#üstelik türk malı
Explore tagged Tumblr posts
gundemarsivi · 2 months ago
Text
Tumblr media
İstanbul – İstanbul
✍🏻 Yavuz Kürkçü
https://www.gundemarsivi.com/istanbul-istanbul/
– Alo, Ayten Hanım? Beni hatırladınız mı, Kısmet? Evet, öğretmen Cavit Bey’in eşiyle büyük mağazada alışveriş yaparken tanışmıştık. Neden aradığımı söyleyeyim: Eski tabirle, “bir maniniz yoksa” bugün öğleden sonra sizi ziyaret etmek isterdim… Öyle mi? O zaman yarın görüşelim. İsterseniz Melahat ve Bedriye’ye de haber vereyim. Gerçi ikisini de pek sevmem ya, ne yaparsınız, gurbet elde insan İstanbul’lu diye razı oluyor artık… Saat kaçta buluşalım? … İki uygun mu? … Tamam, saat üçte olsun. Şimdilik, tschüss!
(Ne biçim bir yer burası? Nereden düştüm bunların arasına? Kaçsan kaçamazsın; birlikte olmuyor, ama nasıl ağırlayacağımı da bilemiyorum! Hiç yoktan tuzlu bir şeyler yapmak lazım. Almanlar gibi pastaneden adam başı bir parça pasta alıp yanına kahve koymayı sevmiyorum. Bunlara böylesi bile fazla ama efendilik bizde kalsın. Evde çörek otu kalmamış, pasta unu da almak lazım, gümüşler yine kararmış, parlatma ilacı almak farz oldu. Ne çeşit pasta yapsam? Off, bıktım vallahi!)
– Hoş geldiniz, buyurun, lütfen geçin. Rica ederim, ayakkabılarınızı çıkarmayın.
– Ayten Hanımcığım, dün telefonda bahsetmiştim, bunlar sizinle tanışmak için can atıyorlarmış ama mahallede herkesle görüşmüyorsunuz diye çekiniyorlarmış. Tanıştırayım: Bedriye, Melahat. (Benim zevkim değil ama koltuklar rahat. Haspam, bambudan yemek takımını yerleştirmiş, dost-düşman çatlatmak için. Çin köşesi olmasa olmaz. Nereden aldığını sorayım bakalım. Şu duvar süsleri, çiçekler… Pahalı şeylere benziyorlar. Alman malı olmadığı belli.)
– Ayten Hanımcığım, bir şey rica edeceğim. Duvardaki tahta tabak hangi mağazadan acaba? Melahat söylemeden önce ben sorayım dedim. Cavit Bey’in eşi de anlatmıştır belki. Mağazaları ben açarım sabahları. Nasıl mı? Yani, sabahın köründe çıkarım dışarı. Büyük oğlanın işi kolaylaştı sayılır. Bu yıl üçüncü sınıfta. Kendi işini kendi görüyor. Küçüğü çocuk arabasına atarım, bir gün Nippes Pazarı’na, ertesi gün Beyaz Çarşı’ya giderim. Her gün mutlaka bir şey alırım. Kimde bir şey görsem, hemen sorarım nereden aldığını, kaç para verdiğini. Bir başka huyum da, her aldığımı bir süre kullanıp iade etmemdir. Kasa fişlerini mutlaka saklarım. Bakın, portföyümde en az otuz tane kasa fişi bulursunuz. Tabak nereden dediniz? Amerika’dan mı? (Rüküş, söylemese ölürdü Amerika’ya gittiğini. Şu Vecihi olacak moruk, paraları bakkallıkta batırmasaydı, dünyayı dolaşmıştım. Japonya’yı ve Hawai’yi çok görmek istiyorum; Elvis’in filmlerinden tanımak yetmiyor. Amerika’ya giden adam neden orada kalmaz ki? Adı batası Almanya’ya niye gelirsin be kadın?)
– Ne marka sigara içtiğinizi bilemediğim için… Bundan bir tane alır mısınız?
– Alırım tabii. Şekerim, bakın, ben sigarayı kaç kere bıraktım; o beni bırakmıyor. Önce püf püfle başladım. Türkiye’deyken de yabancı sigara içerdim. Anlarsınız ya, fiyakamız tam olacak. Vecihi’yi her hafta sonu Belçika’ya gönderiyorum, sırf sigara alması için. Onun da canına minnet, “Brüksel’de istakoz yiyesim geldi” diye tutturur. (Fazla kurcalamamak lazım. İki kere gitti, her hafta diyorum ama olsun. Bülbülün çektiği dilinden!)
– Çay mı alırsınız, kahve mi? Yoksa önce bir Türk kahvesi mi?
– Hiç alışamadım kahveye. Varsa yoksa çay. İyi demlenmiş çay gibisi var mı? Hele Earl Grey…
– Biz de öyle.
– Kısmet Hanım, ben eskiden bu kadar sık çay içmezdim. Alt katta İskoç komşularımız var. Her dakika bizdeler. Kızcağız biraz sıkıntılı, kendini bu yüzden çay içmeye vermiş; ondan alıştım bu uyuşturucuya. (Mary de Avrupalı göçmenlerden. Anlayamıyorum doğrusu. İşsizlik sigortası desen, kendi ülkende de var. Burada çalışarak alacağın parayı, orada neredeyse çalışmadan alırsın. Kızcağıza yabancı olduğu için kimse hakaret etmiyor; üstelik sarışın ama gene rahatsız. Mahallede herkesle görüşür. Bütün iş köpekte herhalde. Öğrenmemekte inat ettiği Almancasıyla köpekler üzerine kapı önlerinde konuşur da konuşur. Mary ile sabah akşam çay içeriz, o sütlü, ben limonlu. Bizimkilere benzemez. Dedikodusu yoktur, kimsenin kötülüğünü istemez. Bakalım, bunların kirli çamaşırları ne zaman çıkacak ortaya?)
– Bedriye Hanım, bir parça daha pasta alır mısınız? Poğaçaların tadına bakmanızı tavsiye ederim, Melahat Hanım. Bu sefer her şey tam denk geldi, güzel kabardı. Tarifini veririm tabii, çok kolaydır. Sizinle hiç karşılaşmadık galiba, değil mi?
– Çarşıda, pazarda karşılaşıyoruz ama siz çevrenize dikkat etmiyorsunuz herhalde. İnsan tanımayınca durup dururken… Biz de İstanbulluyuz, Ziverbey’den. Hayatım, ben geleli beş yıl oldu. Alışamadım buralara. Hele bizim gibi büyük şehirden gelenler için Almanya pek küçük. Siz neresindensiniz İstanbul’umuzun, Aytenciğim?
– Ben İstanbullu değilim. Babam bakanlıktaki memuriyetinden emekli olunca (yüksek mühendis olduğunu söylesem “kasılıyor” derler, söylemesem herhangi bir memur parçası sanırlar) Nişantaşı’ndan bir daire aldılar. Annemin vefatından sonra o evde duramadı, sattı. Şimdi Suadiye’de oturuyor. Kadıköy tarafından birkaç semti, karşı taraftan da Beyoğlu, Şişli, Osmanbey taraflarını biraz bilirim.
– Biz az daha içerdeyiz. Bostancı’dan demiryoluna doğru giderseniz, Kızıltoprak, sonra Ziverbey. Apartmanın inşaatı devam ediyor. Söylemesi ayıp, 35 milyona mal olacak. Hayırlısıyla içine girip bir otursak, Allah’tan başka dileğim yok. Benim Mahmut işini bilir, maşallah. Esas mesleği demircilik ama lokal işletiyor Duisburg’da. (Niye Köln’de değil deseler, polis sürekli kapatır. Yok kumar oynatılıyormuş, yok bilmem neler. Bizim aslımız Erzurum, Dadaşız. Bazıları Kürt der, yalan. Asıl lokallerimizi basanlar Kürt, hepsi solcu. Polis onlara dokunmuyor, olan bize oluyor. Mahmut’umun işi zor. Lokal çalıştırma izni yok. Alman kadınların üstünden işlettiği için kadınlar böyle işlerle uğraşan erkekleri rahat bırakmazlarmış. Mahmut, “İstanbul’daki evin uğruna biraz göz yumacaksın” diyor. Ele-güne belli etmem. İçim razı olmasa da sesimi çıkarmam. Ama canıma tak etti. İki yılda bir beraber oluruz, o zaman da hamile kalırım. Bu ay gene gecikti. Ne yapsam, kimlere gitsem? Ah, bir mesleğim olsa! Basar giderim. Nereye gidersin, aptal kadın, dört çocukla; beşincisi belki karnında?)
– Merakımı bağışlayın Ayten Hanım. Sizi her gün akşamüstü durağa giderken görüyorum. Akşam işinde mi çalışıyorsunuz? (Böyledir bunlar. Zavallı köylülere, kasabalılara fiyaka yapar, sonra Alman’ın bürolarına temizliğe giderler. Kocası öğretmen parçası. Şu oturdukları sosyal konutların kirasını bile zor ödüyorlardır. Mobilyaya bakarsan, çabuk öğrenmişler sigortaları çarpmayı. Bizimkini elâleme dişçi diye yutturuyorum, protezcilikten ne kazanılır ki! Ama yirmi yıldır yemeyip içmeyip biriktirmiş. O sayede alabildik deri oda takımlarını. Annemi sevmem etmem, bir yanı hoşuma gider: Kız kardeşimle benim üzerimde bu kadar titremeseydi, bizi bu kadar sıkmasaydı bizim dişçi bozuntusuna zor giderdim kız oğlan kız. Gerçi bu yaşamın da ahım şahım bir yanı yok ama… Gene de adamın hakkını yemeyeyim. Benden beklediği, akşamları iki kap yemekle… Yenirmiş, içilirmiş karışmaz. İyi insan ya, aramızdaki yaş farkı olmasa!)
– Biz geleli çok olmadı, Melahat Hanım. Henüz iki yıldır Almanya’dayız. Üniversiteden arkadaşlar çeldi aklımızı, öğrenimimizi geliştirmeye kalkıştık. Neyse ki, eşim hemen iş buldu. O kadar yıl çalışıp okuduktan sonra evde oturmak zor geldiği için üniversitenin dil kurslarına devam ediyorum. Şaka maka dört kurs tamamladım. Biliyorsunuz, öğrenmenin yaşı yok. Gidip geliyorum işte. Bir çay daha alırsınız, değil mi? (Varsa yoksa çay, kahve, dedikodu. O ne giymiş, öbürü ne almış? Sonu yok mu bu garip yaşamın? Dil bilmezler, öğrenmeye niyetleri yoktur. İstanbullu oldukları için tafralarından geçilmez. Geçen gün büyük mağazada kasiyere derdini anlatamadığı için pala bıyıklı bir vatandaşını arayan ya Melahat’tır, ya Bedriye veya Pakize. Hepsi üç aşağı beş yukarı birbirinin kopyası. Zemin kattaki Fadik kadın gibi mektuplarını yazdırmayı bilirler. “Gel, okuma yazma öğreteyim” dediğinde binbir türlü bahane.)
– Vallahi, ben şimdiye kadar hiç çalışmadım. Bazen çalışanlara gıpta ederim fakat büro temizliğine ölürüm de gitmem. Başka işleri de bizlere vermiyorlar.
– Namusuyla yaşamını kazandıktan sonra insan gerekirse onu da yapar. Oraya varmadan yapılabilecek işleri aramak şart. (Yalana bak, iki yıldır aramadığım yer kalmadı. Melahat’ın dediği pek yanlış değil. Hizmetçiliğe kadar düşemem artık. Ben ki, Türkiye’de yıllarca hizmetçi çalıştırmışım. Aradığım yerlere de torpil bulmalı ama nereden? Dört yıl oturmadan çalışma izni yok. Başıma ağrılar giriyor. Bu kadınlar anlayamaz beni, ne de ben onları.)
Bizim çalışanımız geliyor galiba. Ayak sesinden tanırım.
– Merhaba canım, hello Mary.
– Yanıldın bu kez. Gel tanıştırayım komşularımızı: Melahat Hanım, Bedriye Hanım, Kısmet Hanım. Eşim Ercan.
– Hoş geldiniz. Ne iyi etmiş gelmişsiniz. Nasılsınız efendim?
– Teşekkür ederim, siz nasılsınız?
– Sağ olun. Ya siz hanımefendi?
– Mersi. Sizi sormalı?
– Siz efendim?
– Mersi, beyefendi.
– Ercan Bey, az önce eşinize söyleyecektim. Bizimki 20 yıldır Köln’de dişçi. Pek öyle kimselerle görüşmez ama sizinle tanışmak isteyecektir.
– Biz de memnun oluruz hanımefendi. (Aman, eksik olsun. Gümrük Bakanlığı ithal izni vermediği için kullanılmış dişçi ünitelerini Türkiye’deki meslektaşlarına kazıklayamadığından dem vuracaktır. Ne kadar iyi Almanca bildiğini, onu burada kapıştıklarını da anlatmasa duramaz. Kesin dönüş yapınca kendini bir halt sandığı için mutlaka seçimlerde adaylığını koyup memleketi düzeltmeyi tasarlıyordur.)
– Almanlarla ortak çalışıyor. (Anladı mı acaba?)
– İyi, iyi. Anlaşabildikten sonra. (Atma, din kardeşiyiz; insan 20 yılda ne yapar eder kendi muayenehanesini açar. Öğünme hastalığını tedavi edecek doktor daha gelmedi dünyaya. “Öğün, çalış, güven” sözünün bunlar öğünme dersindeler. Ömürleri vefa ederse belki ötekilere sıra gelir.)
– Biz izninizi rica etsek.
– Zengin kalkışı oldu. Israr etmeyeyim, herhalde sizlerin eşleri de yoldadır.
– Tanıştığımıza memnun oldum. Bize de bekleriz.
– Eşlerinize selamlar. İyi günler.
Yavuz Kürkçü
0 notes
elazigsurmanset · 1 year ago
Text
Kılıçdaroğlu: “Akaryakıt zamları vatandaşın cebinden çalınan paradır”
Tumblr media
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin grup toplantısında konuştu. Kılıçdaroğlu’nun konuşmasından bazı satır başları şöyle: “Dün basında sansürün kaldırılışının tam 115’inci yıl dönümüydü. Hapishanelerimizde gazeteciler var. Merdan Yanardağ şu anda hapiste. Üstelik tutuklu, mahkum değil. Medya üzerindeki baskıları görüyoruz. Bunları yaşıyoruz. Dünyada basın özgürlüğü sıralamasında 180 ülke arasında 165’inci sıradayız. Bu ayıp bile hangi noktada olduğumuzu gösteriyor. Adliyelerde haber takibi yapanlar var. Bu yılın ilk 7 ayında o haber takibini yapan gazetecilerin tam 364 kez hakim karşısına çıktığını da bilmenizi isterim. Akbelen’de köylü kadınlar direniyor. 2 yıldır mücadele ediyorlar. Dün güvenlik güçleri TOMA’larla engellemek istedi. Ağacı korumak suç mu? Doğayı korumak suç mu? Onlar kendileri için değil, o coğrafyada yetişen evlatları için mücadele ediyor. Dolayısıyla onların mücadelesi toplumun her kesimine örnek olsun. Ahlaki ve siyasi açıdan sorgulanan bir hükümet var. Zaten liyakat denen bir olay da Türkiye’de söz konusu değil. Haziran ayında 219 milyar lira bütçe açık verdi. Yani para yok ama harcıyorsunuz. Hazinenin ödeyeceği kısa vadeli borç, vadesine 1 yıldan kısa süre kalan dış borç 207 milyar dolar. Tam bir rekor. Hem dış borcu ödeyip hem de cari işlemler açığını finanse edebilmeniz için 207 milyar doların 270 milyar dolara çıkması lazım. Yani 1 yıl içinde 270 milyar dolar para bulmanız gerekiyor. Kur Korumalı Mevduat sahiplerine bu yıl ve geçen yıl 117 milyar lira para ödendi. Bunlar hem para vergi ödemeyecekler, hem  paraları dolar bazında garanti altında. Türk Lirası’na güven tamamen kaybolmuş vaziyette. Yani ticari çöküş. Çünkü bankada hesabı olanların yüzde 67’si dolar, döviz üzerinden parasını tutuyor. Türkiye’nin hangi noktaya geldiğini üç görüşle ifade edeceğim. Bir, diyor ki Türkiye; “Sana borcumun ana parasını ödeyemiyorum, param yok. Sana ana parayı ödemek için bana borç ver.” İki, “Senden aldığım borcun faizini de ödeyemiyorum, param yok. Ana para dışında faizini de ödemem için bana borç para ver.” Üç, “Ayrıca bütçede açığım var. Bu açığı kapatmam için de bana borç para ver.” Devletin yönetilmediğini artık hepimiz biliyoruz. Mısır’daki sağır sultan da biliyor. Bize borç para vermek isteyenler de bu gerçeği biliyor. Hiç kimse parasını çöpe atar mı? O nedenle diyorlar ki ‘Limanları vereceksin bana, orayı ben çalıştıracağım. Arsaları, arazileri vereceksin bana ben çalıştıracağım. Karlı fabrikaların var, onları vereceksin bana ben çalıştıracağım. O zaman sana borç veririm.’ Bu devleti yönetememenin gerçek bir tablosudur. Geldiğimiz nokta budur. Açıkça ifade etmek gerekirse akaryakıt zamları vatandaşın cebinden çalınan paradır. Bu gerçeği hiç kimsenin unutmaması lazım. O nedenle biz yapılan uygulamayı bir ekonomik soykırım olarak tanımlıyoruz. Bir avuç kişiyi zengin etmek, 85 milyonu bir avuç kişiye hizmet eder hale getirmek bizim kabul edeceğimiz bir olay değildir. 85 milyonu siz perişan ediyorsunuz. Hiç kimse biriktirdiği veya çaldığı servetin esiri olmamalıdır. Biriktirdiğiniz veya çaldığınız servetin esiriyseniz siz ülkeyi yönetemezsiniz. Çaldıkları ve biriktirdikleri servetler var o servetlerin büyük bir kısmı yurt dışında. Ve şimdi bunlar ülkeyi yönetiyorlar. O nedenle ülke bu durumda. İki farklı Türkiye var. Sarayın Türkiye’si, vatandaşın Türkiye’si. Sarayın Türkiye’sinde Erdoğan ailesi var. En baş aktör Erdoğan ailesi. Beşli çeteler var. 4-5 yerden aylık gelir maaş alanlar var. İhale takipçileri, rüşvet alan büyükelçiler, ayda 10 bin dolar rüşvet alan siyasetçiler var. Rüşveti meşrulaştıranların tamamı sarayın Türkiye’sinde. Sarayın Türkiye’sinde yaşayanların kira parası, kira derdi diye hiçbir şeyi yok. Elektik, doğalgaz, yakıt parası bir şeyi, derdi yok. Sarayın Türkiye’sinde asla ve asla işsizlik yok. Herkes malı götürmekle meşgul. Sarayın Türkiye’si bu. Sarayın Türkiye’si her türlü israfın kaynağı. Bütün bunları anlatıyorum, sarayın Türkiye’sinde oturanlar vatandaşın kanına ekmek doğrayanlardır. Onların alın terini sömürenlerdir. Vatandaşın Türkiye’sini hepiniz biliyorsunuz. Vatandaşın Türkiye’sinde esnaf, taksici, otobüs şoförü, asgari ücretli, memur, emekli, sanayicisi var. Düzgün çalışan insanları var. Milyonlarca işsizleri var. Burada kira var. Elektik, doğalgaz, su fiyatları var. Mutfaklarda yangınının olduğunu vatandaşın Türkiye’si görüyor. Vatandaşın Türkiye’si sarayın Türkiye’sine çalışıyor.” Read the full article
0 notes
sertruzgarlar · 8 years ago
Photo
Tumblr media
Yağmur için diş macunu ve şampuan aldım biobellinda'dan. İçinde hiçbir şekilde kimyasal madde bulunmuyor. Diş macununun kimyasal bulundurmamasi cok harika degil mi? Ustelik Türk Malı.👏 Gönül rahatlığı ile kullanıyorum.😍😇👍
8 notes · View notes
doriangray1789 · 3 years ago
Text
AMERİKA VE DEMOKRAT PARTİ. GÜNÜMÜZ TÜRKİYE' SİNİN MİMARI MENDERES. 1959… Kasım ayıydı. Saat 20 suları. Hava kararmıştı. Ankara'da Jusmmat'ta, yani, Amerikan askeri yardım karargahında görev yapan yarbay Allen Morrison, Çankaya'daki Amerikan Kulübü'nden çıktı, alkollüydü, Kavaklıdere'de direksiyon hakimiyetini kaybetti, kaldırımda yürüyen Türk askerlerinin arasına daldı, Hamza Şahin isimli askerimiz hayatını kaybetti, dokuz askerimiz ağır şekilde yaralandı, koma halinde hastaneye kaldırılan Osman Duman isimli askerimizin bacağı kesildi. ★ Amerikan elçiliği derhal devreye girdi, yarbay Morrison'ın “kaza sırasında görevde olduğuna dair” resmi belge sundu. Yani? NATO sözleşmemiz gereği, Türkiye'deki Amerikalı askerler görev başındayken suç işlerse, Amerikan mahkemelerinde yargılanacaktı. ★ Müzikli-içkili gece kulübünden çıkan yarbay “görevde” kabul edildi. Tutuksuz olarak, Amerikan askeri mahkemesinde yargılandı. ★ Savcı, yüzbaşıydı. Morrison'ın avukatı, binbaşıydı. Hakim, albaydı. Morrison'ın şahidi, generaldi. ★ Amerikan adaletinin ne karar vereceği, rütbe adaletinden belliydi. ★ Güya suçlu bulundu. 1200 dolar para cezası ödemeye mahkum edildi! Mağdur olmasın diye, altı taksitte ödemesine hükmedildi! ★ Üstelik… Amerikalı yarbay, bizim topraklarımızda bizim vatandaşımızı öldürdü ama, para cezasını Amerikan devletine ödedi iyi mi! ★ Şehit bizim. Gazi bizim. Parayı Pentagon aldı. ★ (Aslına bakarsanız, bu para cezası, alkollü yarbay'ın Amerikan malına, ordu malı otomobile verdiği zararın tazminiydi.) ★ Türkiye'nin NATO'da sergilediği milli duruş, maalesef buydu. ★ Mevzubahis ABD'yse, gerisi teferruattı! ★ Tam bir ay sonra… Eisenhower geldi. Türkiye Cumhuriyeti'ne resmi ziyaret yapan ilk ABD başkanıydı. ★ İsmet İnönü'yü hiç sevmezdi. İkinci Dünya Savaşı'na girmediğimiz için, “Türklerin bağımsız hareket etmesine tahammül edemiyorum” diyememiş, “Türk ordusunu Almanlara karşı seyretmek isterdim” demişti! ★ Adnan Menderes'i Celal Bayar'ı pek severdi. İktidara geldikten hemen bir ay sonra Türk ordusunu ABD'nin emrine verip, bizimle hiç alakası olmayan Kore'ye savaşa göndermelerini pek takdir etmişti. İncirlik'i tahsis etmelerini, Türk topraklarına Amerikan nükleer füze rampaları, radar istasyonları kurmalarını pek beğenmişti. ★ Türkiye'yi ABD'nin kucağına oturtan Demokrat Parti'ye teşekkür mahiyetinde ziyarete gelmişti. ★ Haysiyetsiz basınımız o zamanlar da haysiyetsizdi. Eisenhower'ın dünyada en çok Türkiye'ye önem verdiğini, sadece Türkiye'ye geldiğini yazdılar. Halbuki, İtalya, Fransa, İspanya, Yunanistan, Fas, Tunus, İran, Pakistan,Hindistan, Afganistan turuna çıkmıştı, 11 ülke geziyordu. Geçerken Türkiye'ye de uğrayacak, sadece bir gece kalacaktı.
YAZI ÇOK UZUN ANCAK İNTERNETTE MEVCUT MERAK EDEN OKUSUN
2 notes · View notes
kamenizm · 4 years ago
Text
orta asya'da yaygın olan bütün o eski falcılık teknikleri arasında, kemik falı en iyi bildiğimizdir. ondan daha eski ve daha sık kullanılmış, üstelik de günümüze kadar kullanılmış bir başka teknik yoktur. kaşgarlı mahmut tarafından değinilen bu falcılık tekniği, yagrıncının (daha yaygın olan moğolca karşılığı dallacıdır) uzmanlık alanına girmekteydi. ancak bu teknik şamanların ve hükümdarların ilgisini çekmiş ve nihayetinde kesin olarak kamusal alana girmiştir. öyle görünüyor ki, bu falcılık tekniği esasen türk kültürünün bir ifadesidir.
kemik falının bir türü, kürek kemiği üzerindeki şekil ve çizgiler üzerinden çeşitli yorumlar yapılması üzerine dayanıyordu. birçok millette günümüzde de devam eden, araplarda kıtfe adıyla bilinen bir fal çeşidi bu.
bir diğeri de, aşık kemiğinin (hani şu meşhur achilles'in zayıf noktası, topukta bulunan bir kemik) üste gelen yüzüne göre gelecekle ilgili yorum yapmaydı.
zira bazı hayvanların aşık kemiği yamuk yumuk da olsa neredeyse kare prizmaya yakındır ve kemikler de zar gibi atmaya*uygundur.
alpler savaş zamanlarında şamanların baktıkları kürek kemiği falına göre hareket ederlerdi. kürek kemiği ateşte çatırdarsa savaş açar, yoksa barış haline devam ederdi. bu bağlamda kaşgarlı mahmut şu atasözünü aktarır. “kürek kemiği karışırsa, il karışır”. türk ve moğol budizm’inde de kürek kemiklerine çeşitli efsunlar yazılırdı.
fal bakmak için kürek kemiğinin kaynatılmamış olması gerekirdi. en doğru fal koç ya da koyun kürek kemiği ile bakılırdı fakat yakut türkleri en çok geyiğin kürek kemiğini kullanırdı. kahin kemiği ateşte kızdırdıktan sonra kemikteki çizgiler, çatlaklar ve noktalara göre yorum yapardı.
kürek kemiği kırılmaz ya da köpeklere atılmazdı. aslında türkler, kurban edilen hiç bir hayvanın kemiğini kırmaz ve sağa sola atmazdı. o hayvanın tekrar dünyaya gelebilmesi için kemiklerinden yeniden doğacağı düşünülür ve kemikleri eksiksiz bir şekilde gömülürdü. kan gibi kemikler de, ruhun ikametgahı olarak görülürdü.
Türklerde Falcılık Üzerine İnceleme:
CENGİZ HAN'IN FAL BAKMA KUDRETİNE SAHİP TORUNU MENGÜ HAN
CAVIRUN FALI (Kürek Kemiği Falı)
KUMALAK FALI
AŞIK FALI
KUYRUK YAĞI FALI...
Falcılık Türk inanç sisteminin başlıca unsurlarından biridir. Fal eski Türkçede "ırk" kelimesiyle ifade edilmiştir. Mahmud Kaşgari ırk kelimesini "falcılık, kahinlik ve bir kimsenin gönlündekini bilmek" diye açıklamaktadır. Besim Atalay'ın konuyla ilgili çevirmesine ilave ettiği nota göre "bu kelime Türkiye'nin birçok yerlerinde kader, talih, fal anlamında kullanılmaktadır. Irkım açıldı - talihim açıldı demektir" ; "kam ırkladı" cümlesinin izahını yaparken şu notu ilave ediyor : " Batı Anadolu'da ve hele Kütahya vilayetinin bazı yerlerinde "ırk bakmak" fala bakmak anlamındadır.
Oğuz destanında zikredilen bilge ve filozof Irkıl Hocanın adı da kahin ve falcı anlamını ifade etse gerektir. (Yakut Türklerine göre ilk kam'ın adı da Argıl idi. Bu isimde Irkıl veya Arkıl Hocayı hatırlatıyor). Altay'da kamdan başka "ırımçı" denilen adamlar vardır. Bunlar saralı hasta adamlardır. Saraları tuttuğu zaman bunlar gaipten haber verirlermiş.
Falcılar fal açmak için kullandıkları nesneye göre muhtelif ad alırlar.Hayvanların kürek kemiğine bakıp geleceği keşfedenlere "yağrıncı", koyun tezekleriyle fal açanlara "kumalakçı" , muhtelif şeylerden manalar çıkaran falcılara "ırımçı" denir.
"Kürek kemiği" falına Moğol saraylarında çok önem verilirdi.Rubruk'un verdiği malumata göre Mengü Han ( Cengiz Han'ın Torunu ) bir işe girişmek isterse kürek kemiğine bakardı. Önce kemiği ateşte kızdırırlardı.Bunları yağmaya mahsus küçük iki ev vardı. Kemikleri yaktıktan sonra hakan bunlardan hasıl olan çizgilere bakardı.Kemik üzerindeki çizgi doğru, düz ise yol açık, eğri veya delikler hasıl olursa yol kapalı demekti. Rubruk, hakanın yanında kemikler görmüştür. Moğollar'ın kürek kemikleri ile fal açtıklarını 1221 de seyahat eden Çinli Menhun da zikretmektedir.
Kırgız ve Kazaklar kürek kemiğine saygı gösterirler; kırmadan köpeklere atmazlar. (Anadolu'nun birçok yerinde kasaplar kürek kemiğini kırmadan atmazlar)
Ateşe yağ atmak suretiyle fala bakmak Kırgız - Kazaklarda da tespit edilmiştir.Falcı kuyruk yağını ocağa atar, ateşin alevlerine bakıp istikbalden haber verir.
Aşık kemiğiyle bakılan fal'da diğer fal çeşitlerindendir.
İnsanoğlu tarih boyunca gerek kendisiyle gerekse çevresiyle ilgili bilinmezlikleri anlayıp keşfetme, istikbalin neler getireceğini öğrenme arzusu içinde olmuştur. Bunda meçhule ve esrarengize olan merak duygusunun büyük etkisi vardır. İnsanlar geleceği öğrenme arzusuyla fal ve kehanet adı altında çeşitli yöntemlere başvurmuşlardır. Fal; genel olarak çeşitli tekniklerle gelecekten ve bilinmeyenden haber verme, gizli kişilik özelliklerini ortaya çıkarma sanatıdır. Falda çeşitli araçlar ve teknikler kullanılmış, buna göre de değişik fal türleri ortaya çıkmıştır: yıldız falı, el falı, kuş falı, kâğıt falı, iç organlar falı, kum falı, zar falı, kitap falı, ateş falı, su falı, çay falı, kahve falı, bakla falı, kürek kemiği falı gibi…(Aydın 1995: 134-135). Bu çalışmada, kürek kemiği falı hakkında genel bilgi verilmiş, Bosna-Hersek Gazi Hüsrev-Begova Kütüphanesi (Sarayevo)’nde Türkçe Elyazmaları bölümünde 1250 numarada kayıtlı eserin 55b-59a varakları arasında yer alan “Risâle-i ˘İlm-i Ketf” başlıklı kürek kemiği falı metni çevriyazıya aktarılmış, metnin günümüz Türkçesiyle çevirisi yapılmış ve sözlüğü hazırlanmıştır. Çalışmanın sonunda eserin tıpkıbasımı yer almaktadır.
  Kürek Kemiği Falı Divânu Lügâti’t-Türk’te yarın olarak adlandırılan “kürek kemiği” için diğer Türk lehçelerinde aynı kökten gelen, ancak lehçe hususiyetlerine göre fonetik değişmeye uğramış kelimeler kullanılmaktadır. Eski Yunanlılarda ve Romalılarda mevcudiyeti bilinen kürek kemiği falına Yunancada ωμοπλατοσκοπία, Latincede skapulimantia adı verilirdi. Araplar bu falı eski Yunan ilimlerinden sayarak ilmü’l-ketf (kürek kemiği bilgisi) adıyla bir bilim dalı olarak kabul etmiş, bu konuda risaleler yazmışlardır (İnan 1986: 152). İslam dünyasında bu fal çeşidi kıtfe/kitfe adıyla da bilinmektedir. Bunun için koyunun kürek kemiği kullanılır. Kemiğin üzerindeki kırmızı hat kan döküleceğine, sarı çizgi hastalığa, yeşil bolluk ve ucuzluğa, siyah ise darlık ve yoksulluğa işaret sayılmıştır (Duvarcı 1993:
Çinlilerde kürek kemiği falının geçmişi, Neolitik döneme tekâbül eden Lung-shan kültürüne dek gitmektedir (Buckland 2004: 421). Çinliler de özellikle devlete ait işlerde verilecek kararı belirlemek amacıyla koyun, öküz kemikleri ve kaplumbağa kabuğu ile tabiat ruhlarına ve atalara danışma şeklinde fala bakarlardı (Aydın 1995: 136). Japonlar da kürek kemiği falına bakarlardı. Bir geyik kürek kemiğini ateşe tutarak ısıttıktan sonra çatırtılarından anlamlar çıkarma şeklindeki fal uygulamasının hâlâ devam ettirildiği bölgeler vardır. Ayrıca kaplumbağa kabuğu da öteden beri kullanılmaktadır (Aydın 1995: 136). 12. yüzyılda İngiltere ve İrlanda’da, 13. yüzyılda Wales’te koyun veya domuzun sağ kürek kemiğine bakmak suretiyle gelecek hakkında tahminlerde bulunulurdu. Bunun için kemik öncelikle suda haşlanırdı. Kemiği asla ateşe tutmazlardı (Buckland 2004: 421). Kürek kemiği falına Moğol saraylarında da çok önem verildiği bilinmektedir. Avrupalı gezgin Rubruk’un verdiği bilgilere göre Mengü Han bir işe girişmeden önce kürek kemiğine bakardı. Moğolların kürek kemikleri ile fala baktıklarını 1221 yılında Çinli gezgin Menhun da belirtmektedir (Tavkul 2007: 186). Bu geleneğin Karaçay-Malkar, Kazak, Kırgız, Altay, Yakut, Kırım Tatarları, Nogay, Kafkas halkları arasında da yaygın olduğu görülmektedir (Tavkul 2007: 181-190). Kazak Türkleri arasında bu yöntemin şöyle uygulandığını görüyoruz: Fala baktırmak için özellikle keçi veya tekenin kürek kemiğini tercih ederler. Önce kemik ateşe atılır ve bir müddet orada tutulur. Daha sonra ateşten çıkarı- lan kürek kemiği üzerinde oluşan çizgilere göre falcı çeşitli yorumlar yapar. Kemik üzerindeki kesiksiz düz çizgi yolun açık olduğuna, eğri büğrü çizgi ve delikler ise yolun kapalı olduğuna işaret eder. Kürek kemiği üzerinde çıkan çizgi ve izlerden Kazaklar bir atın gittiği yol, bir hırsızın kaçtığı yol, kaybolan bir eşyanın yeri gibi şeylerin tespit edilebildiğine inanırlar. Kürek kemiği sevinçli ve kederli haberleri de bildirir. Falcı fal bakacağı kürek kemiğini çeşitli dualarla temizler.
Kemiğin etleri dişle koparılmaz ve kıkırdakları bıçakla kesilmez. Fal bakılan kürek kemiği faldan sonra hemen atılmaz, çeşitli dualar okunarak parçalanır, sonra köpeklere atılır. Aksi takdirde eve uğursuzluk geleceğinden korkulur (Altınmakas 1984: 129). Bugün bile Anadolu’nun birçok yerinde kasaplar kürek kemiğini kırmadan atmazlar (Duvarcı 1993: 20). Arkasını kapıya dönerek oturan falcı, gelecek hakkındaki tahminlerini tamamla-
dıktan sonra kürek kemiğini arkaya doğru fırlatır. Kemik kapının yukarısına isabet ederse bütün söylediklerinin gerçekleşeceğine inanılır (Radloff 1994: 256). Yine Türk halklarından Yakut ve Karagaslar kürek kemiği falı için geyik kemiğini tercih ederler. Kürek kemiği falı ile ancak kaybolan nesneler hakkında bilgi sahibi olmanın mümkün olduğuna inanan Sagay Türkleri için en doğru söyleyen kemik koç kemiğidir (İnan 1986: 156). Kürek kemiğiyle fal bakma Asya’nın birçok bölgesinde yaygındır. Orta Asya Türkleri, Moğollar, Araplar, Yunanlılar, Romalılar ve bazı Balkan halklarında koyun ve keçi gibi hayvanların kürek kemiğiyle fala bakma geleneği vardır. Türkler arasında İslam’dan önce de mevcut olan bu yöntem günümüzde Anadolu’nun hayvancılıkla geçinen bazı yörelerinde uygulanmaktadır (Aydın 1995: 136-137). Bu âdet eski usta çobanlar arasında bilinmektedir. Bilhassa Yörük, Arnavut ve Rum çobanların bu işte usta oldukları iddia edilmektedir. Bir kimse ancak kendi malı olan koyunlardan birinin kürek kemiğine baktırabilir. Şayet kendi koyunu yoksa, kasaptan kürek kemiğini çıkartmadan et alınır sonra da bu et, kemikten itina ile sıyrılır. Kurban bayramlarında kurban kesenler bunların kürek kemiklerini de bu iş için kullanabilirler. Bilhassa Rumlar kızıl yumurta bayramlarında kestikleri kurbanların kürek kemiklerini de fala bakmadan atmazlarmış (Necati 1930: 38). Ahmet Midhat Efendi’nin 1897 Türk-Yunan Savaşı münasebetiyle yazdığı Gönüllü romanında kürek kemiği ile fal bakma inancından detaylı bir şekilde bahsedilmektedir. Bıçak silimi adı verilen bir ziyafet tertip edilir. Bu ziyafetin konukları Türk ve Arnavut’tur. Bu ziyafetin en makbul yiyeceği kuzudur. Çünkü kuzu yenildikten sonra kürek kemiği falına bakılacaktır. Fala bakacak kişi, dişi ve diliyle yalayıp temizlediği kemiği ışığa tutarak kemik içinde görebileceği kan lekesi gibi şeylerden manalar çıkaracak ve çevresindekilere bu manaları anlatacaktır. Falı bakan kişinin “cenk var, hem de cenk” demesi üzerine ziyafettekilerin keyfi kaçar. Bunun üzerine bu ziyafette yenilen kuzunun nerede doğup büyüdüğünün asıl dikkat edilmesi gereken husus olduğuna dikkat çekilir. Ziyafette yenilen kuzunun Yunanistan’ın Serfiçe kasabasından değil de Yenişehir tarafından getirildiği, dolayısıyla vuku bulacak bozgunun Türk tarafında değil de Yunan tarafında olacağı kanaatine varılır. Bu kanaat üzerine ziyafetteki herkes rahatlar. Böylece fiilen başlamamış olan 1897 Türk-Yunan Savaşı’nın neticesi bakılan kürek kemiği falı ile önceden tespit edilmeye çalışılmıştır. Ahmet Midhat Efendi, romanında bu konu ile ilgili kendi görüşlerine de yer verir. Ona göre bu tür fal İslamiyet ve Hristiyanlık zamanlarından değil, putperestlik zamanlarından kalma âdettir
3 notes · View notes
cerenimo70 · 5 years ago
Text
Tumblr media
Sabiha…
Sıradışı bir kadındı.
1927 yılında Yüksek Mühendis Mektebi'ne, bugünkü adıyla İstanbul Teknik Üniversitesi'ne girdi.
Mustafa Kemal'in talimatıyla tarihte ilk defa kız öğrenci kabul eden üniversitenin, tarihteki ilk kız öğrencisiydi.
Devrimci ruha sahipti.
Öncü karakterdi.
“Erkek işi” kabul edilen inşaat mühendisliğini tercih etti.
1933'te mezun oldu, Türkiye'nin ilk kadın inşaat mühendisi oldu.
Ankara'da görevlendirildi, bayındırlık başmühendisi oldu.
Terminolojiyi değiştirmişti, tarihimizdeki ilk “mühendis hanım”dı.
Mesela, odaya girip “mühendis bey nerede?” diye soranlara, “mühendis benim” diye cevap veriyor, şaşkınlıktan uzuuun bir sessizlik oluyordu, bu duruma çok gülüyordu.
Asla pozitif ayrımcılık talep etmedi, arazide çalıştı, kara kışta, kavurucu güneşte, dağ başındaki şantiyelerde, çadırlarda kaldı.
İmar İşleri Reisliği'ne atandı, okul, hastane, hükümet konağı, köprü yaptı, TBMM binasının inşaatında görev aldı.
Hayatının en önemli eseri için, 1944 yılında, 34 yaşındayken resmi teklif aldı.
Anıtkabir inşaatının başmühendisi oldu!
“Bir kadın olarak Mustafa Kemal Atatürk'e minnetimi gösterebilme imkanı yakaladığım için şanslıyım, mutluyum” dedi.
Bu milletin yetiştirdiği en büyük insanın ebedi istirahatgahı, bir kadına emanet edilmişti.
Türk kadını, eğitim ve fırsat eşitliği sağlayan Atatürk devrimleri sayesinde, sadece 15 yıl gibi kısacık sürede, erkeklerin önüne geçmeyi başarmıştı.
Anıtkabir inşaatında dokuz yıl çalıştı.
Her santimetrekaresini bizzat kontrol etti.
Atatürk toprağa verilirken, gözyaşlarıyla, oradaydı.
1963'te kendi isteğiyle emekli oldu.
İzmir'e yerleşti.
2003'te vefat etti.
Bayraklı Doğançay'a defnedildi.
Şehit çocukları konusunda çok hassastı.
Meslek hayatı boyunca elde ettiği tüm malvarlığını, özellikle şehit çocuklarına burs verilmesi kaydıyla, İstanbul Teknik Üniversitesi Vakfı'na ve Fevzi Akkaya Temel Eğitim Vakfı'na bağışladı.
Sabiha'nın…
Bir başka çok önemli ilk'i vardı.
Sporcuydu.
İTÜ'de öğrenciyken voleybola başlamıştı.
Üstün yetenekti.
Fenerbahçe'nin kadın voleybol takımına girmişti ama, kadınlar liginden vazgeçtik, başka kadın voleybol takımı bile yoktu, maç yapamıyorlardı.
Fenerbahçe'nin erkek voleybol takımının omurgası, İTÜ öğrencilerinden oluşuyordu.
Sabiha o kadar başarılıydı ki, okul arkadaşları olan Fenerbahçe erkek voleybol takımıyla birlikte idman yapıyordu.
Erkek takımının kaptanı Bedii Süheyl'di.
Fikir ondan çıktı.
“Sabiha'yı neden bizim takımda oynatmıyoruz?” dedi.
Fikret, İsmail Hakkı, Aziz, Yusuf, Fahri, tereddütsüz hepsi destekledi.
Yönetmeliğe baktılar…
“Erkek takımlarında kız oyuncu yeralamaz” diye bir ibare yoktu.
Yıl 1929'du…
Cumhuriyet sadece altı yaşındaydı.
Sadece altı yıl öncesine kadar, kadınlar neredeyse insan yerine bile konmadığı için, bir kadının bir erkek takımında yeralabileceği hayal bile edilemediği için, ihtimal dahilinde bile olmadığı için, böyle bir madde koymayı kimse düşünmemişti.
Sabiha formayı giydi, sahaya çıktı.
Üstelik, kaptanlık bandı Sabiha'nın kolundaydı.
Takım beş erkek ve bir kadından oluşuyordu, kaptan kadındı!
Görenler ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
“Böyle oynayacağız” dediler.
İlk maç, rakip Beşiktaş'tı.
Onlar da üniversite öğrencilerinden oluşuyordu.
İtiraz etmediler, aksine, Sabiha'yı tebrik ettiler.
Sabiha'nın yeraldığı Fenerbahçe erkek voleybol takımı, 1929 yılı sezonunda hiç yenilmeden, İstanbul Şampiyonluğu'nu kazandı.
Şampiyon erkek takımı, kaptanı kadın…
Sadece Türkiye'de değil, dünyada ilk'ti.
Atatürk devrimlerinin eseri olan Sabiha, Türk kadınına voleybol sporunun kapılarını işte böyle açtı.
Sabiha'nın yolundan yürüyen Türk kadın voleybolu, tüm spor branşlarından ayrışarak, kadın-erkek fırsat eşitliğinin, kadın özgürlüğünün sembolü oldu.
Hem milli takım seviyesinde, hem kulüpler seviyesinde, dünya çapında başarılara imza attı.
Bugün, Avrupa Şampiyonası'nda yarı final için sahaya çıkıyorlar.
Eda, Meliha, Zehra, Cansu, Ebrar, Şeyma, Kübra, Meryem, Hande, Naz, Gözde, Fatma, Simge, Aylin, menajerimiz Pelin.
Şimdilik Yunanistan'ı Finlandiya'yı Fransa'yı Bulgaristan'ı Hırvatistan'ı Hollanda'yı yendiler ama, aslında…
Kadını yok saymaya çalışan yobaz zihniyetini, kadını evine hapsetmeye çalışan, malı, eşyası gibi gören feodal kafayı, özgür düşünen, özgür yaşayan kadına tahammül edemeyen maganda kültürünü, kadına yönelik şiddete karşı hâlâ utanmadan sus pus oturan biat toplumunu yeniyorlar.
Türkiye'den hemen hergün yabancı haber ajanslarına yansıyan ilkel, çağdışı, homongolos görüntülerine inat, Türkiye'nin pırıl pırıl yüzünü yansıtıyorlar, Türkiye'ye yönelik algıyı yeniyorlar.
(Söylemezsem çatlarım… Futboldan başka spor tanımayan, futboldan başka spora hayat hakkı tanımayan öküz basınımızı yeniyorlar.)
Değerli Eda…
Sevgili kaptanımız.
Senin şahsında, tüm arkadaşlarına yürekten teşekkür borçluyuz.
Gelişmiş ülkelerden her konuda nal toplayan Türkiye'nin mucizesi oldunuz.
Bugünkü skor şu olmuş bu olmuş, orası çok önemli değil…
Hepinizin varlığıyla onur duyuyoruz.
Yılmaz Özdil
7 notes · View notes
hetesiya · 3 years ago
Text
Gayrımeşru bir ilişki: Sosyalizm ile Kemalizm’in flörtü | Altüst Dergisi
Gayrımeşru bir ilişki: Sosyalizm ile Kemalizm’in flörtü
Ömer Faruk Kalaycı
Yıllar önce tiyatro sahnesinde rahmetli Tekin Siper “Bize adam gibi bir sol lazım” gibi bir cümle etmişti de, hemen hepsi “Beyaz Türk” diye tabir edilen eğitimli ve zengin izleyici kitlesi alkışı patlatmıştı dakikalarca. Usta oyuncu o sözleri maden emekçisinin, tersane işçisinin ya da hızlı bir sendikacının ağzından söylemiyordu. İşadamını canlandırıyordu. *
O zaman çok şaşmıştım bu çelişkiye. Sol dediğin “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanların” şiş göbekli burjuvaların yakasına yapışıp analarının ak sütü gibi helal haklarını söke söke almaları değil miydi? İşadamı neden “adam gibi bir sol” talep eder yahu? Hadi o tiyatro oyunu. Ya salonu dolduran, “zincirlerinin dışında kaybedecek evi, arabası, statüsü, dolgun geliri” olan kitle neden alkış tutar? 
Halk sürü, çoban da padişah
Toyduk, anlamıyorduk. Büyüdük. Biraz yaşadık, çokça okuduk. Bugün artık anlıyoruz. Beyaz Türklerin neden kendilerini CHP üzerinden siyasetin solunda tanımladıklarını, sosyalizmi kimselere bırakmayan aydınların neden Kemalizm’le bu denli içli dışlı olduğunu, üstelik tarihsel temelleriyle beraber daha iyi biliyoruz.
Malumu ilan olacak; Osmanlı toplum yapısı “çoban – sürü” denklemiyle izah ediliyor. Zaten köylü halka “sürü” anlamında “reaya” denmekte. Halk sürü, haliyle çoban da padişah oluyor. Bu yapı “Bizans – Selçuklu – Orta Asya – İslam” kültür bakiyelerinden miras alınarak kurulmuş Osmanlı’ya özgü bir model. Osmanlı düzenine göre mülkiyet Allah’ın. Padişah Allah’ın yeryüzünde gölgesi. Reaya yani sürü olan halk da çoban olan padişaha Allah’ın emaneti. Padişah adaleti tesis etmekle, reaya kanunlara uymakla, ekip biçip artık ürünü devlete vermekle, askere alındığında “cihada” katılmakla mükellef. Adalet ve devlet her şeyin üzerinde.
Büyü bozuldu, düzen sarsıldı, devlet “Küffar Batı”ya karşı tehlikeye düştü, padişah da devleti kurtarmak için Batılılaşmayı çıkar yol bildi. Batılılaşmayla beraber malı-canı padişahın iki dudağı arasında olan bürokrat zümre yavaş yavaş padişahın egemenliğine ortak oldu. Devletin bel kemiği ordu ile padişah arasında zaten yazılmamış bir güç dengesi, bir mutabakat vardı. Ayanlar bu ortaklardan birisi sayılsa da bugün birçok saygın tarihçi “Senedi İttifak”ın bir “Magna Carta”, Ayanların da Batılı Feodaller olmadığı konusunda birleşiyor.
Aydın-asker bütünleşmesi
Devlet içinde etkisini giderek daha fazla hissettiren sivil-askerî bürokrat sınıf ve zamanla yetişen erken Osmanlı aydını “devleti değiştirme/dönüştürme rolüne” aday olurken farkında olmadan padişahın “çobanlık” görevine de aday oldu.
Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi, Ali Suavi, Agâh Efendi gibi isimlerin “Genç Osmanlılar” adıyla anıldığı münevver takım, devletin Batı’da ortaya çıkan meclis, seçim, demokrasi, sivil toplum gibi kavramların Osmanlı ülkesine, tarihimize ve İslam’a özgü bir anlayışla “ithal” edilmesini talep ediyordu padişahtan. Mesela, onlara göre demokrasi ‘meşveret’, meclis ‘şura’ demekti. Kur’an’da bunun yeri pekala vardı.
Beşir Fuad’ın 1887’de dini tabuları yıkarak intihar etmesi, Namık Kemal’in 1888’deki erken ölümü, Ahmet Rıza Bey’in 1889’da Paris’e yerleşmesi ve Osmanlı aydınının pozitivizm ile tanışması ile, Genç Osmanlılarca bilmezden aydına yüklenen misyonda köklü bir değişiklik gerçekleşti. Artık “Jön Türkler” diye anılan yeni tip Osmanlı aydınına göre din bilimle çatışan bir olguydu. Gözleri kamaştıran, Aristo heyecanı yaşatan yeni kelime: Laiklik!
Ve sonra İttihat Terakki’nin meşhur 1906 kongresinde aydın-asker bütünleşmesi gerçekleşti. Batılılaşmanın öncüsü Saray değil ordu, itici gücü ise aydınlar. Padişah, gerici halkın kızıl sultanı!
Buraya kadar anlattığımız özetle, Genç Osmanlıların “retrospektif ilerleme” çabasının, yani Batı’daki kavramları eski değerlerde, kurumlarda, İslam’da bulma ve uyuşturma, düzeni evrimle ıslah etme uğraşlarının yerini “prospektif ilerlemeye”, yani geçmişten koparak, kökten bir batılılaşmaya bıraktığını, “Devlet nasıl kurtulur?” sorusuyla yola çıkan Osmanlı aydınının bir kuşak sonra “Halk nasıl dönüştürülür?” sorunsalını da kendine dert edindiğini görüyoruz.
Genç Osmanlılar’da bir din şuuru bulunmaktaydı. Batılılaşmanın dinle, gelenekle, halkla ters düşmeden yürütülmesini istiyorlardı. Jön Türkler’de bu duyarlılığı göremiyoruz. Jön Türk aydını, pozitivizmin baskın etkisiyle, hesapsız batılılaşma karşısında İslamcılığa, padişaha sığınan geniş halk yığınlarıyla ters düşmüş İttihatçı saflara sürükleniyor.
Pozitivist-laik Türk entelektüelinin, orduya yaslanarak “iktidar olmak/devrim yapmak” fikrini halkla birleşerek bir şeyleri değiştirmek fikrine yeğ tutmasının tarihsel kökenlerini de Jön Türkler’e kadar indirmek yanlış olmayacaktır.
“Ulan öküz Anadolulu”
Nihayetinde 1908 darbesinde de, 1925’te Tek Parti rejimi kurulurken de, 27 Mayıs sabahında da kendini solda tanımlayan Türk aydınında ciddi bir kesimin ordudan yana destek olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Bu arada, Ankara’da kurulan yeni rejimin kendisine “düşünceyi hasım seçtiğini” biliyor, 14’lerin, Nazım Hikmet’in ve diğer radikal sosyalistlerin akıbetini, Nevzat Tandoğan’ın “Ulan öküz Anadolulu” diye başlayan veciz sözünü hatırlıyoruz. Bahsettiğimiz aydın kesim, ordu-bürokrat ittifakına eklemlenen sözün gelişi Kadro hareketi veya 27 Mayıs aydınları…
Bugün artık herkes biliyor ki 1960’ların daha başından itibaren Türk sosyalizminin üzerinde tartıştığı en temel sorun, “askerin siyasetteki rolünün saptanması ve sosyalistlerin buradaki rolü” idi: 27 Mayıs’la apoletlerinden postallarına kadar siyasete bulaşmış ordu içinde “sol/Kemalist ilerici bir darbe” hazırlığındaki cuntanın sosyalistler tarafından desteklenmesinin mi, desteklenmemesinin mi doğru olacağaydı bütün mesele.
Sol, sivil ve demokratik yöntemleri savunanlar, askerlerle ittifakı ve “ilerici” darbeyi savunanlar diye ikiye bölündü. Türkiye İşçi Partisi ile Millî Demokratik Devrimciler arasındaki tartışmalar da, Asya Tipi Üretim Tarzı etrafında kopan fırtınalar ve bugün artık romantizm bulamacına katılıp pazarlanan 68 kuşağı efsanesi de bu düzlemde okunmalıdır.
Dönemin popüler sloganlarından “Ordu gençlik el ele, millî cephede” sloganını hatırlatarak, İTÜ Öğrenci Birliği Başkanı Gökalp Eren’in “Toplantılarda sivil giyinmiş yaşlı subaylar vardı. Rütbeler genellikle binbaşı. Emekliler yüksek eski ihtilalciler” itirafından, Mustafa Celil Gürkan’ın “Hepimiz cuntacıydık. Ordunun siyasî hayata bir 27 Mayıs gibi müdahale etmesini çok istedik. Eğer 9 Mart olsaydı herkes bir şekilde bir yerde görev alırdı” özeleştirisine geçebilir, 68 kuşağının aslında demokrasi değil darbe peşinde koşmuş bir kuşak olduğunu yazmak mümkündür.
“Asker/sivil aydınlar”
Millî Demokratik Devrim (MDD) teorisini ele alalım. MDD teorisi sanırım en iyi Ertuğrul Kürkçü’nün şu sözlerinde anlam buluyor: “Türkiye yarı bağımlı – yarı feodal bir ülkedir. Nedir Türkiye’deki çözüm, nedir bu yapıyı kırmanın yolları? Bu yapı devrimci işçi sınıfı önderliğinde yoksul köylülerin, küçük esnafın ve asker/sivil aydınların yürütecekleri bir mücadele ile ortadan kalkacaktır.” Burada kilit sözcük “asker/sivil aydınlar”dır. Kimdir bu asker/sivil aydınlar?
“Türk ulusu için 1970 yılında da 1919’daki gibi, tek umut ışığı olarak, Devrimci Ordu Gücü pırıl pırıl parlamaktadır” cümlesinin yazarı ve Kurucu Meclis üyesi Doğan Avcıoğlu; askerle girdiği darbecilik oyununda kaybeden cuntadan yer aldığı için kazanan cunta tarafından Ziverbey’de misafir edilen, geçtiğimiz yıllarda da kendisini misafir edenleri affettiğini söyleyen İlhan Selçuk; gene 61 Anayasası Kurucu Meclis üyesi Mümtaz Soysal; 27 Mayıs’ın genç subayları Cemal Madanoğlu ve Osman Köksal…
Türkiye’de kapitalizm öncesi kalıntının feodalite olduğunu düşünenler MDD teorisine ulaşıyor, buradan da demokrasiyle iktidar olunamayacağı, işçi sınıfının sosyalist devrim için yeteri kadar güçlenmediği, çözümün sivil-askerî bürokrasiyle iş birliği yaparak “ilerici” bir darbe olduğu fikirlerine varıyorlardı. Kurulacak ilerici askerî dikta rejimi altında toprak reformu yapılacak, ülkedeki feodal kalıntılar temizlenecek ve memleket sanayileştirilecekti.
Bir de beklenen sol darbeye karşı olan Asya Tipi Üretim Tarzı’nı (ATÜT) savunanlar vardı. Onlar ne diyordu? Başını Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer, Kemal Tahir gibi aydınların çektiği bu teorinin savunucuları MDD’cilerin aksine Türkiye’de kapitalizm öncesi kalıntının feodalizm değil sivil/askerî bürokrasi olduğu görüşünü paylaşıyordu. ATÜT’çülere göre demokrasinin de sanayileşmenin de önündeki en büyük engel sivil/askerî bürokrasiydi. Ne kadar ilerici görünürse görünsün, gerçekleşecek her darbe sivil/askerî bürokrasiyi güçlendirecek, demokrasinin ve sol hareketin evrimini baltalayacaktı.
Görüldüğü gibi, Jön Türk aydınında belirginleşen “halkı dönüştürme, onu eğitme, dinden, gericilikten kurtarma” çabası zamanla hiç de uyum sorunu yaşamadan darbeciliğe varabiliyor. Sol jargonu kullanan ama bal gibi İttihatçı aydını olan söz konusu çevreler 1960’larda orduyla gerdeğe girerek nur topu gibi bir devrim doğurtacaklarını sanıyordu. Fakat yanıldılar.
Ve yanılgılarının bedelini bugün “demokrasi şehidi” gibi anılan, sapına kadar dürüst, sapına kadar yiğit ama sapına kadar da yanlış üç gence ve daha nicelerine ödettiler. Gençleri sokağa döken bu grup yargılandıktan sonra cezaya dahi çarptırılmadı. Çünkü olay büyürse işin ucu daha yukarılara dokunacaktı. Türk ordusu “darbecilikle yani kendisiyle yüzleşmeye” hazır değildi. Bu yüzden, karşı cuntaya mensup da olsa, hiçbir darbeci cezalandırılmamalıydı.
Türk sosyalizmi Kemalizm’le gerdeğe girdi. Halvet gerçekleşti gerçekleşmesine de, doğan çocuk sakat doğdu. Devrim ol(a)madı. Türk sosyalizmi Kemalizm’le yani İttihatçılıkla girdiği gayrımeşru ilişkiden, bugün dahi kurtulamadığı “darbecilik” virüsünü kaptı.
Muhafazakâr mahallede şu sıralar sesi daha olgun ve gür çıkmaya başlayan Dücane Cündioğlu’nun unutulmaz tespitiyle bitirelim: “Bu ülkede bu ülkenin vicdanıyla ve inançlarıyla barışık bir sol istemediler. Çünkü böyle bir sol kalıcı olacaktı…”
 
* Sözü geçen oyun, Levent Kırca’nın “Üç Baba Hasan” oyunuydu.
0 notes
dpfagency · 4 years ago
Text
POXY ürünleri kullanıp memnuniyetini paylaşan müşterimize sonsuz teşekkürler.. Ü...
POXY ürünleri kullanıp memnuniyetini paylaşan müşterimize sonsuz teşekkürler.. Ü…
[ad_1]
POXY ürünleri kullanıp memnuniyetini paylaşan müşterimize sonsuz teşekkürler.. ✔Ürünlerimiz %💯 🇹🇷 Türk malı olup memnuniyet garantilidir. ✔ Üstelik beğenmezseniz paranız iade ! ✔Türkiye geneli sipariş alınır. ✔Aynı gün kargoya verilir. ✔ 3 iş günün de teslim edilir. Ayrıca ücretsiz üye olarak ihtiyacınız olan ürünleri indirimli alabilirsiniz 👉Detaylı bilgi ve siparişleriniz için 👉Mesaj…
View On WordPress
0 notes
haber-zeynart · 4 years ago
Text
Türk İş İnsanından Elektrikli Hiper Otomobil Projesi
Tumblr media Tumblr media
Elektrik motorlu araçlar artık hayatımızın bir gerçeği ve her geçen gün biraz daha popüler hale geliyorlar. Hatta ülkemizin ilk yerli otomobili de tamamen elektrikli olacak. Ancak görünüşe göre Türkiye sadece TOGG ile değil, başka bir elektrik motorlu araç ile de anılacak Hatta bu araç, bir hiper otomobil olacak ve "Elektron One" olarak isimlendirilecek. Armağan Arabul isimli iş insanı, medyaya uzak bir isim olsa da sektörün yakından tanıdığı bir isim. Türk-İtalyan Formula E takımının kurulmasına öncülük eden Arabul, şimdi ise yeni bir proje ile karşımızda. Elektron One, tamamlanırsa böyle görünecek
Tumblr media
Elektron One'ın bir hiper otomobil olacağını söylemiştik. Aracın tasarımı, segmentindeki diğer otomobillerin gerisinde kalmıyor. Üstelik yukarıda fotoğrafını görmekte olduğunuz bu süper aracın önümüzdeki yıl düzenlenmesi planlanan 2021 Cenevre Otomobil Fuarı'nda otomobil tutkunlarıyla buluşturulması planlanıyor. Proje şu sıralar prototip geliştirme aşamasında.
Tumblr media
Edinilen bilgilere göre Elektron One, tam 1.360 beygir gücünde olacak ve bu yüksek güç, dört tekere eşit aktarılacak. Ayrıca aracın elektrik motoru ve bataryası için sektörün önemli isimlerinden bir tanesi olan Imecar ile iş birliği yapılacak. Zaten bu hiper aracın gelişim aşamasında da Imecar ile ortaklık kurulmuş durumda.
Tumblr media
Konuyla ilgili açıklamalarda bulunan bulunan Arabul, Elektron One'ın benzersiz bir hiper otomobil olacağını söylüyor. Proje kapsamında sıklıkla Türk Malı parçaların tercih edileceğini söyleyen Arabul, bu sayede Türkiye ekonomisine de katkı sağlayacaklarını ifade ediyor. Araçlarının fiyatı ile ilgili de açıklamalarda bulunan Arabul, Elektron One'ın vergisiz halinin 330 ila 350 bin euro arasında olacağını belirtiyor.
Tumblr media
Elektron One, pistlere özel bir hiper araç olacak Arabul'un açıklamalarına göre günlük kullanıcılar olarak bizler, bu aracı yollarda göremeyeceğiz. Çünkü Arabul, Elektron One'ın pistlere özel bir araç olacağını ifade ediyor. Bu bağlamda 4 kapılı bir model düşünmediğini ifade eden Arabul, dört kapılı bir araç hayali olması durumunda bu aracı kardeş bir şirket altında üretebileceklerini sözlerine ekliyor. Read the full article
0 notes
starkistan · 8 years ago
Text
Klişeden ölen var!
Ben-hiç-yerli-dizi-izlemem insanı değilim. Bu zamana kadar ekranlarda çok güzel, yerli malı diyebileceğimiz yapımlar gördük. Benim yaşım ancak bunlara yettiğinden söylüyorum: Yedi Numara’da arkadaşlığı öğrendik, Haydar anadolu insanının en saf duygularını Armağan’a olan aşkıyla harmanladı ve hepimiz büyülendik. Hatırla Sevgili izledik mesela. Necdet platonik olmanın kitabını bütün naifliği ile yazdı. Yasemin onu öptüğünde, Necdet sakince çık odadan dedi çünkü Yasemin Ahmet’i seviyordu. Bunu bile bile üstelik Yasemin’e deli gibi aşık olmasına rağmen Yasemin’den yararlanmadı. Başka bir diziye bakalım bi’ de, Elveda Rumeli olsun bu da. Alex ile Zarife bütün imkansızlıklara karşı el eleydiler. Onların zorluklarla dolu ilişkilerini izlerken yine onların güzelliğini, saflığını sevdik.
Bu diziler de yerli dizi, şu an izlediklerimiz de. Fakat arada korkunç bir fark var: Piyasa neyi talep ederse ya da önceden etmişse onu izleyicinin önüne sanki bizler salakmışız gibi sunmak yerli dizilerin şu anki mentalitesi. Yaprak Dökümü’nde iki kız kardeşin aynı adama aşık olması tutmuştu diyerek bu mide bulandırıcı klişeyi her diziye adapte etmek mesela aklıma gelen ilk bayağılık. Senaryoya bir anda giren üçüncü karakterin çiftlerin arasına girmesi keza öyle. Ya da yasak aşk... Neden olmasın, sonuçta Bihter- Behlül çok sevildi, öyle değil mi? Töre dizileri mesela. Şehirli Sıla ile ağa olmak istemeyen ama ağacılık oynayan Boran’dan sonra dizilere yeni bir soluk gelmedi mi(!)
Senaristlere diyorum bunu: Her şeyin bir dönemi vardır. Ha, yok illa ben klişelerle donatacağım diyorsan diziyi, o zaman da her şeyin bir dozu vardır derler adama.
“Beğenmiyorsan izleme” diyenler olacaktır. Haklı oldukları yanlar var ama yeni yeteneklerin parlamaya başladığı dizileri sen izlemezsen, ben izlemezsem ne olacak? Dizi yayından kaldırılacak ve yetenekten&eğitimden yoksun oyunculuk anlayışı devam edecek. Daha fazla sıfır beden kadın oyuncu göreceğiz, daha fazla adonisli erkekler ekranda her daim üstsüz gezecek. Olan, dişini tırnağına takarak konservatuardan mezun olanlara ya da estetik anlayışına uymadıkları için yeteneklerini kullanamayan nice insana olacak.
Şimdi gelelim esas meseleye yani Vatanım Sensin’e.
Diziyi başından beri takip eden tayfadan değilim. Annem izliyordu, ondan biraz duymuştum, bi’ de malum “Yolun açık olsun paşam!” sahnesini biliyordum. Poyraz Karayel bitince bir Türk dizisi eksikliği çektiğim için başladım diziye. Uzun bir süre de bütün karakterlere nötrdüm. Benim için oyunculuklar ön plandaydı, beğendiğim karakterden çok beğendiğim oyuncu vardı yani.
Ne olduysa youtube’da izlediğim bir HiLeon videosu ile oldu. Arka fondaki şarkı ve sözleri o kadar uyuyordu ki bu ikiliye... Onların aşkına aşık olmamak imkansızdı. Sonra biraz daha dikkatli izleyeyim dedim onların sahnelerini ve anladım ki Boran Kuzum’u ve Miray Daner’i beğenme sebebim çok iyi oyuncular&yeni yetenekler olmalarının yanı sıra ekranın dışına taşan kimyalarıymış. Bu kimya, uzun zamandır ekranlarda göremediğimiz naif aşkı da bize aktardığı için HiLeon benim için dizinin temel taşı oldu sonrasında.
Sanata düşkün ama yanlış zamanda yanlış tarafta olan bir Leon gördük biz. Asker kimliğini sorguladı hep. Kendi arkadaşlarının vurulma emrini vermek zorunda kaldı ve bu onu yıktı. Kendi iç dünyasında savaşın vahşeti üzerine sıkça düşündü. Eline kalem aldı ve yazdı sayfalarca. Kitaplar okudu, alıntılar yaptı. Bunca zamandır ekranlarda göremediğimiz entellektüel ve naif erkek karakteri çok iyi yansıttı. Üstüne bi’ de aşık olunca yandı buralar :D
Hilal ise sert, kararlı Türk kızı imajını çok güzel yansıttı. Vatan sadece erkeklerin vatanı değildi, kadınların da vatanıydı ve bunu kalemi ile yansıttı. Evet, belki kullandığı takma isim bir erkek ismi ama bunca tehlikeye karşı düşüncelerini söylemekten çekinmedi. Diğer Türk dizilerindeki gibi erkek karşısında süklüm püklüm olmadığı için, dimdik durduğu için sevdik.
Bu iki efsane karakterin birbirlerine olan aşkı aradığımız kan değil miydi? Etrafta sürekli “ben seni üzerim” erkeği ile onun gizemli oluşuna hasta olan “ben üzülürüm ikimizin yerine” kızı hikayeleri var. Ben demiyorum ki bu hikayeler olmasın. Pekala olabilir ama karakterlerin temeli olmayınca, klişeler ile senaryo heba edilince böyle dalga malzemesi oluyorlar. İnsanlar bir-iki defa şans veriyor bunlara sonra başka şeyler arıyorlar. Bizim böyle kısır bir piyasada aradığımız eski dizilerdeki temelli aşklar. Bunun bize sunulduğu sandık Vatanım Sensin’de. Dedik ki Leon başka seviyor be! Hilal elbet zincirlerini kıracak ve sonra ikisi amansız bir mücadelede birbirlerine sığınacaklar diye düşündük. Ne oldu peki?
Allah aşkına ben dün neler izledim?
HiLeon katliama uğradı gözümün önünde. Yeni neslin Alex ile Zarifesi geliyor derken yüzüme öyle bir tokat yedim ki! Şu anki senaryodan çıksa çıksa bir Necla-Leyla-Oğuz çıkar. Biz zaten entrikadan, yalanlardan, bitmek tükenmek bilmeyen aşk çıkmazlarından bıktık. Neden böyle bir şey yapılıyor? Neden fragmanlara, özetlere HiLeon koyarken dizide Yıldız’ın “Leon kocişim olacak oleeeey!” nidalarını izliyoruz? Reyting kasmak için sosyal medyada bu kadar reklam yapıp izleyici ile dalga geçmek nedir? Madem derdiniz reyting, verin izleyiciye istediğini, siz de rahatlayın biz de.
Benim derdim, yanlış anlaşılmasın, HiLeon’un şu an için olmaması değil. Benim derdim daha birbirlerine aşklarını itiraf edememiş ve imkansız denebilecek bir aşk yaşama potansiyeline sahip bu çiftin arasına klişelerin sokulması. Bunu yaparken de herkesin izleyici ile dalga geçmesi...
Senaristlerden N*ran hanımın (Artık ismi bende küfür etkisi yarattığı için böyle sansürlüyorum) önceki çalışmalarından biri Elveda Rumeli. Bu dizide Alex ile Zarife vardı üstte yazdığım gibi. Benim kafam almıyor, lütfen yardım edin. O çifti güzelce kotoran kalem, HiLeon’u nasıl basit töre dizisinindeki esas çiftmişcesine harcadı? Aynı hanımın diğer bir çalışması Şeref Meselesi. Ben bu diziyi -yalan yok- Kerem Bürsin var diye 3-4 bölüm izledim. Sonrasını midem kaldırmadı. Aynı hazımsızlık problemini maalesef şu an Vatanım Sensin için yaşıyorum.
Geçen bölümde Hilal’ın Leon’u vurmasını kaldıramamıştım. O vurulmadan sonra HiLeon’u bitirdiler de demiştim ve eklemiştim: Hilal öyle laflar etmeli ki Leon o eli uzatmalı. Özette de Hilal duygularını itiraf eder yazınca bir heyecanlanma yaşadım lakin “Özür dilerim” dışında bir laf duyduk mu? “Ölüme de aşka da razı olmasını” maalesef içinden söyledi. Eeeee o zaman ne anlamı var? Şimdi hakkını yemeyeyim Hilal duygularını itiraf etti, sonuçta çok PİŞMAN ve özür diliyor. Leoncuğum da zalımın kızı edasıyla tatlı tatlı affediyor. Pardon da yavaş gel derler adama. Boru değil canım bu, Hilal Leon’u çekip vurdu ve bir kuru özür ile kurtuldu. (Vurma sahnesi için tartışmaya girmiyorum. Kuru özür kelimesine takılırsanız da şunu belirteyim: Sadece özür dilerim dedi, yoksa ağlamasına laf ettiğim yok)
Peki ya mektup fiyaskosuna ne demeli? Mavi ile yeşili ayırt edemeyen Veronika?! Oğluşum seni evlendireceğim sen merak etme demeler?! Yıldız’ın açık açık reddedilmesine rağmen Leon benimle evlenecek hareketleri?! Leon’un olayı anlamasına müsade etmeden odadan defolmalar?! ABİİİİİİİİİ KLİŞEDEN ÖLEN VAR.
Nefret kusmamak için kendimi zor tutuyorum ama sanırım çok başarılı olamadım bunda. Hala eksik kalan kısımlar var ama çok uzun oldu diye burada kesiyorum. Zaten diziyi izlerken ve bölüm bittikten sonra da saatlerce salak yerine konmamızı tartıştık insanlarla. Beni bilen nasıl delirdiğimi biliyor bu bölümden sonra. Valla tamamını okuyan olursa helal olsun derim :D
Bu kadar uzun bir şeyi okumak istemediyseniz kısaca özet geçeyim:
HiLeon’um, gözümün nuru öldürüldü. Cenaze cuma namazını takiben son yolculuğuna uğurlanacak.
44 notes · View notes
mehmetkali · 8 years ago
Text
Türk gıda ihracatçıları 36 firma ile Foodex’e çıkarma yaptı http://ift.tt/2nvq3zo
Türk gıda ihracatçıları Japonya’dan ticari bağlantılarla döndü
Türk gıda ihracatçıları, Japonya’ya ihracatlarını arttırmak için 7-10 Mart 2017 tarihlerinde Japonya’nın Chiba kentinde düzenlenen Foodex Japan 2017– 42. Uluslararası Gıda ve İçecek Fuarı’na 36 katılımcı(31 firma, 3 Tanıtım Grubu, 2 UR-GE) ile çıkarma yaptı. Fuarın Türkiye Milli Katılım Organizasyonu’nu Ege İhracatçı Birlikleri üstlendi.
Gıda tüketiminin büyük bölümünü ithalatla karşılayan ve yıllık gıda ithalatı 80 milyar dolara ulaşan Japonya’ya Türkiye’nin gıda ürünleri ihracatının artması amacıyla Uzakdoğu’nun en büyük gıda fuarı Foodex Japan Uluslararası Gıda Fuarı’na 20. Kez Türkiye Milli Katılım Organizasyonu gerçekleştirdiklerini belirten Ege İhracatçı Birlikleri Koordinatör Başkan Yardımcısı Nurettin Tarakçıoğlu, Türk gıda ihracatçıları açısından başarılı ve verimli bir fuarı geride bıraktıklarını, iki ülke arasındaki dostluğa bağlı olarak Japonya’da Türklere ve Türk ürünlerine ilginin her geçen gün artmasından mutlu olduklarını kaydetti.
Japonya’ya gıda ihracatımız 160 milyon dolara ulaştı
Türkiye’nin 2016 yılı ihracatında genelde cüzi bir düşüş yaşandığına işaret eden Tarakçıoğlu, “2016 yılında Japonya’ya olan ihracatımız ise 325 milyon dolardan 350 milyon dolara yükseldi. Türkiye’nin Japonya’ya yaptığı gıda ihracatı ise yüzde 8’lik artışla 148,5 milyon dolardan 160 milyon dolara çıktı” diye konuştu.
“Japonya, 130 milyon nüfuslu, besinsel değeri yüksek, kaliteli gıda ürünleri tüketim alışkanlığına sahip bir ülke. Türk gıda sektörü için hedef pazarlardan bir tanesi. Foodex Japan Fuarı, Türk gıda ihracatçılarının hedefine ulaşmasında çok önemli” şeklinde konuşan Tarakçıoğlu, şöyle devam etti: “Üstelik organik ürün potansiyelimiz ve Japon halkının alım gücü dikkate alındığında Japonya önemli bir Pazar. Japonya’ya gıda ürünleri ihracatımızın artışında Ege İhracatçı Birlikleri olarak yaptığımız organizasyonların payı büyük. EİB’nin Japonya gıda ihracatı 2016 yılında yüzde 10’luk bir artışla 53 Milyon dolara çıktı. Türkiye’nin Japonya’ya gerçekleştirdiği gıda ürünleri ihracatının yüzde 35’ini Egeli ihracatçılar gerçekleştirdi.”
Ege İhracatçı Birlikleri’nin 2016 yılında dört yıl sürecek Türk Ürünlerinin Yurtdışında Markalaşması, Türk Malı İmajınınn Yerleştirilmesi hakkındaki Tebliğ kapsamında devlet tarafından da desteklenen Turquality projesini hayata geçirdikleri bilgisini veren EİB Koordinatör Başkan Yardımcısı Tarakçıoğlu, Foodex Japan 2017 Fuarı ile eş zamanlı olarak, Turquality Projesi’nin ikinci yılı kapsamında, Japon kamu temsilcileri, ithalatçı firmalar, basın mensupları, blogerlar ve fuar katılımcısı firma yetkililerinin, katılımıyla 8 Mart 2017 Çarşamba günü saat 19:00 – 21:00 saatleri arasında Türkiye Cumhuriyeti Tokyo Büyükelçiliği rezidansında bir resepsiyon düzenlediklerini anlattı.
Japon Şef Okuda ve Türk Şef Önen ziyaretçileri lezzet yolculuğuna çıkardı
Yaklaşık 220 kişinin katıldığı resepsiyon da, ünlü Japon şef Masayuki OKUDA ve Ünlü Türk Şef İbrahim Önen, Türk gıda ürünlerinden Japon damak tadına uygun hazırladıkları menülerle Japon konukları lezzet yolculuğuna çıkardı.
Uzak Doğu’nun en büyük gıda fuarı olan FOODEX Japan Fuarı’na bu yıl, 79 ülke ve bölgeden yaklaşık 3.250 firma katıldı. Fuarda Türkiye 720 metrekarelik stant ile yer alırken, Türkiye’den EIB milli katılımi ile 36, bireysel olarak 6 firma ve Tanıtım Grubu olmak üzere toplam 42 firma iştirak etti. Dört gün boyunca süren fuarı 76 binin uzerinde kişi ziyaret etti.
Foodex Japan Fuarı’nda 720 metrekarelik Türkiye standında aralarında Makarna Bulgur Bakliyat ve Bitkisel Yağlar Tanıtım Grubu, Şekerli Mamuller Tanıtım Grubu ve Zeytin Zeytinyağı Tanıtım Grubu’nunda yer aldığı 36 Türk firma/kuruluşu fuara iştirak etti, zeytinyağı, makarna, bulgur, bakliyat, kuru meyve, dondurulmuş meyve ve sebze, şekerli mamuller, meyve suyu, çerez, balık, helva, reçel, lokum gibi ürünleri sergiledi.
Ege Hububat Bakliyat Yağlı Tohumlar ve Mamulleri İhracatçıları Birliği Başkanı Moiz Hemsi, Japonya’nın doğal ürünlere ilgisinden bahsederek Türklerle Japonların dostluğunun çok geçmiş yıllara dayandığını, Türklere karşı müthiş sevgileri olduğunu, kültürel bağlarla ikili ilişkilerin daha da artacağının beklendiğini dile getirdi.
Ege Kuru Meyve ve Mamulleri İhracatçıları Birliği Başkanı Birol Celep ise, kuru meyve sektörü açısından en önemli pazarlardan birisi olan Japonya’da daha da iyi bir yer edinmek adına çalıştıklarına, bu ülkede sıkı denetim yapıldığını, ihracatçılarımızın hassasiyet göstermeleri gereken bir pazar olduğunu vurguladı.
Trend alanında tadım yaptırıldı
Bu sene Türkiye standı yanında 42 m2 lik bir trend alanı kurduklarını ifade eden Celep, “Bu alanda bir Japon aşçı tarafından Türk gıda ürünleri ile Japon damak tadına uygun yeni menülerle pişirim ve tadım aktivitesi yaptık. Japon aşçıya Türk aşçılarımız eşlik etti. Japon sunucu tarafından ürünler ve tarifler ile ilgili mikrofon ile sunum yapıldı. Kuru meyve, zeytinyağı, şekerli mamuller, makarna, bulgur, un, baharat vb. gıda ürünlerimizin yer aldığı tarifler ziyaretçilere ikram edildi. Ayrıca ünlü Japon şef Masayuki OKUDA’nın 9 Martta da Türk gıda ürünleri ile hazırlanan Japon damak tadına uygun tariflerin olduğu bir yemek kitabı imza töreni düzenlendi” diyerek sözlerini tamamladı.
Türkiye standını, Tokyo Büyükelçimiz Ahmet Bülent Meriç, Ekonomi Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Tarık Sönmez, Ticaret Müşavirimiz Süleyman Mete Özbalaban ziyaret ederek katılımcı firmalarımıza pazar hakkında bilgi verdi.
Ayrıca Ege İhracatçı Birlikleri Yönetim Kurulu Başkanlarımızdan oluşan heyet, Japon Perakendeciler Birliği ve Yeni Süpermarket Birliği ile çeşitli ziyaretler gerçekleştirerek işbirlikleri hakkında görüşmelerde bulundu.
from Aeroportist I Güncel Havacılık Haberleri http://ift.tt/2nvJXtS via IFTTT
0 notes
yenicagkibris · 5 years ago
Text
Kıbrıs Doğu Fırat bilmecesinden nameler – Özkan Yıkıcı
https://wp.me/pXsHy-KzQ “ilgisizlik, bilgisizlik ve yalanlarla” örülü kurgulanan denklemle bu yazımın konusu haline getirdim. Uçuşan ilgili kurallar ve insanların politik tutsaklaşma cenderesinde nasıl algılarla uçuştuklarını ufak ama önemli ters bulgularla aktarmaya çalışacam. Konunun seçilme nedeni, onca yanlış denilen olguların, politikleşip kültürleştiği zaman, nasıl normal davranışa sokulduğunun da örneklemine tanık olacaksınız.*** Konuya sabahleyin Türkiyenin başta Yeni Şafak gazetesi haberiyle başlayalım: K. Kıbrısta önemli “tarihci akademisyen” simgeli Ata Atun efendi, öylesine bir laflar sıraladı ki demeğin gitsin. Artık Maraş veya Karpaz değil, ingilterenin üstelri de “vakıf malı oluşunu” ilan ediverdi. Doğrusu benim önemli tehlike diye işaratlediğim boyuta yavaş yavaş geliniyor. Eski fetihcilik ve ortaçağ anlayışı Tüm atatürkcü gerçeklere ve uluslararasaı gelişmelere rağmen, son dönemde Türkiyede rejim değişim adımlarıyla KIbrısı da kucakladı. Nede olsa, “et ve tırnak, veya orada ne varsa burada da oalcak” düşüncesi artık oluşturulan girişteki koşullar sonucu gayet güzel kurgularla idolojikleşti. Boşuna Maraş konusu yayılırken, bunun güncel değil eski Yeni Osmanlı siyasal ayağın hamlesi olduğunu uyarmadıydım! Şimdi, adına Profesörlüğü de katarak, dilediğini resmi görüşle bağdaştırıp atan Ata Atun gibiler Fikret Başkayanın geçenmlerde yazdığı Yeni Yaşamdaki uzmanlık tanımlamasına “şap” diye uydu. Düşündürücü olan, onca tarihsel dönüşüm, takasta dahi vakıf malı verenler, sıkılmadan vakıf mülklerinin dokunulmaz olup asırların dondurucusu olarak söylemeleri ve neyazık sırf idolojik ve fetihcilik nedeniyle buna inanan önemli kitlelerin olmasıdır.! Yarın Kıbrısta kazara bir ufak uygulama da olunca, Osmanlının fetihci tüm toprakları talep etme hukukuyla da saldırganlık epey artacaktır. Kimse, ayni anlayışın Hristiyan kiliselerinin mallarının Anadoludaki durumunun da olacağını düşünmek dahi tehlikeli olacağını aklına getirmiyor!**** Başka bir rezaleti daha yazacam: Özellikle  ünüversite Hukuk hocam Ercan Eyuboğlunun başına gelen de ibretlik. Üstelik, Ercan hoca 12 Eylül darbesinde Hacetepe ünüversitesinde ilk göz altına alınan akademisyenlerdendi. İşte bu görüşleriyle de duruşuyla birlikte bilinen bu akademisyen, geçenlerde yandaş ünüversite baskısıyla yayınlanan ve Anayasanın barış akademisyenleriyle alakalı kararındaki tepki veren “yandaş listesinde” Ercan hocaynın da adı bulunduğunu bana eski bir dost yazdı. Ben de hemen ona: “Olamaz” yanıtını çaktım. Nitekim, Aydın ünüversitesinde akademisyen olan Ercan Eyupoğlunun açıklaması da aynen böyle oldu. Daha sonra ortaya çıkan, Anayasa kararına karşı çıkan hocaların listesi karşı çıkma anlayış rezaleti yanında, başka rezaletle de oldukça düşündürücü koşulu da serdi. Ercan Hoca gibi birçok öğretim üyesi imza vermedikleri halde onların adı konulurken, bazı hocaların da adı iki defa konuldu. Üstelik, ünüversite rektörlerin talimatı ve onlara belgeyi gönderip yanıtları almadan isimleri de konuldu. Ercan Hocanın tepkisi de tam da düşündüğüm şekilde sert oldu. Üstelik, buna inananları da bir güzel tertipleyen cümle kulandı: “Yuh” çekmesi dahi yeterli. Çünkü, bunu da hatırlatayım: Betretin Cömerten sonra Hacettepe ünüversitede öldürtülecek ilerici akademisyenlerden birisi de Ercan Eyupoğlu olacaktı. Böylesi kirli, yalan ve idolojik kulanım günlerden geçiyoruz. Tek teselim; benim bildiğim ve yaklaşık 39 yıldır görüşmediğim Ercan hoca konusunda yanılmamamdır.***** Madem tarihle günümüz karşımlı ve Kıbrıs penceresinden yaklaşıyoruz, şu yakın tarihi gün olayına da ışık tutalım. Biliyorsunuz 1  Ağustos K. Kıbrısta resmi tatil. Ayrıca, Direniş toplumsal bayram olarak da simgeleştirildi. Oysa, ufak bir araştırma yapanlar örneğin 1  Ağustos 1958 yılında kuruluşu kulanılan TMT, aslında bunun ilgili tarihte kurulmadığı bilgisine ulaşacaktır. Üstelik, bunu özellikle eskiyi anımsayan, araştıran ve yaşayanlar da net olarak ifade ediyorlar. Fakat, resmi tarihe böyle konuldu. Üstelik, net olarak bu tarihin olmadığını teşkilatın Denktaşı ve Nalbatoğlu veya Arif hoca dahi söyledi. Fakat, değişmedi. Sadece, Özal harp dayresinin Kıbrıs çalışanı olanlar yazdıkları kitaplarda bu tarihi belirtiler. Elbet, K. Kıbrıs resmi tarihi de onca gerçekliğe karşın 1  Ağustosu resmi bayram ve tarihi gün oalrak koydu. Bunun asıl anlamı şu: Herkes daha doğrusu araştıranlar TMT kuruluşunun 57 yılında ve Kasım ayında olduğunu bulur. Fakat, değişen nifus ile geçmişle bilgisiz olma gerçeği, resmi idolojik damıtmayla bu tarih 1  Ağustosa dek uzatıldı. Çünkü, yine araştıranlar şunu yakalar: özellikle 58 yılına girilirken, Kıbrısta Rum ve Türk teşkilatları iç temizliğe de başladılar. Muhalifler ve sosyalistler vuruldu. Rum rumu ve Türk türkü tertipledi. Özellikle TMT Kemalistleri “Fazıl Önder gibi gazeteci” sendikacı solcuları ��1  Mayıs sonrası katledilen veya kovdurtulan sendikacılar” örnekleri gibi önemli siyasal temizlikler yaptılar. 1  Ağustos 58 tarihi, TMT kuruluşu değil de Özel Harp dayresi eksenli kesimlerin teşkilatı ele geçirme tarihi olarak kulanıyorlar. Nitekim, Denktaş Buruşkan kliği de teşkilat hakimiyetini kurdular. Ayni şekilde Eyokada da bulunan bazı solcu kişileri, ingiltereye ihbar ederek katledildikleri veya Akelcilarin vurulduğu süreç te yaşandı. Sonuçta, bölgeye gelen ABD bir anlamda CİA ingiltereden de yapısal devir süreci olarak bu dönemde konuşturulmayan önemli dönüşümdür. İngiltere teşvikli kurulan yapılar 58 yılında iç temizlik ve solu tasfiye yanında ABD hegemonyasına girme dönüşümü de yaşandı. Nitekim, Özel Harp dayresi çalışanı olup Kıbrısta TMT yapısında rol alan İsmail Kansunun kitabını araştırarak ve sorgulayarak okursanız, birçok konuyla alakalı bilgiye de ulaşırsınız. Hele de teşkilatı Türkiyenin kurma tesbiti aslında Özel Harrp gerçeği ile ele geçilmenin de itirafı gibidir. Tüm bu gerçeklikler ise bir gerçeği değiştirmiyor: 1  ğustos tarihi TMT kuruluş yıl dönümü olarak yanlış olsa da resmi tarihe kazdırtıldı! Tıpkı ayni şekilde Mağusa fethi gibi! Bilmem, asırlar öncesi bir toprağı fet ederek ve bunu günümüzde hem de direniş günü olarak kutlayan kaç ülke var? Bu sorgu dahi Mağusanın da ele geçirme fetihciliğin asırlar sonra kutlanma günü olarak konulmasının da nedenini yine idolojik yönle açıklamak gerekir. Ama, bunu kabulenecek ve bundan kahramanlık masalı yaratacak, tarih kurgulayacak hem de “tarihciler” oldukça, böylesi saçmalıklar veya yanlışlar, resmi tabu olarak yerleşip sorgulanmaz. Bunun da adı bağımsız ve egemenlik değil Kıbrıstaki Osmanlılaşma veya güncel Türkiyeleşme yeni sömürge idolojik olgularından birkaçı olarak yaşatılacaktır. Yarın, resmi tarih gerçeklerle sorgulanınca ise banbaşka sözler de edilecektir.******* Kıbrıstan Doğu Fırata, Suriyenin önemli dünyyasalaşan tartışma alanına rotayı çevirelim. Duvar Gazetesinde Hafta sonu 4  yazıyla Fehim Taştekin oradaki izleminmlerini ve yaşadıkalrını özetledi. Ayni anda, özellikle Türkiye anakım medya kadar öteki Kemalist ekranlarda Suriyelilerle Suriyenin Doğu Fıratın fetedilme işdahlarını seslendiriyorlardı. Doğu Fıratın Teröristlerle dolu olduğunu, Türkiye için çok önemli güvenlik sorunu yaratığı lafları en üst telden çalınıyordu. Oysa Fehim yaptığı ziyaretlerle orada olanları hem de değişik çevrelerin diliyle anlatıyordu. Üstelik, Doğu Fırata geçmek dönemindeki olanları da ders gibi yazdı. Öyle yazdı ki kiminin “Türk” dediği Çerkezlerin kendi dilindeki yaptıkları kursları dahi anlatı. Apluka ve işkal tehtitlerindeki Doğu Fıratın yaşantısında nasıl uğraşların olduğunu aktarıyordu. Ama, özellikle Türkiye devleti Amerikayla görüşmeler yapıp Doğu Fırata girme politik arayışın peşindeydi. Kafafda Kürt antiliği ve Suriyeden toprak alma işdahı gözleri iyice kapatmaya yetiyordu. Taştekin, kurulan yerel yönetimlerin çalışma şekli, özellikle kadın konusundaki çalışmaları, Aşiretlerle olan ilişkilerin, bir yanda resmi Suriye devletiyle gelecek hesabı öte yanda Türkiyenin her an müdahale tehtitleri adeta sıkışan Doğu Fıratın çilesini de haykırıyordu. Öylesine haykırıyordu ki bazı parçaların dahi gelmesine, teknolojik gelişme araçların alınmasına başta Barzani yönetimi engel koyuyor. Tıpkı Taştekinin ırak kürdistanından Doğu Fırata geçerken birbkaçkez başına gelenler gibi. Oysa, Kobanide Kürtler IŞİD karşı direndiler. Topraklarını vermediler. Rohova kantonları böylesine savaşla kuruldu. Mücadele ederek IŞİD yenilgielrini sağlayan Suriyeli yerel güçler olarak tarihe geçtiler. Fakat, ismi Kürt olması nedeniyle başta Türkiye hep karşı çıktı. Kantonların birleşmesine engenl olmak için Suriyeye Rusya ve ABD izniyle girip Elşebap gibi yerleri ele geçirdi. Sonra Rus onayı ile Afrin kantonunu ikşkal edip oradaki önemli sayıda Kürtün de içlere kaçmasına neden oldular. Şimdi, Doğu Fırata girmek için Türkiye ısrarlı. Peki gerçekten Doğu Fırat Türkiye için tehtit mi? Sanırım, Fehimin yazılarını okurken buna kolayca yanıt verme şansınız var. Aslında, K. Kıbrıs eğer denilen şekliyle ayakta durmak isterse, Doğu Fırat yaşanılanlardan da hem olumlu hem de olumsuz dersler alma şansı var. Özellikle Doğu Fıratdaki koperatifcilik başarısızlıkları burada yaşanmazdı. Tabi deneğimlerini kulanırlarsa. Doğu Fırat yönetimsel bazı önemli adımalr atarken, iktisadi boyutda ayni başarı yazılmadı. Deneğimsiz ve olanaksızlıklar bu sonucu oluşturdu. Fakat, Fehimin anlatıkları ile TC medyanın onca ayrışmaya karşın Doğu Fıratda ayni sesle işdahlanma ikileminde, çıkarılacak önemli dersler de vardır. Tabi işimize gelen veya güç zehirlenmesine uğramadıysak. Türkiyede tuhaf Kürt veya Suriye ikilemi yaşanıyor. K. Kıbrıs ise kaçakcı rantcıların Güneye göndererek ayni konumdan zenginleşen elitsel kesimin çıkarıyla yaşanıyor. Hem Suriyelilerden şikayetci, hem de yeni göçler için de Doğu Fırat işkali veya idlipteki Cihatcıların kalıcılaşma politikaları çıkmazında debeleniliyor. Acı olan, buna değişik bakış olsa da kitlesel kolay karşılık bulma durumudur.**** Kıbrıslılara önemli bir uyarıyla yazımı tamamlayım. Herkes Akdeniz gazından pay bekler, bunu çıkaracak olanların kendilerine paylaştıracağı rüyasında bulunurken, Mersindeki Akkuyu Nükler Santralinden pek iyi haberler gelmiyor. Baştan, deprem fay hat nedeniyle tehlike içerirken, Zemindeki çatlaklıklar denilirken, Deniz suyu sızma bilgileri sızarken, alınacak elektriğin en pahalı tarife gerçeği parıldarken, K. Kıbrısı hiç ırgalamıyor! Üstelik, bu santralın enerjisinden Buranın da düşündürüldüğü, pahalı alım gerçeği dahi birilerinin takıntı dilindeki “Türkiyeden elektrik gelme” müjdesini de silemiyor! İlgilendirmez, bildin de ne oldu sorgusu ile çıkar adına yalanı kolayca kabulenme kültürü, bizi bu yazının bilmecesinde kulanım dolgusuna getirdi.
0 notes
teleseyler · 7 years ago
Text
Tacizin kodları: Tatlı atarlar ve nazlı kızlar
Hollywood taciz skandallarıyla çalkalanırken o rüzgar bize hiç uğramadı. Halbuki bizim beyazperde ve ekran maceramızda tacizin, tecavüzün, suistimalin mitolojisi derin. Hem kamera önünde, hem kamera arkasında romantikleşen, kabul gören, 'aman bir rezalet çıkmasın' diye gizlenen olayların yansıması her gün prime time'da karşınızda
Tumblr media
Tam altı yıl önce, 'Günah Keçisi' diye bir film vizyona girdi. Başrolde Nuri Alço, 'Tecavüzcü Coşkun' Coşkun Göğen ve Şahin K. var. Filmin tanıtımı 'Üç tecavüzcü bir arada!', 'Efsane geri döndü!' diye yapıldı. Üç tecavüzcünün 'komik' maceralarını izleyeceğimiz 'yılın filmi' garantisiyle. Elbette Günah Keçisi sadece yılın değil, asrın en kötü filmlerinden biriydi. Ama binclerce kötü film arasında bu pek günah da sayılmaz. Asıl sorun 'tecavüzcülerin' efsanevi süper kahramanlar kılığında bir pazarlama unsuruna dönüşmesi ve bunun hiçkimsenin tuhafına gitmemesi. Acaba ne zaman Coşkun ya da Şahin K. 'denizin buz gibi sularından gelmekle' komedi yaratabilecek mitlere dönüştü? Neden bizim sinema tarihimizin ikonlarının büyük bölümü tecavüzcü? Geri kalanı da dayakçı? Şimdi İstanbullu Gelin'de, Emmy ödüllü Kara Sevda'da bile sevgililerine, karılarına tecavüz eden, her türlü tacizi mübah gören yakışıklı yakışıklı jönlerimiz, evrimini tamamlayamamış, arzuları yerin dibine kadar bastırılmış huzursuz atalarının torunu. Bizde tecavüz 'kol kırılır yen içinde kalır' bir vaka-i adiyedir. Hollywood Harvey Weinstein'in taciz/süistimal skandalından sonra 'me too' hikayeleriyle patlamaya devam ediyor. Louis CK, birkaç kadının karşısında istekleri dışında mastürbasyon yaptığı ortaya çıktığı için tüm işlerinden, sözleşmelerinden oldu. Kevin Spacey bitti. Bundan çok önce de Bill Cosby lügattan silinmişti. Bu adamların hepsi ya yanlış anlaşıldıklarını, ya çok pişman olduklarını söyleyen ve çoğunlukla da hayvanlıklarını kabul edip af dileyen basın açıklamaları yayınladılar. Elbette kimse de affettmedi. Hikayeler hikayeleri doğurdu. Kadınlar kadınlara cesaret verdi. Bizde sette taciz vakasının altında isimli cisimli bir tek Mehmet Ali Erbil çıktı. Öyle sıkıcı bir klişe ki, insanın üstünde durası bile gelmiyor. Erbil'in, Türk Malı setinde bir oyuncunun tacizlerine karşılık vermeyince diziden kovulmasını istediği iddia edildi. Diziden kadın oyuncu değil kendisi kovulunca da şok şok şok 'İftira atıyorlar' diye bir açıklama yaptı. Üzerine de kimse konuşmadı. Çünkü biz 'aman tadımız kaçmasın'cılığın piriyiz. 'Aman bir rezalet çıkmasın'lar, 'erkektir yapar'lar, olur böyle şeyler bizden sorulur. Özgecan Aslan'ın korkunç cinayetinin ardından birkaç ünlü kadın çıkıp tacize uğradığını  itiraf etmişti. Beren Saat'in şu satırlarıyla bizim de küçük çapta bir 'me too' dalgamız oldu: "Kıçımı hem de bir kanal gecesinde elleyen sarhoş bir kanal yöneticisiyle tartışmam, sevgilisi olmamayı gururuna yediremeyen partnerler, arkadaşımın evinde tuvalete zorla dalıp dudaklarıma yapışan bir oyuncuyu itişim..." Ama maalesef bizde Beren Saat'in dürüst sesi fazla yankı bulmadı. Hatta zamanında bu tür itirafları kendisi yapmış olan Deniz Akkaya “Bunları açıklamak ne kadar sağlıklı, kime ne yararı var?" diye eleştirmeyi tercih etti. Halbuki Binbir Gece dizisiyle 2006'da başlayan 'ahlaksız teklif' mavrasında Lerzan Mutlu ve İpek Tuzcuoğlu ile kendisine birlikte olmak için para teklif eden adamı ifşa etmişti.
Taciz değil motivasyon Tabii belleğimizin kalıplarını her geçen gün biraz daha saran örümcek ağlarının tutsaklığından kurtarmamız çok zor oluyor. Dolayısıyla ancak Nurgül Yeşilçay gibi kadınlar arada çıkıp Erkan Petekkaya gibilerin mobbing'ini, tacizini dillendirebiliyor. Petekkaya'nın da cevabı hatırlarsınız, 'O Beyonce mi taciz edeyim?!' olmuştu. Böyle başa böyle tarak. Tüm hikayemizi aslında Kadir İnanır'ın 17 yıl önce Buket Saygı'ya attığı 'motivasyon' mesajlarından okumak mümkün. Kadir baba asla taciz etmedi, motive etti, ona kadirizmi öğretmek istedi. Bu kadar basit. Taciz etmedi, onun da gönlü vardı. Taciz etmedi, nasıl olsa bir gün onun olacaktı. Taciz etmedi, kız naz yapıyordu. Bütün bir Türk dizisi antolojisini önümüze koyalım;  'taciz değil'cilik yapmayan yoktur. Tecavüzün Coşkun ve Nuri Alço gibi 'tecavüz starları' yaratacak raddede fetişe dönüştüğü Yeşilçam tarihimizi bir kenara bırakalım. Bugün izlediğimiz hemen hemen her dizide über romantik taciz vakalarına maruz kalıyoruz. Üstelik süistimal, artık kılıksız, görgüsüz, kültürsüz, it kopuktan değil, güç piramidinin en üstündeki adamlardan geliyor. Kara Sevda'nın efsanevi kötüsü Emir Kozcuoğlu, aşkına karşılık görmediği karısı Nihan'a sonunda saldırmaya karar veriyor. İstanbullu Gelin'de Fikret aynı şekilde, düğün sonrası hemen 'karı-koca olamadılar' diye birkaç hafta sonra kudurup yeni gelin İpek'e tecavüz ediyor. Kırgın Çiçekler'de yaklaşık 100 bölümde Kemal Eylül'ü en tiksinti verici şekillerde taciz ediyor. Anne'de Cengiz'in küçücük bir kız çocuğuna yaptığı gibi, kocalar karılarına, üvey babalar kızlarına, amcalar yeğenlerine sarkıyor. Hatta neredeyse tüm aşk ilişkileri 'nefretle' başlıyor. Nefret de, elbette kendisini sıkıştırıp duran adamdan kuırtulma dürtüsü. Cesur ve Sühan gibi sözde uygar, elit, high fashion çiftler bile 'Bir gün benim olacaksın'la pastoral aşklarına yelken açıyor. Aşk Laftan Anlamaz'ın Kerem'i İpek'i bezdirene kadar 'stalk' ediyor. 'Senin alın yazın benim!' arabeskliği bir romantik komedi tatlılığına dönüşüyor. İpek'in 'hayır'ları, 'tatlı atar' oluveriyor. Bu tatlı atarlar ve nazlı kızlar eninde sonunda tacizcilerinin kollarında bitiyorlar. Eğer çok 'erkek fatma'larsa bu maço adamların aşkıyla ideal kadına dönüşüyorlar. Daha önce başına buyrukluk, özgürlük, iş, kariyer, hatta eğlence gibi saçmasapan fikirleri varsa hemen bu yarımakıllılıktan kurtulup doğru yolu buluyorlar. Sıla kendine tecavüz eden Boran'a, Şehrazat para teklif eden Onur'a, İpek Kerem'e aşık oluyor. Hayat Devam Ediyor'da tecavüze uğrayan Zeliha'yı oyanayan Sera Tokdemir bile inanmış, şöyle diyor: "Deniz'in Zeliha'ya olan karşılıksız aşkı, küçük küçük ama artan bir hırsla büyüdükçe, Zeliha’nın yıllardır, sadece ve hep, âşık olduğu Berat’ı büyük bir aşkla sevmeye devam etmesi, Deniz’in bıçak gibi hırsının bilenmesine neden oluyordu. Bütün bunların sonucunda, sezon final sahnelerimizden biri olan tecavüz sahnesi çekildi.” Bütün hırboluklar aşkın aşırı derinliğinden, elde değil. Bıçak gibi bilediniz adamların hırsını ve kaçınılmaz olarak tecavüz! Genellikle bu saldırgan jönler olayın hemen ardından kadın karakterimiz tiksintiyle kendini duşta keselerken, hınçla duvar yumruklar, kırar döker ya da Boran gibi ayıya dönüşüp kendini ağaçlara sürtmeye filan başlar. Aşk, pişmanlık, yakışıklı çocukların gözyaşları hepimizin IQ'sunu bir anda 5'e düşürüp, "Ah yazık be" deyivermemize sebep olur.
Çare kamu spotu çekmek değil Zaten dizilerde habire kadınlara saldırılması azıcık bir tartışma konusu olduğunda, yapımcılar bunun 'Gerçek hayatta yaşanan acılara dikkat çekmek", "töre ya da kadına şiddet gerçeği gibi kanayan yaralara parmak basmak" gibi ulvi emellerle çektiklerini söylerler. Ne yazık ki, kanayan yaraları parmaklakmak için en berbat yolu seçiyorlar. Tacizin, tecavüzün, suistimalin skandal ölçülerde normalleşmesi, hatta romantikleşmesinin önüne geçmenin yolu bir zamanlar Yüksel Aytuğ'un önerdiği gibi uzman psikologlar veya pedagogların rehberliğinde hazırlanması, çocukların ruhsal ve fiziksel gelişimini olumsuz yönde etkilemeyecek çoluk çocuk ailece bir arada izlenebilir, "tıpkı Çocuklar Duymasın" gibi diziler çekmek değil. Onun adı kamu spotu ve Birol Güven yıllar içinde bunlardan epeyce yaptı. Diziler, filmler gerçek hayatı birebir yansıtmak zorunda değildir. Tecavüzcüsüne aşık olan bir kadının hikayesi çekilirken kadının 'uzmanlardan yardım aldığını', bir psikoloğa gittiğini filan hikayeye ekleyerek sosyal sorumluluk yükünden kurtulunmaz. Bunun bu kadar genel geçer, alelade bir mevzuya dönüşmesinde karakteri çevreleyen her unsurun etkisi var. Saldırganı romantikleştiren, hatta ikonikleştiren duygu inşası, suçu normalleştiren yan karakterler "Evlilikte olur böyle şeyler, fazla naz aşık usandırır, kuyruk salllamasaydın" diyenler. Seyirciyi tam da bu kampın yanına çeken olay örgüsünü kurgulamak ve başroldeki kadını çaresizleştirmek. Onu teslimiyete zorlamak. Yaşadığı travmayı değil, gerçeküstü bir aşkı 'nefretten doğan sevda' mitiyle yüceltmek. Ve hiçbir hayvanlığın asla cezasını bulmaması. Tüm bunlar, 'gerçek hayatta böyle hikayeler hep var' diye savunulmaz. O kurgu dünyalarda Kıvanç Tatlıtuğlar, Mehmet Akif Alakurtlar, Erkan Petekkayalar da yaptığı için gerçek hayatta meşruiyet buluyor çünkü. Rol modelleri sessiz kalmayı kutsadığı için genç kızların sesi kesiliyor. O yüzden bin yıldır 'başrole giden yol yapımcının yatağından geçer' diye keh keh konuşulan sektörde kimsenin gıkı çıkmıyor. Bu temcit pilavı böyle tatsızca dönüp durdukça hep kol kırılıp yen içinde kalıyor.
(Episode Dergi, Aralik 2017)
0 notes
dripesso-blog · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Teşekkür ederiz😊 @busenin_gezegeni #Dripesso #pratikfiltrekahve • • • Her insanın hayatında mutlaka olmazsa olmazları vardır. Ve beni tanıyan insanlar da bilirler ki benim olmazsa olmazlarımın başında kahve ilk sırada geliyor.☕☕ Kahve de ya Türk Kahvesi olmalı ya da Filtre kahve olmalı. Diğerlerini de severim ama onları içtiğimde sanki kahve değil de tatlı birşeyler yiyormuşum hissine kapılıyorum🙄🙄 Dışarıda bulunduğum zamanlarda ise ilk tercihim hemen filtre kahve oluyor👍🏻👌🏻Ama diyorsanız ki ben filtre kahveyi evimde keyifle içmek istiyorum ama yapmak için French Pressim ve filtre kahve makinem yok diyorsanız @dripesso tam size göre.😍👌🏻👌🏻 İkisine de ihtiyaç duymadan tek yapmanız gereken paketi açıp, filtreyi bardağınıza yerleştirmek ve sıcak suya dökmek. İşte bu kadar 👍🏻👍🏻👍🏻 Ve en çok ilgimi çeken nokta ise ilk kez Türkiye'de hazırlanmış Türk Malı olması.👏🏻👏🏻 Ayrıca firma öyle ilgili ki siparişinizi verdikten 2 gün sonra kargonuz gelmiş oluyor bile💃🏼💃🏼 Hem instagram adreslerinden hem de internet sitelerinden kolaylıkla ulaşabilirsiniz.❣❣ Üstelik fiyatları da oldukça uygun. Kahvenin yapım aşamasını ise video olarak bir sonraki postumda paylaşacağım ve yorumlarımı da sizlerle paylaşacağım😍 Bu güzel ilginiz için bir kez daha teşekkürler @dripesso 💕💕 Ve son olarak unutmayın ki ; Kahve kendiliğinden bir dildir 😉😉 #filtre #drip #dripcoffee #colombia #brazil #filtercoffee #türkkahvesi #coffeeshop #coffeetime #coffeecup #coffeelife #kahveblogu #sunum #follow4follows #followlikes #blogger #sunumönemlidir #coffeeart #like100 #like4likesback #izmirlibloggerlar #coffeelovers #mylove
0 notes
farmasiegitimkampim · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Farmasi ürünlerini kullanarak ve tavsiye ederek kendinizi ve cevrenizi korursunuz. Üstelik sadece marketinizi değiştirerek sağlıklı zararsız ürünleri %30, %40 indirimli olarak satın alabilir, bunun yanısıra Türk malı kullanarak ülke ekonomisine katkı sağlayabilirsiniz. tercih sizin sevdiklerinizin ve sizin sağlığı herşeye bedel iken daha fazla ödeyerek neden kimyasallarla zehirliyorsunuz? Ürünleri satın almak için www.farmasialsat.com adresini ziyaret edin. Üye olup indirimli almak isteyenler sitemize girip formu doldurun ve sürpriz hediyeler kazanın... #blog #blogger #farmasi #kozmetik#beauty #beautymakeup #beautyblogger #makeupbyme #makyajgalerisi #makyaj #makyajblogu #fashionmakeup #makeupworld #makeupfashion #bloggerturkey #like #followblogger #followforfollow #makeuplove #instagram #gencbloggerlar #turkbloggerlartakiplesiyor #instagood #instalike #turkeygirl #bloggerkesiftagi (Ankara, Turkey)
0 notes
aynur-dogan · 7 years ago
Text
Yerli malı kullanmak tutumlu olmak neden önemlidir? Türk Malını Kullanmanın Önemi Nedir
Tumblr media
Türk Malı Kullanalım, Yerli Malı kullanmanın önemi, Yerli malı kullanmak tutumlu olmak neden önemlidir? Türk Malını Kullanmanın Önemi Nedir, ÇOCUKLARA TUTUMLU OLMA ALIŞKANLIĞI KAZANDIRMA Tutumlu olmak, insanoğlunun parasını, malını, zamanını gerektiği şeklinde kullanmasıdır. Kesinlikle cimrilikle karıştırılmaması ihtiyaç duyulan bir mevzudur.Fakat, her nedense devletimizde yerli malının önemi ve tutumlu olmak bir tek 12-18 Aralık tarihleri arasındaki Tutum Yatırım ve Yerli Malları Haftasında hatırlanıyor. Bu fena durumda olmamızın en büyük sebebi bu aslına bakarsanız. Para da su gibidir, tutmazsan akar gider. Gençlikte taş taşı, yaşlılıkta ye aşı. Güvenme darlığa, düşersin darlığa. Tutumlu olmanın gerekliliğini özetleyen bu üç atasözünü temel alarak çocuklarımıza tutumlu olmanın bir tek kişisel para yada malla olamayacağını, bulundukları her yerin, okudukları okulun elektriğini, suyunu kendi malları şeklinde korumaları icap ettiğini öğretmeliyiz. Ders araçlarını, harçlıklarını, elbiselerini tutumlu kullanmayı, gereksiz lambayı söndürmeyi, boşa akan musluğu kapatmayı öğrenen, tutum yapmayı öğrenen çocuklarımız, bu alışkanlıklarını büyüyünce de devam ettirir. TÜRK MALI KULLANMANIN ÖNEMİ Yerli malların üretilmesi ve kullanılmasının temeli yurdun bağımsızlığının korunması için 1923 senesinde İzmir İktisat Kongresinde atılmıştı. İstanbul Ulusal Endüstri Birliğinin yerli mallar sergisinde Mustafa Kemal Mustafa Kemal Atatürk şunları söylemişti: ’’Türk yurdu, Türk iktisadı, Türk eliyle, Türk tarihiyle yükselir. Türkler, TÜRK MALI alınız, TÜRK MALI kulanınız; Türk parası Türk toprağında kalsın. ’’Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk o yıllarda TÜRK MALININ önemini vurgulamış. Sanki şimdiki tehlikeyi görmüş şeklinde. Bugün 5 kıtada 135 ülkeye mal satmakta olan, dış satımının %90’ını endüstri ürünlerinin oluşturduğu, dış satımın yarıdan fazlasını gelişmiş varlıklı ülkelere icra eden ve bu ülkelerin tüketicilerinin tereddütsüz mallarını almış olduğu ülkemiz, bugün maalesef birçok alanda yerli üretimin durma noktasına geldiği, deyim yerindeyse İTHAL ÜRÜN CEHENNEMİ’ne dönüşmüş bir ülkedir. Her köşesi aden olan, her karışından zenginlik fışkıran ülkemiz, yabancı malların işgali altındadır. Daha vahimi ise; Türk Milletinin bu işgale karşı olan duyarsızlığıdır. Türk işçisinin ürettiği; tekstilden televizyona, demirden buzdolabına, salçadan makarnaya kadar birçok ürün tüm dünyada satılıyor. Bizde TÜRK MALI tükettikçe firmalarımızın üretim kapasitesi artacak ve yeni elemanlara gereksinim duyulacaktır. Türk Milleti, kendi otomobilini, uçağını, silahını, gemisin, sütünü, meyvesini, kalemini, ceketini üretecek güçtedir ve üretiyor da. Fakat halkımız, birçok alanda aynı kalitede onlarca TÜRK MALI varken özentileri yüzünden kat kat fazla para vererek yabancı malı almaya devam ediyor. Tek suçlu doğal olarak ki millet değil. Yasalarımız yerli malını korumak adına fazlaca yetersiz. Öteki ülkelerin malları ülkemize rahatça girebilmekte, üstelik bizim onlara kısıtlamalarla(kota)girmemize karşın. Ülkemize rahatça giren yabancı malları, yaptıkları geniş kapsamlı reklamlar yardımıyla yerli rakiplerini yok ediyor. Türk çiftçisi, Türk işvereni, Türk üreticisi, Türkiye pazarında, kendi ürünlerinin yabancısıyla baş edemeyip kendi pazarında yok oluyor. Bu durumda organik olarak işsizliği her geçen gün birazcık daha arttırıyor. ESKİDEN ‘Yerli Malı Yurdun Malı, Her Türk onu kullanmalı sloganlarının tüm yurda yayılmış olduğu seneler…Kendi ürünümüzü insanımızın ürettiği yıllardı o seneler… Dışarıya döviz kaybının önlendiği ve Türk insanının bununla gururlandığı yıllardı o seneler… O yıllardaki ulusal uyanışın sağlamış olduğu, Cumhuriyet tarihimizin %17’lik en yüksek kalkınma hızı, yabancı paralara karşı TL’nin kıymetli kılınışı (1 TL = 1.25 Dolar. Dikkat değersiz değil), dış tecim fazlası, açık vermeyen bütçe ve daha neler neler… Şimdi neden olmasın diye düşünmüyor değil insan. YABANCI MALI KULLANMANIN OLUMSUZ SONUÇLARI Pek bir çok dünya standartlarında olan TÜRK MALLARI yerine yabancısını tercih etmek yatırımı azaltıp işsizliği çoğaltmaktadır. Bugüne dek ithalleri kadar kaliteli olan yerli mallarımız yerine yabancı malların tercih edilmesiyle bizim mallarımız daha azca satıldı. Ürettiği malı satamayan yerli firmalar batkı etti. İflas edenler işçi çıkardı. Ayakta kalanlarında batkı edenlerden farkı kalmadı. Onlarda siftahsız kepenk kapatıyor ve iflasa doğru gidiyorlar. Kısaca işsizliği dolaylı olarak yaratanda biz, işsizlikten yakınanda biz. Yerli malı kullanmadan işsizliğe çözüm bulmak olanaksız. Şu sebeple;borçlarımızı ödeyecek varlıklı petrol yataklarımız yok(gerçi olsaydı yabancılar işletirdi). Ödeyemediğimiz dış borçların faizini ödemek için aldığımız borçlara bir de yabancı malı hastalığı eklenince ülkenin geleceğini düşünmek bile istemiyorum. Yabancı ürünlere harcanan her 7. 000 Doların bir insanımızı işi olmayan bıraktığını ve son 4 yıldaki 60 milyar dolarlık ithalatın yerine 9 milyon kişiye iş sağlanabileceğini biliyor muydunuz? DİĞER ÜLKELER BU KONUDA NELER YAPIYOR? Bugün, ekonomileri ülkemiz ekonomisiyle karşılaştırılamayacak kadar kuvvetli olan ülkelerde düzenlenen kampanyalar ile ülke insanı kendi ülkesinin malını satın alması için örgütleniyor. Öteki ülkelerin kendi ekonomilerinde söz sahibi olması engelleniyor. Mesela; ABD’da her yıl fazlaca ciddi şekilde’Buy American (Amerikan Satın Al) ’kampanyaları düzenleniyor. Bu kampanyalarla Amerikan vatandaşlarına kaliteli ürünün bir tek ABD’da üretildiği propagandası yapılıyor. Amerikan vatandaşlarının beynine ülke çıkarları için Amerikan malı tüketmeleri kazınıyor. Üstelik bu kampanyalar, ABD’de federal yasa ile güvence altına alınmıştır. Almanya’da ise;Otomotivde dünya markası olmuş bir Alman otomobil üreticisi şirket, çalışanlarının rahatça okuyabileceği büyüklükteki şu yazıyı yapınak duvarına yazdırmış:’Japon otomobili almayı düşünen gitsin kendine Japonya’da iş arasın. ’İşte eksiğimiz burada. Bizde bir tek bir haftaya sıkıştırılmış, sözüm ona geçiştirme kampanyalar, kuru söz ve demeçlerle fındık-fıstık, portakal yeme törenleri yapılıyor. Hadi bunlar her neyse, benim ilköğretim okuduğum zamanlardan da hatırlıyorum. Bizim okullarda, kimin ne getireceğini üç gün evvelde belirlediğimiz, o günde sıraları birleştirip Yerli Malı Haftasını kutladığımız zamanlarda, bu şekilde bir günde bile Coca cola getirme denksizliği vardı. Bilmiyorum şimdi okullarda böyle bir durum var mı? Yabancılar ise; bir yıla yoğun bir halde yayılmış, yurttaşının beynini yıkarcasına ve bir yurttaşlık sorumluluğu gereklerini anlatıp örgütleyen kampanyalar yapılıyor. Almanya ve İngiltere şeklinde büyük ekonomilere haiz ülkeler bile diğerlerinin ekonomisinde söz sahibi olmasına izin vermiyor. Dünyanın en büyük ekonomisi bulunduğunu korumak için çaba sarfeden ABD bile ulusal tekstil üreticisini korumak adına bornoz, gömlek ve daha nice ürünün ithalatında belli bir kısıtlamayı (kota) lüzumlu görüyor. ABD, Cenup ABD’dan meydana getirilen ziraat ürünleri alımını olmadık hilelerle engellemeye çalışıyor. Tıpkı Rusya’nın geçen yıllarda bir sineği bahane edip tüm ziraat ürünlerimizi geri göndermesi şeklinde. Biz ise o şekilde bir duruma geldik ki, bin senelik buğdayımızı ithal eder olduk. Bin senelik yoğurdumuzu, sütümüzü ve hatta suyumuzu bile marketlerden yabancı markalı alır olduk. Biz ABD’ya kotalar yüzünden sınırı olan mal satarken onlar bizlere istediği ürünü istediği kadar satabiliyor. Hem de gümrük vergisi ödemeden. Bizin tütünümüzü alıp işleyip sigara olarak bizlere satıyorlar. Hatta yüzsüzlüklerinden bu malı siz üretmeyin, bizlerden satın alın bile diyorlar. SONUÇ OLARAK.. Şu an ekonomimiz 1919 şartlarına dönmüş durumda. Bu fena durumdan ne şekilde mi kurtulacağız? Yabancı malı almayarak. Ne şekilde mi kurtulacağız? Bir tek benimle olmaz demeyip inanarak, birlik olarak ve çevremizdekileri de TÜRK MALI kullanımına teşvik ederek. Ne şekilde mi kurtulacağız? Alışverişte almayı düşündüğümüz malın künyesine bakıp ‘869’kodunu ve TÜRK MALI yazısını görüp alarak. Çoğumuz bu tarz şeyleri 10’ar kişiye anlatırsak zincir halkası misali binlere ulaşırız. Tüm Türkiye’nin duyarlı bulunduğunu, bir tek TÜRK MALI satın aldığını, paramızın içeride kaldığını, yerli üreticinin kazanıp yanına yeni elemanlar aldığını ve bunların sonucunda ekonomimizde olacak büyük değişmeyi asla düşündünüz mü? Bu bir çeteleşme değil. Teşkilat kurma değil. Ülke çıkarları için kenetlenme ve TÜRK MALI kullanımına itina göstermeleri için Türk Milletine bir çağrıdır. Bu bir nevi Ulusal Mücadelenin silahsız safhasıdır. Ülkemizdeki birçok yabancı otel, yapınak ve büyük işletmenin üst düzey yöneticisi kendi ülkelerinden getirilmektedir. Yarın alt kademelerin de getirilmeyeceğinin garantisini kim verebilir. Yabancı ürünlere kişisel olarak engelleme koymak hakkaten zor olmasa gerek. Sanki evvelde Burger King, Mc Donalds mı vardı? Esnaf lokantalarımız ve dürümcülerimiz ne güne duruyor? Neden kendi insanımıza kazandırmıyoruz? Bizim kot pantolonlarımızı dünya giyerken ne olur biz yabancıların pantolonunu giymesek. Ne olur hava yapmak için varlıklı hanımlarımız gidip Paris’te bir elbiseye milyarlar vermese. Elbet ki kimsenin incileri dökülmez. Bırakalım da Mark and Spancer’i İngilizler alsın. Kola aslına bakarsanız yararlı bir içecek değil. Aslen asla içilmemesi taraftarıyım. Tüm Türkiye bir ay Coca Cola içmesin ve onun şeklinde ülkeyi işgal altına almış olan tüm büyük ürünleri almasın. Kısaca hepimiz minimum tavizi vererek yabancı ürünlerine KİŞİSEL AMBARGO koysun. Bakın iyi mi tesiri oluyor. Kaldı ki, ürünlerini satın alarak varlıklı ettiğimiz ABD, Fransa, İngiltere ve bunlar şeklinde birçok ülkenin, ermeni soykırımı yalanından teröre kadar Türkiye aleyhtarı birçok vakası desteklediğini sokaktaki çocuk bile biliyor artık. Biz YABANCI MALLARINA DUR demezsek, onlar TÜRK MALI’na dur diyecektir. Bunun için kodu ’869’ ile başlamış olan malları alalım ki ülkemiz kazansın. Yazan: Emrullah TÖREN
Tumblr media
OKUDUYSANIZ yada IZLEDIYSENIZ PAYLAŞIN LÜTFEN HERKES OKUSUN Read the full article
0 notes