği içindir.
Mustafa Kemal Atatürk'ü halkın gözünde kötülemek amacıyla sözde Mustafa Kemal Atatürk'ün yaptığı devrimleri korumak amacıyla 12 Mart 1971 askeri darbesi ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleridir.
Benim babam ve dedem de imamdı diyen Kenan Evren zorunlu din dersini emperyalizmin bir talebi olarak okullarda okutulmasının önünü açtı.
12 Mart 1971 darbesi 1960 Anayasa'nın halk yararına olmasını tam ortadan kaldıramadığı için ve artık milli üretim ekonomisinin de sonu getirilmesini emperyalizm istediği için sağ sol kavgası ile darbe ortamı hazırlandı. 24 Ocak kararları Süleyman Demirel'e imzalatıldı. Sonra darbe yapıldı. Süleyman Demirel kullanıldı ve siyasi yasaklı oldu. Oysa 24 Ocak kararlarını Turgut Özal ile birlikte hazırladılar. Turgut Özal'a nedense yasak gelmedi. Çünkü emperyalizm çıkarına ülke teslim edilecekti.
Bütün tarikat ve cemaatlere kol kanat gerildi.
12 Eylül öncesi tüm siyasi partiler kapatıldı.
Darbe sonrası emperyalizmin isteklerini yerine getirecek neoliberal politikalar uygulayacak partilerin önünü açan ve tek bir kişiye teslim edilmiş siyasi partiler dönemi başlatıldı. Siyasi partiler yasası Kenanizm ideolojinin ürünü olarak hala hüküm sürüyor.
Anavatan Partisi ve Turgut Özal'a kamu kurumları zarar ediyor bunların özelleştirme yolu ile satılması gerektiğini anlatma ve toplumu işbirlikçi sermaye medyası kullanılarak ikna etme görevi verildi.
Terör örgütünün ülkemize saldırmaya başlaması da bu yıllara denk gelir.
Bunun amacı şudur; Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin Kürtlere karşı ayrımcılık yaptığını söyleyerek ülkede bir Kürt sorunu üretmekti.
Emperyalizmin bölgeyi bölme projesinin bir parçasıydı.
2002 yılında sermaye operasyonu ile iktidara proje olarak taşınan parti ise BOP eşbaşkanlığı, açılım, özelleştirme ile emperyalizmin hizmetinden çıkmadı.
Bütün bunlar 12 Eylül rejimi Kenanizm ideolojinin eseridir.
Bugün devam Kenanizm ideolojinin sivil darbe olarak emperyalizm tarafından projelendirilmiş uzantısıdır.
Önder Karaçay
11 notes · View notes
perge · 3 years
Text
Rahmetli Timurtaş hoca.. bir vaazında müşrik kime denir diye sorar ve cevabını kendisi verir yine.. Müşrik,sadece Allah'ı reddeden kimse değil, Allah'ın dünya işlerine karışmasını,kural koymasını istemeyen kişidir der.. Mekke müşriklerinin başı Ebu Cehil de Allah'ın varlığını kabul eder ancak dünya işlerine karışmasına karşı çıkardı.. Laikliğin tanımı da.. Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması olduğuna göre.. Günümüz müşrikleri kimdir? Neyse.. devam edelim.. Dünya işlerinde de.. Devletler beşeri kanunlarla yönetilir. Kimi zaman adı mutlakiyet, kimi zaman meşruiyet, kimi zaman da Cumhuriyet gibi çeşitli yönetim biçimleri var. Osmanlı, mutlakiyet rejimi olarak tanımlansa bile aslında şeriat kanunları ile yönetilen bir devlet idi.. Bu yüzden mutlakiyetin tanımına girmez. Ve bu yüzden "padişah ile birlikte Allah'ı da tahtından indirdik"diye düşünenler olmuştur, Not'undan sonra.. Devam.. Meşrutiyet, Mutlakiyetten iyidir Cumhuriyet, Meşrutiyetten iyidir Demokratik Cumhuriyet , Cumhuriyetten iyidir MUTLAKİYET: Kral / Padişah şöyle der; Ben sizi yönetme hakkını Babamdan aldım. Egemenlik kullanma yetkisi bana aittir. Ya bana itaat edersiniz, Ya topraklarımı terk edersiniz, Yada aksini isyan sayarım sizi öldürme hakkım doğar.
CUMHURİYET: Seçilmiş iradenin idaresi altında bulunan, Millet Egemenliğine dayalı idare şekli. Yani Millet der ki; şu kadar süreliğine seni seçtim beni yönet. DEMOKRATİK CUMHURİYET de ise şöyle denir; Seni alternatifler arasından şu kadar süreliğine seçtim beni yönet Ama benimde vatandaşlık haklarım var. Devlet ile Millet arasında toplumsal sözleşme metni olan Anayasaya göre,, beni şu şu şu kurallara göre yönet.. Çünkü Egemenlik hakkı bana aittir. Peki EGEMENLİK nedir ? Bir toprak parçasında kural koyma ve hukuk oluşturup, uygulama gücüdür. Bu güç halkın seçtiği siyasi erk'in temsil ettiği iradeyi ifade eder. '' Egemenligin kime ait olduğu 1924 Anayasasının 3. maddesi ; Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir 4. maddesi; Millet egemenlik hakkını TBMM eliyle kullanır. Ülkeyi yaklaşık 30 yıl yöneten bu kadro, Halka dedi ki; Sizi Padişahlığın Mutlakiyet rejiminden kurtardık. Egemenliğin size ait olduğu, Cumhuriyet rejimini getirdik. Artık sizi idare edecek olanları siz seçeceksiniz. Ama” beni seçeceksiniz, başkasını seçemezsiniz'' dediler. CHP den başka bir Partinin kurulmasına ve kendilerinden başkasının Meclise girmesine izin vermediler, bu durumda Egemenlik hakkını kullanma yetkisi de zaten onlarda idi. Tanımı ise, cumhuriyet kılıfına sarılmış Diktatörlük. Ne zaman ki çok partili seçime geçildi ve kendileri seçilemedi. Bir daha da kolay kolay iktidara gelemeyeceklerini anladılar. 1960 da Askeri darbe yaparak halkın seçtiği Hükumeti devirip Başbakanı ve Bakanları astılar.. Sonra dediler ki, öyle bir Anayasa yapalım ki, halk kimi seçerse seçsin, Devlette bizim dediğimiz olsun... Bunun için Egemenlik hakkını kullanma yetkisini TBMM den aldılar.. 1961 ve 1982 Anayasalarının 6. maddesini şöyle yazdılar; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Türk milleti, Egemenliğini Anayasada belirtilen yetkili organlar eliyle kullanır '' peki verdikleri kararlar kesin olup herkesi bağlayan bu YETKİLİ ORGANLAR kim? AYM - MGK - YSK - YÖK - Danıştay - HSYK ve benzeri. Milli egemenlik teorisine göre, seçilmemişlerin millet adına egemenlik hakkı kullanma yetkisi yoktur. Ama bizde var. Bunun adına da '' Vesayet Rejimi '' deniyor. Bu kurumlar ülkenin kaderi ile oynuyor. İktidar Partisini kapatıp yöneticilerine siyaset yasakları koyarak, Hükumetleri değiştirerek. Halkın seçtiği meclisin çıkarttığı kanunları iptal ederek. Şunu alamazsın, bunu satamazsın diyerek. O fabrikayı şuraya kuramazsın diyerek. Seçilmişlerin elini kolunu bağlıyorlar. Yani diyor ki AYM , ''Her ne kadar halk, ülkeyi idare edindiye sizi seçti ise de, benim istemediğim hiç bir şeyi yapamazsınız, aslında ülkeyi siz değil biz yönetiriz ''diyor. Türkan Saylan’ın % kaç ile gelirlerse gelsinler önemli değil, devlette bizim dediğimiz olur. “çünkü biz asılız” sözü boş bir söz değildir.. Atanmış, yada kendi kendini kurum içinde seçen organlar, Seçilmiş ikdidarlardan daha çok yetki kullanıyor.. Bu organlar, verdikleri karardan sorumsuzdur, halka veya herhangi bir kurum kuruluşa yada yargıya hesap vermezler, sorgulanamazlar. Verdikleri karar, herkesi bağlar. Yanlış oldu düzeltilsin diyecek başka bir makam, merci yoktur.. Ne dedilerse odur. Böyle bir yetkiyi kullanma hakkını onlara Anayasanın 6. Maddesi vermektedir. Anayasa öyle olmalı ki, herkes ve her organ halka hesap vermeli... Egemenlik hakkını sadece TBMM ve Halkın seçtiği siyasi iktidar kullanmalı... 4000 yıllık Türk tarihinde AYM ve diğer vesayet kurumları yoktu, 1961 den beri var. Türkiye'nin büyümesini kontrol altına almak için. Batının darbecileri tarafından bürokratik kurumlar ile kuşatılmıştır Türkiye.. Bu günkü ikdidar'a bu denli karşı çıkılıp, al-aşağı edilmek istenmesinin sebebi de..Yine bu içlerinde gizleyemedikleri.. Mevcut ikdidarın ülkeyi ve milleti Allah'ın kanunları ile yönetme "ihtimali"dir. Kızıl elma ülküsü'nün.. “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar Allah'ın hükmünü yeryüzüne hâkim kılmak"olduğunu.. Onlar da bizim kadar biliyor. Bu gün her kim ki, Hukuk Hukuk diye kıçını yırtıyorsa, bilin ki Hukuk kılıfı içinde eskiden olduğu gibi kurdukları derebeylik sistemini geri getirmeye uğraşanlardır.
45 notes · View notes
ramazanserdar · 3 years
Text
BİR ŞEHRİN HİSSETTİRDİKLERİ…
Alman yazarPaul R. Krause 1910’lu yıllarda Susurluk’a gelir ve hissettiklerini"Türkiye 1915" adlı kitabında “Ne zaman Susurluk aklıma gelse Mehmet Ağa’nın bana söylediği bir söz üzerine düşünürüm” sözleriyle anlatır.
Sabahattin Ali 1940’lı yıllarda Susurluk’a gelir ve hissettiklerini “Yeni Dünya” isimli kitabında yazdığı öykülerin birinde “…Balıkesir’den gelirken Susurluk’ta bir handa kahve içiyorlarmış…”sözleriyle anlatır.
Amerikalı yazar Paul J. Magnarella, 1960’lı yıllarda bir süre Susurluk’ta yaşar ve hissettiklerini “Bir Türk Kasabasında Gelenek ve Değişim” isimli kitabında, “Susurlukluların öncelikle önem verdiği şey evlerinin kutsallığı ve kadın ve çocuklarının güvenliğidir” sözleriyle anlatır.
Mahir Ünsal Eriş, 80’li, 90’lı yıllarda Susurluk’a dair anılarından bahsettiği “Olduğu Kadar Güzeldik” isimli kitabında hissettiklerini, “Susurluk’un her biri birbirine benzeyen sokaklarından…” sözleriyle anlatır.
Sabri Altınel doğup büyüdüğü Susurluk’u, “Zamanın Yüreği” isimli kitabındaki bir şiirinde, “Eski sokaklarında kentin/Usul bir su gibi iniyorum aşağılara” mısralarıyla anlatır.
Tahsin Bozoğlu doğup büyüdüğü Susurluk’u, eski bir defterin sayfalarına yazdığı bir şiirinde, “Kasabam on beş adım/İşim, kahvem, karşısında cami/Sağım solum eşim dostum kardeşim” mısralarıyla anlatır.
İrfan Astunç, özellikle 1980’li yılların darbe dönemine vurgu yaptığı “Zamana Işık Tutmak” isimli kitabında Susurlukiçin hissettiklerini, “Otobüsten hava aydınlanırken indim, horozlar ötüyordu. Köyümün o kendine özgü kokusu ve soğuk hava, tüm yorgunluğumu, uykusuzluğu alıvermişti…” satırlarıyla anlatır.
Ruşen Işık doğup büyüdüğü Susurluk’u, “Arkası Yarın”isimli kitabındaki bir şiirinde, “Susurluk’un kurtuluş günü/Beş Eylüllerde/Gazi arkadaşlarıyla askeri bir jeepte/Kortejde en önde yer alırlardı/Halkın önünden gururla geçerlerdi/Ellerinde bir pankart; ’Arkadaşlarımız şehit, Bir gazi, Yaşasın Türk Milleti” mısralarıyla anlatır.
Nurettin Kuş doğup büyüdüğü Susurluk’u, sosyal medyada paylaştığı bir şiirinde, “Susurluk kardeştir sevinçlerimize/ Susurluk acılarımıza ana” mısralarıyla anlatır.
İbrahim Açılan doğup büyüdüğü Susurluk’u, “Sen Şiirsin Türkiye’m” isimli kitabındaki bir şiirinde, “Her nefeste sana gelmek isterim/Seninle ağlayıp gülmek isterim/Sende doğdum sende ölmek isterim/Severim ben seni inan Susurluk” mısralarıyla anlatır.
Abdullah İnaler doğup büyüdüğü Susurluk’u “Susurluklu Şairlerden Seçkiler” kitabında yazdığı şiirinde, “Yemyeşil kırların, dağların serin/Sevgiyle yoğrulmuş insanların senin” mısralarıyla anlatır.
Fetih Doğru doğup büyüdüğü Susurluk’u, “Susurluklu Şairlerden Seçkiler” kitabında yazdığı şiirinde, “Faytonların, Vosvosların Susurluk’unu bilmez Z kuşağı” mısralarıyla anlatır.
Ümran Öztürk, “Susurluklu Şairlerden Seçkiler” kitabında yazdığı şiirinde Susurluk’u, “Dönmemeli her giden bir kupa su içmeden/Çaylak şelalesinden, Aygır çeşmeden” mısralarıyla anlatır.
Fehim Dikmen, “Bir Şiir, Bir Fotoğraf Susurluk” isimli kitabındaki bir şiirinde Susurluk’u, “Taşyarma’dan kuzukulağı/Katırkaya’dan sapak balığı/Çınarlı çeşme mola yeri/ Paşaköy deresinde taş balığı/Bizim çocukluğumuz, gençliğimiz/Böyle geçti bilesiniz” mısralarıyla anlatır.
Ve aslında tüm bu değerli yazarlarımız, değerli şairlerimiz…kelimelere dökülen hisleriyle bize “elimizde olan değerlerin kıymetini daha iyi bilmemiz” gerektiğini anlatır…
Ramazan S.TOPRAKTEPE
2 notes · View notes
olguunal · 3 years
Text
Tarih Kemalistleri Çağırıyor!
Türk demokrasisi çeşitli krizlerin içinde debelenerek bugünlere geldi. Bu demokrasi yolculuğunu milli mücadeleyi referans alarak başlatırsak, “radikal bir realizm” olan Kemalist devrim yaşandı, çok partili hayata  geçildi, bir başvekil ve bakanları asıldı, yaklaşık 10 yılda bir askeri darbeyle demokrasi kesintiye uğradı, sağ ve sol çatışmasıyla “ufak çaplı bir iç savaş yaşandı” ve tarihin en uzun soluklu Kürt isyanı ise hala sürmekte. Son olarak da “sivil otoriterlik” olanca hışmıyla “gündemi” dayatmakta ve belirlediği “gündemle” de bütün kurumların içini boşaltmakta.
Yukarıda kaba bir özetini yaptığımız bu demokrasi serüveninin omurgasını Kemalizm ekseninde, yeni bir bakış açısıyla yorumlamaya çalışacağız. Önce bir Kemalizm tanımı yaptıktan sonra Türkiye’nin kangren olmuş sorunlarını bugüne getirip sorunlara şimdilik çözüm önerisi sunmadan hangi temelle yaklaşmamız gerektiğini belirleyeceğiz. Kemalizmi, “tarih olarak” Kurtuluş Savaşı’ndan 1950 seçimlerine kadar olan süreçte yapılan devrimlerin toplamı anlamlandırdığımı ifade etmek isterim.
Kemalizm “o çok sevdiğim tanımlamayla” yurdumuzun kendi koşullarından doğan ve gelişen ; tam bağımsızlık, anti-emperyalizm ve Misak-ı Milli temelleri üzerinde yükselen, içinde evrensel değerler barındıran ulusal bir çağdaşlaşma ideolojisidir. Aynı zamanda bu ideoloji; komünizm, kapitalizm gibi “katı” ideolojilerin “motivasyonundan” ayrılmakta, ülkesine dair sorunları “doktriner” çabaların sıkışmışlığını aşarak, evrensellik barındıran bir vizyonla çözme iddiası taşımaktadır.
Kemalizm “radikal bir realizmdir”. Yani Kemalizm, kendisine kadar birikmiş bir çok sorunu, birikmiş olan o “entelektüel çabayı” da dikkate alarak “radikal ve gerçekçi” çözümlerle sonuca ulaştırmayı hedeflemiş ve başarmıştır. “Gökten zembille geldi” gibi eleştirilerin “tabii ki” aksine hemen hemen bütün temel devrimler çok çeşitli tartışma zeminleriyle olgunlaşmış ve “radikal iradenin” vizyonuyla da hayata geçmiştir. Saltanat ve hilafetin ilgasından cumhuriyete geçiş de , Latin harfleriyle yazıya geçişe kadar hemen her şey Osmanlı’dan beri süregelen tartışmaların bir eseridir.
Kemalizm “eskiyi” tasfiye edip, “yeniyi” inşa ederken “pozitif ilerlemeyi” kurgulamış, “geçmişin yükleriyle” yaşamayı değil “geleceğin umuduyla” yaşamayı senkronize etmeye çalışmıştır. Örneğin “vatandaşlık bilinci” veya “Türk milliyetçiliğini” bu şekilde açıklamak mümkündür. Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında bu coğrafya, demografik olarak “olağanüstü” değişimler yaşamıştır. Ermenilerin tehciriyle bir kadim halk maalesef Anadolu’dan “uzaklaştırılmış”, Yunanlılar ile “mübadeleye girilmiş”, Kafkaslardan Anadoluya göçler yaşanmıştır. Bu “olağanüstü” demografik değişimlerle oluşan “yük”; nefret veya negatif duygularla oluşan bir motivasyonla değil “yeni bir insan” yaratmak ve bunu da “Türklük” ile ilişkilendirilmekle aşılmıştır. İnsanlar “tebaadan”, “vatandaşlığa” yükselmiştir!
Kemalizm aynı zamanda bir “ülkelerle eşitlik” çabasıdır. İmparatorluk mirasına sahip bir ülke olarak, içinden çıkan ülkelere karşı “eşit olma” çabası güden bir anlayış geliştirmeye çalışmıştır. Yüzyıllarca “hükmedilen” Balkanlara da Arap coğrafyasına ve bunların “trajik kaybına” rağmen “nefret” veya dar bir milliyetçilik anlayışıyla yaklaşılmamış, “eşit ülke” anlayışı çok uzun yıllar ülkemizin temel motivasyonu olmuştur. Yunan başbakanı Venizelos’un, Atatürk’ü “Nobel Barış” ödülüne aday göstermesinin anlamını da bu anlayışın bir getirisi olarak yorumlamak mümkündür.  Diğer pek çok imparatorluk geçmişine sahip ülkelerin “bu vizyona sahip bir şekilde” davranmadığı da oldukça açıktır.
Osmanlı’da siyaset daha çok “askerlerin” veya “yüksek görevli bürokratların” ilgilendiği bir alan olmuştur. Herhangi bir baskı sınıfının -yani burjuvazi veya işçi sınıfının (vb)- gelişmemesi “sivil siyasetçi” kavramının oluşmasını engellemiş, dolayısıyla iktidar değişimleri “askeri yöntemlerle” olmuştur. Bir kısım padişahlar “askeri güçle” devrilmiş, kimi sadrazamlar asılmış, kimi zaman da padişahlar askeri kurumları tasfiye etmiştir. Yani “askeriye” veya “gücün silahlı hali” siyasette hemen her zaman en “hareketli” kurum olmuştur. Kemalist önderlerin önemli bir kısmı aynı zamanda birer asker oldukları için, içinden çıktıkları kurumun siyaset girdabına girdiğinde neleri yaşatabileceğinin en derin halini – Balkanların kaybı,1. Dünya savaşı vs vs- yakınen görmüşler ve buna dair önlemler de almışlardır. Sonuçta askerin siyaset dışı kalma durumu için “çaba” gösterilmiş, en azından 27 yıl boyunca (1923-1950 arası) asker, siyaseti hareketliliğin dışında kalmıştır. Sonuçta Kurtuluş Savaşı “bile” Meclis’ten yönetilmiştir. Bunu da “Meclisin askere” hükmedeceği bir sistemin inşası olarak yorumlamak mümkündür.
Kemalizm aynı zamanda bir çok Batı ülkesine göre dahi “kadın ve kadın hakları konusunda” oldukça radikal bir çabaya girmiş, “kadınlara seçme ve seçilme hakkını” sağlayan ilk ülkelerden biri olmuştur. Sosyal yaşamda oldukça geride olan “kadın görünümünü” eğitimle ve “farklı” çabalarla aşmaya çalışmış, nüfuz ettiği bütün “kurum” veya “yapılarda” kadın temsiline dair bir anlayış geliştirmiştir.
Seküler bir yaşam formu yaşatma geliştirme ve laiklik de Kemalizmin bu ülkeye “armağan ettiği” en etkili “devrimlerden bir tanesi”.  “Dinin siyasi tahakkümü” ve “dinin günlük yaşama etkisi”, “laiklik” vizyonuyla “geriletilmiş”, “seküler yaşama formu” ülkeye kazandırılmıştır. Çoğunluğun Müslüman olduğu bir ülkede “dini bireyselleştirme çabası” ve buna dair reformlar “hala daha” başka bir Müslüman ülkede “görülmüş değil”.
Yukarıda özetlediğim konular Kemalizmin altı ilkesinin içinde ve/ veya dışında değerlendirilebilecek önemli mihenk taşları. “Radikal bir realizm”, “pozitif ilerleme”, “ülkelerle eşitlik çabası”, “kadın haklarında ilk” ve “laiklik” vizyonlarını ise bugüne taşıyıp Türk demokrasisinin bugünkü sorunlarının çözümüne dair “temeli” işlemeye başlayacağız.
1950 seçimleriyle birlikte, “Kemalizm” iktidarı “oldukça barışçıl” bir şekilde Demokrat Parti’ye (DP) bırakmış;  bu konuda da “dünyada çapında bir öncü davranış” sergilemiştir.  Maalesef DP iktidarı bir askeri darbeyle devrilmiş ve bu çok partili demokrasi deneyimi “kötü” bir yol kazasına uğramıştır. Bir cuntanın bu darbeyi başarması ise “ordunun sürekli kaynayan bir kazan” halini 1960-1980 yılları arasında ülkeye yaşatmış; 1980 yılında  “emir-komuta” zinciri dahilinde yapılan darbe, “cuntaların yarıştığı bir ordu” hüviyetine son vermiştir. 1990’lı yıllarda “postmodern darbe” hevesiyle iktidarlar kansız bir şekilde “düşürülmüş”  ve en son da “islamcı cemaatin” 15 temmuz kalkışması yaşanmıştır . 1960 darbesiyle başlayan “askerin siyasetin direk içinde olma hali ve isteği” bugünlere kadar sürmüştür. Ordunun “tarihi gücüne” yaraşır şekilde; yeni ve demokrasi içi bir konuma yükseltilme ihtiyacı vardır!
Cumhuriyetin ilanından sonra Dersim isyanına kadar bir çok Kürt isyanı çıkmış ve bunlar da bastırılmıştır. İsmet Paşa’nın deyimiyle “Kürt sorunu vardır, sindirilmiştir ama vardır” durumu 80’li yıllara kadar “suskun” bir şekilde gelmiş, bu sorun daha sonra PKK’nın çıkmasıyla terör-özgürlük denklemine oturmuştur. Sonuçta var olan bir “sorun” PKK’nın şiddetiyle hem görünür hale gelmiş hem de “terörize” olmuş, 40 yıllık bir “çözümsüzlükle” de günümüze gelmiştir. Devletin bu soruna yönelik “ sadece askeri yaklaşımı”, sorunu hem karmaşıklaştırmış hem de ciddi insan hakları ihlallerine sebebiyet vermiştir. “Kürt sorununun sivil sahiplerinin” de hala “hapsedilme siyasetine” maruz kalması ve kendilerinin de terör-özgürlük alanında bir sivil siyaset üretememesi  de “olanca görkemiyle” devam etmektedir.  Her ne kadar bu sorun etnik bir çatışmaya dönüşmemiş olsa da “yeni bir pozitif kimlik inşa etme ihtiyacı” bu sorun özelinde belirmiştir.
Türkiye hemen her zaman ciddi insan hakları ihlallerinin yaşandığı bir ülke olmuştur.  Buna dair bilincin de “hala daha oldukça zayıf olması” fevkalade şaşırtıcıdır. Hemen her kesim, ciddi insan hakları ihlallerine uğramış ve “ağır insan hakları ihlalleri” de devam etmektedir. Menderes, Polatkan ve Zorlu ile Gezmiş, İnan ve Aslan siyasi kişileri asılmış, Diyarbakır cezaevinde insanlara dışkı yedirilmiş, ülkücü ve solcu gençler 12 Eylül zindanlarında işkencelere uğramış, Aleviler Sivas’ta “yakılmış”, başörtülü insanlar başörtüsüyle okullarına girememiş, askerler  ve Kemalistler de Balyoz ve Ergenekon davaları sürecinde ciddi insan haklarına uğramışlardır. Az ya da çok olmasına bakmadan  her kesim “insanca siyasi mücadele sürdürme” hakkından “en azından bir süre” mahrum kalmışlardır. Maalesef “gücü eline alan” da “geçmişte mağdur olmasına bile” bakmaksızın “karşı kimliklerden” öç alma duygusuyla hareket etmiştir. AİHM’de insan hakları konusunda en çok “ceza ödeyen devletin” Türkiye olması “şaşırtıcı değil belki” ama “onur kırıcı”!
Kadın hakları konusu ise ülkenin “en dinamik” sorunlarından bir tanesi. Kadınların hem “eşitlik” konusunda hem de “şiddetin önlenmesi” konusunda ciddi bir muhalefeti, güçlü örgütlenmeleri haklı ve güçlü sesleri var. Cumhuriyetin kadın hakları konusunda attığı ilk adımlar, o gücüyle maalesef devam edememiş ve sonra da “hep sallantıda” bugünlere gelmiştir. Türkiye’nin tabandan gelen “en örgütlü” hareketi diyebileceğimiz kadın hareketi elbette hepimize çok şey öğretecek!
Laiklik/sekülerlik eksikliği ve “sivil otoriterlik” konuları ise birer “tamlamayla” tanımlanabilecek konular: birisi ekmek ve su kadar hayati, diğeri ise zehir içmişçesine “yok edici”...
Yukarıda özetlediğimiz şekilde, Türkiye’de “siyaset” kötü bir şekilde tıkanmış durumda ve kendisinin önünü açacak bir “radikal bir realizm” arıyor. İngiltere ve İspanya vb “medeni” ülkelerin yaptığı gibi, kendi kimlik sorunu olan “Kürt sorununu” çözmüş; tarihi gücü oldukça yüksek olan orduyu demokrasi içinde yüksek bir makama yerleştirmiş; Ortadoğu’da Şiiler ve Sünniler birbirini boğazlarken, Aleviler ile Sünnileri “huzur  ve adalet“ içinde yaşatacak formülü bulmuş; kadın hakları konusunda %99.9’u Müslüman bir ülkede” “eşitliği” sağlamış; laikliğin islamcılar için bile su kadar gerekli olduğunu “islamcılara” öğretmiş; her türlü “otoriterlikten” uzak, “insanca” ve “demokratik” bir düzeni bulmuş Türkiye.
Yani, tarih Kemalistleri çağırıyor!
2 notes · View notes
mstfkyr · 5 years
Text
Tumblr media
Herkes milyon kere okumalı.....
‘Her şey çok güzel olacak’ diyorlar...
Evet, tabi, Allah’ın izniyle inşâallah öyle olacak ama Kimler için?
*
13 Nisan 1909’da ‘Her şey çok güzel olacak’ diye geldiler Selanik’ten İstanbul’a…
Osmanlı Ordusu’na sızıp kendisine Hareket Ordusu diye bir isim uyduran Yabancı Devlet bağlantılı ve Yahudi ağırlıklı çete, Osmanlı Devlet Başkanı’na darbe yaparak indirdi, 14 gün sonra Selanik’e sürgün etti.
Sonraki 10 senede vatan topraklarının 4’te 3’ü yani Milyonlarca km² elimizden uçtu gitti, 40 sene geçmeden Filistin aynı Darbeciler’in ihanetiyle Yahudilere verildi ve İsrail kuruldu. ‘Her şey çok güzel olacak’ dediler ama hiçbir şey güzel olmadı. Bu topraklara bir daha asla huzur, güven ve itibar gelmedi.
*
24 Temmuz 1923’te ‘Her şey çok güzel olacak’ diye imzaladılar Lozan’ı…
İsmet İnönü bir kaç sene sonra Ege ziyaretine çıktığında kıyıdan bakınca kedilerine kadar görünen adanın güzelliğinden bahsetmeye kalktı ki lafını kestiler, Lozan’da Yunan’a verdiniz dediler, bu kadar yakındakini bile mi, dedi, kendi ihanetine kendi bile inanamadı.
Millete ‘Denize Döktük’ diye yutturdukları herifler ‘Höyt’ dediler, bunlar da sırf iktidar olmak için kanla alınmış vatan toprağını peşkeş çekip 'Alın Size Adalar, Musul, Kerkük’ dediler.
*
29 Ekim 1923’te ‘Her şey çok güzel olacak’diye Cumhuriyet’i ilan ettiler.
Cumhuriyet, Cumhur’un dediğinin olması demekti.
Zira Cumhur, halkın salt çoğunluğuna yani %51’ine verilen isimdi.
Bunu anlamanın tek yolu seçim yapmaktı.
1923’ten 1950’ye kadar Türk Milleti’nden kaçtılar.
Bir (yazıyla 1) tane bile seçim yapmadılar, yapamadılar.
Cumhuriyet’i ‘yalan bir proje’ olarak ortaya koyup iktidar oldular.
1923, 1927,1931 ve 1935 seçimlerinde Millet’in %89’una varan kısmı tarafından boykot edildiler. Geriye kalanlarsa zaten Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerdi.
Şimdi ağzına kadar yalanlarla doldurulmuş, şahitsiz bir tarih anlatıldığına bakmayın.
Mustafa Kemal, Millet’in kendisine yapacağından korkmayıp sadece 1 tane çok partili seçim yapsaydı, şimdi adı zor hatırlanan bir işbirlikçiden başka biri değildi ama Cumhur’a gidemedi, yapmadı ve zaten yapamazdı.
1924’te Kazım Karabekir’in açtığı TCF’yi 1925’te kapattı.
1930’da Fethi Okyar’ın açtığı SCF’yi 3 ay sonra kapattı.
Mustafa Kemal’in kim olduğunu ve neler yaptığını o zaman herkes bildiği için, asla seçime cesaret edemedi.
Hem kendine Türk’ün Atası yani Atatürk dedi hem de 15 sene Türk Milleti’nden köşe bucak kaçtı, Dolmabahçe’ye sığındı, kendini içkiye ve eğlencelere (!) verdi.
15 sene boyunca kendi kurduğu partiyle, yani CHP ile tek başına tam 4 kez seçime (???) gitmeye yüzü kızarmadı.
En son 16 Mayıs 1919'da 'Ben çeyiz düzücem' diye İstanbul'da kalıp Samsun'a veya Yunan'ın işgal ettiği İzmir'e gitmeye tenezzül etmeyen İsmet İnönü bile 'Memleket içki masalarından idare ediliyor! Böyle olmaz!' diye postasını koyup kalkıyor, gidiyordu. Kur'an da Ezan da Arapça diye yasaklandı, Kemal olan isim Arapça diye Kamâl'e çevrildi, memleket komple kliniğe evrildi, seçimsiz referandumsuz harflerinden giyimine kadar her şeyine saldırılan Millet, resmen açık hava hapishanesine hapsedildi.
'Her şey çok güzel olacak' dediler, tek bir şeyin bile güzel olmasına izin vermediler.
*
Büyük bir yalanı devamlı söylersen sana inanırlar derdi Hitler’in Propaganda Sorumlusu Dr.Goebbels ve Mustafa Kemal tam da bunu yaptı. Zaten Hitler de Milliyet’e verdiği demeçte onun için 'örnek aldığımız yıldız’ diyordu.
Bir Yahudi vatandaşımız olarak kendine Ulu Önder AtaTürk dedirtti, Kemalist medya tarafından Türk’ün babası diye manşetlere çekildi, Millet isyan etti ama ne fayda, o büyük isyanın sonuç bulmasına yani Cumhur’un konuşmasına asla izin vermedi, verilmedi. Darağaçları kuruldu ama sandık asla…
*
1960’ta 'Her şey çok güzel olacak' diye geldiler.
Adnan Menderes daha ilk seçimde Ulu Önder'in partisi diye etiketlenen ama hiç seçime sokulmayan CHP’yi tarihe gömmüştü, fark bile atmıştı ama 27 sene seçim yapmayanlar, 1960’ta onu devirip 1961’de öldürdüler. Yanında 2 Bakanı’da asarak katlettiler. Sandıktan dar ağacı yaptılar.
*
1980’de 'Her şey çok güzel olacak' diye geldiler.
Bir sağdan bir soldan öldürdüler. 1925’te, 1930’da, 1960'ta olduğu gibi yine partileri kapattılar.
Mamak’ta, Diyarbekir’de işkence merkezleri kurdular, 1920’lerde olduğu gibi yine yakaladıklarını inlettiler, 1930’larda olduğu gibi yine Milleti ezdiler.
*
28 Şubat 1996’da ‘Her şey çok güzel olacak’ diye geldiler, Seçilmiş Başbakan Erbakan’a Pezevenk deyip seçilmiş partiyi silah tehdidiyle indirdiler, milletin seçmediği partiye milleti yönetme yetkisi verdiler.
Askerin anasını başında örtüsü var diye kışladaki oğlunun yemin törenine almadılar, okuldaki kızı okula, fabrikadaki işçiyi fabrikaya…
'Her şey çok güzel olacak' diyenler daima çirkinleştiler...
*
Gezi’de 'Her şey çok güzel olacak' diye sokağa çıktılar, önce ağaç dediler, sonra mesele ağaç değil diye itiraf ettiler, Londra’dan yönetilen senaryoyu hayat geçirip İstanbul üzerinden Ankara’ya darbe yapmaya kastılar, başbakanlık konutunu bastılar, On binlercesi birleşip Erdoğan'ın ölmüş anasına kadar sövdüler saydılar, polislerin anasına avradına küfrettiler, istedikleri olmayınca bakkala ekmek almaya gidiyorduk dediler.
*
17-25 Aralık’ta ‘Her şey çok güzel olacak’ diye sözde Hırsızlık özde Darbe Operasyonu yaptılar. FETÖ’cüsü, Kemalisti, Komunisti, Saadetçisi hepsi birleştiler, Fetullah Gülen’in Askeri oldular, FETÖ nasıl istiyorsa öyle, yani Hırsız Tayyip diye bağırdılar, Devlet’in ekonomik sırlarını Cohen’lere verdiler ve daha nicesi… Ertesi hafta MİT Tırları'nı durdurdular, MİT elemanlarını yerlerde dövdüler. Fetullahçı Terör örgütü bastı, Kemalist Terör Örgütü yayınladı. FETÖ ve KETÖ olarak Fuat Doğu'nun başlattığı yarım asırlık işbirliğine devam ettiler.
*
Aralık 2013’te ilk kez açıktan açığa Emre Uslu 'Her şey çok güzel olacak' diye yazdı.
FETÖ bunu yazdığında daha 17-25 Aralık'a günler vardı...
Bu slogan o gün bu gün FETÖ’nün mottosu oldu.
15 Temmuz’a kadar sosyal, sonrasında askeri olarak geri dönüşlerinin, yani Devlete ve Millete tehditlerinin parolası olarak bu mottoyu kullandılar. İmamoğlu boşuna mı arkasına Kuleli Askeri Lisesi’ni alarak 'Her şey çok güzel olacak' dedi sanıyorsunuz? Kuleli'den çıkanların Çengelköy’de 13, toplamda 251 vatandaşımızı şehid ettiklerini bilmiyor mu sanıyorsunuz?
Hayır, biliyorlar. 'Her şey çok güzel olacak'diyerek FETÖ’cülere selam gönderiyor, oy istiyorlar.
*
15 Temmuz’da 'Her şey çok güzel olacak'diye çıktılar, insanları bağırsakları çıkana kadar ezdiler, gençleri kırmızı lazer noktalayıcılar tam da tazecik göğüslerde gezerken öldürdüler.
100 senedir Cumhur’a küfür edenler o gece ‘Yaşasın Tayyip’i öldürüyorlar’ diye çığlık çığlığa birbirine sarılıp bayram ederken, cezaevlerindeki PKK koğuşlarında halaylar çekilirken, Camiler basılıp imamlar müezzinler "SELA OKUMAYACAKSIN ULAN!" diye dövülürken, Cumhur bunlara aldırmayıp sokağa çıktı, Cumhur kükreyince FETÖ yani Amerikan Tetikçisi Yeşil Kemalistler teslim olmak zorunda kaldı, darbeyi daha ziyade elmacık kemiklerinde hissettiler.
*
31 Mart’ta 'Her şey çok güzel olacak'dediler, oyların daha %10’u yeniden sayılmışken farkın %50 kapandığını kendileri itiraf ettiler, Ak Parti 'Oyların hepsi baştan sayılsın' deyince delirdiler, sonunda ‘Yeniden Seçim’ kararı alındı ve Kazan/Kazan durumuna geldikleri için yine sevindiler.
Seçimi kazansalar: Kazan.
Kazanamazlarsa ‘Türkiye’de Demokrasi Yok! Seçim Yapılamıyor! Başkanlığı elimizden aldılar!’ algısı yaparak Batı’daki sahiplerinin ayaklarını yalayabilecekleri ve yeni kemikler/görevler isteyebilecekleri için yine: Kazan.
CHP Adayının girmediği hiçbir konu kalmadı, Türkiye'nin Akdeniz'de petrol aramasına da karşı çıktı, Rusya'dan S-400 alınmasına da...
15 Temmuz'da belki de izleyicileri, takipçileri, hayranları, okurları yani kendilerini o yerlere getiren insanlar tek tek ve topluca katledilirken 1 harf bile yazmayan sözde Sanatçı özde Soytarılar, aldıkları tek talimatla bir anda CHP tetikçileri kesildiler. Milletçe kınandılar ama emir/arpa büyük yerden, utanmadılar, sıkılmadılar, geri adım atmadılar.
Velhasıl, yine 'Her şey çok güzel olacak' dediler, yine Cumhur'un iradesini ezdiler, tarihin gördüğü en büyük oy hırsızlığını yapıp üstüne Mazbatayı verin diye tehdit ettiler, oylar sayıldıkça fark azalıyor, böyle galibiyet istemeyiz demek erdemini zaten düşünmediler ve yine yeni yeniden çirkefleştiler.
*
Kısacası;
'Her şey çok güzel olacak' dedikleri her gün, her sene, her olay, Millet’in aleyhine oldu.
'Her şey çok güzel olacak' dedikleri her konuda sonradan anlaşıldı ki, bunlar başkalarının adına konuşuyorlardı.
Bunlar aslında ABD, Avrupa, İsrail, Yunanistan, Ermenistan, FETÖ adına 'Her şey çok güzel olacak' diyorlardı.
Çünkü sadece kendilerini düşünüyorlardı ve hedeflerine ulaşmaları için Yabancılarla veya Düşmanlarımızla işbirliği yapmaları onlara göre İhanet değil stratejiydi, normaldi, sıradandı.
Onlar aslında ’BİZ VE PATRONLARIMIZ İÇİN Her şey çok güzel olacak’ diyorlardı ama CHP’li Canan Kaftancıoğlu’nun da itiraf ettiği gibi, sağdan oy almak için takiye yapmak zorundalardı.
Şimdilik ‘Her şey çok güzel olacak’ deyip geçiştiriyorlardı.
*
23 Haziran’da İstanbul’da yeniden seçim var.
*
Bir yanda ‘Her şey çok güzel olacak’ deyip duvarlara ‘Zulüm 1453’te Başladı’ diye yazanlar var;
Diğer yandaysa, 'CHP kazandıysa neden Yunan Medyası bayram ediyor' veya 'YSK Seçim yenilenmeli deyince Almanya neden Savaş İlanıdır diyor ABD neden tehdit ediyor' diye düşünüp “‘Hainler İçin Her şey çok güzel olacak’ ise benim ecdadım da evladım da bana lanet okur”deyip, zamanın ve mekanın kendisine yüklediği görevi Darağacından bozma Sandıkta yapacak olanlar!..
*
‘Her şey çok güzel olacak’
Evet, tabi, Allah’ın izniyle inşâallah öyle olacak ama Kimler için?
'Karar sizin!'
F.Fâtih Tezcan
16 notes · View notes
esn-dgn · 5 years
Text
Dayatılana Boyun eğmek Değil.. İnancımız, Umudumuz çıkaracak bizi kör kuyudan..
Bu ülkede bir şeylerin yanlış gitmeye başlaması aslında 27 Mayıs 1960 yılında Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşen ilk askeri darbe olarak kayıtlara geçmişti.  1950 Yılında iktidara gelenlerin ülkeyi bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü gerekçelerini öne sürerek Türk Silahlı Kuvvetlerinin içerisinde bir grup subayın 27 Mayıs 1960 sabahı ülke yönetimine bütünüyle el koyduğu andı Demokrasiye vurulan ilk büyük Darbe !
İnsanlar 10 sene 20 sene öncesini o kadar hızlı unuttular ki ilkinin açtığı derin yaralar kapatılamadan ikinci darbe geldi Kenan Evren cephesinden !
Halbuki çok değil 10 sene önce görmüşlerdi. BASKI REJİMİNİN HİÇBİR ŞEYE ÇÖZÜM OLAMADIĞINI.
Ama işte UNUTKANLIK TOPLUMSAL HASTALIĞIMIZ. Geçmişi unuturuz, kulağımızın dibindeki sesi duymayız. Sokakta ki insan, Başkanlık seçiminin kaçıncı turunun yapıldığını ya da Gezi döneminde veya sonrasında kaç kişinin öldürüldüğünü, haksız yere hapse atıldığını umursamadı çok uzun süre.
Kötü haber duymak istemiyordu çünkü. Bilinçli ya da bilinçsiz bir reddetme bu. Bu duymazlık daha kötüsünü davet etti ama fark edemedik.
Onlar tek tip bir nesil yaratmak isterken, düşünmeyen, irdelemeyen, itiraz etmeyen bir nesil için Evrim Yasasını bile müfredattan kaldırırken, TC sembolünü Belediye ve Tüm Kamu kurumlarından kaldırırlarken hiçbir şey yapmadık, izlemek dışında.
Kimseyi suçlayamayız.. Sessiz kaldığı için.  Çünkü bir yerlerde düğmeye basıldı sanki. Demirden bir top onlara karşı çıkan, karşısında duran ve boyun eğmeyen herkesi, her şeyi ezip geçsin diye programlandı gibi.. Bu düzen zamanında 68 kuşağını ezmişti. Şimdiki kuşağı daha da eziyor ve korkarım eğer değiştirilmezse bir sonraki nesli daha da ezecek.
Hissediyor musunuz ? yıllardır üzerimizde çok büyük bir baskı vardı. Hala daha da var. Her şey değişti onlar bu ülkeye iktidar olduklarından beri hava değişti, zemin değişti, sanki başka bir meridyendeymişiz gibi olduk. Arap emirliklerinde yaşıyormuşuz gibi..
Demokrasiden anladıkları herkesin sadece onlar gibi düşünmesi, farklı düşünceler çıkınca da onları şiddetle yıldırmak öyle de olmayınca tutup askeri darbe yapmak oldu bu ülkede.
Bu durum bizim kaderimizmiş gibi lanse edildi bizlere..
Lakin değil ! Bu durum bizim kaderimiz değil Olamaz !
Çünkü bize; 96 Sene önce verilen ilk vazife Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmekti !!!! Memleket dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulundukları takdirde vazifemiz Cumhuriyeti kurtarmaktı. Ve muhtaç olduğumuz kudret içimizde, damarımızdaki kandaydı !
ATATÜRK bize böyle miras bırakmıştı bu güzel vatanı.
96 sene sonrasını görebilen Mustafa Kemal Atatürk bir kahin değil Öngörüsü gelişmiş, Zeki ve Ahlaklı bir VATANSEVERDİ. not: Alıntılarında yer aldığı %60 ı bana ait ilk paylaşımdır.
3 notes · View notes
karavandergi · 2 years
Photo
Tumblr media
🚍 ~ Eduardo Germán Hughes Galeano (d. 3 Eylül 1940, Montevideo - ö. 13 Nisan 2015, Montevideo), Uruguaylı gazeteci ve yazar. Kitapları birçok farklı dile çevrilmiştir. Eduardo Galeano, Montevideo'da, orta sınıf Katolik bir ailede doğdu. Çocukluğunda futbol oyuncusu olmak istiyordu. Gençliğinde birçok farklı işte çalıştı. 14 yaşında ilk politik çizgi romanını, Sosyalist Parti'nin haftalık yayın organı El Sol'a satmıştır. Gazetecilik kariyerine 1960'larda, Marcha'da editör olarak başladı. 1973'te askeri darbe nedeniyle Uruguay'ın iktidarı değişince Galeano hapse atıldı, daha sonra da sürgüne yollandı. Arjantin'e yerleşerek ve kültürel bir dergi olan Crisis'i yayımlamaya başladı. 1976'da Jorge Rafael Videla, askeri bir darbe ile Arjantin'de iktidara gelince bu kez İspanya'ya kaçtı. Burada ünlü triyolojisi, "Ateş Anıları"nı (Memoria del fuego) kaleme aldı. Yazar genel olarak Latin Amerika'daki örneklerden yola çıkarak dünya sorunlarından bahsetmiştir. Köle ve kadın ticareti ile mütemadiyen artmakta olan suç oranı irdelediği sorunlar arasındadır. Kitaplarında çoğunlukla gazete haberlerini kullanarak örneklendirmeler yapmaktadır. Galeano, 1985'in başında Montevideo'ya döndü. 13 Nisan 2015'te saat 08:20'de Montevideo'da akciğer kanseri hastalığı nedeniyle öldü.~ 👁‍🗨 #wikipedia https://www.instagram.com/p/CejqZ_6Kk6D/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
hetesiya · 2 years
Text
Garbis Altınoğlu ile Hikmet Kıvılcımlı ve Olamayan Solculuk üzerine
Osmanlı-Türk toplumunun orijinalitesini kavrama, Marksizmi bu toplumu anlama ve daha da önemlisi bu anlayış temelinde dönüştürme yolundaki eşsiz çabasına rağmen Kıvılcımlı’nın, yer yer devletin resmi diliyle örtüşecek bir reformizme saplanması ve düzen içi sayılabilecek siyasal çözüm önerilerine varmasının onun trajedisi olduğunu söyleyebiliriz.
Hikmet Kıvılcımlı’nın Saptamaları Işığında Osmanlı ve Türkiye Tarihine Bakışlar kitabının yazarı Garbis Altınoğlu ile Kıvılcımlı’nın teorik mirası, entelektüel kişiliği, sol devrimci mücadele içerisindeki yerini ve tutarsızlıklarını konuştuk. Söz konusu Türkiye sol hareketinin merkezi figürlerinden biri olunca sohbet uzun ve zengin oldu; TKP’den proletarya aydınlarına, Marksizm’den militarizm ve milliyetçilikle malul Türkiye solcularına, Nazım Hikmet’in komünistliği ile küçük burjuva uçarılıklarına dek bir çok meseleyi masaya yatırdık.
Postdergi: Osmanlı ve Türkiye tarihine Hikmet Kıvılcımlı üzerinden bakmak istemenizin nedeni nedir?
Garbis Altınoğlu: Hikmet Kıvılcımlı bir dizi açıdan geç Osmanlı/modern Türkiye devrimci hareketi içinde, sözcüğün gerçek anlamında “özgün” sayılabilecek bir figür. Hepsinden önemlisi, teori ve tarih alanındaki yoğun çalışmasıyla güçlü bir kafa emeği disiplinine sahip olduğunu kanıtlamış olan Kıvılcımlı, bir ülkede devrim yapabilmek, köklü bir toplumsal dönüşüm gerçekleştirebilmek için o ülkenin ve toplumun tarihsel evrimini ve özgül niteliklerini anlamanın vazgeçilmez bir gereklilik olduğu doğru anlayışıyla davranmış ve 22 yılını alıp götürmüş olan uzun cezaevi yaşantısını adeta bir üniversite-ötesi eğitim yaşantısına dönüştürmüştür. Son derece üretken bir araştırmacı olan bu figürün söylediklerinin yüzde 90’ının yanlış olmuş olması halinde bile bu özelliği ve bu konudaki kararlılığı onu “özgün” kılmaya yeterdi. Bence Kıvılcımlı’nın asıl örnek alınması ve hatta neden olmasın, “taklit edilmesi” gereken en önemli özelliği bu. Osmanlı’nın ve onun bir dizi anlamda devamı olan Türkiye’nin zihinsel tembellikle sakatlanmış olduğunu ve kültürel-entelektüel açıdan çorak sayılabilecek bir tarihe sahip olduğunu, dolayısıyla bu toplumun bağrından çıkmış olan devrimci hareketin de bu mirasın yoğun etkisi altında biçimlendiğini göz önüne aldığımızda Kıvılcımlı’nın bu çabasının değeri daha iyi anlaşılacaktır.
Sözlerinizden çıkardığım Hikmet Kıvılcımlı’nun çok yönlü bir ilgi yelpazesine sahip olmakla birlikte bu ‘ilgiyi’ ideolojik ve siyasi açıdan Marksizm temelinde özgülleştiremediğidir. Böyle bir sonuç çıkarılabilir mi?
Osmanlı-Türk toplumunun orijinalitesini kavrama, Marksizmi bu toplumu anlama ve daha da önemlisi bu anlayış temelinde dönüştürme yolundaki eşsiz çabasına rağmen Kıvılcımlı’nın, yer yer devletin resmi diliyle örtüşecek bir reformizme saplanması ve düzen içi sayılabilecek siyasal çözüm önerilerine varmasının onun trajedisi olduğunu söyleyebiliriz. Evet burada, kapitalizm-öncesi toplumlardan kadın sorununa, Bizans’tan Osmanlı’ya, ulusal sorundan emperyalizm sorununa, dinden çevre sorununa kadar pek çok konuya eğilen bir siyasal ve entelektüel figürle karşı karşıyayız. Ama bu duruşu Kıvılcımlı’nın bir çok yapıtında ve özellikle de 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 gibi kritik sayılabilecek dönemeçlerde, askeri darbe yanlılığı ya da teşvikçiliğini anımsatır önerilerle ortaya çıkmasını, hatta bu “ordu devrimciliği”ne teorik bir temel oluşturmaya çalışmasını engellemedi. O, genç subayların ve hatta genel olarak Türk ordusunun, ta ilkel komünal toplumdan bu yana bünyesinde -nasıl oluyorsa- yüzlerce ya da binlerce yıl boyunca ayakta kalabilen bir devrimci gelenek barındırdığını düşünüyordu. Kıvılcımlı buna bağlı olarak işçi sınıfının öncülerinin, “proletarya aydınları” olarak nitelediği genç subayları ikna ederek/etkileyerek ülkeyi sosyalizme ya da en azından demokratik devrime götürebileceğine, hatta işçi sınıfının pratikte de bu anlayışa uygun bir tarzda davranması gerektiğine inanıyordu. Bu reformist ve darbeci yaklaşımı ona, 12 Ocak 1971’de, yani 12 Mart askerî-faşist darbesinden iki ay önce kaleme aldığı bir yazıda şu sözleri söyletiyordu:
“Türkiye gelişimi ve devrimler tarihinin orijinal gidişi kanunu yüzünden, Türk ordusu adamakıllı devrimci bir gelenek ve görenek kazandı… Türk ordusunun devrimlerde vurucu güç rolünü unutmaya vardı mı, Skolastik saçmalayış develeri güldürmeye dek varabilir… İşte bu karakter, ordunun devrimci oluşu, hemen başka hiçbir ülkede görülmez.” Böylesi bir teorinin ve ondan esinlenecek olan pratiğin Marksizmle hiçbir biçimde bağdaşmadığı ve bağdaştırılamayacağı açıktır.
Kitabınızın ismi “Hikmet Kıvılcımlı’nın Saptamaları Işığında Osmanlı ve Türkiye Tarihine Bakışlar” adını taşıyor. Kıvılcımlı’nın saptadığı neydi?
Ne yazık ki Kıvılcımlı’nın yukarda değindiğim örnek alınması ve hatta “taklit edilmesi” gereken özelliği onun Osmanlı ve Türkiye tarihini incelerken bir dizi stratejik hataya düşmesini ve dahası -objektif olarak- gerici sonuçlara varmasını önlemeye yetmemiştir. Bölüm başlıkları, onun hatalı bulduğum saptamalarının en önemlileriyle tek tek hesaplaşmayı hedefliyor. Bu hatalı saptamaların kaynağına gelince… Tüm kültürel-entelektüel birikimine rağmen tutarlı bir Marksist bakış açısına sahip olmaması, bir başka deyişle genel olarak burjuvazinin dünya görüşünün etkilerinden ve özel olarak Türkiye sol hareketini kuruluşundan bu yana etkisi altına almış olan Türk milliyetçiliğinin, Kemalizmin ve hatta ordu yanlılığının ve İslami önyargıların basıncından kurtulamamış olması Kıvılcımlı’yı ağır, hatta yer yer sıradan bir Marksizm sempatizanının bile yapmayacağı hatalı saptamalara sürüklemiştir. Bunda onun, yalnızca tarih ve toplum araştırmacısı olmayıp kendine, Türkiye toplumunu, hiç değilse daha demokratik hale getirme misyonunu biçmiş bir siyaset insanı olmasının da payı var; o, devrimci gelenekleri zayıf ya da çok zayıf olan Türkiye toplumunda -kendince- devrimci bir yol açmak için gerek halkın geri yanlarına gerekse ordu ve sivil bürokrasi içindeki ilerici, hatta devrimci saydığı öğelere ve gruplara bazı ödünlerin verilmesinin, daha doğrusu onların gerici önyargılarının, en azından görmezden gelinmesinin meşru olduğunu düşünüyordu.
Kitabınız, kapağında Osmanlı-Türk egemen sınıflarını temsil eden dört önderin resmi ile çıktı. Kıvılcımlı’nın bu önderlerle ilişkisi neydi?
Benim Kıvılcımlı’ya dönük eleştirilerim esas olarak onun ikinci döneminde izlediği çizgiyi hedef alıyor. Kıvılcımlı ilk döneminde, yani kabaca 1930’ların sonlarına kadar, hiç de önemsiz olmayan bazı hatalarına rağmen radikal devrimci ve Marksist enternasyonalist bir konumdadır. O bu dönemde,
Kürt ulusal sorununu kapsamlı bir biçimde incelemiş ve partisi TKP’yi olduğundan çok daha aktif bir tutum almaya ve Doğu’da bir komünist örgütlenme oluşturmaya çağırmış, İttihat ve Terakki’nin Ermeni halkına -o zaman var olmayan bu sözcüğü kullanmamakla birlikte- jenosit uyguladığını kabul etmiş (“Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada ender görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı”), Halkı acımasızca soyduğunu ve ezdiğini söylediği Kemalist rejimi halk düşmanı ve hatta faşist bir diktatörlük olmakla suçlamıştı vesaire. Fakat onun daha sonraki ve özellikle 1950’lerden 1971’de ölümüne kadar süren ikinci döneminde izlediği çizgi çok daha farklı ve çok daha geri bir nitelik taşıyacaktı.
Ben Kıvılcımlı’yı değerlendirirken daha çok, onun olgunluk çağı sayılması gereken bu ikinci döneminde söylediklerini esas aldım. Bu döneminde gerek Osmanlı’nın gerekse Cumhuriyet Türkiyesi’nin siyasal liderleri hakkında söyledikleri, herşeyden önce önemli tutarsızlıklarla sakatlanmıştır. Yani o, bu liderler hakkında -hem de oldukça sık olmak kaydıyla- farklı ve yer yer karşıt nitelikli değerlendirmeler yapmıştır. Bunu Fatih Sultan Mehmet, II. Abdülhamit, İttihat ve Terakki kliği, İsmet İnönü, Adnan Menderes, hatta büyük ölçüde sahip çıktığı ve devrimci nitelikler yüklediği Mustafa Kemal Atatürk hakkında yazarken de yaptığını görüyoruz.
Kıvılcımlı’nın bu önderlikler hakkında yaptığı değerlendirmelerde en fazla dikkatimi çeken noktalardan biri de onun, “ekonomi” ile “politika” ya da sömürücü sınıflarla devlet aygıtı arasındaki kopmaz bağı görmezden gelme ve koparma eğilimidir. Kapitalizm öncesi için bütün kötülükleri tefeci-bezirgan sermayenin, kapitalizm dönemi için de esas olarak finans kapitalin sırtına yıkarken, ordunun ve devlet aygıtının rolünü azımsamakta ve bazen de tümüyle gözardı etmektedir. Sömürücü egemen sınıfla ordu ve devlet arasındaki bağı koparma eğilimi, ordunun devrime kazanılabileceği, hatta Türkiye’de ve Arap-İslam dünyasındaki diğer eski Osmanlı kalıntısı ülkelerde devrimde “vurucu güç” rolünü üstlenebileceği yolundaki hatalı saptamasına temel oluşturur.
Hikmet Kıvılcımlı’nın halk ve kitle mücadeleleriyle özgülleştirilmiş bir tarih ve toplum bakışından ziyade, Osmanlı-Türk egemen sınıflarının yukarıdan özgülleştirilmelerine dayalı tarih ve toplum görüşü baskın. Bu konu ve değerlendirme hakkında ne söylemek istersiniz.
Bir siyasal figürün devrimci olup olmadığının en önde gelen ölçütlerinden biri onun, ezilen ve sömürülen yığınların ilerici taleplerle gerçekleştirdikleri eylemlere karşı aldığı tutumdur. Kıvılcımlı’nın bu testi geçemediğini söyleyebiliriz. Özellikle ikinci dönemin Kıvılcımlısı genellikle, işçi sınıfı hareketi de içinde olmak üzere Türkiye’deki çeşitli ezilen sınıf ve katmanların hak talepleriyle başlattığı direniş ve eylemlere karşı inanılmaz bir kayıtsızlık, soğukluk ve yer yer antipati gösteriyor. (Bu tutum onun, Fransa, İtalya gibi ülkelerde patlak veren görkemli 1968 gençlik ve işçi eylemlerini bir“provokasyon” olarak değerlendirmesinde de gösteriyor kendisini.) Kıvılcımlı’nın 1969-71 dönemi Türkiyesi’nde yaşanan işçi, köylü ve öğrenci/gençlik eylemleri karşısında sergilediği kayıtsızlık, Hristiyan halklar ve Kürtler sözkonusu olduğunda açık bir düşmanlık noktasına bile varabiliyordu. Örneğin, 1970’de yazdığı bir kitabında Akdeniz bölgesinde yaşayan Arap yurttaşlarla (“Arapça konuşan Türkler”) Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşayan Kürt yurttaşları (“Kürtçe konuşan Türkler”), emperyalizmin ajanları olarak gösteriyordu:
“Finans-Kapital Türkiye’yi her türlü İç Devrimden sakındırmak ve her türlü Karşı-Devrime zorlamak için, söz yerinde ise, bir DIŞ DEVRİM plânlamıştır. Bu dış-devrimin de 2 stratejik şehrini seçmiştir: ADANA-DİYARBAKIR… Bu iki şehrin mihveri, Arapça-Kürtçe konuşan Türklerin mihveridir. Amerikan Emperyalizmi, eski İngiliz casusluğunun izinden yürüyerek, devrimci Türkiye’yi o mihvere basarak ikiye parçalamak yolunu daha açıkça ortaya koyamazdı.”
Kıvılcımlı’nın bu mesafeli duruşunu daha da pekiştiren bir faktör de, hep yeraltında kalmış ve kitle hareketi deneyimi edinememiş olan TKP’den devralmış olduğunu düşünebileceğimiz provokasyon fobisidir. Onun 1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarının devrimci gençliğinin ve bu gençler arasında filizlenen radikal devrimci örgütlere yönelik uyarı ve eleştirileri önemli ölçüde haklıydı; ama özellikle 1970-71 dönemecinde bu uyarı ve eleştirileri son derece itici ve kırıcı bir üslupla yapıyor ve hatta o dönemin devrimci önderlerini provokatör, polis ajanı olarak niteleyebiliyordu. Buna karşılık Kıvılcımlı, iktidarda bulundukları dönemlerde şu ya da bu gerici klik hakkında fazlasıyla iyimser anlatımlar kullanıyor ve onları halk için bir şeyler yapmaya teşvik etmenin yollarını arayan pragmatik bir politikacı gibi davranıyor. Bunlar arasında; 1930’ların sonlarının İsmet İnönüsü’nü, 1950’lerin Adnan Menderesi’ni, 1960’ların başlarının Milli Birlik Komitesi’ni ve hatta 1970’lerin başlarının Tağmaç cuntasını sayabiliriz. Aynı Kıvılcımlı’nın, iktidarı yitirdikleri koşullarda lider ya da klikleri -örneğin 1950’lerde İsmet İnönü’yü ve 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Bayar-Menderes kliğini- hedef alması, bu pragmatizm etiketinin haklı olduğunu gösteriyor.
Azınlık ve milliyetler meselesinde Hikmet Kıvılcımlının Marksist ve Enternasyonalist tutumu Komintern politikalarından bağımsız okunabilir mi?
İkinci döneminde Kıvılcımlı’nın, gerek Hristiyan halklara ve gerekse Kürt halkına karşı tutumunun enternasyonalist olmamak bir yana, egemen sınıfın şoven ve aşırı milliyetçi diliyle örtüştüğüne, ancak onun, 1930’ların ikinci yarısına kadar olan ilk ve devrimci dönemindeki yaklaşımının, -hiç de önemsiz olmayan bazı hatalarına rağmen- radikal devrimci ve Marksist enternasyonalist bir konumda olduğuna değinmiştim. Dahası, bu ilk dönemin Kıvılcımlısı’nın Türk-Kürt sorunu ve Türk-Ermeni sorununda sessiz kalmayı tercih eden Komintern’den daha geri değil, tersine daha ileri ve devrimci bir tutum aldığı açıktır. Komintern’in bu konuda sergilediği sessizliğin, Sovyet Rusya’nın emperyalist ve gerici saldırılara karşı savunulması temel göreviyle ilişkili olduğu tahmin edilebilir. Bu güçler, yeni rejimi devirme ve Rusya’da burjuvazi ve toprak ağalarının rejimini yeniden kurma hedefine her zaman aynı heyecanla yoğunlaşmış değillerdi elbet ve bu arada Sovyet Rusya ile belli başlı emperyalist devletler arasında ticari, diplomatik vb. ilişkiler de belli ölçülerde gelişmekteydi. Ama,
Paris’i ve diğer Batılı başkentleri mesken tutan Beyaz Rusların ve onlarla sıkı ilişki içinde olan Batılı istihbarat örgütlerinin 1920’lerde ve 1930’larda Sovyet iktidarına karşı bir dizi yıkıcı etkinlik sürdürmesi,
ABD’nin 1933’e kadar Sovyet Rusya’yla diplomatik ilişki kurmayı reddetmesi,
Britanya, Fransa ve ABD emperyalistlerinin 1936-39 yılları arasındaki İspanya İç Savaşı sırasında faşist güçlerden yana tavır alması ve
Londra ile Paris’in, 1938 yılında tezgahladığı Münih ihanetinin bu iki başkentin, Almanya, İtalya ve Japonya’yı Sovyet Rusya’nın üzerine sürme planlarını göstermesi, bu stratejik hedefin asla unutulmadığını bir kez daha kanıtlayacaktı. Dolayısıyla Bolşevikler’in, kendilerini hedef alan emperyalist kuşatmanın “zayıf halka”larından biri olan Türkiye’yle ilişkilerini gerginleştirmemeye özen göstermeleri ve bu bağlamda Türkiye’de bazı fabrikaların kurulmasına yardımcı olmaları vb. anlaşılabilir. Onları en fazla, Türkiye konusunda fazlasıyla ihtiyatlı ve tutucu olmakla eleştirebiliriz.
İlk dönemin Kıvılcımlısı’nın Komintern’in yaklaşımını dikkate almaması düşünülemez elbet. Ancak o, Sovyet Rusyalı değil, Türkiyeli bir devrimciydi ve -haklı olarak- kendisinin ve partisinin öncelikli görevinin Türkiye’de devrim yapmak olduğu kanısındaydı. İkinci döneminde Kemalist bir çizgiye gelecek olan Kıvılcımlı, ilk döneminde Türkiye’yi yönetenlere en ağır eleştirileri yapıyor ve onları açıkça faşizmle bile suçlayabiliyordu. Ama aynı devrimci Kıvılcımlı, “ulusal kurtuluş savaşı”nı abartıyor ve 1930’ların Türkiyesi’nin dış politikasını “anti-emperyalist olarak olarak niteliyordu; örneğin, “Meşrutiyet burjuvazisi” olarak nitelediği İttihat ve Terakki ile “Cumhuriyet burjuvazisi” olarak nitelediği Kemalistler arasında temel bir ayrılık bulunduğunu, birincisinin “anti-Bolşevik,” ikincisinin ise “pro-Bolşevik” ve onun liderinin de “küçük burjuva” olduğunu ileri sürebiliyordu:
“Kuşkusuz, ulusal hareket ‘Bolşevik harekâtı’ değil, fakat Bolşevizmin yedek ‘harekâtı’ydı. Burjuvazi, hele onun Gazi gibi bir küçük-burjuva başı için bu karşıtlık, içinden çıkılmaz bir yazgıydı…[Kemalist] burjuvazi emperyalizm tehlikesi karşısında doğrudan doğruya silâhlı mücadelede bulundukça, proletarya devrimine şapka çıkarmaktan geri kalamıyordu.”
“Partisiz,” “kitlesiz,” “yalnız bir adam” olarak Hikmet Kıvılcımlı imgesi ya da gerçeğinin ideolojik ve siyasi gerekçesi, teorik olarak gelişkin olması ve bu sebeple anlaşılamamış olmasıyla açıklanır. Bu görüş hakkında neler söylemek istersiniz?
Kıvılcımlı’nın “yalnızlığı” konusu belki de, daha geniş bir bağlamda, yani içinden geldiği TKP’nin “yalnızlığı”nın bir uzantısı gibi düşünülmeli. Bu “yalnızlığın” tek ya da esas sorumlusu, Kıvılcımlı’nın ya da TKP’nin siyasal duruşu ve taktikleri değil elbet. Kendine özgü, yani ezilen bir ulus olmasından kaynaklanan, ama tutarlı ve “modern” olmaktan da uzak bir direniş geleneği olan Kürt halkı bir yana konacak olursa Türkiye halkının güçlü bir direniş geleneği olmadığı söylenebilir. Türkiye Cumhuriyeti, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyıl başlarının çok etnili Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal ve kültürel açıdan en geri bölümlerinden birini oluşturan Anadolu’nun Müslüman halkı ve bu halka eklenen Rumeli ve Kafkasya kökenli Müslüman göçmenler temel alınarak inşa edildi. Osmanlı’nın son onyıllarında Anadolu’nun bu Müslüman halkı, sadece sonugelmez savaşların ağır yükünün altında maddi ve manevi olarak ezilmekle kalmamıştı; bu halk ve onun Balkan devletlerinin ve Çarlık Rusyası’nın baskısını yaşamış olan Rumelili ve Kafkas bölümleri kabaca 1915’den itibaren İttihat ve Terakki’nin, daha sonra ise Kemalistlerin, “etnik arındırma” eylemlerinin büyük ölçüde pasif katılımcısı ve suç ortağı konumuna da sokulmuşlardı. 1918’in sonlarından itibaren Anadolu’nun değişik yerlerine İngiliz, Fransız, İtalyan ve Grek askerlerinin girmesi karşısında bile sessiz kalmayı seçen, ancak Grek ordusunun İzmir’e çıkartma yapmasından sonra Rumelili ve Kafkas ağırlıklı Teşkilat-ı Mahsusa önderliğinde “ulusal direnişe” çekilen ya da zorlanan bir halktan söz ediyoruz. Bu halkın, başından itibaren Kemalist yanılsamalarından kurtulamayan ya da Kemalizm kuyrukçusu bir siyasal çizgi izleyen TKP’ye itibar etmemesi ve bu anlamda bu örgütü “yalnız” bırakması hiç de şaşırtıcı sayılmamalı.
Kıvılcımlı’nın, 1929-33 büyük depresyonunun yoksullaştırıcı etkisini yaşayan ve 1930’da kurdurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyiminin sunduğu çatlaktan da yararlanan Türkiye işçileri ve köylülerinin daha isyankar bir ruh hali sergiledikleri bu dönemde TKP yönetimine, bir kapsamlı analiz ve öneri demeti sunduğunu biliyoruz. TKP yönetiminin yanıt vermediği sanılan bu analiz ve öneriler daha sonra Yol adı altında kitaplaştırıldı. 1930’ların ikinci yarısında Marksist yayıncılığa ağırlık veren ve 1938-50 yıllarını yeniden cezaevinde geçiren Kıvılcımlı, 1954’de kurduğu Vatan Partisi’yle -yukarda sözünü ettiğim- bu yeni ve reformist taktiksel çizgisini yaşama geçirmeye çalışacaktı. Bayar-Menderes kliği döneminde kurulan ve kapatılan Vatan Partisi sürecinde, halkın gerici ve İslami önyargılarına ödün veren konuşmalar yapması ve Başbakan Menderes’e ılımlı bir tarzda yaklaşması veya 1960 askeri darbesinden sonra bu kez Milli Birlik Komitesi’ne karşı benzer bir tutum izlemesi bu “yalnızlığı” gidermeye yetmeyecekti.
Yaşamının önemli bir bölümünü gizlilik koşullarında ve cezaevlerinde geçirmesi Kıvılcımlı’nın 1960’ların ortalarından itibaren canlanmaya başlayan devrimci gençlik hareketiyle yakın bir ilişki kurmasını da zorlaştıracaktı. 1960’larda yayımladığı Sosyalist gazetesinde yer alan makalelerinde kullandığı dil ve üslup da onun genç okurlar tarafından anlaşılmasını zorlaştıran bir faktördü. Ama burada asıl sorun bu figürün -tıpkı eski partisi TKP gibi- açık kitle savaşımı deneyiminden neredeyse tümden yoksun olmasından ve kitle hareketinin “ruhunu” kavrayamamasından kaynaklanıyordu. Bunun tipik bir göstergesi, bu dönemde öğrenci, işçi ve küçük üretici eylemlerinde din sorununun hemen hemen hiç ortaya çıkmamasına rağmen Kıvılcımlı’nın kitlelerin sözümona dinsel duyarlılıklarını hesaba katan bir söylem tutturmasıydı. Demek ki sorun Kıvılcımlı’nın “teorik olarak gelişkin olması ve bu sebeple anlaşılamamış olmasıyla açıklan”amaz.
Kitabınızda Hikmet Kıvılcımlı ve Nazım Hikmet arasında bir asimetriden bahsediyorsunuz ve bu asimetriyi Nazım Hikmet’in şair olmasına  Kıvılcımlı’nın ise teorik alanda “sıkıcı” eserler vermesine yoruyorsunuz. İndirgemeci bir yaklaşım değil mi? Nazım Hikmet sadece sanatçı yanıyla mı güçlü?
Boyutlarını abartmamak kaydıyla böyle bir asimetrinin varlığından sözedebiliriz gibi geliyor bana. Ama bunu, Nazım Hikmet’in şair oluşuna ve Hikmet Kıvılcımlı’nın “sıkıcı” eserler vermesine bağlamıyorum elbet. Aslında kitabımın, bu iki figürü karşılaştırdığım Giriş bölümündeki eleştirinin hedefi, Nazım’dan çok, onun “nefis şiirinin büyüsüyle sarhoş olmayı yeğleyen,” “yüzeysel” ve “kapsamlı analiz yapma ve teorik emek harcama yetisi sınırlı ol”an Türkiye ilerici aydınıdır. Her iki siyasal figürün yaşam ve eylemlerinin karşılaştırılması; teorik ve siyasal hataları bir yana Hikmet Kıvılcımlı’nın, önüne koyduğu hedefe kilitlenen ve örgütsüz olduğu koşullarda da disiplinli bir yaşam sürdüren bir siyasal savaşçı olmasına karşılık aristokrat ve burjuva kökenli Nazım Hikmet’in havai ve uçarı bir karakter portresi çizmesidir. Anmış olduğum teorik ve siyasal hatalarına rağmen kişisel dürüstlüğü tartışma götürmez bir devrimci olan Kıvılcımlı’nın Günlük Anılar adlı kitabında Nazım hakkında anlattıklarının doğruluğundan kuşkulanmak için bir neden görmüyorum. Stalin’den zerrece hazzetmediğini bildiğimiz Kıvılcımlı Nazım Hikmet için,
“Nazım’ın Troçkizm ideolojisini tümüyle hazmetmiş olmasına gerek yoktu. O, sosyal ve psikolojik yapısı ile, Troçkizmi bilmeden Troçki idi” diyor ve Anılar‘ında onun küçük-burjuva aydınlarına özgü bir dizi kişisel hata ve zaafını, hem de oldukça ayrıntılı bir biçimde sergiliyordu. Kıvılcımlı, gene Anılar‘ının bir başka yerinde Nazım için,
“Nazım, tanıdığım ‘Şark kurnazı’nın en kurnazı idi. Ancak bütün Şark kurnazları, zaman zaman kendilerini ele vermekten kurtulamazlar” diyordu.
Sonuç olarak bu soruyu, “evet Nazım, belki sadece değil, ama esas olarak sanatçı yanıyla güçlü bir kişilikti” biçiminde yanıtlayacağım.
Nâzım’ın burjuva ve aristrokrat kökenli oluşu bir türev olarak onu “havai ve uçarı” kılar mı? Genç yaşında evinden ayrılıp ekim devriminin yolunu tutmuş biri için bu değerlendirme “mekanik” durmuyor mu?
Bir kişinin egemen sınıf kökenli olmasının onun siyasal çizgisini belirleyeceğini söylemiyorum. Ama böyle biri kendisini “komünist” olarak adlandırdığı takdirde ondan, bu sınıf kökeninden getireceği ve yeni siyasal kimliğine taşıyacağı öğelerden arınması beklenecek ve istenecektir. Nâzım kendisini komünist olarak değil de sadece devrimci-demokrat olarak tanımlamış ve öyle konumlandırmış olsaydı durum farklı olacak, onun hata ve zaafları daha/ çok daha sınırlı bir eleştiriye konu olacaktı. Birçoklarının sandığının tersine Marksizm, elleri nasırlı ve cahil emekçiyi idealize etmez. Burjuva toplumunun yıkılması ve yerine eşitlikçi yeni bir toplumun kurulması, burjuva ve küçük-burjuva kökenli aydınların şu ya da bu ölçüde desteği ve katkısı olmadan gerçekleştirilemez. Dolayısıyla aynı dönemde başka bazı aydınların olduğu gibi Nâzım’ın da Osmanlı toplumunun seçkin azınlığı içinden gelerek devrimcileşmesi elbette olumlu bir öğe. Sadece burjuva ve aristokrat değil, aynı zamanda entelektüel bir aileden gelen 19-20 yaşındaki coşkulu bir delikanlının, dünyayı sarsan Ekim Devriminin etkisiyle, komünizme sempati duymasında, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde eğitim görmesinde çok da şaşırtıcı bir yan yok. Yok; çünkü Ekim’in etkisi, 200 küsur yıldır çürüyen ve düşünen kafaları bu çürümeye derman arayan Osmanlı devletinin büyük bir savaş ve korkunç kıyımlar ve altüst oluşlar ortamında yıkılmasının etkisiyle örtüşmekteydi. (Bu o yıllarda yaygın bir fenomendi. O sıralar başkaları da, örneğin bir süre TKP’nin genel sekreteri olmuş ve 1920’lerin sonlarında kapağı Kemalizme atmış olan Şevket Süreyya Aydemir gibileri de tüm dünyayı sarsan bu Ekim fırtınasının etkisi altında kalmışlar, ama -Nâzım’dan farklı olarak- daha sonraları, ait olduklarını hissettikleri eski dünyaya geri dönmüşlerdi.)
Nâzım’dan sözederken, sıradan bir devrim ve komünizm sempatizanından değil, oldukça iddialı bir kişiden, hatta bir ara TKP yönetimine alternatif olmayı düşünebilmiş birisinden söz ediyoruz. Onun komünist olduktan sonraki yaşam tarzına, kişisel ilişkilerine, biri bitip biri başlayan “aşk”larına ve diğer yalpalamalarına baktığımızda burada, onun sınıf kökeninin etkisinin olduğunu görmek pek de zor değil. Öte yandan Nâzım’ın ideolojik ve siyasal hatalarını, partisi olan TKP’nin yönelimi ve Kemalizm kuyrukçusu çizgisinden ayrı düşünmek de olanaklı değil. Onun; Marksizmi kavrayışı çok daha derin ve kapsamlı olan Kıvılcımlı’yı bile belli ölçülerde etkilemiş olan bu sağ çizginin güçlü izlerini taşıması onanmasa da anlaşılabilir. Bunu iki somut örnekle göstermeye çalışayım. Büyük şair, 1938 yılında tutuklu bulunduğu ve askeri isyana teşvik etme suçlamasıyla yargılandığı sırada yargıca, Mustafa Kemal’e iletilmek üzere yazdığı bir mektup vermişti. Askeri isyana teşvik etmeyi ağır bir “suç” olarak nitelendirdiği mektubunda Mustafa Kemal’den kendisini bağışlamasını şu sözlerle diliyordu:
“Senin eserine ve sana aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim… Başvurabileceğim büyük inkılapçı baş sensin.
“Kemalizmden ve senden adalet istiyorum.
Türk inkılabına ve senin başına ant içerim ki, suçsuzum.” (Aktaran Asım Bezirci, Nazım Hikmet, s. 43) Nazım Hikmet, 1939-41 yılları arasında yazdığı söylenen o güzelim Kuvay-ı Milliye Destanı’nda da burjuva diktatörlüğünün şefini şu sözlerle yüceltmişti:
“Paşalar onun arkasındaydılar. O, saatı sordu. Paşalar : «Üç,» dediler. Sarışın bir kurda benziyordu. Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlıyacaktı.”
Mart 2001’de kaleme aldığım başka bir yazımda gene bu konuyu ele almış ve şöyle demiştim:
“Tutarsız devrimciliğine ve istikrarsız siyasal kişiliğine yönelik tüm bu ve benzer eleştirilere rağmen Nâzım Hikmet’in bize, devrime ve sosyalizme ait olduğu tartışma götürmez. Tabii, onun evcilleştirilmesi ve düzenin ideolojik dayanaklarından biri haline getirilmesi çabalarına karşı çıkmamız gerektiği de. Ama bu sahip çıkma, siyasal ticaret mantığıyla ve pragmatist bir tarzda değil, ilkeleri esas alarak ve gerçekleri tersyüz etmeksizin davranmakla yükümlü olan sınıf bilinçli proletaryanın duruşuna uygun olarak yapılmalıdır. Güçlü ve yetenekli bir sanatçı ve şair olan Nâzım Hikmet, kural olarak proletaryanın ve halkın yanında yer almış, onların sesi olmuş, sanatı ve şiiriyle egemen sınıfları ve emperyalizmi sergilemiş ve mahkum etmiştir. Tutarsız ideolojik-siyasal tutumu elbette sanatına da belirli ölçülerde yansımış, onu bir ölçüde zayıflatmış, ancak onun içeriğini esas itibariyle etkilememiştir. Nâzım Hikmet’in sol Kemalizmle bulaşık tutarsız devrimciliği ile onun, proletaryanın ve halkın devrimci özlemlerini eşsiz bir tarzda yansıtan ve dile getiren sanatçı kişiliği arasında altı çizilmesi gereken bir uyuşmazlık, hatta bir yere kadar bir karşıtlık vardır. Ancak bu, hiç görülmemiş bir şey de değildir.” (Nâzım’ın Hakkını Vermek ya da Anti-Stalinizmde Atılım)
Son olarak sizden okurlarımız için önereceğiniz roman, şiir, film olmak üzere üç tane öneri alalım..
Böylesi bir tavsiyede bulunmanın doğru olup olmadığından emin değilim. Ama soruyu, “en çok sevdiğin/etkilendiğin roman, şiir, film hangisi?” biçimine sokacak olursak onu sırasıyla, Mihail Şolohov’un “Durgun Akardı Don’u”, Nâzım Hikmet’in “Şeyh Bedrettin Destanı” ve baş rollerini Marlon Brando ile Anthony Quinn’in oynadığı “Viva Zapata’sı” diye yanıtlayabilirim.
Postdergi.com
0 notes
hakimiyet · 3 years
Photo
Tumblr media
27 Mayıs darbesinde zarar gören 370 kişiye tazminat https://ift.tt/3r9OI0e
27 Mayıs darbesinde zarar gören 370 kişiye tazminat 27 Mayıs 1960 Askeri Darbe Mağdurlarının Zararlarının Tazmini Amacıyla Kurulan Komisyon, 27 Mayıs darbesi mağdurlarına manevi tazminat ödeneceğini açıkladı.
November 26, 2021 at 01:28PM
0 notes