#öyle değişik bir şeyim
Explore tagged Tumblr posts
Text
Sabah kızlarım kahvaltıya geliyor, çeşit çeşit şeyler hazırlayacağım. Onlar gelmeden de hüsoş uğrayacak tabi ona yolluk koyacağım,sonra iş yerinde aç kalıyor çocuğum. Arkadaşlarımın ve sevgilimin annesi gibi davranmak, onlara bakmak beni çok mutlu ve motive ediyor. İnşallah onları da ediyordur
5 notes
·
View notes
Text
Bazen sikeyim öyle değişik şeyler oluyor ki saniyeler içinde
Saniyeler içinde evler yıkıldı, saniyeler içinde gençlerin sesleri yutuldu, saniyeler içinde ne kalpler kırıldı..
Gençlik güzel bir dönem, her duyguyu kendinizi sıkmadan yaşayabilirsiniz bu alanda.
Çok sevdiğim birileri vardı. Birisinden kendimi hep uzak tuttum, sonra da ona bağlandım..
Diğerine ise (az önce gittim baktım) resmen ben yazmak için çabalamışım. İlk mesajı ben atmışım, ilk ismimi ben söylemişim. Sohbet açmak için yırtınmışım.
Veee booommmm onu da hayatımın merkezlerinden birine koymuşum.
Beni kendine bağlayan oc açık açık konuşmak istemediği söylemedi, fakat mesajlara 6 gün geç cevap veriyor nskxnwoxbweodn
Psikolojim o kadar darmadağın oldu ki ..
Değeri hak etmeyen insanlara değer vermek en büyük problemim. En büyük. Bu mesele beni o kadar çok yoruyor ki.. Hepiniz, değerimi hak etmeyen hepiniz lütfen hayatımdan çıkın. Hiç yoktan beynimden siktir olup gidin.
Sizden nefret etmiyorum, aksine minnet duyuyorum. Bana çok şey kattınız. Ama ikinize de acıyan gözlerle bakıyorum.
Ben sana hediye yapmıştım ya .. İkimiz de izmirdeyiz buluşuruz demiştim senin istediğini sana yapmıştım ya. Beynime sıçayım
Hiç bir zaman size beddua etmeyeceğim, içiniz rahat olsun. Bir zamanlar size her şeyim gözüyle bakıyordum ya şimdi sizin tarafınızdan sizden vazgeçiriliyorum.
Birinizi kesin olarak unutmak, diğerinizi ise yaşanan bu saçma meseleyi unutmak istiyorum ve başaracağıma da şüphem yok.
3 notes
·
View notes
Text
Tekrardan merhabalar tarihimiz 13 temmuz evet yeni mezun oldum şu an arkadaşlarım, tanıdıklarım tatil yapıyor olabilir geziyor olabilirler ama hala ben çalışıyorum aslında ir isyan gibi Bir şeyim oldu. arkadaşlarım gezerken ben niye çalışıyorum diye aslında bu beynimi etkileyen kötü fikirler beynimden pes etmemek lafını geçirince hemen geri döndüm o düşünceden ,çalışmamın sebebi ise üniversite sınavına hazırlanmam için paraya ihtiyacım vardı benim annem sağlık çalışanı ve evini tek geçindiren bir insan hedefim elektrik elektronik mühendisliği evet zor olduğunu biliyorum ama pes etmeyeceğimi de biliyorum okuduğunuz önceki yazılardan da bildiğiniz kadarıyla ben pes etmem hatta 1. kuralımdır aslında bu aralar sıkılıyorum çünkü annem ve kardeşim şehir dışında evde tekim artı olarak Özlem duyduğum kişiler var burada olmayanlar onlardan biri ise çok uzakta olan en yakın arkadaşlarımdan birisi Mehmet Akif eskiden okulda bir robotu yapmak için iki buçuk hafta kaldığımız günleri Akif'in çalıştığı a101'de geçirdiğimiz vakitleri özlüyorum aslında eski yaşanan her şeyi özlüyorum çünkü her zaman eski yaşanan şeyler bugünkü yerini tutmuyor insanlar değişiyor sen değişiyorsun yer değişiyor mekan değişiyor aslında bugün bütün eskileri özlem duyuyorum mesela vefat eden yakınlarımdan Naim amcam ,Mehmet dedem aslında bakmayın bunları söylüyorum ama iki dedem de sağa amcam da sağ bunlar kim diyeceksiniz peki bunlar birisi dedemin babası birisi ise dedemin kardeşi neden bunları özlem duyuyorsunuz derseniz küçüklüğümde hep bir noktalarda vardı ilk önce Küçük yaşlarda çok Küçük yaşlarda Mehmet dedemi kaybettim. evet Mehmet dedem konuşamıyor olsa bile yatalak zamanlarından dedemi biz tuvalete çıkarırdık ve küçük çocuk halinde değişik bakardım dedeme ,Naim amca ise bir kırtasiye dükkanı vardı ve biz her zaman kırtasiye alışverişlerimizi Naim amcamdan alırdık ve her kırtasiye malzemesi almaya giderken Naim amcam beni yanağımdan ısırırdı ve bir gün unutmuyorum kırtasiyeye girdiğimizde Naim amcam yepyeni bir çanta getirmişti tekerlekli çanta hala meşhur olan çanta aslında küçük çocuklar için ve sırf o çanta için ben yürümeyi tercih etmiştim otobüse binmek yerine ve beni ne zaman görse her zaman yanımdan ısırdı çok severdim ben ortaokula yeni başladığımda vefat haberini aldım cenazesine giderken dedemi öyle görünce ben de ağlamaya başladım dedem de bana sarılarak ağladı aslında geçmişini unutamıyor insan unuttum diyenler ise kendilerine yalan söylüyorlar
2 notes
·
View notes
Text
11.1.19
Merhaba sevgilim, yokluğuna dahi içimi dökme ihtiyacı hissettiğim için buraya geldim. Bir başka yere yazsam herkes görebilirdi ve kimse bilsin istemiyorum çevremizde. Buradan kimsenin haberi yok ama sana bir kez bahsetmiştim, belki bir gün profilime girer ve sana anlattıklarımı okursun.
Bebekliğimden bu yaşıma kadar hiçbir insana, nesneye anlam yükleyemeyen, tam anlamıyla sevemeyen, hiçbir şey ile mutlu olamayan, mutluluğu bilmeyen bir insandım. Maalesef ki aileme bile bağlanamayan, elimdekilerle mutlu olmayı öğrenemeyen belki itici, değişik bir insandım. Mutluluğu hissedemediğim için aramayı çok erkenden bırakmıştım oysa daha 14 yaşımda.
Bir çocuk nasıl mutlu olmayı bilmez, nasıl aldığı oyuncaklar heyecanlandıramaz onu. O çocuk daha ölmeyi nerden biliyor ki bunu istiyor ve daha iyi olacağını düşünüyor. Neden ufacık bir çocuk hep canının yandığını hissediyor ?
Liseye ba��ladım, yaşım daha 15 olmadan tanıdım seni. Gözlerin, gözlerime değdiği ilk an ruhum bedenin karşısında diz çökmüştü sanki. Seni ilk gördüğüm anda hissettiklerimi sadece böyle özetleyebilirim. Mutluluk bu muydu ? Hissettiğim bu heyecan neydi ? Kalbim bu kadar hızlı atabiliyor muydu ? Bugün seni gördüğüm, hayatını hayatım yapalı 997. gün, bir kaç yıl oluyor... Dile kolay, yaşaması zor uzun bir süre. Hele ki içimdeki bu büyük sevgiyle her şey daha da ağır tabi ki.
İlk başta hislerimden emin olana kadar uzaktan izledim, uzaktan araştırdım ve uzun uzun baktım yüzüne. Çoğu zaman görmedin bile beni ama ben arkadaşlarının yanında attığın kahkahaların içinden bile ağlayan, acıdan çığlık atan, kimseye göstermek istemediğin o sesi duyuyordum. Tek isteğim bu olmuştu daha tek kelime etmeden seninle. O sese sarılmak, yaralarını sarmak. Daha yaranın ne kadar derin ve beni içine çekeceğini bilmeden.
Bir süre sonra iletişim yolları aradım ve seninle konuşmaya başladım ara ara. Herkese mavi boncuk dağıtan, bir çok kişisinin peşinden koştuğu biri olduğunu çok sonradan öğrendim. Öğrendikçe sanki hazinesini herkesle paylaşmış bir korsan edasıyla bakıyordum etrafa. Herkesle konuştuğun gibi benimle de konuştun, herkesle böyle miydin sahi ? Böyle sahiplenici, düşünceli herkesle geceleri saatlerce konuşuyor muydun o dönem ? Bilmiyorum. Başkaları olduğunu bilmeme rağmen özel olduğumu hissettiren durumlar vardı.
Seni gördüğüm ilk andan bugüne kadar bitmek bilmeyen bir sevgi ve heyecanla yoğruldum. İki duyguyu bir an olsun kaybetmedim. Sana geldiğim son gün bile adımlarım heyecan doluydu.
Beni anladın, hislerim öylesine yoğundu ki sen bile inkar edemedin bunu ve bir kez sakız etmedin sevgimi. Sevgime inandın. Ama beni ilk kez ilişkimizin birinci ayından sonra yaraladın. O ana kadar yaşadığım en büyük travmam buydu sanki. Çok uzun zaman sonra bütün güven duygumu verdiğim insanla birlikteydin. Dostluğuna inandığım kişiyle.
Aylarca aynada yanı başımda o kişiyi hayal ettim. Her gördüğümde kendimi onunla karşılaştırdım. Kafamda sadece benden iyi olan neydi, nesi daha güzeldi, neyi daha iyi yaptı, sana nasıl daha iyi geldi, gözleri mi daha güzeldi, belki de saçları daha yumuşaktı... Çok uzun süre toparlayamadım sana da yansıtmadım hiç içimdeki o yangını. Kendimden iğrenir olmuştum.
Mutluluk sarhoşluk kadar tehlikeli bir his, senin olduğun her an hissettiğim o zehir bana her şeyi unutturduğu için sevgim bunu geride bıraktı. İçimdeki o kor ateşle yaşamayı öğrendim. Başkalarını kabullenmeyi, hazinemi paylaşmayı. Gerçi daha çok nefesini paylaşmak gibiydi bu, her an boğulmama sebep olan.
Her şeye rağmen seni tanıdığımdan itibaren hayatımda olduğundan beri ben ilk defa yaşadığımı hissediyordum, gülüyordum ben, nefes alıyordum, ertesi gün uyanmak istiyordum diğer gün seni görmek umuduyla. O yaşıma kadar hissetmediğim o bütün duyguları sen kazandırıyordun bana. Sürekli konuşmayı bitirip yeniden konuşmaya başlıyorduk. Her ne olursa olsun sana geliyordum ben. Nasıl gelmem ? Aksi mümkün mü ? Bir insan nasıl yaşama hevesini kaybetmek istesin ki.
Sen de hiç kapatmıyordun kapını bana. Acımak değildi bu bana hep verdiğin, herkesten farklı tuttuğun bir değer vardı. Tanrı yukarıda bunu inkar edemem... Herkese karşı ailen gibi beni savunur, korurdun. Aşk değildi bu. Biliyordum ama olsundu.
16. yaşım, sana sahip olduğumu sandığım ilk anlar. Oysa o zamanlarda benim değilmişsin ama ilk defa beni sevdiğini düşündürtmüştün bana. İlk defa başkaları yoktu. Sen ve bendik. Her gece sesinle uyuyor, seninle uyanıyordum. Her şey çok güzeldi ta ki ben senin güvenini kıracak bir hata yapana dek.
Bir kez olsun sevgime zarar verecek onu kirletecek tek bir şey geçmedi aklımdan. Ne de seni üzecek, sana zarar verecek herhangi bir şey. O gün o hatayı nasıl yaptığımı bile anlamazken sen bana hayal kırıklığıymışım gibi baktın. Yine de bana sarıldın, ilk defa o zaman anladım. Bazen sarılınca bile geçmiyordu bazı şeyler.
Senin kaybetmemin sebebi ilk defa benim sana yaptığım bir hata olması dayanılmaz bir acıyken üstüne üstlük bir de sensizdim. Her şey öyle ağır ve öyle zordu ki hissettiğim tek duygu buydu. Katlanılmaz bir yoğunlukla çığlık atan kalbim ağlıyordu sanki.
Ben seni tanıyana kadar hiç güneş doğsun istemezdim sevgilim, uyuduğumda uyanmamak dileğiyle gözlerimi kapatırdım. Sen benim her gün kavuşmak istediğim Güneş oldun. Kendi ellerimle güneşimi kaybedince hiçbir şeyim kalmadı. Her anım gece, her günüm kapkaranlıktı.
Ailem, arkadaşlarım belki de sen hariç her şeye sahiptim ama hiçbir şeyim yoktu. Hep istediğim şeyi gerçekleştirmek için tek engel olan mutluluk artık yokken bu yol artık kusursuzdu.
Özür dilerim, sen yokken ilk kez kendimi düşünmek istedim. Ailem, arkadaşlarım için yaşamayı değil kendim için ölmek istedim. Senin çekeceğin vicdan azabını düşünmeden. Çünkü hiçbir zaman buna sebep olan şey sen değildin. Sen sadece bu kaçınılmaz sonu erteleme sebebimdin benim. Bunu hiçbir zaman anlayacak kadar tanımadın beni. İstemediğim şekilde bundan haberin oldu ve yanıma gelip yine sen buna engel oldun. Bana sözler verdirdin ve en azından senin için yaşamaya mecbur kıldın beni. Hem de yokluğunla birlikte.
Sana hiç bahsetmedim o dönemden. Çok zor geçti benim için. Ölmeyi bırak, uğruna yaşamayı göze aldığım insan olmadan devam etmek nasıl kolay olabilir ? Belki de en yorulduğum ve tükendiğim zaman oydu. Bitiyordum yavaş yavaş...
Yaptığım şey karşısında bir daha yüzüne bakamazdım. O yüzden ilk defa sana gelemedim ben. O günün seni çok etkilediğini bildiğimden kendi acımı unutup seni üzdüğüme yandım uzun süre. Çok özledim, çok suçladım. Vicdan azabında yok oldum ama gelmedim sana.
Sen geldin, yıllar sonra sen bana geldin. Bu gerçek miydi ? İnanmakta çok zorlandım. Hayalime kavuşmuş muydum ben ? Yanımda mıydın sen gerçekten ? Bana beni sevdiğini söyleyen sen miydin yoksa ben uyanmayacağım o uykuya dalmış mıydım ?
Onca vakit bir ilişkimiz olmasına rağmen ilk defa sevgili olmak istedin ve korkularından bahsettin, daha başlamadığımız ilişkinin bitebileceği zaman olacağım hale karşı olan korkundan. Söz verdim yine ben. Yine senin için yaşamaya söz vermek zorunda kaldım.
Benim gözümde kimsenin yaşayamayacağı kadar güzel bir ilişkimiz vardı. Gözümü ilk açtığımda duyduğum ilk ses, uykuya dalarken duyduğum son ses sana aitti. Bir günde yirmi dört saat varsa on dokuz saat birlikteydik. Her saniyemiz birlikte geçiyor bütün gülüşlerimiz birbirine karışıyordu.
Bana öyle şeyler söylüyordun ki beni sevmediğine inanmak mümkün değildi. İlişkimize bin kat yabancı biri bile baksa sevgine inanırdı. Bir tek söylemek yetmez sevgilim sen benim iliklerime kadar sevgini hissettirdin. Kimse beni bu kadar sevemezdi. Kimse bana bu kadar güzel bakamaz, gülemez, sarılmazdı.
Rüyadaydım sevgilim, beni sevdiğin, benimle yaşadığın. Birbirimiz için sadece biz vardık. Resmen iki kişilik bir dünya kurmuştuk birbirimize. Dinlediğin şarkılar, okuduğun şiirler olmuştum. Hani mutluluğun olmuştum. Bana hep diyordun ya benim sana öğrettiğim sevgiyle seviyordun beni...
Belki hiçbirini gerçekleştiremedik ama hayaller kurduk. Galata'ya gidecektik bir tanem, sahilde oturup müzik dinleyecektik, birlikte sarhoş olacaktık... Birlikte yaşadığımız evi tasarladık biz o zamanlar her şey öyle toz pembeydi ki nerden bileyim hayalimizdeki evin üzerime yıkılacağını ?
Bir anda uzaklaştın. Yalnız kalmak istedin, soyutlandın. Öylesine sebepsizce gittin ki yanımdan ilk günler ağlayamadım bile. Algılayamadım belki de. Kimseyi sevemediğini söyledin bir anda. Hiç kimsenin sevgisine inanmadığım kadar seninkine inanmıştım oysa. Sahi biri neden ayrıldınız dediğinde söyleyebileceğin bir sebep var mı ? Günlerce sevgisizliğin dışında bir sebep bulamadım.
Bir kez ve son kez uyandım rüyamdan. Uyandığım o rüyanın her anı kabusum oldu. Hayatım dağıldı, ben dağıldım. Öfkemden, acımdan tanımadığım birine dönüştüm. Aynaya baktığımda bir yabancıya bakar oldum. Sevgime yapmayacaklarımı bana yaptırdığın için asla affetmeyeceğim seni.
Çok kızdım, çok nefret ettim senden. Beni yine yarı yolda bıraktığın için değil aylarca sahip olmadığın bir sevgiye beni inandırdığın için. Söylediklerinin ve hissettirdiklerinin çeyreği bile gerçek olsaydı her şeye rağmen her şeyin üstesinden gelebilirdik çünkü. Her sözünü, hareketini geçtim hislerin gerçek değilken nasıl öyle bakabildi gözlerin ? Nasıl öyle gülümseyebildin, öyle yuvanmışım gibi sarılabildin bana ? Buna hiçbir zaman anlam veremeyeceğim.
Üstüne üstlük bundan kısa bir süre sonra bir başkasına aşık olduğunu öğrendim. Ben varken sadece ben olduğuma eminim. Benim yıllarca hissettiremediğimi bir kız iki hafta da başarabildiği için ona karşı olan hislerine inandım. İnandığımı söylemesi kolay, buna inanmaktansa cehennemde yanmaya razı olurdum.
Sonra benimle yapmadıklarını yaptın onunla, her gördüğümde daha da emin oldum aylarca kandırıldığıma, daha da emin oldum onu sevdiğine. Her şey daha da yakar oldu canımı. Ayrıldığımızdan beri her gece ses kaydederek seninle konuşan ben ses kaydedemeyecek kadar küstüm sana içimde.
Her şeyi geçtim sevgime pişman ettiğin asla affetmeyeceğim seni. Bana keşke çıkmasaydı karşıma dedirttiğin o gece için affetmeyeceğim.
Sonra zamanla hissizleştiğimi fark ettim. Yaşadığım hiçbir olay, durum bana bir duygu hissettirmiyordu. Tek hissettiğim şey yoğun bir acı. Gülümsemelerim çığlık dolu ve duyabilen kimse yok. Baksan etrafım kalabalık dolu ama yapayalnız kaldım yokluğunda. Zamanla tükenmeye devam ettim. Bir mum nereye kadar yanar ? Her şeyin bir sonu var.
17. senemin sonunda, bunca yılın birikimiyle yavaş yavaş sona yaklaştım. Bir mumun ömrü elbet tükenir. Bunun tek sebebi sen değilsin güneşim, aksine sen yanan alevimi söndürüp acımı dindirdin uzun süre tutunmamı sağladın. Uzun süre eriyip gitmemi engelledin. Artık yanan ateşim senin söndüremeyeceğin kadar büyük. Artık çektiğim acıya katlanamıyorum. Çığlıklarım beni sağır ediyor. Artık yokluğuna rağmen senin için devam edemiyorum. Beni anla, kendinde arama hatayı.
Sen olan her şeye rağmen sahip olduğum en güzel şey, mutluluktun. Benim için yapabileceğin en güzel şeyleri yaptın. Bana hiç uyanmak istemediğim bir rüya sundun. Şimdiyse o rüyaya sonsuz dalmak istiyorum...
Bir insan düşün simsiyah, tek renkli yani kalbi. O insanın kalbi de siyahlaşırsa geriye ne kalır bir hiçlikten başka ?
Bugün değil, yarın değil. Gidebileceğim ve dayanabileceğim son noktaya kadar kalmaya çalışacağım. Belki kısa bir süre ama elimden gelenin en iyisini yapacağım. Senin için yapabileceğim son ve tek şey bu artık. Bu çektiğim acının, katlandığım her günün karşılığı umarım mutluluğun olur. Tanrı artık sadece bununla ödüllendirebilir beni...
Kendimi günebakanlara benzetiyorum sevgilim, sebebini merak ediyorsan araştır, öğren ve anla. Eğer bir gün beni özlersen onlara bak olur mu ? Her günebakanda ben ve sana karşı olan sonsuz sevgim olacak.
Seni kalbimden taşan bir sevgiyle seviyorum Güneşim, ışığın bir kez olsun sönmemesi dileğiyle...
12 notes
·
View notes
Text
O kadar inanmazdım ki aşka... Hep okurdum kitaplarda, görürdüm dizilerde. Bu yazarlar ve senaristler kafayı yemiş, derdim. "Bir insan benim nasıl her şeyim olabilir? Saçmalık!" Öyle güzel oluyormuş ki; farkına varmazsınız, ruhunuz duymaz ama kalbiniz duyar. Arkadaşlar, aşk gerçek bir şey. Bundan önce ben de inanmazdım. Onun gülümseme sebebim olacağına ihtimal vermezdim. Bana güldüğünde ateşimin yükseleceğini düşünmezdim. Ama oluyormuş. Bir insan hiç farkında olmadan size bunları yapabiliyormuş. Sizi gözlerine hapsedebiliyormuş. Kalbim ilk defa bu duyguya yeniliyor. O kadar değişik bir deneyim ki... Mesela ona yakın olduğunuzda kalbinizin ritmi değişiyor ve garip bir şekilde bu hoşunuza gidiyor. Gülümseyesiniz geliyor. O güldüğünde sanki bir zafer kazanmış gibi sevinmek, birilerine sarılmak istiyorsunuz. Ondan ayrı kaldığınız zamanlar aklınızdan çıkmıyor ve biraz olağanüstü gelebilir ama gözlerinizi kapattığınızda bile onu halen görüyorsunuz. Yeryüzündeki herkes bu duyguyu tatmalı.
Size tavsiyem, aşkı küçümsemeyin çünkü küçümsenemeyecek kadar kutsal bir duygudur.
Ve son olarak; aklımdan bir an olsun çıkmayan sevgilim, beni aşka inandırdığın için sana teşekkür ederim.
13.11.21
5 notes
·
View notes
Text
30/01/2021.
İki yanı uçurum olan aşırı yüksek bir tepenin üstünde kaldım. Hayatımda öyle biri var ki, konuşurken aşırı keyif aldığım, onun da keyif aldığını düşündüğüm, esprilerime ciddi anlamda gülen ve zamanında beni ciddi sevdiğini düşündüğüm ve kaldı ki benim de öyle olduğum. Kötü sonla da bitse bir gün bir yerde karşıma çıkarak şimdiki yeni arkadaşlığı kurduğumuz. Aslına bakarsak şu anda beni rahatsız eden bir durum yok. Lakin bir şey var. Bir şey var ve onu kıramıyoruz. Kıramayız da zaten. Hayata bakış açısı, dini, siyasi, kültürel ve kişilik olarak da fazla farklı yönlerimiz. Ama bir şekilde hayat denk getiriyor. Az önce siyasetten girdik konuya ve sonra telde konuşmaya devam ettik. Çok iyiydi, değişiklik oldu okay. Sanırım o da bu kırılamayacak şeyi fark ediyor ki biz love and hate gibi bir şey olduk dedi. Harbiden öyle. anlaşamadığımız ve birbirimizi anlayamayacağımız çok nokta varken bir şekilde de hayatlarımızda olmaktan keyif alıyor gibiyiz. Kopamıyoruz, ve hayat da koparmıyor. Değişik. Yani kısacası ne desem bilemiyorum. Öyle bir olay ki ahaha sinirlerim bozuluyor. Ama yine de şikayetçi değilim bu durumdan çünkü benim gibi sıkıntılı bir insanı idare edebiliyor valla helal olsun. Aslında şöyle bir yandan da; hayatımıza iyi veya kötü giren her insanın bize bir şeyler katmak için girdiğine inanan biriyim. Görmem, fark etmem gereken bir şeyler var, belki de onun bana ya da benim ona katacak bir şeyim var ki hayatlarımızdayız. Şu anda da Piston-Bu yüzden çalıyor. Hmm..
1 note
·
View note
Photo
İnsan alışıyor, alışıyor, alışıyor; bugünlere bile, bugünlere bile. (Bir anksiyetelinin kriz yönetimi)
Soundtrack: Son Feci Bisiklet-Zaman yok
Evdeyiz. Bugün 16 gün oldu sanırım. Sanırım diyorum, bilmiyorum çünkü. Her sabah erkenden kalkıp ofise giden, günü gününe iş listesi, ajanda tutan ben artık "Bugün günlerden neydi ya?" bile diyecek durumdayım. Hala ajanda tutuyorum ama artık bütün günümü planlayamıyorum. Normalde öğleye kadar saat saat yazacaklarım, yapacaklarım hep belli olurdu; bazen kendime bu dilekçe bitmeden yemek yemeyeceğim, kahve içmeyeceğim gibi hesefler bile koyuyordum. Şimdi hukuki sürelerin de durmasıyla bir rehavet hali çöreklendi içime. 25 senelik hayatımda ilk defa, 100 metre ötedeki market dışında hiçbir yere gitmeden zaman geçiriyorum. Adliyeye gittiğim günlerde 20binleri gören, ofis günleri bile 10binleri her halükarda aşan adım sayım yerlerde artık. Vücudum neye uğradığını şaşırdı, önceleri yılların yorgunluğunu almak istercesine uyudum, şimdi alarm kuruyorum. Günü planlamaya çalışıyorum. Bir şeyler yapmak lazım, yoksa hepten delireceğiz.
Hiçbir zaman dizi insanı olmadım, sıkı sıkıya takip ediyorum dediğim dizileri bile 3 günde 1 bölüm şeklinde izleyebilmişimdir. Hala pek izleyemiyorum bu yüzden ama yavaş yavaş bir şeyler izlemeye başladım. Günde 2 film izleyebiliyorum artık. Kitap okumaya daha fazla zaman ayırmaya çalışıyorum. 2 kitap bitirdim, üçüncüsü yolda. Aslında daha hızlı okurum diye düşünüyordum ama izinli değiliz, home office çalışmaya devam ediyorum. Başından beri, süreler durduktan sonra bile işleri gevşetmemeye çalışıyorum ama gevşiyor bir şekilde. Ofisi, işte olmayı, sabah erken kalkıp gece yarılarına kadar mesaiye kalmayı bile o kadar çok özledim ki... Her zaman işimi seven biri oldum, hayalimdeki mesleği yapıyorum, her şeye rağmen ve bunun farkında olarak her zaman işimi, ofisimi çok sevdim. Ama şimdi o kadar zor bir dönemdeyiz ki hepimiz şaşkınız ama insan alışıyor işte.
Yıllardır savaştığım ama asla bitip tükenmeyen, böyle kriz dönemlerinde boyumu aşan bir anksiyetem var. Yıllarım psikiyatri servislerinde, ilaçlarla, terapilerle geçti ama yenemiyorum. Ve 2020 yılının ankisyetesi olanlar için iyi bir yıl değil, hiç değil hem de. 99 depreminden beri en büyük korkularımdan olan, bei bazen İstanbul'dan tası tarağı toplayıp taşınma düşüncesine ciddi ciddi iten deprem korkum sınandı önce. Önce eylülde İstanbul'da gayet net hissedilebilir bir deprem yaşadık. Adliyenin karşısında çay içiyordum Selinle bu deprem sırasında. Bildiğiniz asfaltın üstünde, kaldırıma atılmış masalar var Bakırköy Adlşyesinin karşısında. Ordaydık. Önümdeki soda şişesi sallanmaya başladı, o an ruhumun yükseldiğini hissettim,. Selinle el ele tutuştuk, hiçbir şey yapamıyoruz birbirimize bakıyoruz. Ama aklımda tek bir şey var, bu bina tepemize yıkılacak, üstümüzdeki tentenin altında kalıp öleceğiz, "Annem, babam ne yapıyor?" Deprem bitmeden aradım annemi, bağırarak dua ederek açtı telefonu, anneannemdeymiş. Sülalaecek deprem fobisi olan insanları, 99 depremin çok net yaşadığımız için. Bu yüzden annemin evde değil anneannemde olması iyi bir şeydi, aşağı inmişler. Çok şüküe hasar almadan atlattık depremi. Ama Silivri'de oturan teyzemler için işler daha zordu, zira aylarca deprem oldu Silivri'de, sokakta uyudukları geceler oldu. 99'dan beri içimde bir yerlerde saklı kalmış olan, her ufak sallantıda gözünü açan ama tam olarak uyandırmamaya çalıştığım deprem korkum eylül İstanbul depremleriyle tam anlamıyla uyanmış oldu. Bir korku yarası açıldığında, orayı zorlaya zorlaya daha fazla uyandırmaya çalışan bir insan olduğum için binlerce deprem videosu izledim, makalesi okudum ve en sonunda kafayı yedim. Her girdiğim ortamda, "Burada deprem olsa nereye çömerim?" diye bir planlama yapıyorum artık. Cihan'a dolabının kapakları sağlam değil, ayna diyerek dolap kapılarını söktürüp mutfağa koydurdum, evdekilere deprem olursa şuraya girin, buraya çömün diyerek direktifler vermeye ve kalp atışımı hissetsem avizeleri kontrol etmeye başladım. Zaten ailecek deprem fobisi olan insanlarız, babam uyurken yatağına otur adam sıçrayarak kalkıyor, kendim dahil herkesi delirttim bu konuda. Ama 99 depremini yaşamamış olan nişanlımı o kadar da korkutamadım iyi de oldu birinin sakin kalması gerekiyordu. Arada bir sürü değişik olay yaşadık ama şimdilerde, yılın en büyük ve uluslararası problemi olan corona virüsüyle savaşıyoruz. Koskoca dünya, koca ülkeler, devletler hepimiz elimiz kolumuz bağlı, akşamları "Bugün kaç vaka eklendi, kaç kişi öldü" diye sayım yapmaktan başka bir şey yapamaz haldeyiz. Dışarı çıkmıyoruz, çalışmak zorunda olanlar vala ve hala sokağa çıkma yasağı gelmedi. Hala işe gidenler var, dolaşanlar var, markete gittiğimde sokakların o kadar boş olmadığını görüyorum. Toplu taşımalar kullanılıyor ve hala sokağa çıkma yasağı gelmiyor. Hukuki süreler belki de ilk defa durduruldu. Hayatın durması gerekiyor ama durmuyor işte. Biz evden, ne olacağını bilmez bir şekilde çalışmaya devam ediyoruz. Zaman geçtikçe umutsuzluğum büyümeye başladı. İlk başlarda 10-15 güne biter sanıyordum, şimdi ağustostaki düğünümü yapabilecek miyim onu düşünüyorum. O zaman kadar gider mi, biter mi bimiyorum ve umudum da azalmaya başladı. Bu süreçte havalimanında bulunduğum için kafayı bir nebze fazla yedim. Konya'ya gitmiştik, dönüşte trene bindik ama ben orada biraz rahatsızlandım. Ateşim asla çıkmadı ama sürekli ateşime bakın, ben virüs mü kaptım, bir de çocukları öptüm ben coronalıyım uzak durun benden diye anksiyete krizleri geçirdim bütün yol boyunca. İner inmez 112'yi aradım, sağolsun çok yardımcı oldular. ��nce bir hemşire konuşup ikna etmeye çalıştı beni başa çıkmaayınca corona ile ilgilenen hastanelerden birine bağladı, orada da bir hemşire bir de doktorla konuştum onlar da uzun uzun anlatıp şu semptomları yaşarsan seni evden alırız burayı ara, sen tonsilit olmuşsun gibi görünüyor dediler. 2 ayda bir falan tonsilit oluyorum zaten ama bu seferki gerçekten de corona gibi geldi... Ya da anskiyetem öyle sanmamı istedi.
Anskiyete, çok fazla görünen bir psikolojik rahatsızlık. İlaç kullandığım zamanlarda da anskiyete krizlerim oluyordu, aşırı stres durumlarında durup dururken yolun ortasında kusmalar, ellerimin ayaklarımın uyuşması, baş dönmesi gibi durumlar yaşadığım da oluyordu. Şimdilerde biraz frenlediğimi düşünüyordum ama bu sene gerçekten de herkesi panik atak yaptı. Hepimiz hastalık hastası olduk. Alerjik rinit ve alerjik astımım var, yılın bu zamanlarnda zaten nefessel sıkıntılar, burun akması, tıkanmasıve tonsilit yaşarım ama her burnum tıkandığında, öksürdüğümde "BEN CORONA OLDUM BENİ BU ODAYA KAPAYIP KAPI ARALIĞINDAN EKMEK SU VERİN" moduna giriyor olmak bana psikolojik olarak hiç yardımcı olmuyor AMA GERÇEKTEN ELİMDE DEĞİL. Cihan bazen sinirleniyor bu tavırlarıma, ama dediğim gibi yapacak bir şeyim yok. Bu şekilde çalışıyor kafam. Şimdilerde mesela sürekli "ya herkes evdeyken deprem olursa" diye düşünmekten uykularım kaçıyor.
Bunları bir kenara bırakırsak, sürekli "evde olsam ne kitaplar okur, ne filmler izlerü ne yazılar yazardım" diyordum ya heh işte hiçbirini yapamadım. Yapamıyorum da. İşler devam ediyor dediğim gibi ve ben üniversite zamanlarında bile evde çalışabilen biri olamadığımdan sabah 5te kalkıp kütüphaneye giden biri olmuşumdur, evde zaman ayarlaması falan yapmaya yeni yeni başladım. Mesela uzun zamandır aklımda olan bloga yazı koyma olayını bile daha yeni yapabiliyorum mesela.
Umarım bu günler biter, bu kabustan uyanırız. İşimi, sokakları, arkadaşlarımı çok özledim.
#karantina #quarantine #covid #corona #stayhome
1 note
·
View note
Text
Yok olmuyo oluyo aslında da ben hâla yediremiyorum kendime en çokta sana. Seviyordum gerçekten güveniyordum sende öylesindir zannediyordum çünkü öyle diyordun bana ne oldu bi anda bi bilsem. Eskisi gibi değilim artık ağlayamıyorum, çok üzülmüyorum artık aklıma geliyor bazen içim bi cız ediyor ama düzeliyorum geri. Kendime yaptığım haksızlıklar geliyor aklıma utanıyorum kendimden. Her zaman yanında olucam demiştim bi derdin olduğunda tek kalma gel bana anlat gerekirse beraber üzülürüz demiştim bunları söylediğim için o kadar çok utanıyorum ki… Sonra senin verdiğin duygusuzca cevaplar geliyor aklıma daha da çok utanıyorum tekrardan kırılıyorum. Söyleyecek o kadar çok şeyim var ki ama artık mecalim yok gibi. Böyle olmak için çok uğraşmıştım zamanında çok dua etmiştim allahım artık al içimden bu acıyı diye duam kabul oldu artık gerçekten çok üzülmüyorum ama sanki böyle de olmak bi değişik hissettiriyor hep sen olursun diye düşünmüştüm çünkü sen olmasan bile yanımda hep aklımda kalbimdeydin ama artık oralarda da yavaşça gidiyor gibisin bunu istiyordum aslında mutlu olmam gerek ama mutlu değilim bunca şeye rağmen hâla seni unutmak istemiyorum ki sen beni hemencecik unutmuşken… Herkes o kaybetti diyor ama ben kaybettim halbuki diyemiyorum o an ben kaybettim diye aynen diyip geçiyorum. Sana çok kızgınım, kırgınım sevmiyorum artık seni yaptıklarını ödetmek istiyorum seni de üzmek istiyorum pişman ol dön istiyorum her şeyden çok istiyorum dönmeni, sonra senin bana yaptığın gibi yüz üstü bırakmak istiyorum seni. Bazen de boşver allaha havale et kendi belasını bulur zaten diyorum. Sadece tek bir dileğim var öyle bir şey olsun ki hayatında Selin olsa beni anlardı de kimse kalmasın yanında.
0 notes
Text
Demir Ökçe / Jack London
Demir Ökçe / Jack London
Demir Ökçe Demir Ökçe’den… Bir ara babam, bir sessizlik anından yararlanarak, Ernest’ten bir şeyler söylemesini istedi, ama Ernest omuzlarını silkti, “Söyleyecek bir şeyim yok,” diyerek tuzlu bademleri yemeye devam etti. Ama babam öyle kolay kolay göz ardı edilemezdi. Bir süre sonra, “Aramızda işçi sınıfının bir üyesi bulunuyor,” dedi. “Bize ilginç ve değişik olacak yeni bir bakış açısıyla…
View On WordPress
0 notes
Text
BESLEMELER
BÜYÜK TÜRK ZİLLETİNİN MÜSLÜMAN ve DEVŞİRME BESLEMELERİ
Salih Tuna, Sabah, 23.12.2021
Rahmetli felsefe hocamız Buud Hayri Bey hâl hatırını soran bir arkadaşımıza, "İyiyim evladım, sen nasılsın, kendine zarar vermiyorsun değil mi?" demişti. Şaşırmıştım!.. Acaba arkadaşımızın bizim bilmediğimiz bir sorunu mu vardı? "Oğlum, neyin var senin?" dedim. "Hiçbir şeyim!" dedi. "Niye hoca sorunluymuşsun gibi sordu peki?" dedim. "Ne bileyim" dedi, "cins işte!" Evet, Buud Hayri Bey oldukça "cinsti" ama "değişik" anlamında değil, zeki ve farklı anlamında. Eskilerin deyimiyle, "nevi şahsına münhasır" bir insandı. Arkadaşımızın Müslüm Gürses hayranı olduğunu bildiğim için takıldım: "Hoca boş konuşmaz oğlum" dedim, "Belki de Müslüm Gürses konserlerinde kendine jilet attığını falan duymuştur..." Alakası yoktu tabii. Dedim ya, takıldım sadece. Gelgelelim, "Nasılsınız?.." diye soran herkese hocamızın aynı şekilde karşılık verdiğini sonradan fark ettim. Bir gün cesaretimi toplayıp karşısına çıktım: "Hocam" dedim, "Siz neden herkesin kendine zarar vereceğini düşünüyorsunuz?" Yüzüme uzun uzun baktı: "İnsan sadece kendine zarar verir evladım!" dedi, "İnsana başkasından zarar gelmez. Kendine zarar vermeyen kazançtadır..." (..................) Muhalif güruhun dolardaki muazzam düşüşün ardından sergilediği tutuma muttali olunca aklıma rahmetli hocamızın mezkûr sözü geldi. Hatta tanıdık bir iki yazarçizer arkadaşı arayıp, "Kendine zarar vermiyorsun değil mi?" diye sormayı bir an için düşünmedim değil. Sormadım. Fakat Şirin Payzın'a telefon mesafesinde olsaydım, kesinlikle sorardım. Zira o gece öyle bir "Dolar düştü!.." dedi ki son nefesini mi veriyor yoksa dolar bizzat içine mi düşüyor belli değildi.
***
Doların her yükselişinde adeta sevinç naraları atan, "Evinizi barkınızı satın, dolara yatırın" diye millete akıllar veren, ardından da "Dolar bilmem kaç oldu, batırdınız ülkeyi" diye timsah gözyaşları döken muhalif güruhun hâli pürmelali gerçekten de çok acıklıydı.
Hele kuyruğu dik tutmaya çalışmaları yok mu? Akılları sıra "18'e çıkan dolar 12'ye düşünce seviniyorlar" yollu dalga geçmeye çalıştılar.
Bu zekâlara maruz kaldığımız için şuncağızı bile söylemek zorunda kalıyoruz:
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak dolar çıkınca üzülüp, düşünce sevinmekte herhangi bir tuhaflık yok.
Tuhaf olan tam tersidir; dolar çıkınca sevinip, düşünce üzülmektir.
Bu ülkenin vatandaşı olduğu halde dolar düşünce, yani kendi parası (TL) değer kazanınca üzülen kendine zarar veriyor, bir nevi kendine jilet atıyor demektir.
***
İşin daha da tuhafı, Türkiye'nin başına ne zaman hangi felaket geldiyse umutlanıp coştular.
Seller veya orman yangınları veya deprem olunca veya ABD ambargo koyunca anında kostaklandılar.
Marmaray'dan köprülere, yollara ve şehir hastanelerine kadar Türkiye'nin hayrına ne yapıldıysa üzüldüler.
Hava savunmamız S-400'lerle güvenceye alınınca, darbelere geçit verilmeyince, teröre darbe indirilince, asgari ücrette son 50 yılın en yüksek artışı gerçekleşince de kara çaldılar!..
Korkunç bir patolojidir bu!
İşbirlikçi / bozguncu bu azgın azınlığın her geçen gün zehirlediği "muhalif sosyolojiyi" nasıl rehabilite edeceğiz?
0 notes
Text
Nasıl biliyo musun? Anlatacak çok şeyim var ağlıyacak birsürü nededim var. Ama anlatsam iyileşmem sende üzülürsün . Ne istiyorum biliyo musun ? Bende bilmiyorum . Çünkü artık bir şey istiyemiyorum bile biliyorum olmıyacak olsa dahi beni mutlu etmicek . Öyle bi haldeyim ki inan herşeye gülüyorum mutluyum eğleniyorum. Gibi gözüktürüyorum başarıyorum ama bi sıkıntı var ben yalnızım . Tek kalıyorum geceleri pencerem kulaklığım ben işte o zaman herşeye gülen ben gülmek için tek bir neden bile bulamıyorum . Değişik hatta acı verici ama yapacak hiç bir şey yok bu oyunu oynamaya zorunlu haldeyim anlatsam kimse anlamaz gibi anlatacak gücüm yok gibi . Boşver ya mutlu sansınlar ne ben yoruliyim ne de onlar .
2 notes
·
View notes
Photo
🗣 Biraz da gülelim 😂😅😁🤣😊😘 ERKEKLERİN KADINLARDAN RİCASIDIR... 📌 8 hafta süren baş ağrıları baş ağrısı olamaz, bir doktora gidin. 📌 Alışveriş yapmak zevkli değildir ve asla da olmayacaktır. 📌 "Beni seviyor musun?" diye sormayın. Emin olun ki sevmesek yanınızda bir saniye bile durmayız. 📌 Bizden sizinle aynı üzüntüyü çekmemizi beklemeyin, o sizin kız arkadaşlarınızın işidir. 📌 Bir yere gittiğimizde, hangi kıyafeti giyerseniz giyin, size çok yakışıyor, yemin ederiz. O yüzden bir daha sormayın. 📌 Biz erkekler basitizdir. Mesela sizden ekmeği getirmenizi istiyorsak, aslında ekmeği getirmenizi istiyoruzdur. Bundan "Ekmek masada değil" diye bir iğneleme yaptığımız sonucunu çıkarmayın... 📌 Eğer 2 değişik şekilde anlayabileceğiniz birşey söylemişsek ve bunlardan biri kötü ve sizi üzecekse, kesinlikle öbür anlamında söylemişizdir, boşuna bizi sıkıntıya sokmayın. 📌 Eğer birşey istiyorsanız sormanız yeterli. Birşeyi açıklığa kavuşturalım. Biz erkekler öyle farklı anlamlar taşıyan dolaylı soruları anlamayız. Ne istiyorsanız doğrudan söyleyin. 📌 Eğer şişmanladığınızı düşünüyorsanız büyük ihtimalle şişmanlamışsınızdır zaten. Bize sormayın, cevap vermeyi reddediyoruzdur. 📌 En karmaşıik durumda bile bizim için temel kural şudur: "En kolayını seç." Bizden komplike şeyler beklemeyin. 📌 Erkekler en fazla 16 renk görürler. Mesela, şampanya bir renk değil, bir içkidir. 📌 Erkeklerin çoğunun en fazla 3 çift ayakkabısı vardır. 📌 Biz basitizdir. O yüzden 30 çift ayakkabınızdan hangisinin kıyafetinize uyacağını sormayın, bilmiyoruzdur. Sormayınız. 📌 Cuma + Cumartesi + Pazar = Bol yemek ve mutfak gerçekliğinin icrasıdır. Bizi anlamaya çalışın lütfen, fazla abartmayın ama. 📌 Ev işlerinden sonra yattığınız yerde sızıp kalıyor ve her türlü kur çabasına "Yorgunum" diyorsanız bu bizi bozar... Bir erkeğe temiz evden önce temiz bir eş ve hatta sadece bir eş lazımdır. Temizlik bir temizlikçi tarafından da yapılabilir ama bazı şeyler temizlikçi ile yapılmaz, yapılmamalı da. 📌 Size "Neyiniz var?" diye sorduğumuzda, "Hiç bir şeyim yok" derseniz size inanırız, bizim için olay bitmiştir. O yüzden bir şeyiniz varsa doğrudan söyleyin sonra bizi anlayışsız durumuna düşürmeyin... (Amara Premier Palace) https://www.instagram.com/p/CNP4Q1opNrF/?igshid=p7ljg2nqjoio
0 notes
Text
Gel de bul beni...
Hep kafanda bir kadın vardır ya.. Hani hiç kimseyle paylaşamadığın, varlığına çoğu zaman senin bile inanmadığın. Hayatına bir şekilde devam edersin ama. Birileri girer çıkarlar. Her gelen yeni bir şey getirir, her giden de yepyeni şeyler alır götürür hani. Ama bir de içinde yarattığın o mükemmel kadın vardır. Senin gibi hisseden, düşünen, kararlarını veren, senin sevdiğin şeyleri seven, senin seçtiğin şeyleri seçen, senin gibi acının göbeğinden gelmiş ve ne istediğini bilen. Bu arada, bilse de illa öyle davranacak değil ya, hayat işte. Kendi adıma konuşayım, ben o kadını herhalde 15 yaşımdayken yaratmaya başladım, zamanla geliştirdim. Hayatıma girip çıkanlardan bir şeyler öğrenirken bir yandan da hayalimdeki kadına inanılmaz bir karakter verdim. Mükemmel karakteri geçtim, benim sevdiğim hobilerle ilgilensin ve benim gibi sevişsin istedim. Sevişmek... Güzel sevişen bir kadındı hayalimdeki, evet. Sevişirken birbirinin terinden, vücut sıvılarından iğrenmeyen. Sevişirken sadece bedeniyle değil ruhuyla da sevişen. Her şeyden ötesi, sevişirken sana güvenen bir kadın. Öyle bir kadın çizmiştim aklımın uçsuz bucaksız kapalı kapıları ardına. Ulaşamayayım diye, zaten bulamam diye. O kadından, o müthiş kadından çocuğum olsun istedim sonra. Çocuk benim için inanılmaz değerli bir şey, anlatamam bile. O yüzden mükemmel anneden olsun istedim. Yaşım olmuş 40.. Evet, o mükemmel anneyi değil, sevgiliyi bile bulamamış olmam sürpriz değil. Hiçbir zaman çok şanslı olmadım zaten. Çok güzel şeyler yaşadım, inanılmaz eğlendiğim anlar da oldu. Bu arada bunun yanında çok kötü şeyler yaptığım, inanılmaz üzüldüğüm zamanlar da oldu tabi. Hayat benim için aslında bir bakıma her zaman dengeliydi diyebilirim. Hakkını yememek lazım. Çok uç noktalarını gördüm kötü olan tarafın sadece. Bir çok kişinin görmeyi bırak, konuşamayacağı şeyleri çıplak ellerimle yaptım. Kendi kendime yettim hep, kimseye derdimi anlatmadım. Kendi kendimi iyileştirdim ve şu an olmuş olduğum adam haline geldim. Kendimi çok iyi tanıyor, ne isteyip istemediğimi biliyor ve uzun bir süredir ona göre yaşıyorum. Artık herhangi bir şey aramıyor, umut etmiyor ya da peşinde koşmuyorum. Ben buyum. Ama beni sevenler ben olduğum için seviyorlar. Kimse için değişmedim, ödün vermedim, yalan söylemedim, kimsenin arkasından iş çevirmedim, aldatmadım. Doğru bildiğim şeyleri yapmaya çalıştım her zaman. Kendi inandığım yoldan sapmadım. Kendime saygımdan en çok da. Dedim ya, ben buyum.
Bir kadın var hayalimde... Beni anlayan, beni hisseden, bana değer verdiğini hissettiren. Her zaman yanında olacağım ve yanımda olacak olan. Bir kadın var, aslında bana çok yakın, aslında beni buldu, birbirimizi bulduk. Bir kadın var, her şeyin farkında olan ama şimdiki hayatını bozmak istemeyen. Bir kadın ki başkaları kötü olmasın diye kendi kaderinden vaz geçen. Benim bilmediğim şeyler illa vardır ona karşı. Yıllardır hayalini kurduğum kadın karşıma çıksa nasıl hissedeceğimi her zaman biliyorum ama. Nasıl göründüğünü bile. O’nun şimdiye kadarki hayatını bilmesem de, şimdiye kadar yanında olmuş olmasam da ruhlarımızın yan yana geldiğinde birbirlerini tanıyacağını biliyorum. Bilmediğim tek bir şey var, eğer biz bir şekilde birbirimizi bulursak o günlerde nerelerde olduğumuz. Kimlerin yanında, neler yapıyor olacağız acaba. Acaba birbirimizi bulduğumuz zaman o an hayatlarımızdaki herkesi karşımıza alıp el ele verecek miyiz, hayata daha güzel tutunabilecek miyiz? Kendimi bildiğim günden beri o hayallerimde yarattığım kadının aşkından ölüyorum, bunu anlatamam. Nasıl bir sevgi, saygı, nasıl bir bekleyiş ve sabrın içinden geliyorum anlatamam. O kadın uzaklarda bir yerde var, biliyorum, hissediyorum. Çektiğim duygusal acı çok fazla. Duygusal acıları bastırmak için bir şeyler yapıyorum bir süredir. Siz adını ölüme meydan okumak, kaşınmak falan koyun. Ben hayatta kalmaya çalışıyorum aslında. O hayallerimdeki kadının varlığına şükrediyorum. Benden uzakta da olsa, günün her geçen saniyesinde aklımda olması inanılmaz ağır gelse de onu seviyorum. Çünkü onu tanıyorum, biliyorum, onun ruhu benim ruhumun diğer parçası. Benim canımdan bir parça. O olmadan ne kadar da yalnızmışım. O varken ne kadar kalabalık. Şimdiye kadar hiç hissetmemiş olduğum duygular yerleştiler içime. Bir yerlerde beni bekliyor, kendim kadar eminim. Sadece zamanını kestirmiyorum. Ve zamanı beklerken bitip tükenmekten korkuyorum. Hayatta şimdiye kadar en çok emin olduğum şey bizim birbirimiz için yaratılmış olduğu. Bunu iliklerimde hissediyorum, hücrelerimde bunun varlığından eminim. Ama hayat bu. Hayat değişik, hayat şaşırtıcı. Ne olacak bilemiyorum. En iyi haricinde en kötüyü de düşünüyorum. Kapadım gözlerimi ve bekliyorum. Beni bulması, ikimizi de bu yalan sevgilerden ve hayattan kurtarması için kendimi ve bizi onun insafına bırakıyorum. Gel de bul beni. Zamanın her saniyesi değerli. Bırak kendini, kapa gözlerini ve atla kollarıma. Sana söz veriyorum ruhum benim, ben seni tutacağım ve hiç bırakmayacağım. Üzüntü nedir bilmeyeceksin. Artık hak ettiğimiz hayatları sevgiyle, saygıyla, huzur ve mutlulukla dibine kadar yaşayıp hissedeceğiz. Bütün güzel duyguların ve dokunuşların en tepe noktalarına çıkıp kendimizi bırakacağız boşluğa. Gerisi gelecek zaten. Bir anlığına gözlerini kapamana bakıyor sadece. Sen hayallerimdeki kadın, sen ruhum, sen can parçam, sen benim her şeyim… Seni seviyorum. Gel de bul beni ve götür bizi bu yalanlardan uzağa. Geri kalan tüm zamanımı seninle geçirmek istiyorum. Sadece sen, bana yetersin.
0 notes
Text
Dünya futbolu son 50 yılını yaşıyor
Mehmet Bayer – Yurt Haberler – 3 Mayıs (HİBYA) – TRT'nin eski deneyimli maç spikerlerinden Akın Göksu, dünya futbolunun son 50 yılını yaşadığını söyledi.
Göksu, HİBYA muhabirine yaptığı açıklamada, meslek yaşantısıyla ilgili bilgi verdi.
Önceden, ticari ve devlet radyoculuğu diye bir olayın varlığından bahseden, radyonun icadından sonra Amerika kıtasında özel, Avrupa'da ise devlete bağlı bir radyoculuk anlayışı bulunduğunu aktaran Göksu, bu ikisinin yayıncılık anlayışlarının da farklı olduğunu bildirdi.
Göksu, bu ayrımın bilhassa savaş dönemlerinde kendisini belli ettiğine işaret ederek, ''Bunların gelir kaynağı da değişiyor. Amerika'da ticari anlayış ön planda olduğu için gelir reklama dayanıyor. Diğer tarafta ise devletin finansmanı söz konusu.'' dedi.
Türkiye'de de radyoculuğun devlet desteğiyle geliştiğini anlatan Göksu, ''Biz spor spikerliği olarak devlete ait yayıncılık anlayışının son dönemlerini yaşadık. Sonra özel kanal ve radyoların açılmasıyla görev yapacak insanların nitelikleri de değişti. Bu açıdan bakıldığında biz çok şanslı bir dönemdeydik. Sadece az sayıdaki spor spikeri arkadaşla, TRT'nin yetiştirdiği yani devletin yetiştirdiği kimseler olduk.'' diye konuştu.
Göksu, Çanakkale Dardanelspor'un Fenerbahçe ile yaptığı maçta Fenerbahçe'yi tutmak gibi bir lüksleri olmadığını belirterek, şöyle konuştu:
''Tarafsızlığı, dengeyi kurma politikaları, bizim kuşağımızı bu sınırlar içinde tutmuş bir olgudur. Bu olgu doğrultusunda biz çok popüler olduk, çok güzel işler yaptık. Bunun karşılığında bizi dinleyen insanlar çok sempati duydu, moral verdi, zaman zaman hayliyle kızdıkları da oldu. Ama biz bu mesleği bu ortamda gerçekleştirmiş şanlı bir gruptuk. Bu grupta, Öztürk Pekin, Ümit Aktan, Murat Ünlü, Tansu Polatkan, Abidin Aydoğdu vardı. Mesela ben İstanbul radyosunda taş plaklardan maç anlatımlarını dinledim. Şöyle antılıyor, 'sayın Zeki Sporel' diyor futbolcuya. Çok yavaş ve saygılı bir anlatım şekli varmış.''
– Pele, Yaşin ve Puşkaş ile konuştum
Akın Göksu, meslek hayatında sohbet ettiği dünyanın en ünlü futbolcularının ayrı bir yer tuttuğunu söyledi.
Brezilyalı dünyaca ünlü futbolcu Pele ile Meksika'da oturup sohbet ettiklerini anlatan Göksu, ''1986 yılındaki Dünya Kupası'nda Fransa-Brezilya maçı oynanıyordu. Bu maç tarihte seyrettiğim en muhteşem maçtı. Maçı ben anlatmıştım. Devre arasında Pele ile tercüman aracılığıyla konuştuk. O da maçın çok müthiş, iki takımın futbocularının çok kaliteli, dünya kupasının en büyük maçı olduğunu söylüyordu. Bunları söylerken çok mütevazi bir insandı, kibar bir adamdı. Herkesle konuşabilen, önüne gelen herkese imza atabilen bunları ben yanında gördüğüm için söylüyorum. Hangi ülkeden geldiğimizi sormuş, Türkiye'nin ileride bu tür turnuvalarda yer alması gibi temennilerde bulunmuştu.'' ifadesini kullandı.
Göksu, dönemin dünyaca ünlü Sovyetler Birliği kalecisi Yaşin ile de görüşme fırsatı bulduğuna işaret ederek, anılarıyla ilgili şunlardan bahsetti:
''İki kez karşılaştım onunla. Birincisinde yine TRT'deyken rahmetli Turgay Şeren'in jübile maçında karşılaşmıştık. O zaman dünyanın bir numaralı kalecisi Yaşin. Bu maçta onunla birlikte olma şansını yakaladım. Hatırladığım kadarıyla Türkiye'de futbola büyük ilgi olduğunu söylemişti. Bunun iyi bir şey olduğunu söylüyordu. Aynı Yaşin ile 1988 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda görevli, medya mensubu olarak, bacağının birinin kesilmiş olduğunu görerek, Münih'te yan yana oturma fırsatımız oldu, konuştuk.''
Macaristan'a karşı milli takımın efsane bir galibiyeti olduğunu, bu maçın 50 sene ''3-1 yendik'' diye konuşulduğunu aktaran Göksu, dönemin ünlü Macar oyuncusu Puşkaş ile ilgili anılarını şöyle anlattı:
''Onunla da bir röportaj yapmak istedim. İstanbul'a başka bir sebeple gelmişti. Konuştuktan sonra, bizim o anlı şanlı muhteşem 3-1'lik galibiyeti sorucağım. O maçı hatırlıyor musunuz? diye sordum. Adam şöyle duraksadı. 'Evet ya çok kötü bir saha vardı, çamur içindeydi' dedi. Adamın maçla ilgili hatırladığı tek şey bu. Biz yıllarca Macarları şöyle yendik, böyle yendik diyerek gelecek kuşakları motive edeceğiz diye anlattığımız olayı adam böyle hatırlıyor.''
– Türkiye'deki maç anlatımları
Akın Göksu, kendisi için Türkiye'de derbi maçı anlatmanın en kolayı olduğunu bildirdi.
''Çünkü bütün olayı biliyorsun, futbolcuları yakından tanıyorsun.'' ifadesini kullanan Göksu, ''Yeni lige çıkmış bir Kayserispor'un futbolcusunu tanımada zorlanabiliyorsun. Ama derbi maçlarda, sabah akşam bildiğin, merhaba dediğin, arkadaş olduğun insanlar var. Mesela 1983 yılında 4-4'lük Fenerbahçe-Galatasaray maçını anlatıyorum. O maçta demişim ki 'İki takım da şan ve şöhretlerine yakışır bir futbol bize sunuyor.' Geçen gün sosyal medyadan biri 'Akın bey, işte böyle böyle demiştiniz' diye 37 yıl sonra bana hatırlatıyor. O dönem 'Fenerbahçe iyiydi de Galatasaray'ı şansı götürdü' falan diyemezsin.'' dedi.
En çok Beşiktaş maçlarını anlattığını aktaran Göksu, ''Beşiktaş'ı tutuyorum ayrıca. Rıza, Metin, ama yıllardır görüşmüyoruz. Herkesin yolu ayrılıyor, gidiyor. Tanju Çolak mesela heyecanlı, her şeye gider, gelirdi. Fatih Terim hoca olsun, onun futbolculuğundan beri tanırım. Samet Aybaba, Ulvi Fenerbahçe'den Oğuz, İsmail Kartal, Cem gibi hepsinle aramız iyiydi. Herşey güzeldi. Bu tip ilişkilere girmek istemeyenler de vardı.'' diye konuştu.
Göksu, kendi kuşaklarından sonra yaşanan gelişmeler hakkındaki görüşlerini şöyle açıkladı:
''Bizim kuşağımızdan sonra özelleşen televizyonlarda spiker arkadaşlar, 'ben yaparım, iyi o zaman gel sen yap' zihniyetiyle oluştu. Bu arkadaşlarımız bugün hala öyle devam ediyor. Bunlar bir eğitim almadılar, bir yarışmadan geçmediler. Çünkü özel sektörün tek hedefi para kazanmaktır. Yani işi, gücü yok da spiker yetiştirmek gibi bir gayretleri de olmaz. Özel sektördeki yayıncılıkta patronun 'nasıl daha çok para kazanırız' düşüncesinden başka bir gayesi yoktur. Dolayısıyla maçı anlatacak adama demiştir ki 'heyecanlı anlat.' İşte bütün sihir, bizim dönemimizle şimdiki dönem arasındaki anlayış farkı budur. Patronların heyecanlı anlatım talebidir. Bu talepten sonra geçim sıkıntısı yaşayan bir genç spikerin maçı heyecanlı anlatmaktan başka hiçbir seçeneği yoktur. Eğer bağırıp, çağırma işi bugün futbola bir kalite getirdiyse diyecek hiçbir şeyim yok. Maç anlatma açısından söylüyorum. Hayır kalitesizlik getirmişse o zaman bunun vebali o televizyonların patronlarına aittir. Heyecan yaratmak için zengin bir dil bilmek gerekiyor. Bir pozisyonu farklı cümlelerle anlatabilme kabiliyeti gerekiyor. Bunların hiçbiri yok, 'ben anlatırım ağabey' diyor o da 'geç anlat' diyor, sonra bağırıyor, çağırıyor. Dolayısıyla bugün insanlar, maç anlatan insanları bizim kadar sevmedi. Ben bunu hissediyorum. Bizi sevdiler. Bunların ömrü devamlı da olmuyor. Bugün A, yarın B oluyor.''
Kendilerinden sonra TRT'de yetişen spor spikerlerinin uzun yıllar özel sektörde yer edinmeye çalıştığını dile getiren Göksu, ''Bizden sonra gelen Ercan Taner çok başarılı bir arkadaş. Ben çok seviyorum onun anlatım biçimini. Levent Özçelik, rahmetli Hüseyin Başaran, Yalçın Çetin, Erdoğan Arıkan bunlar hep başarılı arkadaşlarımız.'' ifadesini kullandı.
– Futbol son 50 yılını yaşıyor
Tecrübeli spiker, dünya futbolunun kendisine göre son 50 yılını yaşadığını söyledi.
Artık futbolun dünyada ömrünü tamamlamış bir spor aktivitesi olarak tarihe gömülmek üzere olduğunu savunan Göksu, sözlerini şöyle tamamladı:
''Çünkü işin içine video girdi. İki, taraftarın aidiyet yapısı hızla değişiyor. Amatör takımı kabullenmekle, acayip parasal imkanlara sahip takımları kabul etmek, taraftar üzerine değişik etkiler yaratan önemli bir olay. Kendiliğinden 'bu okul benim ilkokulum, bu mahalle benim mahallem, bu benim mahalle takımım' diyen insanların yerine şimdi bana daha büyük reklam yapan takım 'benim takımım' anlayışı geliyor. İşin ekonomisi değişti. Endüstrileşti futbol. Dolayısıyla futbolu var eden taraftardır ve taraftar üzerindeki biçimler değişmeye başladı. Futbol bu yüzden yıkılmak üzere. Bana göre bu olay bitmiştir, bunun çözümü yok artık.''
Hibya Haber Ajansı
Hibya Haber Ajansı
The post Dünya futbolu son 50 yılını yaşıyor appeared first on Kamu365 | Dünya Gündemi.
from WordPress https://ift.tt/2KTxZIv via IFTTT
0 notes
Text
Gözlerine önündeki pastaya dizilmiş mumların parıltıları yansıyor, bir anlığına gözlerini yumarak içinden her zamanki dileğini, sevdiklerinin seninle geçirecekleri uzun ömürlere sahip olmalarını diliyorsun. Ve o anda, o insan topluluğuna dahil olmadığım dahi gelmiyor aklına. Senin bu parıltılı ve mutlu halini düşlerken ben, senin bırak uzun bir ömrü yakın zamanda karşılaşmak istediklerin listene giremiyorum. Gülüyorum evet, sorun değil benim için böyle durumlar. Varlığımdan habersiz, etrafını çevreleyen birçok insanla gülüp eğleniyor olman içimi rahatlatıyor hatta. Biliyorum. Benden uzaklarda, hatta kıtanın başka bir ucunda olsan dahi mutlusun orada. Ben yeni yaşının ilk dileğinde ellerini tutmuyor olsam dahi içinde gerçekleşeceğine dair umutlarını atmıyorsun bir kenara. Hediyeler yağıyor üzerine, dilekler, kutlamalar, dualar çınlıyor kulaklarında. Diğer insanların gözünde heyecanla karışık sevginin yansımalarını izliyorsun. Kimisi çok ufak kırıntılar halinde olsa da kimisi çok çok büyük, kocaman bir duygu olarak çarpıyor sana, tatlı, sıcak, huzur verici dalgalarla. Huzur bu. Sırf kendini özel hissetme aşkından dolayı değil, sevdiğin birçok insanla sarmaş dolaş, kahkahalar içinde günün tadını çıkarıp geri kalan her şeyden uzaklaşmanın verdiği dinginlik. Sevgiyle, ilgiyle, mutlulukla dolu olma hissi. Sorunsuz bir gecede yüzüne yansıyan ayın bile parlak olması hatta. Öyle mutlusun ki uzaklarda, bugün sana yazdığım doğumgünü mektubunu ve şiirini senin içini burkmasın, bu uçsuz bucaksız mutluluğuna gölge düşürmesin diye akan nehire okudum. Birkaç balık gözlerime bakarak dinlediler suyun altından, kelebekler toplandı etrafımda, birkaç kedi tünedi dizimin dibine. Nehir daha bir gürültülü aktı ara sıra. Ben sadece seni ve doğumunun azametini anlatmaya çalışmıştım sayfalara. Varlığının bana verdiği güzellikleri, içime bıraktığın aşkı ve şehveti, parmaklarıma bıraktığın sevgiyi dile getirmeye yeltendim olağan beceriksizliğimle. Kelimeler de sayfalar da dilim de düğümlendi ara ara, fakat bitirdiğimde koskoca doğa, hatta bulutlar dahi ağlıyordu güzelliğin karşısında. hoş kokulu çiçekler uzandılar saçlarına, sana iletebilmem için onlarca hediye şekillendi o nehir kıyısında fakat hiçbirini kıpartıp da getiremedim sana. Şimdi elinin altında bir sürü çeşit çeşit, değişik renk ve desenlerde, şekil şekil hediye vardır ve benim minik çam sakızlarıma kalmazsın sen ama doğa benden çok daha heyecanlı ve saf bu konuda. En azından çiçeklere ve insanın ellerine işleyen kokularına aşık olurdun gördüğünde. şarkılar söyleyecek danslar edeceksin, çalanları dinleyecek ve kendini ritme bırakacaksın belki de. Çok güzel bir gece olacak senin için. Birlikte geçirdiğimiz ilk doğumgününü hatırlıyorum burada, baş başa, herkesten çok uzaklarda. Etrafındaki kalabalığa ve onlarla ne kadar mutlu olduğunu hesaba katarsak seni yalnızlığa sürüklemiş olmakla içim burkuluyor, bunu yapmamalıymışım sana. Senin baş başa, en özel günlerinden birini doğanın, yalnızlığımızın, sevdamızın kollarında geçirme fikri kör etmiş beni. Belki sıkılmadın, diğerleriyle olma arzunun da olduğunu bana beni kırmamak için söylemedin, kibarlık yaptın ama şu an görebiliyorum bunu. bana baktığında hayran bir şekilde bakmıştın. Biraz daha konsantre olsam bana sarılışını iliklerime kadar hissedeceğim hatta. Sanki gerçekmiş gibi... Gerçekte o günden çok daha mutlu olduğuna eminim ya bu da çok iyi geliyor bana. Gülümsemene burada eşlik edebilmek de hayli huzur verici. Hediyeni almadığımı düşünmeni istemem, şahsına özel tasarlanıp hazırlanmış bir hediye daha sana ulaşmak üzere konuldu masanın altındaki ilk çekmeceye. Bu son bir yılda birikmiş dördüncü hediyen olsa da onları saklamaya kararlıyım. Sana hiç ulaşmasalar da ölene kadar benimle olmaktan başka şansları yok çekmece kenarlarında. Geç oluyor iyice, şişedeki içki de tükendi, yapacak başka bir şeyim kalmadı burada. Saat neredeyse on ikiye vuracak ve bitirecek bugününü. Sen hüzünle selamlayacaksın yeni günü, içinde biraz da olsa olgunluk kırıntıları hissetmeye çalışacaksın, elinde olmadan, istemsizce dünü, bugünden, bir önceki yaşını, yeni yaşından ayırmaya yelteneceksin fakat bir fark hissedemeyeceksin içinde. Geçen sene sana söylediğim sözcükleri tekrarlayacağım ben burada 'İnsan geçen günler ve sayılarla değil yaşanılan acılarla yaşlanır' Bir umut ya sen de orada bu sözümü hatırlayacak ve doğum gününün son anında sunduğum iyi dilekleri hissedeceksin yüreğinde. Bir umut işte. İyi dileklerimi, yeni yaşının güzellikler ve huzur getirmesini dileyerek döneceğim evime. Hayali bir öpücük de konduracağım alnına. Doğum günün benim yüreğimde kutlu olabilecek böylece.
15 notes
·
View notes
Text
Bizans’ın Unutulmaz Aşıkları: Theodora ve Jüstinyen
ANAMED Birim Kütüphanecisi Naz Özkan, bundan tam 1500 yıl önce yaşanan ‘masalsı bir aşk’ı, ‘bugün Ravenna’da San Vitale Bazilikası’nda karşı karşıya bakan iki âşığı, Jüstinyen ve Theodora’yı anlatıyor...
İmparatoriçe Theodora ve maiyeti; San Vitale Bazilikası Ravenna, İtalya
“Benim yolum başka. Seni tanıdıktan sonra anladım bunu. Sevgi de yetmiyormuş. Çok eskiden rastlaşacaktık….”
Umutsuz aşkları anlatmak için en sık kullanılan sözlerden biridir “Vesikalı Yârim” filminde geçen bu replik. Birbirine denk düşmeyen, ayrı yolların yolcusu olan âşıklar, birlikte hiç yazamayacakları bir romanın kollarına düşmemek için çırpınsalar da nafiledir çırpınışları. Lakin bazen hani talih güler ya, ayrı dünyaların insanları olan âşıklar türlü zorluklara, engellemelere, kötü adam ve kadınlara rağmen kavuşurlar ve masal gibi bir aşk yaşarlar bu dünyadan göçmeden önce. İşte böyle masalsı bir aşk bundan tam 1500 yıl önce İmparatorluk’un başkentinde, Makedonya’nın Tauresium köyünde doğan fakat talihinin Konstantinopolis’e savurduğu genç bir adamla, kimi tarihçiye göre Kıbrıs, kimilerine göre ise Suriye doğumlu güzeller güzeli bir kadın arasında yaşanmıştı. Bugün Ravenna’da San Vitale Bazilikası’nda karşı karşıya bakan bu âşıkların adları Jüstinyen ve Theodora’ydı.
Özel Bir Kadın
Jüstinyen için Tanrı’nın hediyesi olarak karşısına çıkan Theodora’nın günümüze kadar gelmiş değişik hayat hikâyeleri vardır. On ikinci yüzyılda yaşamış kronik yazarı Suriyeli Michael’e göre kendisi gibi Monofizit görüşe sahip olan Theodora, bir rahibin kızıydı. Dönemin tarihçisi Prokopius’a göre ise hikâye başkaydı: Konstantinopolis’te altıncı yüzyılda çok meşhur olan araba yarışları dört takım arasında yapılıyordu. Lakin en meşhur iki takım (Maviler ve Yeşiller) arasındaki rekabet, günümüzün Panathinaikos – Olympiakos karşılaşmalarını aratmıyordu. Prokopius’un Anekdota’sına göre Yeşiller’in takımında ‘ayı bakıcısı’ olarak çalışan Akasius’un üç kızı vardı: Komita, Theodora ve Anastasya. Yerinde durmayan acımasız kader ağlarını örüyordu. Ne yazık ki babaları bu üç güzel kızı yetim bırakıp bu dünyadan göçüp gidince anneleri yeniden evlendi. Yeni kocası ev yönetimine katılır, hayvanlara bakar diye düşünen genç kadın zamanla işlerin umduğu gibi gitmediğine şahit oldu. Yeni eşi Yeşiller’in yanında işini kaybettikten sonra aile sefaletle mücadele etti ve bir zaman sonra yardım eli rakip takım Maviler’den geldi. Aile kolay kolay toparlanamasa da sonunda şeytanın bacağını kırdı. Nasıl mı? Dünyalar güzeli Komita sahneye çıkıp şehrin en ünlü fahişelerinden biri olunca. Ablası Komita kadar yetenekli olmasa da Theodora da ablasının izinden gitti ve sahneye çıkıp kısa zamanda “ordu kalıntısı” denen cinsten fahişe ya da “vesikalı” oldu. Çalıştıkları sahnelerde, gittikleri yemekli davetlerde iki kardeş vücutlarını sunarak erkekleri güzellikleriyle mest edip, baştan çıkardı. Theodora, bir zaman sonra günümüzde “burlesque” olarak adlandırılan gösteriler hazırlamaya başladı tiyatroda. Çok zeki olması, keskin nükteleri ile sıyrıldı diğer oyuncuların arasından. Çapkındı elbette, ona âşık olan erkeklerle alay etmeyi sever, ne kendinden ne mesleğinden ne vücudundan utanırdı. Yaşadığı dönemde oyunculuk fahişelikle aynı anlama gelmekte olduğu için toplum tarafından hor görülse de işini bırakmayı bir an bile düşünmedi.
Hayat Theodora’ya küçük sürprizler hazırlıyordu bittabi. Öyle bir an geldi ki özgürlüğüne düşkün, çapkınlar çapkını Theodora mesleğini, ailesini, anılarını Konstantinopolis’te bırakarak aşkının peşinden gitti, ya da sadece yeni bir hayatın… Onu sahneden çekip alan kişi Hekebolos, Libya'daki Pentapolis kentinin yönetimine atanan valiydi ve nüfuslu bir adamdı. Lakin “metres” hayatına daha fazla dayanamadı Theodora, kimsenin prangasına tahammülü yoktu, içine özgürlük korkusu düşmüştü çoktan. Tası tarağı topladığı gibi önce İskenderiye’ye, sonra başkente geri döndü, ve tabii sahnelere… Sahnelerin tozunu attıran Theodora’nın yolu bu sefer de hayatının aşkı Jüstinyen’le kesişti.
Şanslı Bir Adam
Flavius Petrus Sabbatius ismiyle Konstantinopolis’e gelen genç adamın hayatı, dayısı Justin tarafından evlatlık alınmasıyla değişmişti. Konstantinopolis’te aldığı hukuk ve teoloji eğitimden sonra Exkoubitores (saray muhafızı) olarak çalışan genç adam, İmparator I. Anastasios 518'de öldüğünde imparator olan dayısının yanında yer aldı. Zaman içerisinde Taht Naibi ilan edilen Jüstinyen, konsül olarak da İmparatorluğa hizmet etti. İşte Doğu Roma İmparatorluğu’nun rakipsiz varisi Jüstinyen, yaklaşık olarak 522’de Theodora ile tanıştığında ona deli gibi âşık oldu, sevdiği kadını yanına aldı ve imparator olacağı günü bekledi. 527’de imparator I. Justin ölünce bu iki genç insanın kaderi ve İmparatorluğun da kaderi sonsuza kadar değişti… Corpus Juris Civilis ile hukuk birliği sağlayan Jüstinyen, Kuzey Afrika, İtalya, İspanya, Akdeniz Adaları’nı Konstantinopolis’teki Roma İmparatorluğu’na bağlayarak, kiliseler, su kemerleri in��a ederek, Roma İmparatorluğu’nun ‘restorasyonu’nu (renovatio imperii) ve en önemlisi birliğini sağlamaya çalışarak tarihe adını yazdırdı..
Roma İmpatorluğu’nu yönetmek ateşten bir gömlek gibiydi Jüstinyen ve Theodora için. Bu zorlu yolculuk tozpembe başlamamıştı elbette. Önlerinde aşklarını yaşamalarına değil lakin evlenmelerine ve Theodora’nın “Augusta” olarak Jüstinyen’in yanında mor pelerini ile arz-ı endam etmesine engel olacak durum ve kişiler vardı. Karşılaştıkları ilk sorun Theodora’nın “gayri meşru” kızının durumuydu. Her zaman Theodora’nın kızı olarak kalacaktı ve asla bir prenses olamayacaktı. Fakat Theodora’nın zavallı minik kızından daha ciddi bir sorun vardı: Roma yasaları. Jüstinyen imparator olmadan önce, henüz bir senatörken, evlilikleri senatörlerin sahneye çıkan kadınlarla evlenmelerini yasaklayan kanuna takılmıştı. Ancak I. Justin kadim kanunu kaldırdıktan sonra ve tövbe eden oyuncuların senatörler ile evlenmelerine izin vermesiyle bu sorun çözülmüştü.
Ve hikâyedeki kötü kadın: Prenses Euphemia. “Barbar” bir köle iken Justin ile evlenen, tarihçi Prokopius tarafından eğitimsizliği ile küçük görülen Euphemia, Jüstinyen için hiç uygun bulmamıştı kirli bir geçmişe sahip olan Theodora’yı! Bir Bizans dedikodusuna göre de Euphemia da sahneye çıkan bir oyuncuydu ve Theodora ona hatırlamak istemediği geçmişini hatırlatıyordu. John Barker’a göre önce yasaya daha sonra da prenses Euphemia’nın vetosuna takılan gençlerin izdivacı, Euphemia’nın Hakk’ın rahmetine kavuşmasından sonra 525’te vuku bulmuştu.
İmparator Jüstinyen ve maiyeti, başpiskopos Maximian, and Praetorian muhafızlar San Vitale Bazilikası Ravenna, İtalya.
http://www.metmuseum.org/exhibitions/listings/2012/byzantium-and-islam/blog/topical-essays/posts/san-vitale
İsyan Günlerinde Aşk
Tam huzura erecekken âşıkları sınayan son darbe ise Thedora’nın gönülden bağlı olduğu Maviler’den ve Theodora’nın babasının bir zamanlar hizmetinde bulunduğu Yeşiller’den gelmişti. 13 Ocak günü kalabalık ve öfkeli Konstantinopolis halkı devlet makamlarınca verilen ağır cezalara daha fazla dayanamadı ve Maviler-Yeşiller önderliğinde isyan ateşini Hipodrom’da yaktı. “Nika” sesleriyle galeyana gelen halk Ayasofya’nın yerinde olan bazilikayı yerle bir etti ve Büyük Saray’a yöneldi. Halk eski İmparator Anastasius'un yeğenlerinden birini İmparator olarak ilan edince durum iyice ciddileşti. Theodora ise sanki kaybedeceği bir tahtı, unvanı yokmuşçasına “benim kaybedecek bir şeyim yok” diyerek, soğukkanlılıkla onca devlet görevlisi ve Jüstinyen’in karşısında şu konuşmayı yaptı:
"Belki kadınların, erkekler önünde konuşması ve korkaklara cesaret vermesi doğru değildir. Ama, tehlike anında herkes elinden geleni yapmalıdır. Bence, bu durumda kaçmamız bize bir şey kazandırmaz. Kaçarak kurtulsak bile bunun sonu yoktur. Nasıl olsa dünyaya gelen kişi ölecektir. Hükümdar olan kimse sürgünde yaşayamaz. Ey İmparator! Kaçarak kurtulmak istiyorsan, bunda bir güçlük yok. Hazinen var, gemilerin hazır bekliyor. Ama sarayından ayrıldığın zaman hayatını da yitirmiş olacaksın. Güveneceğin bir yere kaçtığın zaman ölümü güvenliğe tercih edip etmeyeceğini düşün. Bana gelince, eskilerin de dediği gibi erguvani pelerin kefenim olsun!”
Mor pelerinini kefen yapmaya hazır olan Theodora’nın uzattığı eli bırakmaz Jüstinyen. Bu konuşmanın ardından ünlü komutanları Belisarius, kahyası ve generali Narses ve Mundus’u, Hipodrom’da toplanan isyancıların üzerine gönderen Jüstinyen’in ellerine, dönem kaynaklarına göre 30 ila 35 bin civarından insanın kanı bulaşır, isyancıların elebaşı ve bilumum çapulcu idam ettirilir, pek çok mülke el konulur, böylece isyan da son bulur.
Detorakēs, Theocharēs Eustratiou. Hagia Sophia: ho naos tēs Hagias tou Theou Sophias = Hagia Sophia : the church of the Holy Wisdom of God. Athēna: Ephesos, 2004.
Talihsiz Güzel: Amalasuntha
Seven ne yapmaz, hele kıskanç bir kadınsa… Theodora Jüstinyen’in emrindeki herkesten çok kıskanıyordu sevdiği adamı ve elinden geldiğince Kapadokyalı John gibi düşmanlarından koruyordu. Ancak bu kez Theodora’nın karşısındaki rakip yabana atılacak gibi bir biri değildi. Çünkü Amalasuntha ünlü Ostrogotların Kralı Theodorik’in kızıydı. Eşi vefat edince küçük oğlu tahta geçmişti ve kendisi de naibe olmuştu. Eski Roma kültürüyle eğitilmiş olan güzel Kraliçe oğlu Athalaric’i de aynı şekilde yetiştirmeye çalışıyordu. Lakin soylu Gothlar genç Kraliçe’nin yönetiminden huzursuzdu ve ciddi bir tehdit oluşturuyorlardı. Tehditlere daha fazla dayanamayan Kraliçe, Jüstinyen’den yardım istemiş ve Bizans'a göç etmeyi düşündüğünü söylemişti, üstelik yanında büyük Ostrogot hazinesi ile beraber! Theodora gibi eli kolu uzun, her yerde gözü kulağı olan, hatta geceleri bile uyumayan, “vampir gibi gezen (!)” İmparatoriçe’den kaçar mı böyle bir haber? Theodora’ya göre hiçbir erkek reddetmezdi böyle genç, eğitimli ve mevki sahibi bir kadını. Yılanın başını gençken ezmeli düşüncesiyle hareket eden Theodora elini çabuk tuttu, Petrus'u İtalya’ya elçi olarak gönderdi genç kadının canını alması için. Prokopius’un yazdıklarına bakacak olursak Amalasuntha’nın ölümü Theodora’nın ellerinden olmadı. Allah’ın ‘çirkin şansı’ vermediği, çekici Amalasuntha ise kuzeni Theodahad emriyle kapatıldığı hapishanesinde, banyo yaparken bir komploya kurban gitti… Jüstinyen ise ancak Amalasuntha öldürüldükten sonra Theodahad’ın karşısına çıktı ve Ostrogotlar Krallığı ile Doğu Roma İmparatorluğu arasında 535-554 döneminde sürecek uzun Gotlar Savaşı'nı başlattı.
Bir Aşkın Mirası
Bunca ölüme, entrikaya, savaş rağmen yaşadıkları dönemde yaptıkları ile birçok kişinin ahını da alsalar, Jüstinyen ve Theodora adlarını ölümsüz kılacak işler yapmaktan çekinmemişlerdi. Beşinci ve altıncı yüzyılın kronik yazarlarından Malalas’a göre çift yaşadıkları zenginliği diğer insanlarla paylaşmış ve belli bir kesimin sevgisini kazanmışlardı. Antakya’da kiliseler, hamamlar, bazilikalar yaptırmışlar, incilerle süslü haçı şehre bağış olarak göndermişlerdi. Hormisdas Sarayı’nı, 500’e yakın Monofizit rahibi İmparatoriçe’nin finansal desteği altında korumuşlardı.
Theodora ve Jüstinyen’in hiç çocuğu olmadı. Jüstinyen yeğeni II. Justin’i kendinden sonra tahta geçecek kişi olarak seçti ölmeden önce. Jüstinyen 540’larda geçirdiği vebayı da atlatmıştı sevgilisinin yanında. Çağımızın vebası olarak bilinen kanser ise Theodora’yı ayırmıştı Jüstinyen’den. Sevdiği kadının ölümünden sonra 20 yıla yakın bir süre yaşayan Jüstinyen de kendini dine, teolojiye adamıştı ölmeden önce. 565’te vefat ettiğinde bugün Fatih cami olarak bilinen Havariyyun Kilisesi’nde, adı gibi Tanrı’nın ona bahşettiği hediye olan Theodora’sının yanında sonsuzluk uykusuna daldı Büyük Jüstinyen. Bugün İtalya’nın Ravenna kentinde tıpatıp benzeyen mozaikleriyle karşılıklı bakışan Theodora ve Jüstinyen’in aşkları, isimlerinin baş harflerinden oluşan monogramlarıyla eski adı SS. Sergius ve Bacchus Kilisesi olan Küçük Ayasofya Camii’nin ve dünyanın en eski katedralinin kutsal bilgeliğinin gölgesinde, Ayasofya’nın sütun başlarında ölümsüzleşiyor ve ziyaretçilere, genç âşıklara bu imkânsız ama kaçınılmaz aşkın hikâyesini hatırlatıyor…
Ss. Sergius ve Bacchus kilisesi, Küçük Ayasofya Camii. Fotoğraf Yard. Doç Nikos D. Kontogiannis (Koç Universitesi-Gabam)
Kaynakça:
Barker, John W. Justinian and the later Roman Empire. Madison: University of Wisconsin Press, 1966. DF572 | b.B35 1966
Behnam, Gregorius Bulus. Theodora: a story of heroism, strife, sacrifice, and faith: treating the affairs of the Syriac Church in the first half of the sixth century. Piscataway: Gorgias Press, Beth Antioch Press, 2007. DF572.5 .T5413 2007
Bell, Peter N. Three political voices from the age of Justinian: Agapetus, 'Advice to the emperor’; Dialogue on political science; Paul the Silentiary, 'Description of Hagia Sophia. Liverpool: Liverpool University Press, 2009. DF531 .T47 2009
Browning, Robert. Justinian and Theodora. London: Thames and Hudson, 1987. DF572 .B76 1987
Bury, John Bagnell. History of the later Roman Empire: from the death of Theodosius I. to the death of Justinian. New York: Dover Publications, 1958. DG311 .B98 1958
Cameron, Averil. Procopius and the sixth century. Berkeley: University of California Press, 1985. DF505.7.P7 C35 1985
Evans, J. A. S. The age of Justinian: the circumstances of imperial power. London; New York: Routledge, 2000. DF568 .E83 2000
Garland, Lynda. Byzantine empresses: women and power in Byzantium AD 527-1204. London: Routledge, 1999. DF572.8.E5 G37 1999
Grabar, Andrâe. The golden age of Justinian, from the death of Theodosius to the rise of Islam. New York: Odyssey Press, 1967. N6250 .G6513 1967
Gregory, Timothy E. A history of Byzantium. Malden, MA: Wiley-Blackwell, 2005. DF552 .G68 2005
Holmes, William Gordon. The age of Justinian and Theodora: a history of the sixth century A.D. New Jersey: Gorgias Press, 2002. DF572 .H7 2002
Lamb, Harold. Theodora and the Emperor: the drama of Justinian. New York: Doubleday, 1952. PS3523.A4235 T44 1952
Lee.R.W. The elements of Roman law: with a translation of the Institutes of Justinian. London: Sweet & Maxwell, 1956. KJA1088 .J8 2010
Maas, Michael. The Cambridge companion to the Age of Justinian. Cambridge: Cambridge University Press, 2005. DF572 .C35 2005
McCail, Ronald C. The earthquake of A. D. 551 and the birth-date of Agathias. London: William Clowes and Sons, 1967. QE536.2.B95 M3 1967
Menander, Protector. The history of Menander the Guardsman. Cambridge: F. Cairns, 2006. DF572 .M4613 2006
Moorhead, John. Justinian. London; New York: Longman, 1994. DF572 .M66 1994
Prokopios. The secret history: with related texts. Indianapolis: Hackett Publishing Company, Inc., 2010. DF572 .P7613 2010
Sarris, Peter. Economy and society in the age of Justinian. Cambridge; New York: Cambridge University Press, 2006. DF568 .S37 2006
Scott, Roger. Byzantine chronicles and the sixth century. Farnham: Ashgate, 2012. DF505 .S36 2012
Vasilʹev, Aleksandr Aleksandrovich. Justin the First: an introduction to the epoch of Justinian the Great. Cambridge: Harvard University Press, 1950. DF568 .V37 1950
5 notes
·
View notes