#12 Eylül 1980 darbesi
Explore tagged Tumblr posts
doriangray1789 · 1 year ago
Text
AZ GİTTİK UZ GİTTİK Bu kitabımın başına gelenler çok ilginçtir. İlk basımı 1959’da (6 bin), ikinci basımı 1971’de (10 bin), üçüncü basımı 1974’te (10 bin), dördüncü basımı 1976’da (10 bin), beşinci basımı 1982’de (10 bin) yapılan “Az Gittik Uz Gittik” adlı kitabımın beşinci basımı daha satışa bile çıkmadan savcılığın istemiyle toplatıldı. On bin kitap, yayınevinin deposundan Sultanahmet’teki Adliye Sarayının mahzenine resmî araçla taşındı. Arkadan Ağır Ceza Mahkemesine verildim. AZİZ NESİN ... İlk basımının üstünden 33 yıl geçmiş bir kitabın beşinci basımı niçin toplanır ve böyle bir kitap neden mahkemeye verilir? En saçma işlemlerin bile niçininin ve nedeninin sorulamadığı bir dönemdi 12 Eylül 1980 darbesi sonrası… Eğer şimdiye kadar Aziz Nesin'i tanımıyor ve biraz da merak ediyorsanız 114.sayfada geçen "Tanışma" başlığı altındaki düşüncelerini özetleyim. Yazar, Öncü adlı bir dergide köşe yazmaya başlamış ve nasıl bir yazar olduğunu ifade etmiş: "Ulusal gelirimizin yüzde otuzsekizi, yurttaşlarımızın yalnızca yüzde ikisi arasında dağıtılmaktadır. Bundan daha göze batan sömürülme olmaz… Biz, işte bu bozuk düzene karşıyız. Karşı olmayanlar da, ya bu bozuk gidişten çıkarı olanlar ya da bu gerçekten habersiz aldatılmış olanlardır… Yazarlıktaki tutumuma gelince, kısaca söyleyeyim. En kolay kaytarılabilen iş, gazete yazarlığıdır. Bir yazar kendisi için tehlikeli gördüğü günün konularını yazmayıverir, başka konuları ele alır. Çünkü hiç kimse bir yazarı, ille şu konuda yazacaksın, diye zorlamamaktadır. Yazar böylece yan çizince, okurların çoğu yazarın kaytardığını anlamaz. Günün en önemli konularından yan çizip, okurları eğlendirici yazılar yazmak da yazarın elindedir. Oysa bu tutum, düpedüz sahteciliktir. Bir satıcının mostralık mal gösterip, başka bozuk malları sürmesi nasıl dolandırıcılıksa, bir yazarın da, korkusu yüzünden, en önemli konuları bırakıp sudan konular üstüne yazması, yazı dolandırıcılığıdır. Sizi hiçbigün dolandıracak değilim.” * Okuyunca şaşıyor insan, tee o günlerde/yıllarda yaşanan aksaklık, eksiklik, yolsuzluk, haksızlık,,, ne kadar da günümüze benziyor. Dili ve anlatımı kendisini zevkle, merakla okutuyor. * Bu kitaptan kazandığım en özellikli şey “LULUMBA” hakkında edindiğim bilgilerdir. Kongo devrimcisi Lulumba’nın karısına yazdığı mektubu okuduğumda çok etkilendim. Lulumba’yı anlatan belgeseli hemen o gün izledim… Size de kesinlikle tavsiye ederim. * Bu kitapta, yazarlığı hakkındaki tutumunu da net bir dille ifade ediyor. Okuduğum birkaç kitabında da bunu gördüm. * Emperyalizme karşı. Savını açıklıyor. Yalama/yalaka/yandaş köşe yazarları gibi değil. Bilgisine, aklına, tezine göre fikir ortaya koyuyor. Emperyalizm karşıtlığından olsa gerekecek herhalde, sosyalizmi savunuyor. Ama sosyalizm hakkında pek bir şey bilmediğim için bu yönden bir şey diyemeyeceğim. Kitabın kendi öyküsü bile bana göre komik yukarıda yazmıştım…
Bundan sonrasını okumanıza pek de gerek yok aslında. Hoşuma giden alıntıları ve kendim için "hatırlataç"lar koydum. (Bu sözcüğü daha önce ne duydum ne okudum. Umarım ilk ben kullanıyorumdur :)
"Oysa şu saatlerce konuştuklarından bir kıpılık bilgileri olsaydı, ağızlarını açabilirler miydi?" (sayfa:69) *Balo Gazetesi İçin Yazı *** "Öğrenci yavrularımızın durumu nedir, biliyor musunuz? Okullarda başarı yüzde 3-5 diye yine her yılki gibi gürültüler kopar. Herkes birbirine suçu yükler. Başarı oranı düştükçe, her eğitim bakanı, çocuklara sınıf geçmeleri için yeni kolaylıklar çıkarır. (sayfa:86) *Ha Yavrum Ha... *** “Biz, eskiye bakarak bugün ilerledik sanıyoruz. Geçen yıl 100 okul var da bu yıl 103 okul olmuşsa, buna ilerlemek diyoruz. Bu ilerlemek değil, kendimizi kandırmaktır. İlerleme geçen yıllara göre ölçülmez, artan nüfus oranına göre ölçülür. Okul sayısı yüzde bir artıp, nüfus yüzde üç artmışsa, artan okul sayısı, artan nüfus sayısını karşılamıyorsa ilerleme yoktur, gerileme vardır. Bu, her alanda böyle; eğitimde, endüstride, tarımda...” (sayfa:105) *Üçbin Çıplak *** “ “Din ve Dünya İşleri ayrılacak!” denilmişti. Bu, dünkü sözdür. Bugün yeni bir söz var: -Bilim ve dünya işleri ayrılacak! Hoş bunu açık açık söylemiyorlar. Dillerini döndüre döndüre, üstü kapalı söylemek istedikleri budur: -Canım efendim, bilim başka bir iş… Sen profesörsen profesörlüğünü bil! Otur kürsünde dersini ver. Memleket işlerine ne diye burnunu sokarsın… Yaşam başka, kitap başka. Sen kitabını yaz oku, bu dalgalara karışma! ” (sayfa:142) *Horoz Şekeri *** -Aaaa… diyorlar, o adam çok namusludur. Şimdiye dek eline ne fırsatlar geçti de, yine çalmadı. Şu namus anlayışına şaşmaz mısınız? Sanırsınız, esas olan çalmaktır. Çalmayınca namuslu olur kişi. (sayfa:146) *Aaa… Çalmadı *** Başkaları sevişir öpüşürse, inanın bizim ahlakımızdan bir gram bile eksilmez. Öpüşen öpüşsün, bizi öpmüyor, bizden birini öpmüyor, biz de onu öpmüyoruz. E peki, bize ne oluyor? Öpüşmenin bir, ama bitek ayıp olanı var: El etek öpmek. (sayfa:158) *Öpüşüyorlardı Komiser Bey
7 notes · View notes
onderkaracay · 2 years ago
Text
Tumblr media
🗣️ 24 Ocak Kararları Yıkımın Başladığı Tarih
Eğer 24 Ocak kararları alınmamış olsaydı 12 Eylül 1980 askeri darbesi olmazdı.
Bu kararlar siyasi partiler yasası için darbeye ihtiyaç duyuyordu. Siyasi partilerin tek kişi dayatmasına emanet etmenin yolu buydu.
Bu kararların tümü tefeci bankacılığa hizmet edecek.
Krizler ile vurgunların vurulduğu dönemi başlatacaktı.
Nitekim öyle oldu. Borsa, faiz ve döviz üçlüsü arasında toplum adeta kıskaca alındı.
İşbirlikçi birileri zengin edilerek geriye kalan herkesin sömürge edildiği bir düzenin kurulduğu anlamına geliyordu.
2001 yılı kur vurgunu ile bir gecede serverlerine servet katan komprador burjuvaziye bu vurgun yetmiyordu. Mobbing Bank kitabım ile bunu yapan holding bankalarını ihbar etmeme rağmen hiçbir savcı bunun üzerine gidip Türk ulusundan çalınan parayı geri almadı. Biz geri alana kadar mücadele edeceğiz.
Her istediklerini kandırarak yaptırabilecekleri dini çok iyi kullanan ve iktidar açlığı içinde olan Atatürk, laiklik ve Türk ulus düşmanlığı üzerine siyaset anlayışı medya terörü desteği ile 2002 sonrası iktidar yapıldı.
Amaç özelleştirmeler ile ekonomiyi üretimsiz ve batılı sömürgeci güçlerin şirketlerinin ve yerli işbirlikçi sermayenin şirketlerine peşkeş çekmek ve onların yararına işgale uğratarak tam bağımsızlığı kaybettirmek ve her alanda bağımlı bir ülke haline getirmekti.
Bugün bunu başardılar.
Merkez Bankası başkanı bile CFR bağlantılı birine teslim edilmek zorunda kalındı.
Bu arada nas ve kur korumalı mevduat vurgunları devam etti.
Borcu borç ile çevirmenin de bir sonu var.
Karşılıksız para basma balonu patlayacak ve bu bedelin Türk ulusuna ödetilmesi için ikinci bir Kemal Derviş'e ihtiyaç vardı. Onu da parça parça buldular.
2002 yılına kadar tefeci bankalar Türkiye Cumhuriyeti hazinesini dolaylı olarak Türk ulusunu devlete para satarak dolandırıyorlardı.
2002 sonrası Türk ulusunu kandırarak bankaların yüzde sekseni yabancılara satıldı. Ve bankalar direk halkı borçlandırmaya başladılar.
Bunu ise halka IMF'ye borcu olmayan ülke olarak pazarladılar. Oysa yerli şirketler ve halk daha fazla borçlandırılıyor, tasarruflar eritiliyor, toprak ve mülkler ipotek yoluyla bu tefeci bankaların eline geçiyordu.
Bankalara kaynak aktarmanın bir başka yolu inşaattı.
Bu geri dönüşü olmayan ölü yatırım ile zengin daha zengin fakir daha fakir hale getirildi.
Bu konut stoğunu bugün yabancıya yurttaşlık satışı yaparak demografik yapı değişikliği ile gelecekte bizi büyük tehlikeye atacak bir toplum yapısı oluşturuyorlar.
Ne yaparlarsa yapsınlar artık deniz bitti. Satacak bir şey kalmadı. Türk ulusunun canı ve toprağı Anadolu dışında hiçbir şey kalmadı.
Kurtuluş bir tek kuruluş ayarlarına geri dönmeye bağlıdır.
Bunun için kamulaştırma yapmak dışında bir ��are yoktur.
Özelleştirilmeleri yapanlar bunun büyük bir yanlış olduğunu itiraf ederek kamulaştırma kararları almak zorunda kalacaklar.
] Önder KARAÇAY [
6 notes · View notes
gundemarsivi · 23 days ago
Text
Tumblr media
Derin Devlet
✍🏻 Kadir Veral
Evet, bir derin devletin varlığından söz edebiliriz; ama bu kimin derin devletidir? (Yerli midir, millî midir?)
Yıllardır duyduğumuz, hatta fazlaca anlam ve ümit yüklediğimiz bu sözcüğün tam karşılığı nedir?
Ülkemizin yıllardır süregelen devlet geleneğinin, zaman zaman sapmalara, savrulmalara, hatta ihanetlere uğradığı aşikârdır. (Bu ülkenin %10 hain barındırdığı gerçeği hakkı saklı kalmak üzere.)
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bu ülkeye yapılan en büyük kötülük, NATO üyeliği ve (ABD) onun izlediği yayılmacı, yıkıcı ve sömürgeci politikalardır. Yeşil Kuşak ve sonrasındaki BOP en somut örnektir.
Bugün birçok insanın sarıldığı, hatta kurtarıcı olarak gördüğü “derin devlet” kurgusu tamamen bir şehir efsanesinden ibarettir. Evet, bir derin devlet kavramı vardır; ama bu tamamen NATO’nun (ABD) kurguladığı bir yapıdır. Bu yapıyı ilk kez ifşa eden kişi ise dönemin başbakanı Sayın Bülent Ecevit’tir. (Kontrgerilla – hükümetin devrilişi.)
Peki, neden?
NATO derin devletinin korkusu: Ortadoğu coğrafyasında (Müslüman ülkeler), muhteşem bir model olarak ortaya çıkan; ezilmiş, yok sayılmış, aşağılanmış, yoksul coğrafyanın tek parlayan, somut örneği olan Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının o bölgeye sirayet etmesidir.
Ülkemizde yapılan askerî darbelerin geçmişine baktığımızda, hepsinde NATO’nun derin izlerini görebiliriz: 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbeleri ve en son 15 Temmuz FETÖ darbesi.
Emperyal güçlerin yıllar önce uygulamaya geçiremedikleri Sevr Anlaşması’nı darbeler yoluyla hayata geçirmeye çalışmışlardır. Yani, yapılan o darbelerin tek amacı bir makas değişimidir: üreten, laik, demokratik bir hukuk devleti yerine, kontrol edilebilen, edilgen bir yapının inşası.
Yapılan darbelerle bu ülkenin dirençli ve vatansever insanları, değirmen taşları arasında öğütülerek ezilmiş ve yok edilmişlerdir. (12 Eylül 1980 darbesi.)
Bu ülkenin örgütlenme hakkı ve direnci, NATO’nun postalları altında kalmıştır. Burnunuza gelen karanfil kokusu, o vatanseverlerin kokusudur.
Türkiye’deki derin devlet: NATO + mafya ve işbirlikçileridir.
Bu ülkeyi koruyacak ve kurtaracak olan, sadece Türk milletinin azim ve kararlığıdır. Kimseden bir şey beklemeye hakkımız da yok, ihtiyacımız da yok! Çünkü biz halkız. Biz Kuvâ-yi Milliye’yiz.
En derin biziz. Sessizliğimiz, asaletimizden ve tecrübemizdendir. Gün gelir, Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni okumayı da biliriz…
“Ey Türk gençliği…”
Kadir Veral
Not: Yazının önzilemesine eklediğim kitabı okumanızı öneriyorum.
0 notes
hetesiya · 2 months ago
Text
Cumhuriyetin İlk Darbesinde Kürtler: 49’lar Davası ve Sivas Kampı – Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi | Lekolin
Cumhuriyetin İlk Darbesinde Kürtler: 49’lar Davası ve Sivas Kampı
27 Mayıs darbesi döneminde Kürtlere dönük politikayı, yaşanan iki önemli olay somut olarak ortaya koyuyor.
27 Mayıs darbesi döneminde Kürtlere dönük politikayı, yaşanan iki önemli olay somut olarak ortaya koyuyor. 1937-38 yıllarında gerçekleştirilen Dersim katliamının ardından Kürtler için 20 yıl sonra “ilk ses” olarak değerlendirilen “49’lar Davası” ve darbe sonrası Kürtlerin tutuklanarak kapatıldığı ve insanlık dışı uygulamalar ile tarihe geçen “Sivas Kampı”, resmi ideolojinin 27 Mayıs’ta Kürt politikasının sac ayaklarını oluşturuyor. Darbenin 51’inci yıldönümünde, Kürtlere dönük 27 Mayısçıların tavrı, cumhuriyet tarihi boyunca resmi ideolojinin Kürtlere yönelik uygulamalarından ayrı bir yerde durmuyor.
Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulmasının ardından “ilk darbe” olarak yakın tarihe geçen 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin üzerinden 51 yıl geçti. 27 Mayıs, siyasal tartışmalarda 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerine göre “ilerici darbe” olarak görüldü ve Türkiye’ye siyasal tarihinde “iyi darbe” olarak atıf yapılan bir bakış açısı ile tartışıldı. Öyle ki 27 Mayıs’a sol kesimlerin büyük bir çoğunluğu dahi “devrim” misyonu biçti. Ancak, CHP’nin desteklediği ve dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın Yassı Ada yargılamaları sonrası idamları ile en fazla tartışılan 27 Mayıs darbesinin, çok fazla görülmeyen ve tartışma konusu yapılmayan yönü de vardı. Söz konusu darbe döneminde görülmeyen ve tarihe 49’lar Davası olarak geçen Kürt aydın ve öğrencilerine yönelik tutuklama ile darbeden hemen 4 gün sonra 485 Kürdün tutulduğu ve insanlık dışı uygulamalar ile gündeme gelen Sivas Kampı, 27 Mayıs döneminde resmi ideolojinin Kürt politikasını gözler önüne seriyor.
Dersim katliamından 20 yıl sonra ilk ses: 49’lar davası
27 Mayıs darbesini gerçekleştiren askeri cunta, darbe sonrası Kürt aydın ve öğrencilerinin yargılandığı ’49’lar Davası’nı karşılarında buldu. Söz konusu dava, Mart 1959’da Irak’ta bazı Türkmenlerin ölümüne yol açan gelişmelere misilleme olarak tutuklanan Kürt aydın ve öğrencilerinin yargılamalarını içeriyordu. Ve darbeciler, Kürt aydın ve öğrencilerinin yargılandığı bu davada hiç bir tolerans tanımadı. Öyle ki, 27 Mayıs darbesi sonrasında çıkarılan aftan, 49’lar muaf tutuldu ve 8 yıl boyunca yargılanmaları devam etti. Davanın somut hiç bir kanıtı olmamasına rağmen, Dersim katliamının ardından Kürtlerin “ilk sesi” olduğu için yargılamalar bir cezalandırma yöntemi olarak tarihe geçti.
Irak’taki Türkmenler için misilleme
1937-38 yıllarında gerçekleştirilen Dersim katliamından sonra Kürtler 20 yıl boyunca bir sessizliğe gömüldü. Bu sessizlik 1959’un Mart ayında bozuldu. Sevaf adında Arap ırkçısı bir general Kürtlere otonomi hakkı veren dönemin Irak Lideri Abdülkerim Kasım’a karşı ayaklandığında hükümet kuvvetleriyle birlikte hareket eden Molla Mustafa Barzani’ye bağlı güçler, Sevaf’ın yanında yer alan bir grup Türkmen’in savaş sırasında ölümüne neden olmuştu. Irak’ta yaşananların Ankara’da duyulması ve emekli bir general olan CHP milletvekili Asım Eren’in hükümete “Aynıyla mukabelede bulunmayacak mısınız” diye sormuştu. Eren’i protesto için bildiri yayımlayan Kürt öğrenciler, hazırladıkları metnin altına “Türkiye Kürtleri” imzasını koyunca Kürtlere yönelik fitil de ateşlenmiş oldu. Dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, “6-7 Eylül olayları dolayısıyla dış dünyada hayli eleştiriye muhatap olduk, itibar kaybettik, onun üzerine yeni bir şeyler eklemeyelim” uyarısın da bulunmasa belki de 49’lar davasından daha öte uygulamalar Kürtlere yönelik gerçekleştirilecekti. Çünkü, dönemin devlet yetkililerinin bir çoğunun ağzında, misilleme olarak “Kürtleri sallandıralım” düşüncesi dillendiriliyordu. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Kürt milletvekilleri tarafından az-çok yatıştırılmışken Musa Anter’in (Apê Musa) “kımıl/süne” zararlısını metafor olarak kullanıp onun üzerinden siyasete yönelttiği Kürtçe eleştiri ipleri koparttı. Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alan “Doğu’daki bu küçük gazeteye kim kâğıt veriyor” yorumlarının ardından hükümet bir yandan istihbarat birimlerinin 2-3 bin Kürt’ün Batı’ya göç ettirilmesi önerisini değerlendirirken, diğer yandan hakkında dava açılan Musa Anter’e destek verdikleri tespit edilen 50 Kürt genç ve aydını gözaltına alındı. Kiminin evinde Barzani’nin resmi bulunduğu, kiminin evinde bağımsız Kürt devleti kurulmasını hedefleyen bir parti kuruluşuna ilişkin hazırlık evrakı ele geçirildiği iddia ediliyordu. Tutuklama kararını alan Ankara’da askeri savcılıktı ama 50 kişi İstanbul’a götürüldü ve Harbiye Askeri Komutanlığı’nda hücrelere konuldu. Hücre sayısı 40 olduğu için 10’u tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan sanıklardan Mehmet Emin Batu mide kanamasından yaşamını yitirince geriye 49 kişi kaldı ve dava bu sayıyla tarihe geçti. 14 ay tutuklu kaldıktan sonra sanıklar mahkemeye çıkarılmayı beklerken, 27 Mayıs darbesi gerçekleşti. Darbe sonrası öncelikli işlerinden biri olarak gördüğü genel af meselesi gündeme geldiğinde askeri cunta, 49’lar’ı af kapsamı dışında tuttu ve 49’lar aftan yararlanamadı.
‘Sallandırma’ kılıfa uymadı
27 Mayısçıların niyeti tutuklu Kürt öğrencileri ve aydınlarını, diğerlerine emsal olmak üzere alelacele yargılayıp idam etme düşüncesiydi. Darbeciler, “Sallandıralım” da mutabıktı. Ancak savcılık bu yönde bir talebi kılıfına uyduracak delilden yoksundu. Ve o nedenle iddianame kaleme alınamıyordu. Daha ötesi bir-iki istisna dışında Kürt asıllı hukukçu milletvekilleri dahil kimse sanıkların savunmasını üstlenmeye talip değildi. Nihayet 3 Ocak 1961’de mahkeme başladı. Savcılık, 50 sanıktan 15’i için kafi delil bulunmadığı için, 10 sanık hakkında mahkumiyete yeterli delil olmadığı için beraat kararı verilmesini istedi, fakat 24 sanığın, “Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin hâkimiyeti altına koymaya veya devletin birliğini bozmaya veya devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf bir fiil işleyen kimse ölüm cezası ile cezalandırılır” hükmünü getiren TCK’nin 125. maddesine göre yargılanması istedi. İdamı istenenler arasında Şevket Turan, Naci Kutlay, Ali Karahan, Yavuz Çamlıbel, Ziya Şerefhanoğlu, Medet Serhat, Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Yaşar Kaya, Haydar Aksu, Fadıl Budak, A. Efem Dolak, Musa Anter, Canip Yıldırım ve Mehmet Bilgin’inde isimleri bulunuyordu. Ortada delil olmadığı için tüm sanıklar 30 Nisan 1964’te beraat etti, ancak savcının itirazı üzerine karar Askerî Yargıtay tarafından bozuldu. 1965’te suç vasfı değiştirilerek dava yeniden görüldü. Bu sefer Y. Çamlıbel, Ş. Turan, M. Serhat, H. Akkuş, Ö. Akkoyunlu, S. Kılıçoğlu, Ş. Septioğlu, S. Elçi, S. Kırmızıtoprak, Y. Kaya, F. Savaş, F. Budak, A. E. Dolak, C. Yıldırım ve M. Anter TCK’nın 141 ve 142. maddelerinden yani “yabancı devletlerin müzahereti ile milli duyguları yok etmeye ve zayıflatmaya matuf cemiyet kurmaktan” 16 ay hapis, 5 ay 10 gün sürgün cezası aldı. Askerî Yargıtay bu kararı da bozunca dava Askerî Yargıtay Daireler Kurulu’na gitti, ancak karar kesinleşmeden dava zaman aşımına uğradı ve Türkmenler için yapılan bir misilleme olan ’49’lar’ davasının seyri yargı süreci açısından sonuçlanmış oldu.
Sivas kampı ve sürgün
27 Mayısçıların Kürtlere dönük bir diğer uygulaması ise insanlık dışı uygulamalarla tarihe geçen Sivas Kampı idi. 31 Mayıs 1960’ta, Cumhuriyet gazetesinde, “Sabık iktidar, Şeyh Said’in oğlunun Rus yapısı ciple Doğu’da propaganda yapmasına göz yummuştur” iddialarının yer aldığı bir habere yer verilmişti. Yine o günlerde Hakkari, Van, Siirt, Mardin, Diyarbakır gibi bölgenin sınır kentlerinde Barzani hareketine destek eylemleri yapıldığı yönünde iddialara basında yer veriliyordu. Haberden bir gün sonra 1 Haziran 1960’ta, bölgelerinde etkili olan toprak ağalarından, aşiret reislerinden, şeyhlerden ve Kürt milliyetçisi olduğu iddia edilen toplam 485 kişi tutuklanarak, Sivas-Kabakyazı’da açık arazide kurulan bir kampa kapatıldı. Dönemin gazetelerinde, Kürtler hedef gösterilirken, bu kampa ilişkin ise herhangi bir habere yer verilmedi. Olay ortaya çıktığında gerek Milli Birlik Komitesi (MBK) adına yapılan açıklamalarda, gerekse de gazetelerde yazdırılan yazılarda, “ağalık ve şeyhlik düzeninin yıkılması” haberlerine yer veriliyordu. Konuya ilişkin MBK bildirisinde ise, “Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir” denilerek, farklı düşünen her kesime bir tehdit mesajı gönderiliyordu. Yine Sivas Kampı’nın dikkat çeken bir yanı ise, tutuklananların CHP’li ağa ve şeyhler değil de, DP’li olmaları kafalarda, “ağalık ve şeyhlik düzeninin yıkılmasından” öte başka soru işaretlerine neden oluyordu.
Kampta tutulan Kürtlerin hepsinin bütün mallarına el konulmuştu. Sivas Kampı’nda tutulanların bir bölümü, sürgün ile karşı karşıyaydı. Sürgüne gidecek 54’ü DP’li, biri Cumhuriyetçi Köylü Millet Parti’li 55 Kürt, “Babam Şarkın cellâdıydı, ben de sizin cellâdınız olacağım” sözleriyle övünen İçişleri Bakanı Muharrem İhsan Kızıloğlu tarafından seçildi. 55 kişi, Antalya, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa, Çorum ve Denizli’ye gönderilerek, sürgüne tabi tutuldu. 21 Kasım 1960’ta 193 kişi tahliye edildi. Geriye kalanlar dokuz ay kampta kaldıktan sonra, üç aylarını sekiz vilayetin nezarethanelerinde geçirip, üstüne de iki buçuk yıl sürgün hayatı yaşadıktan sonra, 55 sürgünle birlikte Ekim 1963’te çıkarılan “genel afla” serbest bırakıldı.-DİHA
İbrahim Aslan
0 notes
erol25030 · 3 months ago
Video
youtube
12 Eylül 1980 Darbesi Öncesi | TRT Arşiv
0 notes
haber-euro-turk · 4 months ago
Text
Cemal Enginyurt kimdir? Siyasetçi Cemal Enginyurt kaç yaşında, hangi görevlerde bulundu?
Cemal Enginyurt, 9 Nisan 1965 yılında Ordu’nun Dedeli köyünde dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini Ordu’da tamamladı. Lisans öğrenimini Anadolu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinin İktisat Bölümünde tamamladı. Henüz lise 1 öğrencisiyken 12 Eylül 1980 Darbesi’yle 3 yıl hapiste kaldı. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası Ülkü Ocakları teşkilatlanmalarının yasaklanması ile birlikte…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
pazaryerigundem · 6 months ago
Text
Başkan Er, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü etkinliklerine katıldı
https://pazaryerigundem.com/haber/183571/baskan-er-15-temmuz-demokrasi-ve-milli-birlik-gunu-etkinliklerine-katildi/
Başkan Er, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü etkinliklerine katıldı
Tumblr media
Malatya Büyükşehir Belediye Başkanı Sami Er, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü’nün 8’inci yıl dönümü nedeniyle düzenlenen etkinliklere katıldı.
MALATYA (İGFA) – 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü’nün 8’inci yıl dönümünde, 15 Temmuz Şehitleri tüm Türkiye’de olduğu gibi Malatya’da da unutulmadı. Büyükşehir Belediye Başkanı Sami Er, düzenlenen program kapsamında ilk olarak Malatya Şehitliği’ndeki 15 Temmuz Şehitlerimizi aileleriyle birlikte ziyaret etti. Kabir ziyareti sonrasında şehitlerimizin ruhları Kuran-ı Kerim tilaveti ile şad edildi.
Kabir ziyaretleri sonrasında 15 Temmuz Gazisi Enes Gün’ün evine Yeşilyurt Belediye Başkanı İlhan Geçit ile ziyarette bulunan Başkan Sami Er, burada Gün ailesiyle bir araya geldi.
Başkan Er, 15 Temmuz Şehitlerimiz Fuat Bozkurt ile Ramazan Sarıkaya’nın ailelerini evlerinde ziyaret ederek, şehitlerimizin babalarına hem Kuran-ı Kerim hem de Şanlı Türk Bayrağımızı takdim etti. 
Tumblr media
Başkan Sami Er, daha sonra Sümer Park’ta düzenlenen 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü Anma Programı’na katıldı. Program İstiklal Marşının okunması, gerçekleştirilen Kur’an-ı Kerim tilaveti ve şehitlerimize dua edilmesiyle başladı. Akabinde Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla yaptığı konuşma ekranlarda izlendi. 
 “BU İHANETİ ASLA UNUTMAYACAĞIZ”
15 Temmuz hain darbe girişiminde milletin iradesi, vatan sevgisi ile darbenin savuşturulduğunu ve Kahraman Türk Milletinin adını bir kez daha tarihe altın harflerle yazdırdığını söyleyen Malatya Büyükşehir Belediye Başkanı Sami Er, “Bugün 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü. Millet olarak büyük bir badireyi hep birlikte savuşturduğumuz bir gün. Devletimizin bağımsızlığına ve millet olarak hürriyetimize sahip çıktığımız bir gün. Alçak ve hain bir planı milletçe ortaya çıkardığımız bir gün. Böyle anlamlı ve önemli bir günde sizlerle birlikte olmaktan elbette ki büyük mutluluk duyuyoruz. Maalesef yakın siyasi tarihimize baktığımızda neredeyse her 10 yılda bir yaşanan darbe girişimleri ülkemizin gelişmesini, kalkınmasını, halkımızın refah ve mutluluğunu engelleyerek, nice senelerimizi heba edip, kıymetli vatan evlatlarını kaybetmemize neden olmuştur. İşte az önce bahsettiğim uzaktan kumandayla emperyalistlerin ülkemizde ve gönül coğrafyamızda yaptığı işlerdir bunlar.
  27 Mayıs 1960 darbesi, 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi, 28 Şubat postmodern darbesi, 27 Nisan E-Muhtırası ve 15 Temmuz darbe girişimi. Her bir darbe ve muhtıra ülkemizin siyasi ve ekonomik istikrarını hedef almış, milletimizin geleceğini karartmıştır. Dış mihraklar içerideki devşirmeleri ve piyonlarıyla 15 Temmuz’da daha açık ve net bir şekilde ülkemizin huzuruna kastetti. Vatanına ihanet içinde olanlarla, sızıntı elemanlarıyla beşinci kol unsurlarıyla bağımsızlığımızı hedef aldılar. Ağır silahlar, uçaklar ve tanklarla bomba yağdırdılar. Cumhurbaşkanımız hedefti, ordumuz hedefti, emniyet güçlerimiz hedefti, meclisimiz hedefti velhasıl topyekûn bütün halkımız hedefti. Bu gözü dönmüşlüğün, bu ihanetin darbelerle geçen mazimizde bile bir benzeri yoktur. Bu büyük beladan, bu büyük felaketten Cumhurbaşkanımızın tavizsiz ve kararlı duruşu ve Aziz Milletimizin fedakârca mücadelesi ile çıktık.
“BAĞIMSIZLIĞIMIZA HEP BİRLİKTE SAHİP ÇIKTIK”
15 Temmuz millet iradesine tasallut edenlere ve edecek olanlara artık hiçbir şartta geçit verilmeyeceğinin, dost ve düşman herkese gösterildiği bir gündür. 15 Temmuz iç ve dış vesayet odaklarına devlet içerisinde paralel ve yasa dışı yapılanmalara karşı Milli iradenin ayağa kalkmasıdır. 15 Temmuz Milli iradeye müdahale, tahakküm ve boyunduruk altına alma niyeti ve arzusunun mahkûm olduğu bir gündür. Milli birliğimize, Milli bütünlüğümüze ve bağımsızlığımıza hep birlikte sahip çıktık. Biz bu büyük belayı, bu hain teşebbüsü millet olarak def ettik. Sayın Cumhurbaşkanımızın çağrısı ile milyonlar olarak harekete geçtik. Ülkenin dört bir yanında olduğu gibi güzel şehrimiz Malatya ve değerli hemşehrilerimiz de bu hain saldırıya canı pahasına karşı koydu. Bu ihaneti asla unutmayacağız. Böylesine alçak bir teşebbüse bir asla izin vermeyeceğiz. Buna cüret edenlere gereken cevabı vermek için her daim hazır olacağız. Milli irade harekete geçtiğinde hiçbir gücün onun önünde duramayacağını 15 Temmuz’da tüm dünyaya göstermiştir” dedi.
Yapılan konuşmaların ardından günün anlam ve önemini kapsayan şiirler okunarak, ilahi dinletisi yapıldı.  Ayrıca Malatya Büyükşehir Belediyesi Mehteran Takımı, çeşitli marşlar seslendirdi.
15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla düzenlenen etkinlikler saat 00.13’te sela okunmasıyla son buldu.
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
tolgaulusoy · 6 months ago
Text
Tumblr media
Yalancı Tanıklar Kahvesi, Vedat Türkali'nin romanı. Türkali'den yine sol hareketi temele alan bir roman. Romanın baş karakteri Muhsin 12 Mart 1970 darbesinin ardından hapse girmiş ve üç yıl kadar hapiste kaldıktan sonra salınmıştır. Salındıktan sonra Ankara'ya giden Muhsin'in ailesi oldukça zengin hatta doğup büyüdüğü Ege kasabasında ağa olarak bilinen bir ailedir. Muhsin'de hapis sonrasında Ankara'da ailesinden tırıkladığı para ile yaşamaktadır. Muhsin hiçbir sol örgüte girmemekte ve mahallesindeki kitapçıda takılmaktadır. Bir yerden sonra bu avare yaşamın devrimcilik ile alakasız olduğuna kanaat getirir ama bunu değiştirmek için attığı her adım yetersiz kalır. Çünkü ülkede sürekli katliamlar gerçekleşmekte ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi yavaş yavaş yaklaşmaktadır. Muhsin ise sürekli ikilemdedir bir yandan ideallerini yaşaması gerektiğine inanırken bir yandan da sürekli cinsellik peşinde yaşamını sürdürmektedir. Çok etkileyici bir roman olmasa da okunmaya değer olduğunu düşünüyorum.
1 note · View note
aykutiltertr · 9 months ago
Video
youtube
Konuşamıyorum (Sazlıklardan Havalanan) - İlhan İrem ✩ Ritim Karaoke Orij...  Ayrıcalıklardan yararlanmak için bu kanala katılın: ( Join this channel to enjoy privileges.) ✩ https://www.youtube.com/channel/UCqm-5vmc2L6oFZ1vo2Fz3JQ/join Şarkının Orijinal Versiyonunu Linkten Dinleyip Ritim Karaokesiyle Çalışabilirsiniz. ✩ https://youtu.be/v9y4rNUt7qU Aykut ilter Ritim Karaoke Kanalıma Abone Olun Beğenip Paylaşın. Söz ve Müzik: İlhan İrem Yönetmen: Hansu İrem                                   F#                       Bm     G Sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesin Em                             F#       G          F# Ürkek, şaşkın, kararsız, duyuyorum                                           F#           Bm   G Ve sen bir gökkuşağı kadar güzelsin Em                                         F#        G             F# Rengarenk ve az sonra gidecek, görüyorum                                    F#                Bm   G Ve ben yağmurlar altında bir yolcu Em                            F#  G           F# Islak, yorgun, tutkulu, yürüyorum      Em                                 F#                   G               A Sensiz ben yolumu bulamam, haykırmak istiyorum Bm                          Em                         A                      D Konuşamıyorum, konuşamıyorum, konuşamıyorum  x2 Bm     Em        A         D       Bm    Em   A Konuşursam, gözyaşlarım beni boğacak       G                   A                    G                             Bm Biliyorum, duyuyorum, görüyorum, konuşamıyorum Bm  Em  A  D  Bm  Em  A  D                              F#              Bm                     G Bu ayrılık akşamında sen sustuğuma bakma Em                             F#     G           F# Konuşmaya gücüm yok, beni anla                               F#                Bm               G Söyleyemediklerimi bak gözlerimden anla Em                               F#    G            F# Her zaman yanımda kal, hiç bırakma İlhan İrem Genel bilgiler Doğum İlhan Aldatmaz 1 Nisan 1955 Bursa, Türkiye Ölüm 28 Temmuz 2022 (67 yaşında) İstanbul, Türkiye Tarzlar Rock · Senfonik rock Meslekler şarkıcı-şarkı yazarı Çalgılar Gitar, Elektro Gitar Etkin yıllar 1969-2021 İlişkili hareketler İrem Bağı Eş Hansu İrem (e. 1991; ö. 2022) İlhan İrem, doğum adıyla İlhan Aldatmaz[1] (1 Nisan 1955, Bursa - 28 Temmuz 2022, İstanbul), Türk şarkıcı ve söz yazarıdır. Doğumu ve ailesi İlhan Aldatmaz 1 Nisan 1955 tarihinde Bursa'da dünyaya geldi.[2] Müzik kariyeri Ortaokulda solfej ve şan dersleri almaya başladı ancak müzik hayatına girmesi, 1969 yılında (14 yaşındayken) üst dönemler tarafından okul orkestrasına solist olarak seçilmesi ile oldu. 1970 yılında mensubu olduğu Meltemler Orkestrası, Milliyet gazetesinin düzenlediği Liselerarası Müzik Yarışması'nda Marmara bölgesi birinciliği kazandı.[3] Bu dönemde İstanbul'daki pek çok profesyonel müzik grubundan teklif aldı ancak 1972 yılına kadar Bursa'da kalmayı tercih etti.[4] Aynı kadro ile 1972'ye kadar Bursa Çelik Palas Oteli'nde ve Uludağ diskolarında dans müziği şarkıcılığını sürdürdü. 70'li yıllar İlhan İrem sanat hayatında 70'li yılları "romantik dönem" olarak adlandırır.[5] Bu dönemde single plaklar ve romantik hit parçalar üretmiş, 1973 yılında kendi imkânları ile Diskotür firmasına yaptığı ilk 45'liği Birleşsin Bütün Eller - Bazen Neşe Bazen Keder ile beklediği başarıyı yakalayamadı. Plak firmasının bestelerini başka sanatçılara söyletme isteğini geri çevirdikten sonra yapmış olduğu ikinci 45'liği "Yazık Oldu Yarınlara - Haydi Sil Gözlerini" genç sanatçıyı bir anda Türkiye'deki en popüler sarkıcılardan biri yaptı.[6] 1975 yılında yayınlanan üçüncü 45'liği "Anlasana" ile başarısını devam ettirdi. 1976 yılında yayınladığı dördüncü 45'liği, Tanrı'yı sorguladığı "Kuklacı Amca" şarkısı nedeniyle gelen baskılar sonucunda plak şirketi tarafından piyasadan toplatıldı.[7] 1976 yılında ilk uzunçalar çalışması olan İlhan İrem 1973-1976 yayınlandı. "Havalar Nasıl", "İşte Hayat", "Son Selam", "Ayrılık Akşamı", "Sen Bilirsin", "Bal Ağızlım" gibi her yaptığı 45'lik liste başı oldu.[8] 1973-1981 yılları arasında toplam 10 adet 45'liği yayınladı ve 1979 yılında yayınladığı senfonik yapıdaki Sevgiliye uzunçaları ile Esin Engin'in aranjörlüğünde ilk defa akademik bir çalışmayla müzik yaşamında yeni bir yola saptı. Sevgiliye albümünde ilk defa kendi yazdığı sözler dışında bir Nazım Hikmet şiiri olan "Hoşgeldin Kadınım"ı besteledi ve "Hoşgeldin" adı ile seslendirdi. 80'li yıllar 80'li yıllar Pencere albümüyle başlayan popüler kültürden uzaklaşma sürecine denk gelir.[9] Bu dönemdeki eserlerinde toplumsal sorunlara karşı duyarlılığının arttığı gözlemlenir.[10] Yine İlhan İrem bu dönemde -kendi ifadesiyle- 12 Eylül 1980 Darbesi ve ardından gelen "Amerikan-Arap karışımı liberalizm" ile sanatsal ve insani değerlerin yok olma sürecinin başladığını iddia ederek ve buna tepki göstererek sahnelerden geri çekilmeye başladı.
0 notes
dipnotski · 1 year ago
Text
Kolektif – Türkiye'nin 1980’li Yılları (2023)
Türkiye’de ‘80’ler, siyasi, iktisadi ve büyük bir toplumsal dönüşümün miladıdır. Travmaların, yeni bir insan ve toplum tipinin, arayışların olduğu kadar kayboluşların, dahası yeni bir “dünya”nın habercisidir… 24 Ocak Kararları, 12 Eylül Darbesi ve 1982 Anayasası Mamak, Metris, Diyarbakır cezaevleri Kenan Evren, Turgut Özal, Bülent Ecevit, Turhan Feyzioğlu, Erdal İnönü, Saim Bülend Ulusu, Mesut…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
bobmorane · 1 year ago
Video
youtube
Blood Tulip - 1980 Turkish Coup D'état | 12 Eylül Darbesi
1 note · View note
doriangray1789 · 1 year ago
Text
4 notes · View notes
onderkaracay · 2 years ago
Text
Tumblr media
🗣️ Tefeciler Bu Gücü Nasıl Ele Geçirdiler?
En önemli sebebi köy enstitülerinin kapatılması sonucu eğitim ve öğretimin din düzeyine düşürülmüş olmasıdır.
Sömürenin kullanışlı insan bulabilmesi bu anlamda kusursuz hizmet eden bir toplum olması için olmazsa olmaz sözde din adında eğitim ile kemik bir kitleyi yurttaşlığın karşısına çıkarmaktı.
Bunu tanklar ve darbeler ile başardılar.
Yerli işbirlikçi tefecileri kullanan küresel sömürgeci tefeciler ne diyordu?
Tanklardan sonrası bankalar gelir.
12 Eylül 1980 askeri darbesi tanklar ile 24 Ocak 1980 kararları yasaya dönüştükten sonra bilinçli yapıldı.
Darbeyi yapan general ne dedi benim babam da imamdı din eğitimi çok önemlidir.
Din eğitimi işte o karar ile tarikat ve cemaatlere bırakıldı.
Bugün ki bağnaz toplum işte o günlerin eseridir.
Eğer okuyan, merak eden, araştıran, sorgulayan ve ba�� kuran bir toplum olsaydık Vehbi Koç'un darbeci generale din eğitimi konusunda destekçisi olduğunu yazdığı mektup ile bildirerek emrinde olduğunu darbenin kimin yararına yapıldığını bu toplum bilirdi.
Darbe sadece din eğitimi ve öğretimini cemaat ve tarikatlara bırakmak ile kalmadı.
Tek bir kişinin kral veya diktatör olduğu siyasi partiler dönemini de başlattı.
Ve ülke 24 Ocak kararlarını imzalayan bir tarikat müridi ülkenin üretim ve hizmet araçlarının tamamını sermayeye satsın diye iş başına getirildi.
Bu talanı bu şekilde başlattı ve medya ile kamu kurumları devlete ve millete yük oluyor yalanı ile toplum kandırıldı.
Bülent Ecevit dönemi tam istediklerini yapmaya uygun değildi.
2001 krizini bankalar bu sebeple çıkardılar ve Bülent Ecevit engelini aşarak seksen beş yıldır kullandıkları milliyetçi, muhafazakar, sözde dinci vatan, millet ve bayrak ile toplumu kandırarak siyaset yapanların desteği ile son yirmi yılda ölümcül darbeyi vuran yine tarikat ve cemaatler ziyniyeti olan bir kişiyi ülkenin başına getirdiler.
Babalar gibi satacağız dediler ve sözlerini tutarak haraç mezat satarak ülkeye ait üretim ve hizmet araçlarının tamamını yerli işbirlikçi tefecilerin ve küresel sömürgeci tefecilerin eline geçmesini sağladılar.
1996-2012 yılları arasında bir holding bankasında çalıştığım yıllar ülkem için büyük bir şanstı.
Bu yıllarda içlerinde kalarak bütün karanlık sicillerini tuttum.
Ergenekon ve balyoz davalarının olduğu dönemde bize de bankada zulüm yapıyorlardı.
Çünkü bu tefeci talan operasyona karşı çıkıyordum.
Benden 12 Eylül 2012 tarihini seçerek kurtulduklarını sanıyorlardı.
Sonra Osmanlı imparatorluğu döneminde Serv'i dayatan düşünce kuruluşu İngiliz derin devleti kurumu Chathaume house mütevelli heyeti üyesi olan ve bu ülkeye bizim aleyhimize ajanlık yapan 2009 tarihinden istifa etmek zorunda kaldığı tarihe kadar hizmet eden bu bankanın yönetim kurulu başkanına bir mektup yazarak uyardım.
Yine anlamadılar. Sonra video ve Mobbing Bank kitabını yazınca neye uğradıklarını şaşırdılar.
Malta vatandaşı olmak zorunda kaldılar.
Bizden aldıklarını yurtdışına kaçırıyorlar.
Bankayı satmak istediler Mobbing Bank bunu önledi.
Şimdi gelelim asıl meseleye.
Tefeci düzen bu gücü ele geçirdi. Yalnız bir sorun vardı.
Bunun sürdürülebilir olması mümkün değildi.
Faizlerin artması gerekiyordu. Faizlerin artması bankaların zarar yazması ve batması demekti.
Faizlerin artmaması aynı seviyede kalması ya da hukuksuz dayatma ile baskı altında tutulması ise yüksek enflasyon ve yaşam pahalılığı demekti.
1980 de siyasi partileri tek adama teslim eden toplum 2018 tarihinde bunu yetersiz gördü ve devleti de tek adama teslim etti.
Üstelik tarikat ve cemaatler ziyniyeti tarafından ele geçirilmiş bir kişiye teslim edildi.
Tek adam ne yaptı?
Tefecileri korumak için faizleri düşürdü yüksek enflasyon ve yaşam pahalılığını kendisinin en iyi ekonomist olduğunu ileri sürerek toplumu tefecilere yem etti.
Teteciler bir kez daha dört ayaklarının üzerine düştüler.
Faizler artmış olsaydı. Bugün hiçbir tefeci kalmamış hepsi batmış tefeci düzen bitmiş olacaktı.
Merkez bankasının görevi fiyat istikrarını sağlamak olduğu halde görevini yasaya uygun yapmadı ve bir kişinin sözünü dinleyerek bu ihanete ortak oldu.
Tefeci bankalar karşılıksız para basarak talebi ve fiyatı artırarak üretim ve hizmet araçlarının aynı zamanda sahibi oldukları için vurgunu iki katına bu sayede çıkardılar.
Tefecilerin lehine yetkiyi elinde tutan sözde halkın adamı ne yaptı?
Kendi kitlesini yanında tutmak için nas dedi, cami dedi, din dedi, kitap dedi, Allah dedi, cennet, cehennem, başörtüsü, seccade dedi ve kitlesini din üzerinden uyuşturmaya devam etti.
Bankaların karşılıksız para basması yetmediği için merkez bankası da karşılıksız para basarak enflasyonu ve yaşam pahalılığını artırmaya devam ettiler etmeye devam ediyorlar.
Bu tefeciler ne demişti artık devlet yok şirketler var.
Biz ne üretiyor, kaça satıyor ve emeği kaça satın alıyor isek o geçerli demek istediler.
Bir şeyi unuttular.
Gerçekleri bilen, yazan, susmayan ve asla teslim olmayanları unuttular.
İşte bu yüzden yeni bir işbirlikçi buldular temiz para pazarlayan.
Bugüne kadar kusursuzca kendilerine hizmet edeni kullanıp atıyorlar.
Bizim bu toplumu uyandırmak adına çabamıza engel olma çabalarının amacı budur.
Mevcut iktidar da seçimi kazansa yeni işbirlikçi tefecinin temiz parası ile yeni sayfa açmaya kalkanlar da kazansa bu tefeci düzen yıkılacak.
Holdinglerin, tefecilerin, siyasi partilerin, tarikat ve cemaatlerin devri bitecek.
Yüksek enflasyon ve yaşam pahalılığınının sürdürülebilir olmadığını kendileri anlamak zorunda kalacaklar.
Kazdıkları kuyuya tefecilerin kendileri ve kullandıkları işbirlikçi herkes düşecek, aldatılanlar değil. Onlar bugüne kadar yeteri kadar bedel ödemek zorunda kaldılar.
Mobbing Bank bana yapılan mobbingi değil Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusuna yapılan düşmanlığı deşifre etmek için yazıldı.
Mustafa Kemal Atatürk uçurumun kenarından bu ülkeyi kurtararak Cumhuriyeti kurdu.
Mustafa Kemal Atatürk sonrası tüm gayretler yeniden ülkeyi o uçurumun kenarına getirdiler.
Mobbing Bank bu anlamda Atatürk'ün yazdığı Nutuk'un bir devamıdır. Nutuk bir mücadele sonrasında yazıldı. Uçurumun kenarından ülke nasıl kurtuldu aynı tuzağa bir daha düşmeyelim diye. Mobbing Bank o mücadeleyi yeniden başlattı. Hiçbir siyasi partinin Mobbing Bank kitabımın Türk ulusu yararına yazdıklarını benimsememiş olması çok ilginç değil mi? Çünkü hepsi düzenin partileri olarak kuruldu hepsi aynı amaca hizmet ediyorlar. Bu yüzden Mobbing Bank partisiz yönetim diyor.
] Önder KARAÇAY [
4 notes · View notes
gundemarsivi · 1 year ago
Text
Tumblr media
Eğitim Sistemimizin Kaosu ve Ekonomi Politiğine Değinme
✍🏻 Ercan Eroğlu
https://www.gundemarsivi.com/egitim-sistemimizin-kaosu-ve-ekonomi-politigine-deginme/
Neoliberalizm, 1980’li yıllardan sonra dünyada ve bizde de 12 Eylül Askeri cuntanın darbesi sonrası uygulamaya sokulmuştur.
Pek çok ülkede yaşandığı gibi kamu yatırımları özelleştirilmeye başlanmış, ülkeler doğrudan dış yatırımlara açık hale getirilmiş, ticaret için koşullar serbest bırakılmış ve belki de en önemlisi devlet eğitim, sağlık gibi sosyal politikalardan çekilmeye başlamıştır.
Devletin kamusal eğitime ayırdığı payın/kaynakların azalması, okulların finansal sorunlarını kendi ek desteklerini yaratarak aşmaya zorlanması ve eğitim için özel öğretimin önünü açıp teşvik edilmesiyle eğitim de neoliberal politikalardan payını almıştır. Oluşan toplumsal eşitsizlikle birlikte eğitimdeki dönüşüm bir araya gelince insanların eğitime erişimleri, eğitim sistemi içinde kalış süreleri, eğitimden yararlanma olanakları ve toplumda var olmaları olumsuz yönde etkilenmiştir.
1840’ta ilk kez kullanılan sosyal adalet kavramı, ideal bir toplumsal düzen kurmak amacıyla 19. yüzyılın sonlarına doğru reformistler tarafından daha yoğun kullanılmıştır.
Çünkü neoliberal politikaların oluşturduğu yeni düzen adaletsizliklerin çoğalmasına yol açmıştır. Fakat günümüzde gelinen süreçte bu idealize edilen durumun tam tersi yaşanmaktadır. Neredeyse eğitimin tüm süreçleri paralı hale gelmiştir. Ülkemizde yaşanan ekonomik kriz ve işçi sınıfının ve orta direk olarak nitelenen kesimin çok hızlı bir şekilde yoksullaşmasına neden olmuştur. Bu da işçi sınıfının nitel ve nicel olarak dönüşümüne neden olmaktadır.
Bir önce yaptığımız açıklamalar bağlamında;
Uluslararası sermaye bölgesel ve çok taraflı, özel ve ulusal pek çok yatırım garanti kuruluşu, yabancı ülkelerdeki yatırımları politik risklere karşı garanti altına almak ister. Dünya Bankası, yatırımcıların politik risklerden kaynaklı kaygılarını (işçi hareketleri, grevler, salgın vb) gidermek üzere, dünyanın ilk çok taraflı yatırım garanti kuruluşu olan MIGA’yı yaratmış ve Türkiye bu ajansa 1988 yılında katılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti de 1994 GATS anlaşmasına DTÖ kurucu üyesi olarak imza attı ve anlaşma TBMM’de 25 Şubat 1995’te onaylandı. Bu anlaşmayla yerel yönetimlerin ürettiği hizmetlerin, eğitimin vb. birçok alanın hızla özelleştirilmesi hedeflenmiştir.
1995’li yıllarda ülkemizin de müdahil olduğu Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (MAI) yabancı sermaye yatırımları önündeki engelleri kaldırmayı amaçlar.
Andığımız bu anlaşmalar aslında ekonomi dünyamızı olduğu kadar eğitim ve gündelik hayatımızı da doğrudan etkiler.
Sosyal adalet kavramı ekonomik, toplumsal, siyasal eşitlik, fırsat eşitliği, özgürlük, çok kültürlülük, cinsiyet, farklılıklara hoşgörü, demokrasi, anadil eğitimi ve benzeri konularla ilişkili olarak ele alınabilir.
Eğitimde sosyal adaleti sağlamak için her bireyin eğitime ulaşması ve eşit derecede yararlanabilmesi önemlidir.
Bu nedenle ekonomik gelir dengesizliklerini, siyasal ya da toplumsal alandaki yanlış uygulamalar nedeniyle göç eden/etmek zorunda kalan insanları, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, homofobiye, sınıf ayrımcılığına maruz kalan bireyleri, engellilere yönelik olumsuz algıları olanları ve bunların eğitime yansımalarını irdelemek gerekir. Eğitimin bireye olan yararının yanı sıra ekonomik ve politik nedenlerle topluma yararının da olduğunu, bu yüzden hem bireyin hem de toplumun yararının olması gerektiğini savunmak gerekir.
Şimdi, burada açıklamalarımızı somut verilerle eğitim sistemimizin reel durumuyla anlatmaya çalışayım.
PISA 2022 sonuçları 2023 yılının son günlerinde açıklandı. Bu sınav ile 3 yıllık döngülerle uygulanan ve örgün eğitimdeki 15 yaş öğrencilerin katıldığı programda, öğrencilerin okuma, matematik ve fen alanlarındaki bilişsel becerileri değerlendiriliyor. Bu değerlendirmenin yanında öğrenciler, öğretmenler, okul yöneticileri ve velilere de anketler uygulanıyor. Bu anketler aracılığıyla, sosyoekonomik durum, öğrencinin kendisine ilişkin yargıları, farklı okul yapıları ve süreçleri gibi etkenlerin akademik başarıyı nasıl etkilediğine ilişkin çıkarımlar yapılabiliyor. PISA 2020 sınavına 82 ülke katılıyor. Türkiye, 453 puan ile 39. sırada yer alıyor. Önceki döngü olan PISA 2018’de Türkiye 41. sırada yer alıyordu. PISA 2022’de OECD ülkeleri arasında ise ilk üç Japonya, Güney Kore ve Estonya. Türkiye, sadece OECD ülkeleriyle karşılaştırıldığında 32. sırada maalesef. Türkiye’nin puanları matematik sınavında aynı düzeyde kalırken, okuma puanı 10 puan azaldı, fende ise 8 puan arttı. OECD ortalamasında ise her üç alanda da puanların düştüğünü görüyoruz. Türkiye’nin okuma ortalamasındaki 10 puanlık düşüş, yarım dönemlik kayıp olarak yorumlamak olasıdır.
“PISA 2022’ye Türkiye’den katılan çocukların yüzde 19,3’ü, yani neredeyse beşte biri, para eksikliği nedeniyle haftada en az bir kez yemek yemediklerini bildiriyorlar.”
PISA 2022, öğrencilerin ortalama puanlarının ne kadarının sosyoekonomik durumla açıklanabildiği de inceleniyor. OECD ortalamasında matematik puanlarının yüzde 15,5’i, Türkiye’de yüzde 12,6’sı sosyoekonomik durumla açıklanıyor. Sosyoekonomik durumu ilişkin bir gösterge olarak da değerlendirilebilecek uluslararası ekonomik, sosyal ve kültürel statü endeksi ise bir birimlik değişikliğin kaç puan artışa karşılık geldiği ortaya okuyor. Sadece bir birimlik bir değişiklikle Türkiye’deki öğrencilerin ortalama matematik puanında 27 puanlık artış olması sağlanabiliyor. Bu değişim, öğrenciler arasında bir okul yılının üzerinde fark yaratıyor. OECD, uluslararası ekonomik, sosyal ve kültürel statü endeksine göre dezavantajlı olmalarına karşın PISA’da üst düzey performans gösteren öğrencileri “akademik olarak dayanıklı” olarak tanımlıyor. Türkiye’de bu öğrencilerin oranı (yüzde 11,7) az bir farkla da olsa OECD ortalamasının (yüzde 10,2) üzerinde. Salgın döneminde de sıkça gündeme gelen ve sosyoekonomik olarak dezavantajlı çocukların okula devamı ve eğitim çıktılarının iyileştirilmesinde kilit politikalardan biri olan gıdaya erişime de PISA 2022’de yer veriliyor. PISA 2022’ye Türkiye’den katılan çocukların yüzde 19,3’ü, yani neredeyse beşte biri, para eksikliği nedeniyle haftada en az bir kez yemek yemediklerini bildiriyorlar. (https://www.egitimreformugirisimi.org/bir-bakista-pisa-2022)
Dünyanın çoğunda, bir çocuğun aldığı eğitimin süresinin ve niteliğinin önemli bir düzeyde anne babasının sosyoekonomik düzeyiyle doğrudan ilişkisi olduğu bir gerçek. Devlet okullarının amacı bütün çocuklara ailelerinin gelir düzeyinden etkilenmeden nitelikli ve istedikleri kadar eğitimi parasız, ayrımcılığa uğramadan, planlı ve bilimsel bir şekilde sunmaktır.
Sosyal adalet ve eşitliğin eğitimde sağlanabilmesi için ilk koşullardan biri eğitime ayrılan kaynaklarla ilgilidir. Bu nedenle MEB bütçesinde ihtiyaç duyulan kalemlerin arttırılması, MEB bütçesinin yerelden merkeze doğru okul bütçesi temelli oluşturulması önerilmektedir. Okulların velilerden gelir kaynağı (aidat, çocuk kulübü vb.) oluşturmasına izin verilmemelidir. Okulların kendi kaynağını yaratması yönündeki beklentiden vazgeçilmelidir. Ailelere okul çağındaki çocukları için destek sağlanmalıdır. Eğitimde dezavantajlı grupların eğitimine daha fazla kaynak ve öğretmen ayrılarak sorun giderilmelidir. Öğrencilerin kendilerini (akademik, kültürel, fiziksel, sanatsal vb) çok yönlü geliştirebilmeleri için okulların bu hizmetleri parasız sunması sağlanmalıdır. Okulların etkinliklerine katılmak ailenin gelir düzeyinden bağımsız olmalıdır.
Farklılıkları kabullenmeyi sağlamak için çok kültürlü eğitim desteklenmelidir.
Müfredatlar bu konuda gözden geçirilmeli, kültürel çeşitliliği ortaya koyacak eğitim ortamları düzenlenmelidir. Okulların bütün bileşenlerinin (öğrenci, öğretmen, veli, personel vb) katılımını sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır. Dezavantajlı grupların ayrıştırılmaması, demokrasi kültürü, sosyal adalet ve eşitlik için yöneticilere ve öğretmenlere özel eğitimler verilmelidir.
Son yıllarda dünyanın çeşitli ülkelerinden (Gana, Nijerya, Afganistan, Irak ve özellikle de Suriye’den) gelen çocukların ve yetişkinlerin eğitimin her kademesine erişimleri kendi yurttaşlarımızı mağdur etmeden sağlanmalıdır.
Aslında eğitim sistemimizin/eğitim emekçilerinin, ülkemizin içinde yaşadığı kaostan, çöküşten bağımsız olmayan o kadar çok sorunu var ki… Fakat bu sorunları çözmek için önce iktidarın bu sorunların farkında olması gerekir. Ama maalesef o farkındalığı göremiyoruz.
Bu konuyu da örneklendirerek yazımızı sonlandırmış olalım.
2004 yılında öğretim programlarında, içinde bulunduğumuz çağ, “bilginin hızla yenilenerek üretildiği çağ” olarak nitelendirilmiştir. Bu özelliklere bağlı olarak toplumun bireylerinin sahip olmaları gereken özellikler “bilgiye ulaşma, bilgiyi kullanma ve üretme” olarak ortaya konulmuştur. Gündem yaratan ve kamuoyunu yönlendiren açıklamalar ilgili çevreleri etkilemiştir. Müfredatın uygulamaya geçmesi için akademisyenler, müfettişler ve formatör öğretmenler aracılığıyla binlerce öğretmene milyonlarca masraf yapılarak eğitimler verilmiştir. Ayrıca on milyonlarca ders kitabı yeniden basılmıştır. Birçok eğitim materyali yeniden tasarlanmış ve üretilmiştir. Peki, sonuç ne oldu? Hiç! Koca bir hiç! Biraz önce sözünü ettiğimiz uluslararası sınav sonuçları ortada. Lise ya da üniversiteye giriş sınavlarında öğrencilerimizin aldığı sonuçlar ortada. Fazla söze gerek yok. Halkımıza, eğitim emekçilerine hamaset dolu sözler söyleyerek onların aklını çelmeye devam etmenin anlamı yok.
Ercan Eroğlu
0 notes
erol25030 · 1 year ago
Video
youtube
12 EYLÜL 1980 DARBESİ
0 notes
bilgilihocamcom · 1 year ago
Link
0 notes