Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Güne veda mesajı
Bugün de bizi idare ettin, teşekkürler.
13 notes
·
View notes
Quote
"Ne o? Altın mı? Sapsarı, pırıl pırıl, değerli altın mı? Hayır, tanrılar, Açgözlü aptalın biri değilim ben. Gökler, ey duru gözyüzü! Karayı ak; çirkini güzel; haksızı haklı; alçağı soylu; Yaşlıyı genç; korkağı yiğit yapmaya yeter bunun bu kadarı. Ah, tanrılar neden bu? Neden bu, ey tanrılar! Rahiplerinize, uşaklarınıza yüz çevirtir bu sizden, Başının altındaki yastığı çeker dipdiri bir insanın; Bu sarı köle, dinler kurar, sonra yıkar; İleçliyi kutsar; cüzzamlıyı taptırır; hırsızı alıp Üne, özgüye boğar, yanyana oturtur ulu kişilerle; Budur işte yeniden evlendiren kırk yıllık dulu; Kapanmaz yarasıyla en umutsuz hastayı Merhemler, kokularla bir Nisan gününe çeviren de bu. Git, körolası maden parçası, insanlığın orta malı, sen, Ulusları birbirine düşüren." “Sen ey sevimli kral katili ve ayıran Piçinden babayı! Sen kirlettin parlaklığınla Hymen’in tertemiz yatağını! Sen cesur Mars! Sen her dem taze, sevilen, zarif zampara, Yanağının pembeliğiyle eritirsin sen Dia’ın kucağındaki kutsal karı! İmkansızlıkları birbirine yaklaştırıp, Öpüştüren onları! Her dilde konuşup, Her anlamda laf eden, sen göze görünür tanrı! Sen, yürek yaralayan, düşün, Kölen insan başkaldırıyor; kullan gücünü, Birbirine düşür onları, öyle ki hayvanlar Yeryüzünde imparatorluk kursun!”
William Shakespeare - Atinalı Timon
29 notes
·
View notes
Text
Kayıp Destanı
Mem nelere gark olmadı Zin’in ateşi için Ferhat dağlar delmedi mi Şirin'in düşü için Kusur ise her saniye her yerde seni anmak Mecnun az mı yemin etti Leyla’nın başı için Sesi yorgun gözlerinden uykusuzluk seçilir Görkeminin zerresinden Ağrı Dağı küçülür Gecelerin kollarında leblerinin bal suyu Aydan dökülürcesine kana kana içilir Uykularından kopardım hoş geldin mihmanımsın Artık geri dönüşü yok ahımsın eyvahımsın Elâlem ne derse desin hiç umurumda değil Akıbetine razıyım sevabım günahımsın Sana yine sana yandım Nesimî'de dün gece Gözlerinle yüzüleyim bend olayım Hallac'a Öyle hüküm buyurmuşlar tanrılar divanında Ha ben sana yollanmışım ha Muhammed mi'raca Cümle cihan güzelleri yüzlerine ben örsün Gözlerin balyozu oldu içerimdeki örsün Ruhumdaki fırtınalar Merih'i usandırdı Nuh'a haber eyleyin de gelsin de tufan görsün Yokluğuna dayanamam ahım arşı boyladı Gölgeni Nil'de görmüşler piramitler söyledi Hele bir bak şu sevdaya kimler yanmış ben gibi Dediği üzre Yunus'un "gör beni aşk neyledi" Son duraklarda beklerdim sonun olsaydı senin Neler verilmez ki yerim yanın olsaydı senin Çıkar kınından ne olur kirpiklerinle bile Çal sineme gözlerini aşkına şah Hüseyn'in Harikalardan biriymiş diyorlar Çin seddine Seni görmeden hükmetmek kimin düşmüş haddine Ulu divana baş vurdum dönsün diye Bağdat’tan Ol sebepten ahvalimi arz ettim Bedreddin'e Gamzelerini görseler bülbüller de lâl olur Aşklar ülkesi sarsılır korkunç ihtilâl olur Beklenmedik bir zamanda ölür isem sebebi Beni eritip bitiren sevda-i iclâl olur Kahreden ateş bilinem yananı sen olsaydın Nal olurdum aşk atına bineni sen olsaydın Deseler ki şu kadehte ağu var içen ölür Bir solukta bitirirdim sunanı sen olsaydın Belki de hatırlanırım ararsın şimdi nerde İzim deryada damladır köyüm Hatçepınar'da Bizim köyün kıyısında Dilav suyuna uğra Hangi çobanın kavalı ağlıyorsa ben orda Tanrılar yaratan Zerdüşt serdarıdır aslımın Mazdek Hürrem nişanıdır inancımın neslimin Dersimli Seyyid Rıza’ya ağır selamları var Himmeti var gayreti var Horasanlı Müslim'in Seni tanrılara sunam keremetin görünsün Nazar eden köryılandan beter olsun sürünsün Dağlar naz yapmaya aday insafını bağışla Bağışla ki gözlerinde eşkıyalar barınsın Söyler misin anlar mısın ah çekerin suçu ne Bulutlardan damlar gibi düştüm girdap içine Ay bulandı güneş kustu yıldızlar beklemede Artık yolla gözlerini yolla Çin-u Maçin'e Titanik'ten son sesleri alizeler getirdi Son seslerin son demini balinalar bitirdi Her yerde terör estiren sabıkalı gözlerin Bermuda’yı kamçılayıp Atlantis’i batırdı Toprak sudan bülbül gülden dost dosttan bulur deva Dârâ'dan çok önce seni ağırlamış Ninova Benim ömrüm yanan roma senin gözlerin Neron Örste demir dövmededir şimdi Demirci Kawa Melekler ipekyolu'nda aryaları gözledi Yeri göğe ayı güne seni bana sözledi Ilık bir güz akşamıydı yine senin yüzünden Koçero Harran’a doğru atını mahmuzladı Kirpiklerin yeni değmiş kaşların firik başak Ay ışığı az geliyor hadi gözlerini yak Fesatların hasetlerin eli kına görmesin Terk-i canan eylemeden Şahmeran'a danışak Keşke gelmez olaydı böyle bir hâl başıma Temaşaya meraklılar toplandı el başıma Herkesin dilinde şarkı elinde yarin eli Artık yine sensiz artık yalnızım kul başıma En yorulmaz yolcusuyum müptelası bu yolun Ben zamanla boğuşayım sen seyreyle sen salın Kor alevler buz kesilir gördüklerinde beni Bir sensizlik yakar bir de hasreti İstanbul’un Sen ey gönüller sahibi ey yüzleri gök zemin Ey deryalar şahanesi sen ey gözleri kimin Düzgün Baba hatırına Munzurlar'a mihman ol Mihman ol da güneşlensin yaylaları Dersim'in Gözlerinin dokunduğu her mekân memleketim Bakıver de uzamasın gurbetim esaretim Ahmed Arif hasretinden prangalar eskitmiş Beni böyle eskitense prangalı hasretim Umutların menzilinden uzaklara atılmış İki cihan mucizesi ilâhlara katılmış En amansız gecelerde aynalar yine suskun Perçemi yüzünü gizler sanırsın ay tutulmuş İmanım varsa kaşların, kirpiklerinse dinim Muhammed Kâbe'ye döner, benimse sensin yönüm Musa meşhur asasıyla, çarmıhı ile İsa Bütün hepsi senin olsun, senin gözlerin benim Senin yüzdüğün sularda ayrılık ölümü yur En son yolcun ben olayım bekle biraz gitme dur Beni İstanbul’a götür ya da İstanbul getir Dokununca Nazım’ın ellerini yakan vapur Gördüklerin sensizliğin dayanılmaz göçüdür Sıla gurbet gurbet sıla birbirinin içidir Ne aradın ne de sordun ben nerede neylerim Kara Fatma Kara Yılan senden şikayetçidir Bilirsin ki sevenlerin ayrılığı kâbustur Tahir'i Zühre’ye bahşet zemmedenleri sustur Sen istesen Sina Çölü bin çeşit çiçek açar Suya sudan köprü kurmak yalnız sana mahsustur Bazen kırmızı karanfil zakkum mereti bazen Sevmeyenleri şad edip sevenlerini üzen Ağlayanın güleninden misli misli fazladır "İşte gidiyorum çeşm-i siyahım" diyen ozan Bahçıvanlar kır bayırda boz kevene gül aşlar Ol sebepten didelerden eksilmez kanlı yaşlar Sana yanar sana susar sana acıkır sana Ehl-i Haklar, Kakailer ve mağrur Kızılbaşlar Meri keklik Binboğa'dan Çukurova’yı süzer Yörüklere konuk olur yaylalarını gezer Al'Osman'a diklenenler Göv Osman'a kul oldu Avşar ellerinin hali Dadaloğlu'nu üzer Sana sevdalıdır diye Pir Sultan asılırken Kadılar bayram ettiler Hızır’a susulurken Bilcümle taş kesildiler sözde Itır sevenler Kirli sarı bir bıçakla Nergisler kesilirken Senin rengin tüm renklerin şahı padişahıdır Senin ahın tüm ahların kahredici ahıdır Yıllar gün misali geçti asırlar ay misali Herkes kendi âleminde bu neyin eyvahıdır Yüreğim atom yüklenir sesini duyduğum an Dört kitap çaresiz kalır el-aman aman aman Başka biri yapar mıydı Eyyub'a sabır verdim Ay kendini kuşatıp da gece sustuğu zaman Arzu'yu Kamber'e yolla bayram seyran etsinler On emiri on bir eyleyip Tur'da semah tutsunlar Lûtfeyle de Eshab-ı Kehf açsın kapılarını Yediler'e yoldaş olup yedi asır yatsınlar Güzelliklerin mimari cennetlerin ustası Misk-ü amberli cemlerin vazgeçilmez bestesi Dört kapı kırk makam mağdur mecbur olsa da sana En çok Zerdüşt yanar bir de Zerdüşt'ün avestası Tay Dağı'ndan Kafdağı'na bakışların gerilmiş Nazlarını çekemiyor arap atlar yorulmuş Yol bilenler hâl bilenler sırrın sual etmişler Nesimî Hallac-ı Mansur Şah Hatayi darılmış Gel de dal tomura dursun daha uzansın elim Eski dostu yarenleri gel de çağırsın dilim Bir "he" desen ben Sırat'ı tez geçerim kıratla Köroğlu tek vekilimdir Kiziroğlu kefilim Ay ışığı bilâdestur rüyalarıma dalar Kuşkularımı bağlamış uykularımı yolar Daha kuşlar uçamazken nergisler açamazken Bir sen vardın gülümseyen bir sen bir de inkalar Gözlerinden uzak olmak inan beni bitirir Gider de gelmez bilirim yıllarımı götürür Bir sonbahar yaprağı ol dalı ver kuşun çekme Kızılırmak incitmeden seni bana getirir Ağuları yıllandırıp içirdin yudum yudum Ahvalimi anlar diye Baba Üryan’a dedim Karıncayı gözlerinin karasından vuran ben Çok saldırdım ruhumdaki seni öldüremedim Yerim yurdum meçhul oldu neredeyim şaşmışım Kafdağını turnaların kanadında aşmışım Kanlılar kandan vazgeçer üçler beşler aşkına Sen de bir gün Maraş’tan geç ocağına düşmüşüm Bana gözlerini gönder sakın ha olmaz deme Kime yanam dertlerimi yalnızlığımı kime Bir başıma kâbuslarla boğuşurken ansızın Hayallerin şeref verdi dün akşam viraneme Hicran son arifesinde yolculuk var makbere Siyabend'i öldürdüler Xece ölmek üzere Ab-ı hayat çeşmesidir leblerin esirgeme Ne o tanrıya minnet et ne de dal tevekküre Bulutlar yağmur yorgunu ufuklar ateş yüklü Bir damla ateşte derdim senisizliklerim saklı Yedi kıtaya dağılıp elleri boş döndüler Huma kuşu intizarda turnalar ağlamaklı Sana sunulmaya hazır gökkuşağı destimde Emrine amade olmak hayran olmak kastımda Gözden ırak alemlerde yitik insanlar gibi Ha ülkeler zaptedilmiş ha gözlerin üstümde Hal bilmeze yoldaş olmak yola zulüm değil mi Cevreyleyip gönül kırmak dile zulüm değil mi Ömründe bir defa bile gül koklamamışların Bahçıvana saldırması güle zulüm değil mi Mevsimlerin prensidir güzleri Akdeniz'in Aşikârdır huzurunda gizleri Akdeniz'in Damıtılıp Lût Gölü'ne bağışlansa suları Leblerinde denizleşir buzları Akdeniz'in Şarkılarını dokudum senle geçen her anın Sebebi katili olma yorgun yaralı canın Sen de anlamazsan beni sen de gider gelmezsen Şikayet ederim seni Şah'ına Pir Sultan’ın Sürmeleri yel götürür gözlerine güneş çek Yağmur yanak rengin yağsın bulutlara kına ek Lübnan yeniden kurulur yine şenlenir Beyrut Ama senin gözlerinin savaşı bitmeyecek Yeter çektiklerim yeter benden beter olası Yusuf'u kahretmedi mi Züleyha'nın çilesi Yüzün suyu hürmetine binboğalar and içer Ol diyarda vekilimdir Diyarbakır Kalesi Karda kan damlası rengi yüreklerde ölmezin Ne hükmü var ne kıymeti gidip geri gelmezin Dost Fuzulî mest Fuzulî mayaları anlatmış Sızıları Zap Suyu'nda Siverekli Yılmaz’ın Bana renklerini uzat uzat ellerimi tut Tut ki gönüller şenlensin tut ki yeşersin umut Kervanlar yollara düştü Şam'dan Darüsselam'dan Doğuver de incinmesin mahcup olmasın Nemrut Sırrın dirheminde tutsak arzuların ağlaşır Bıçkın kaçak hislerinde gece-gündüz bağlaşır Bir elinde Van Gölü var bir elinde Urmiye Damlasını sürgün etsen nurhaklarda çağlaşır Duyar mısın İnce Memet Toroslardan seslenir İki canlı Hatçesiyle doruklara yaslanır En onulmaz en insafsız en çaresiz ağrılar Gözlerinin feri değse iflah olur uslanır Senin olmadığın yerde benim yokluğum başlar Hayallerim yola düştü arandı dağlar taşlar Hayyam çorak yüreğime bir kaç damla dem serpti Periler Cudi Dağı'nda izine rastlamışlar Sen pervasız çığlıklar at ben kahrolam ben üzgün Sen kırklarda demlenedur ben beklemekten bezgin Deryaların kucağında cem tutar semazenler Düşlerim dağlar başında düşlerim dolu dizgin Seni Dicle beni Fırat resmetmiş güneş ya rab Güneşin vekili aya yıldızlar olmuş turab Bizleri merak edenler aydan izin alsınlar Bir başkadır yıldızlardan görülse Şattü'l-arab Yağmur yüklü bulutlardan ruhunu koklayışım Çağları tedirgin etmiş ömrünü saklayışım Eyyub'un sabrı tükendi tükenmiyor nedense Ne senin gelmeyişlerin ne benim bekleyişim Gözlerinin damlasıyla çölde gül yetiştirdim Sam yelleri yenik düştü sesinle çatıştırdım Gölgenin düştüğü yerden bir avuç sönmüş külü Serptim derin uykularda Kerem'i tutuşturdum Dilek ağacına gittim sesini bağlamışsın Islaktı dallar yapraklar hıçkırıp ağlamışsın Karac'oğlan hayıflanır Hayyam duysa gücenir Bulanık göl sularını şaraba yeğlemişsin Düştüm dipsiz kuyuların en zifiri yerine Sarkıt gözlerini durma muhtaç oldum nârına Semiramis haber salmış zümrüd'ü-anka ile Davetliymişiz Babil'in asma bahçelerine Sesi mavi rengi esmer bu diyarda sazların Geceleri parlamaktır töresi yıldızların Dağlar uykulara daldı okyanuslar uykuda Beni sabahlara boğan senin deli gözlerin Teninin saçtığı nurdan güneş bile utanır Söyle seni benden başka daha iyi kim tanır Sevdalıların tarihi ıstıraba büründü Seni arzular kıskanır seni Aslı kıskanır Yanarım ah çeker gibi çekerim nazlarını Canını canıma değdir tutuştur közlerini Bir bilsen bir bilebilsen hallerim pemperişan Merhem ol yarelerime gizleme yüzlerini Düşlerimle savaşarak gün be gün yordum seni Hayallerimle kuşatıp ruhuma kordum seni Dediler ki aradığın şaraba yoldaş oldu Yanıbaşımda bekleyen Hayyam'a sordum seni Daha mecalim kalmadı bitti bu son çağrı gel Gel ki yokluğun tükensin tükensin bu ağrı gel Köroğlu'dan kıratını istesen sana verir Seni Nemrut'a beklerim her sabaha doğru gel Aşıkların sırdaşıdır Dicle gizemli akar Siti muradına erdi Botan seyrana çıkar Kör olası kinli beko keyfinden dört köşedir Mem Zin'i Zin Mem'i yakar tacdin evini yakar Serbest geceleri giyin korkularını sıyır Yudumla ki mest olasın şarabı sudan ayır Çöl su ister lâl dil ister gözlerini isterem Vermeyenin iki yüzü ben garibanı doyur Haramiler cirit atar kaynağında bu nehrin Dudaklarını savur ki hükmü kırılsın zehrin Bir bakışın bir taburdur gönder ordularını Sana mecburiyeti var yedi tepeli şehrin Kudretinden sual olmaz can verir can alırsın Ya ömrü saadetim ya da Azrailim olursun Mecnun'un yerine sordum dediler Allah bilir Ben nerede ne olurum onu da sen bilirsin Bir yanımda yarasalar işitir ağıtları Halepçeli bir çocuğa taşıtır ağıtları Küllerim Ağrı'da çığdır tüterim çığlık çığlık Sivas'ta tutuşan ateş kuşatır ağıtları Gözlerinin beşiğinde rüyalarım sallanır Zehri kana zerk etseler damarında ballanır Gılgamış küçük asyanın sensiz fotoğrafıdır Yaşar Kemal'in dilinde Anadolu dillenir Ben dostumu hak bilirim hakkı bilir dost beni Tanrıların sofrasına çağırır bir dest beni Nesimî'nin derisinden sızan şarabı tattım Damlasına dilim sürdüm bir hoş etti mest beni Hallac olup taşlandılar hak ruhunu tadanlar Zal'ın elinden savruldular riyakârlar nadanlar Aşkı şehvete boğduran ummi nebi misali Zul'm ile serdar oldular nefse biat edenler Hakkı sırda sır olanın sor kendisi necidir Aklı mahrum ruhu kanlı her kelâmı acıdır Baba Üryan yana yana der ki aman uzak dur Gönül gözü görmeyenin Allah'ı kıyıcıdır Saçlarından dökülüyor yıldız yıldız sırmalar Düştüğü yeri yakar da sırlarımı tırmalar Kör karanlık bir gecede cürm-ü meşhut dediler Gözlerinde saklanıyor beni ele vermeler Gözlerinde gözlerinde en çılgın uçurumlar Atmacalar yuvalanmış bıldırcınları kovalar Kâbil Hâbil'e yapmadı senin yaptıklarını Duy feryad-ı isyanımı duy artık havar havar Beni sensizliğe sürme uzaklara bakamam Girdaplarda boğulurum boğulurum çıkamam Nice sefil ihanetin ceremesini çektim Öldürseler gözlerimi gözlerinden çekemem Yaslı doruklardan güler sağlarımıza kaçak Bir tılsımlı anahtardır bağlarımızda kaçak Tiksinirim siliklikten mıntıkama uğrama Bize kaçaklık yakışır dağlarımıza kaçak Gel de bülbüller kıskansın gel de güller serpilsin Gel de ahrimanlar yansın gel de allar serpilsin Istıraplar diyarını baykuşlara hibe et Gel de Emekçiyi güldür gel de diller serpilsin.
22 notes
·
View notes
Text
Sırça Köşk
Bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş varmış. Bugünden yarına geçinmek, gittikleri yerlerin birinden yüz bulsalar, beşinden kovulmak canlarına tak demiş. Alın teriyle kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine kestiremezlermiş, çünkü elleri işe yatkın değilmiş. Bir gün, uzun bir yolculuktan sonra, yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar, acaba bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız, diye acı acı düşünürlerken, içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş, hemen yerinden fırlayıp: -Gelin benimle beraber, bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün sonuna kadar bolluk içinde, rahat yaşarız!- demiş. Ötekiler: -Bu sırça köşk de nedir?- diye sormuşlar, beriki: -Durmayın, vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!- diye onları peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar. Elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehire varınca nasıl davranacaklarını öğretmiş.İndikleri şehir, o memleketin başşehri imiş. Bu memlekette bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına buyruk, beyler gibi yaşarmış. Tarlalarda, dükkanlarda insanlar arı gibi çalışır, kazanan kazanamayana destek olur, malını lüzumuna göre başkasıyla değişir, kavgasız dövüşsüz, efendisiz uşaksız, ömrünün sonunu bulurmuş. Gündelik işlerini gördürmek, nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı akıllarından bile geçirmezlermiş. Bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. Sokaklarda ekinler, yemişler, dokumalar, kumaşlar, demirler, kömürler küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş. Ahbaplar, önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere, sokaklarda aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp, yanlarından geçenlere duyuracak şekilde: -Allah allah... Amma da acayip memleket ha!..- diye söylenirlermiş. Bir sokak gitmişler, öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar. Gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar memleketin nesini acayip buldular acaba? diye aralarında soruşturmaya başlamış. Nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormuş: -Neye şaşırıyorsunuz Allah aşkına?- Ahbapların elebaşısı: -Yahu, sizin memleketin sırça köşkü nerede?- diye öğrenmek istemiş. -Ne sırça köşkü?- -Nasıl? Sizin sırça köşkünüz yok mu?- -O da neymiş?- Elebaşı yanındaki dostlarına dönüp: -Aman yarabbi, daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar. Böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!- demiş. Şehir halkını daha çok merak sarmış. Ahbapların peşini bırakmamışlar. Beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar: -Canım, neymiş şu sırça köşk? Anlatın bakalım, pek lüzumlu bir şeyse belki biz de yaparız!- -Lüzumlu ne demek? Sırça köşkü olmayan şehir, sırça köşke bağlanmayan memleket olur mu?.. Haydi dostlar gidelim!..- Halk, aralarında ayaküstü bir danışmışlar, sonra yabancıların yanına sokulup: -Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? Mademkibu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!- demişler. Yabancıların elebaşısı: -Olmaz... Olmaz... Sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil... Masraf ister, malzeme ister, işçi ister. Bırakın bizi de sırça köşkü olan şehire gidelim!- demiş. Ama halk bırakmamış, -Ne lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!- diye direnmiş. Oturup hesabını yapmışlar, hemen işe başlamışlar. Üç ahbap sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi seçmiş, arabacı ayırmış, şehrin en büyük meydanına kum taşımaya, kömür getirmeye başlamış. Bir kısmı da bu işte çalışanlara yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. Nihayet camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam olunca, üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki: -İşte, sırça köşk oldu demektir. Daha tamam değil, memleketinizin şanına layık büyüklükte değil ama, o da olur. Şimdi bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın, yiyeceği içeceği artırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın, biz her işinize bakarız...- Halk, artık bir sırça köşkümüz var, diye sevinmiş, kendi yediğinden, giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. Az sonra sırça köşkten emir çıkmış: -Bir kat daha çıkmak lazım. Burası hem bize; hem hizmetimize bakanlara dar geliyor.- Arabalar yeniden kum taşımış, sırça köşkün efendileriyle onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlarla koyun, çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. İkinci kat tamam olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendi işlerine yarayabilecek olanları seçip yerleştirmişler. Onlar da burada ekmek elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de inandırmak için gayrette kusur etmemişler. Bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat binmiş. İçi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan ordan çıkmak istemez, bunun tersine dışarda kalanlar yolunu bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış. Ama sırça köşkte oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini pek bükmüş. Aralarında homurdananlar türemiş. Bir aralık: -Sırça köşk lazım, anladık, ama bu kadar çok odaya, bu kadar hazır yiyiciye ne lüzum var?- diye şöyle bir görünecek olmuşlar. Üç ahbabın elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice anlatmış: -İşte- demiş, -şu odada ben otururum, sırça köşkün başında ben varım, bensiz bu iş yürür mü? Ben olmasam sırça köşkünüzolur muydu?.. Şu odalarsa baş yardımcılarımızın... Ta gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek ne köşk kalır, ne siz kalırsınız!- Halk: -Pekala- demiş, -ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var? Mesela şu odadaki ne iş görür?- -O mu? Ne diyorsunuz? Sırça köşke giren malların hesabına o bakar; bu malları toplayanların başıdır. O olmasa, hiçbiriniz verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. Buna gönlünüz razı olur mu?- -Eee... şu odadaki?- -Sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri, noksan mal gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri arar bulur... Öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?- -Peki, ya şurdaki?- -Sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.- -Bunu da anladık, ya bu odadaki?- -Sırça köşkün odalarını süpürtür...- Halk ne sorduysa cevabını almış, bütün odalarla bu odalarda aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış; çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı, kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş. Eh, artık bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış. Ama sırça köşktekiler arttıkça, halkta onları doyuracak takat kalmamış. O zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini, giyeceğini zorla almışlar. Ayak direyenleri götürüp sırça köşkün bodrumuna kapamışlar. Halk, başına kendi sardırdığı bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün adamları, gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm, bin bir hile ile sustururlarmış. Sırça köşkün de gözü doymak bilmez, istedikçe istermiş. Baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar da çalışmayı çoktan unuttukları için, kendilerini besleyenlere, buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile getirmezler, yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin halkına, bir köylünün inekleriyle köpeklerine baktığı kadar bile göz kulak olmazlarmış. Ama halkın gözü yıldığı için elindekini avucundakini vermiş. Artık bir gün verecek bir şeyi kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki son koyunu da vermeye çağrılmış. Getirmişler, teslim etmişler, söve saya dağılmaya başlamışlar. Onların böyle homurdandığını, artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki:-Ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde ettiniz. Onun azameti, onun parlaklığı yanında üç beş çuval ekin, dört beş davar nedir ki?.. Biz sizin şanınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başka bir şey düşünmüyoruz. Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleleri halka dağıtılsın!- Sırça köşkten çıkan birçok hizmetkar, biraz önce oraya canlı olarak giren, şimdi kesilip, yüzülüp kebap edilmeye başlanan koyunların kafalarını halka dağıtmışlar. Kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki başa bakarak hayretle bağırmış: -İyi ama bu başın beynini almışlar!- Elebaşı balkondan seslenmiş: -Öyle... Fakat siz beyni ne yapacaksınız? Pişirmesini bilmez, ziyan edersiniz!- Başka biri: -Peki, ya bu başların dili de yok!- diye haykırmış. Elebaşı aşağıya doğru eğilmiş: -Canım, dilin size lüzumu yok! Yemesini beceremezsiniz!- Bir üçüncüsü: -Yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!- Elebaşı ona da cevap vermiş: -Siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz, vazgeçin ondan da...- Bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleleriyle dağılmak üzereyken, aralarında canından bezmiş biri: -Böyle başın da bana lüzumu yok!- diyerek, boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. İşte o zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada -Şangır!..- diye koskocaman bir gedik açmış. Halk her şeyden sağlam, hiçbir zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleleri birbiri arkasına ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi zor kurtulmuş... Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işiniyine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkaramamış. İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihatı vermeyi unutmazlarmış: -Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.
17 notes
·
View notes
Video
youtube
yagmur yagar tas ustune deniz gungor-ozge urer steel tongue drum
16 notes
·
View notes
Video
youtube
Soledad Bravo / Ay Carmela
9 notes
·
View notes
Video
youtube
Yo Yo Ma & Kayhan Kalhor - Mountains Are Far Away
14 notes
·
View notes
Quote
şuramızda bir şey var acıya benzer umuda benzer böyle günlerde hayat hem acıya, hem umuda benzer..
Arkadaş Zekai Özger
30 notes
·
View notes
Video
youtube
Imamyar Hasanov - Ay İshiginda
43 notes
·
View notes
Quote
Vardı gözlerinde günahların kahkahası Yüzünde de törensel bir pırıltı Ve eşliğinde masum dudakların gülümseyişi gizemli ve asi
Furuğ Ferruhzad
24 notes
·
View notes