Sadece fantazilerimi (bxb) yazıyorum.24 | Arabesk bir ruh
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
“Bir bakış bir bakışa neler anlatır,
bir bakış bir bakışı senelerce ağlatır.”
9 notes
·
View notes
Text
şu aralar konumum📍
7 notes
·
View notes
Text
2 notes
·
View notes
Text
601 notes
·
View notes
Text
GÖRÜCÜ USULÜ // BXB
22 | KAHVEHANE
Önceki B��lüm <- // -> Sonraki Bölüm
Bölüm Listesi
Medya: Melih & Atakan
Şarkı: Yıldız Tilbe - Seve Seve
youtube
Beni ağlarken güldüren
Tatlı sözle sevindiren
Hâlimi sormadan bilen
Aşk eşsiz bir muamma...
Not: Beğenilerinize ve güzel yorumlarınıza talibim. ❤️ Elleriniz dert görmesin efendim...
• • •
🌀Melih'ten🌀
Modadan pek anlamayan ve "hayır" demeyi de çok beceremeyen biriyseniz eğer, hayat bazen çok zor olabiliyordu.
Yaklaşık on beş dakika süren -uzuuun- uğraşlarım sonucunda Atakan'ı siyah takım istemediğime zar zor ikna etmişken, bu sefer de Şebnem'in getirdiği krem rengi takımı giymek durumunda kalmıştım.
"Ayyy çok yakıştı çok! Zaten bu sene hep bunlar moda. ✨Baggy clothes, oversized suits...✨ Oscar'larda falan herkes böyle yani..."
Gömleğin ense kısmındaki etiket tenimi çizerken yüzümü buruşturdum istemsiz. Aynadaki görüntü fena değildi ama yine de bu, takımın içinde rahat edemediğim gerçeğini asla değiştiremezdi. Hem ceketinin kalıbı bir değişik, kolları çok uzundu; hem de pantolonun beli çok boldu. Bir elimle belini tutmasam -Allah muhafaza- ters bir harekette pantolonun ulu orta aşağı düşme tehlikesi vardı.
"Yine de bi' küçük bedeni olsaymış..." diye geveledim ama Şebnem pek de beni dinliyormuş gibi durmuyordu. Çoktan kravat bakmak için aksesuarların olduğu bölüme yollanmıştı bile.
"Kusra bakma ama..." Atakan, konuşmak için onun gitmesini bekledikten sonra kucağıma eğilip "...Bok gibi oldu." diye fısıldadığında sırıttım elimde olmadan. Sırf onu bu konuda onayladım diye kötü biri olmazdım herhalde.
"Aslında ben de pek beğenm-"
Yanımıza gelen görevli birden sözümü kesip "Üstünüzdekilerle uyumlu deri kemerlerimiz var, denemek isterseniz?" diye sorduğunda bir an bocaladıysam da başımla onayladım. Evde bir sürü kemerim vardı ama hepsi asker palaskası gibiydi. Düğünlerde takılacak eli yüzü düzgün bir kemerim yoktu. Bu takımla kullanmasam bile genel olarak klasik bir kemere ihtiyacım olacaktı.
"Valla hiç fena olmaz, teşekkürler."
Görevli, Atakan'ın kindar bakışları eşliğinde "Hemen getiriyorum efendim." diyip uzaklaştığında ortamda ufak çaplı bir gerilimin daha baş gösterdiğini hissettim. Atakan mağazaya girdiğimizden beri -arıza çıkartmamıza rağmen- bize yardımcı olmaya çalışan görevliye sert sert bakarak "Sen ne ayaksın oğlum?" diye söylenmişti arkasından. Yine kabalaşıyordu.
"Atakan..." dedim onu uyaran bir tonda. Etrafımdaki insanlara kaba davranılmasından hoşlanmıyordum. Ki kendim de kötü davranmazdım zaten. Belki Atakan çevresindeki herkesi domine etmeyi seviyor olabilirdi ama ben gittiğim bir yerde çalışanlara patronluk taslayan, istediğim olmayınca kaba kuvvete başvuran biri değildim. İçten içe Atakan'ın da öyle biri olmadığını biliyordum ama durup durup görevliye attığı nefret dolu bakışlar pek de hayra âlâmet değildi. Manyak mıydı bu çocuk ya?
"Şşş... Bakmasana çocuğa öyle ya. Dövecek misin çıkışta? Allah Allah..."
Atakan bir kaşını kaldırarak baktı bu sefer bana.
"Gerekirse döverim. Ne var? Hem sen niye bu kadar koruyorsun ki herkesi?"
Kemer standında bana uygun kemer seçen görevliye bakarken elindeki kehribar rengi tespihi hızlı hızlı bir tur çevirip yumruğunun içine hapsetti. Parmak boğumları bembeyaz olana kadar da bırakmadı.
"Keşke biraz gözünü açsan." Bu sefer sesi biraz yumuşaktı.
"...Herkesi kendin gibi sanıyorsun. Yanılıyorsun."
Kafam karıştı. Konumuzla bunun ne ilgisi vardı.
"Ne demek istiyorsun? Anlamadım."
Atakan beni cevaplamak için döndüyse de görevli elinde kahverengi ve siyah iki kemerle çıkageldiğinde konuşmaktan vazgeçti.
"Önce kahve olanı deneyin isterseniz. Hem şu an üstünüzdeki takıma da uyuyor."
Kısaca başımı sallayıp onayladım onu. Elimi uzattığımda kemeri elime bıraktı.
"Buyrun."
İvedilikle kemeri pantolonun belindeki halkalarından teker teker geçirmeye başladım. Ama -acelecilikten olsa gerek- arka taraftaki halkaları tutturamayıp ellerim arkamda kısa bir an bocalayıp kaldım. Görevli "Hemen yardımcı olayım..." diye atılıp ellerimin arasından kemeri çekip aldığı gibi kalan halkalardan birer birer geçirip kemeri kasıklarımın hemen üstündeki -olması gereken- konuma getirdi. Bunu yaparken ellerinin kemerden çok belimde, kalçamda ve ön tarafımda oyalanması tüylerimi diken diken etmişti. Bu... Benim hayal ürünüm müydü acaba?
"S-sağ olun. Gerek yoktu."
Yok ya... Bana öyle geldi herhalde.
"Ne demek. Görevimiz..." Adam bana gereksiz bir samimiyetle gülümsediğinde sertçe yutkundum.
Hayır, az önce yaşanan gerçek.
Gözlerim bir an Atakan'a kaydığında onun çoktan bana bakıyor olduğunu fark ettim. Gözlerimiz buluştu. Ve o birkaç saniyelik anda hiç konuşmasak da ikimizin de aynı şeyleri düşündüğünü anladım.
"Tamam birader, gerisini biz hallederiz. Sen işine bak."
Atakan emir veren bir ifadeyle konuşup adamın elindeki siyah kemeri güçlü bir tutuşla -adamı da kemerle beraber çekmeyi umursamadan- çekip aldı ve başka bir şey söylemeye gerek görmeden görevliyi omuz atmak suretiyle bizden uzaklaştırıp önümde etten bir duvar ördü. Görevli yüzündeki memnuniyetsiz ifadeyle bizden uzaklaşana kadar da çekilmedi. Gözlerim aynadaki yansımama eklenen Atakan'ın yansımasına takılı kaldıysa da bu uzun sürmedi.
"Sen gelsene bi' benle."
Cevap vermeme fırsat vermeden beni kolumdan tutup kıyafetlerimin asılı olduğu kabine soktu peşi sıra.
"N'oldu?"
Tekrar bana dönmeden önce kapıyı kilitlemişti.
"Ebenin körü oldu! Bilmiyormuş gibi konuşma."
Öfkeden alev alev yanan gözleri, hedefi 12'den vuran ok misali, anında gözlerimi bulduğunda elimde olmadan yutkundum.
"Çıkar o belindekini."
Sesi sert ve netti ama ben daha dediğini algılayıp uygulayana kadar Atakan elini belime götürüp zaten - şok geçirmekten- bağlayamadığım kemeri kayışından tuttuğu gibi tek hamlede pantolonun belinden çekip çıkartmıştı.
İstemsizce gözlerim doldu. Şaka değil, ben az önce tacize uğramıştım ve bunun adım adım gelmekte olduğunu gören tek kişiyi "kaba" olmakla suçlayıp duymazdan gelmiştim.
"Sana ne dedim ben?"
Sustum. Yöntemleri yanlış da olsa hep haklı çıkması canımı sıkıyordu artık. Bu Atakan'daki nasıl bir insan sarraflığıydı, anlayamamıştım.
Ya o insan sarrafıydı ya da ben çok saftım.
"Alnında sapık mı yazıyor adamın? Nereden bilebilirdim ki?" diye kendimi savunmaya niyetlendiğimde işaret parmağını dudağıma dayayıp susturdu beni.
"Ön yargılısın diye beni azarlamak yerine güvenmeyi deneyebilirdin Melih. Senin kötülüğünü isteyecek en son kişi benim."
Sözlerinde samimi olduğunu hissedebiliyordum ama sesinde zerre yumuşaklık yoktu. Ve bana her zamanki gibi "Melihciğim" ya da "Melih Bey" diye de hitap etmemişti. Durum ciddiydi.
Ne diyeceğimi bilemedim. Ben susmaya devam edince o da sustu.
Aramızda bir adımlık mesafe varken ve yüz yüzeyken ondan şaşkınlığımı gizlemek çok zordu. Alt dudağımın içini dişledim biraz mahçup, biraz suçlu. Az önceki mistik ânı hatırladıkça gerçeklik algım sarsılıyordu. Bu nasıl mümkün olabilmişti?
Daha önce beni sadece bir bakışıyla çözen hiç olmamıştı.
Atakan o an ne hissettiğimi sadece bir bakışıyla nasıl anlayabilmişti?
Ben düşüncelerimde boğulurken, Atakan çenesini sımsıkı sıkmış suskunluğuma eşlik ediyor; endişeli gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmıyordu. O an içimde bir şeylerin kıpırdadığını hissettim. Aniden çakan şimşeğin bıraktığı ürpertinin ardından ufak ufak atıştıran yağmur gibi ılık bir his doldu göğsüme. Atakan'ın tanıdık yeşil gözlerinde üzüntü, korku, kıskançlık ve daha bir sürü karanlık duygunun gölgesi geçip gitti sanki birer birer.
Bir süre öylece bakıştık konuşmadan. Sonra Atakan derin bir nefes verip ellerini omuzlarıma çıkardı. Ben ne yapacağını kestiremez hâlde iri iri açtığım gözlerimle ona bakarken o, kuş tüyü misali hafif bir dokunuşla bana bol gelen ceketi sırtımdan aşağı kaydırıverdi tek hamlede.
"Çıkar şunları da kendi kıyafetlerini giy."
Kızgınlığının bana olmadığı belliydi ama yine de ne yalan söyleyeyim, ürkütmüştü beni.
"Tamam..."
Cevabımı takiben usulca gözlerini kapatıp sol elinin işaret ve orta parmağıyla iki kaşının arasını ovuşturdu kısa bir an. Yeniden gözlerini açtığında derin yeşilliklerinde yanan alevlerin içinde "killer mode" yazısı geçip gitti bir an. Kesinlikle bir vukuat çıkacaktı birazdan.
"Benim içeride ufak bir işim var."
Bu sefer yanaklarıma koydu ellerini.
"Sen Şebnem'e görünmeden çık, dışarda bekle beni."
Sözlerinin sert tınısına rağmen yumuşaktı dokunuşları. Solukları tenimi teğet geçerken, parmak uçlarıyla yanaklarımı okşadı kısa bir an.
"Birazdan yanına geleceğim."
Sonra ellerini enseme kaydırıp sıkı bir tutuşla başımı kendine çekti ve alınlarımızı saliselik bir dokunuşla birbirine değdirip kabinden dışarı fırladı. Aynı Fatih Terim'in topçulara yaptığı cinsten sert, adrenalin yüklü bir hareketti bu ama eser miktarda cinsel çekim içerdiğinden... Feleğim şaşmıştı.
"D-Dengesiz ya..."
Aralık kalan kapıyı parmak uçlarımla kapatıp nefes nefese aynada kendime baktım bir süre. Çok garipti. Sanki kavgaya girecekmişiz ya da öpüşmek üzereymişiz gibi gerilimli bir his oluşmuştu içimde. Durduk yere nabzım hızlanmıştı iyi mi?
"...Vallaha dengesiz bu herif."
Aynada şaşkın yüz ifademe bakmaya devam ederken aşağı yönlü bir hışırtı sesi duydum. Başımı eğip baktığımdaysa pantolonun bacaklarımdan kayıp bileklerime indiğini gördüm. Demek ki bir fırtınaya falan yakalanmış olsam bu takımla -Allah muhafaza- moda uğruna çırılçıplak kalacaktım. Birden sebebini bilmediğim bir gülme aldı içimi. Sinirlerim bozulmuştu iyice.
Şaka gibi bir gün geçiriyordum.
İki saattir koca mağazada düzgün bir takım elbise bulup çıkamamıştık. Dahası... Öznesi olduğum bir kardeş kavgasından güç bela sıyrılmışken, bir de hiç istemediğim şekilde sapık bir görevlinin tacizine uğramıştım.
"Yok yok... Kesin nazar var benim üstümde."
Soyunurken durup durup Atakan'ın kemeri çıkarmamı isterkenki burnundan soluyan, emredici yüz ifadesi geçti gözümün önünden. Komikti ama benim başıma gelenler kadar değil. Hayatımda ilk defa bir erkek tarafından taciz edilmiş ve yine ilk defa bir başka erkek tarafından kıskanılmıştım???
Basbayağı, kıskanılmıştım. Hem de daha düne kadar beni dövmek isteyen Atakan Polat tarafından...
Ne düşünmem gerekiyordu?
Atakan'ın bu tavırları benimle kurduğu yakınlıktan, dost olma çabasından mı ileri geliyordu? Yoksa...
Yoksası yok.
Basbayağı ✨kanka✨ demişti bana. Dalga geçmiş bile olsa beni dostu olarak gördüğü belliydi. Kaldı ki ben de onu öyle görmüyordum. Yani... o benim gözümde sert imajlı, kavgacı, görücü usulü tanıştırıldığım kızın abisiydi. Niye son bir haftadır başka davranıyordu ki bana?
Hele bir de o söylediği söz neydi?
"Senin kötülüğünü isteyecek en son kişi benim." demişti. Ona güvenmemi istediğini söylemişti.
Bütün bunlar ne demek oluyordu? Aslında biraz düşününce...
Tanıştığımızdan beri durup durup sanayiye gelişleri, ben istemesem bile sürekli beni eve bırakması, benden özür dilemesi, bıçaklandığım gece beni baştan çıkarırcasına öpüşleri, benden cevap alana kadar sürekli mesaj atıp araması, barışmak için soslu fıstık alıp yanıma gelmesi, ikide bir arabada mânâlı şarkılar çalması, son zamanlarda çokça gülmesi, ona dediklerimden artık alınmaması, beni en yakınından -kız kardeşinden- kıskanması, ne hissettiğimi bir bakışıyla anlaması, yanaklarımı şefkatle okşayıp benim için endişelenmesi, tenime değip geçen nefesleri, alnıma bastırdığı sıcak alnı....
Ne düşünmem gerekiyordu?
Kafamda kurduklarım nabzımın hızını düşürmek yerine daha da artırırken üstümü hızlıca değişip kabinden fırladığım gibi koşa koşa mağazanın dışına çıktım. Yürüyen merdivenin başına gelir gelmez mağazada bir hareketlilik oldu.
"Sen gel buraya geeel..."
"Beyefendi durun! N'apıyorsunuz?"
Atakan adamı ensesinden tutup silkeledi önce.
"Hayırdır kardeş? Sen böyle her müşteriyi kemer takıyorum ayağına elliyor musun?"
"Hayır beyefendi, ne saçmalıyorsunuz?"
Malum görevlinin korku dolu yüzü göründü bir an. Az önceki pis eyleminin yanına kalmayacağını anladığı an kurdeşen dökmeye başlamıştı.
"Beyefendi... Ağh... Durun bir dakika n'apıyorsunuz?!"
Atakan'ın herifin yakasına attığı elleri girdi sonra kadrajıma. Ve aslında hiç de 'intikamcı' biri olmamama rağmen içimin yağları erir gibi oldu. Kendimi küçücük bir an kötü hissettim. Ama bu görüntüyü izlemekten de vazgeçemedim.
"Dur ben de seni bi' elliyim!.."
Kalbim küt küt, yürüyen merdivene adımımı atıp aşağı doğru inerken, bir kadın görevlinin "Beyefendi bırakır mısınız lütfen? Güvenlik çağırmak zorunda kalacağım! İmdaat!!" nidaları eşliğinde Atakan'ın sırtını, havaya kalkan yumruğunu ve bir an sonra burnunu tutarak acıyla yere kapaklanan tacizciyi gördüm. O yere düşünce karnına bir de tekme savurmuştu Atakan.
"ŞEREFSİZ!!"
Aşağı doğru indikçe görüş alanımdan çıkan boğuşmada tanık olduğum son şey boğuşma sırasında kopan tanıdık bir çığlık ve hemen yanımdaki yürüyen merdivenle yukarı çıkan güvenlik görevlileriydi.
O an içimden dua ettim:
İnşallah Atakan'ın başına bir iş gelmez.
🌹Pandora'dan🌹
Yarım saat sonra Atakan AVM'nin kapısında göründüğünde zafer edasıyla sırıtıyordu.
"ATAKAN! Burdayım, gel!"
Melih korkuyla karışık bir merakla kalçasını yasladığı siyah Şahin'den ayrılıp Atakan'a doğru yürüdü koşar adım. Delikanlı ona dışarıda beklemesini söylerken anahtarı vermeyi unuttuğu için araca girip beklemek gibi bir lüksü olmamıştı sarışının. Son yarım saattir kurdeşen dökerek bekliyordu aracın önünde. Atakan'ı o kavgadan sonra AVM'den eli kolu kelepçeli şekilde çıkacak sanırken; onun böylesine rahat, tabiri caizse 'elini kolunu sallaya sallaya' çıkmasına epey şaşırmıştı.
"İyi misin o'lum? İyi misin lan?! N'oldu az önce? Ben inerken güvenlik çıkıyordu en son."
Melih gayet samimi (genelde kendi dostlarına seslendiği cinsten bir merak tonlamasıyla) sorusunu sorduğunda Atakan memnuniyetsiz, kısa bir duraklamanın ardından her zamanki poker face'liğine dönmekte gecikmemişti. Bu 'arkadaş ayağına' fazladan tahammül gösteremeyecekti. Neşesi kaçmıştı.
"Bir şey olmadı ya." dedi ellerini cebine koyarken.
"...O tacizci lavuğa sıkı bi' rot balans ayarı yaptım, senden iyi olmasın. Daha da uzun süre bozulmaz eminim. Ha bi' de... O sana taktığı kemer vardı ya? Onunla da bir güzel hediye paketi yapıp güvenliklere teslim ettim şerefsizi. Öyle yani, çok bir şey olmadı."
(Not: Balans ayarı, aracın ağırlığının tüm tekerleklere eşit olarak dağıtılması için yapılır. Rot ayarı ise aracın direksiyon döndürülme açısı kadar dönmesi konusundaki sorunları giderir.)
Melih'in gözleri kocaman açıldı birden.
"N-Ne demek bir şey olmadı lan? Herifi paket etmişsin. Güvenlikler de sana 'Aferin, eline sağlık.' demediler herhalde. En azından bir karakola götürm-"
Demeye kalmadan kafasına dank etti. Atakan'ın babası ilçe emniyet müdürüydü. Sözünün geçmediği, elinin uzanmadığı yer yoktu. Yalnızca bir telefon yeterdi kıçı kırık bir AVM kavgasından oğlunu çekip çıkarmaya. Bu gereksiz bilgi canını sıktı Melih'in. Zaten bir anlığına Atakan'la göz göze gelince konuşmaya bile gerek kalmamıştı. Her şey kitap gibi okunuyordu yüzünden.
"Ulan..."
Bu olayın hallediliş şekli hiç hoşuna gitmedi Melih'in. Zaten oldu olası 'adıyla iş yaptıran adamlar'dan hiç haz etmezdi. Ama ne gariptir ki o adamlardan birine damat olmak için seçilmişti.
"Hadi atla da gidelim bir an önce. Daha çul çaput bir sürü şey alacağız."
Atakan sağ gözünü kırparak göz temasını kestiğinde, Melih tasvip etmez bakışlarla gözlerini kaçırdı cıklayarak. Bu bakışlarla bilgi aktarımı işi ilginç bir hâl almaya başlamıştı artık.
"Şebnem ne olacak?"
Atakan şoför koltuğuna oturup arabayı çalıştırdığında Melih hemen yan koltuktaki yerini almıştı.
"Onu burada mı bırakacağız?"
"Nasıl geldiyse öyle gidiversin prenses."
İplemez bir gülüşle kemerini takarken "Benim sağdıçlık görevim daha bitmedi." dediğinde, Melih başını camdan tarafa çevirdi siniri bozuk gülümsemesini görmesin diye. Atakan'ın bu 'sağdıçlık' hizmetinin karşılığında henüz bir şey istemediği geldi sonra aklına. 'Aramızda hallederiz.' demişti Atakan. Ama o ne zamandı? Söylememişti.
"...Zaten sana takım da alamadık."
Sinyal verip aracı yola soktuğunda yüzü asıktı Atakan'ın.
"Sen kendini bana bırak, bu işlerin doğayeni benim, ben seni jilet gibi yaparım cart curt..." dedikten sonra çocuğa bir takım elbise alamadan ortalığı 56'ya çevirip mekânı terk ettikleri için şimdi Melih'e karşı biraz mahçup hissediyordu. Bir de çocuk gözünün önünde -el ucuyla da olsa- tacize uğramıştı. Hâlâ aklına geldikçe sinirleri bozuluyordu. Nasıl basiretsiz bir gündü bu anlayamamıştı Atakan.
Neyse ki intikam onun için her zaman sıcak yenen bir yemek olmuştu da... Melih'in 'ah' ını bir dakika yerde koymamıştı.
"...Benimkilerden bir tane veririm giyersin artık. Yapacak bir şey yok."
Melih itiraz etmedi. Zaten takım elbise giymeye de pek hevesli değildi. Atakan'ın (rengini gayet iyi bildiği) takımının içine bir beyaz gömlek giyse yetecekti ona. Ne diye bu kadar kastıysa sanki kendini?
Başını salladı kısaca. Çok da memnun değildi bu sonuçtan ama mecburen umduğunu değil bulduğunu yiyecekti.
"İyi. Aytaç'a geçmeden önce bize uğrarız 5 dakika. Hem zaten... Geçen seferden eşofmanla üstün kalmıştı bende. Yıkadım, onları da veririm."
"Tamam."
Konuşma bir yerden sonra bıçak gibi kesilip ikisi de kendi sessizliğine gömüldüğünde başını camdan tarafa çevirdi Melih tekrar. Mağazada medeniyet elçisi gibi yanındaki barzoya 2 saat 'zevkler ve renkler' nutuku çekip ateşli tartışmalara girdikten sonra en nihayetinde gene götüm götüm onun kara takımlarına razı olunca, ılık ılık gülmek gelmişti içinden.
"N'oldu?"
"Yok bi' şey. Sinirim bozuldu."
Yol tekerlerin altında akıp giderken delikanlının aklında sadece şu manidar cümle vardı:
Hayat, sen planlar yaparken başına gelenlerdir.
Bir saat içinde Aytaç'ın konum attığı tuhafiyeci benzeri dükkanı bulup kurdele, peçete, şamdan, sahte çiçek buketleri, kırmızı halı ve listede adı geçen gereksiz ne kadar zamazingo varsa arabaya yükledikten sonra birer çayı hak ettiklerini düşünerek civardaki bir kahvehaneye girdiklerinde saat 15.00 olmuştu.
"Hoş geldiniz yeğenim. Ne getireyim?"
Atakan ikisi adına da konuşup "İki çay ver sen bize abi." dediğinde Melih araya girdi:
"E yok... Çay bir olsun."
Uzun zamandır kahveye gelmiyordu.
"Oralet var mı dayı?"
"Olmaz mı?!"
Atakan'ın meraklı bakışları eşliğinde "O zaman bir portakallı oralet ver sen bana." derken tatlı tatlı gülümsüyordu Melih. Küçükken ne zaman babasının peşinden kahveye gitse ona söylenen içecekti bu. Ne yalan söylesin, özlemişti.
"Oralet mi kaldı oğlum? O ne la öyle çocuk gibi?"
Melih arkasına yaslanıp kahvenin tavanına kısa bir bakış attı sabır çekerek.
"N'oldu Atakan kardeş, beğenemedin mi?"
Kırk yılın başı nostalji yapalım dedik, şu gördüğümüz muameleye bak? Peh...
"...Erkek adam oralet içmez mi yoksa?"
Atakan oflamamak için zor tuttu kendini. Artık kabak tadı vermeye başlamıştı bu 'erkek adam' muhabbeti. Durduk yere boş boş gerilip kısır döngüye giriyorlardı Melih'le ve bu -daha portakalda vitamin olan- ilişkilerini (?) ilerletmelerine hiç yardımcı olmuyordu. Tehlikenin farkındaydı Atakan.
"Ben öyle mi dedim şimdi?"
Teessüf edercesine bir bakış attı ama Melih'in komiğine gitmişti bu bakış.
"Hem... Sen niye tanıştığımızdan beri benim her lafıma imalı imalı 'Erkek adam öyle yapmaz mı yoksa?' demek için pusuda bekliyorsun? Yapma bunu yavrum bak harbi söylüyorum, çok itici oluyor."
Melih kaşlarını kaldırdı hemen bu çıkışla birlikte:
"Allah Allah! Siz kıroluğa methiyeler düzerken bir şey yok, ben eleştirince mi sorun? Ayrıca da bana yavrum deme, çok itici oluyor."
Hay sana 'itici' diyen dilimi...
"Aman be tamam! İç ne içiyorsan, demedim bir şey. Vallahi demedim!"
Tartışmayı daha fazla uzatmamak ve dikkati başka yöne çekmek için önüne konan sıcak (kaynar) çaydan büyük bir yudum aldı Atakan. Ama bunu yaparken olayın fiziksel boyutunu göz ardı etmişti. Aklında sadece tek bir düşünce vardı: Eğer bu çocukla bir ilişkinin hayalini kuruyorsa; ona karşılık vermemeyi, yeri geldiğinde susup oturmayı -zor da olsa- öğrenecekti. Fakat...
"Aağh..."
Kaynar çay dilini damağını yaka yaka midesine inince yamulmuştu tabi.
"Atakan..."
Delikanlı acıyla yüzünü buruşturup elini ağzına örttüğünde Melih'in yüzünde endişeli bir ifade belirmişti hemen.
"Atakan iyi misin?"
İlk saniyeler ağzının içi cayır cayır yanmışsa da birkaç defa ağzından nefes alıp verince şiddeti biraz olsun azalmıştı acının. Ama Atakan bokunu çıkarırcasına öksürüp dümenden ah-uh etmeye devam edince, bizim yufka yürekli Melih de daha fazla dayanamayıp ona doğru uzanmış, farkında olmadan öne uzattığı dudaklarıyla yanan yeri üflemek ister gibi ona yaklaşmıştı. (Yeğenlerinin ağzı yanınca yaptığı ilk hareketti bu. Nasıl olduysa, kas hafızasına işlenmişti.) Az daha yaklaştığında Atakan'ın dibine girmiş buldu kendini ve kahvede oldukları aklına gelince aceleyle dudaklarını düzeltip geri çekildi. Boş bulunup yaptığı bu hareket utançtan yanaklarının ısınmasına sebep olmuştu.
"Kocaman adamsın ya!"
Ona değil, kendine öfkelenmişti Melih.
"Çayın üstünde dumanı var, görmüyor musun? Yavaş iç şunu bak yandın."
Atakan her ne kadar sululuk edip "Benim canım yanmaz gardaş." demek istediyse de zonklayan dili buna engel olmuştu.
"Aman be..."
Ağzı dili yanmamış gibi normal cevap vermeye çalışsa da yaşaran gözlerinden belliydi hâli. Bir süre ağzından nefes alarak konuşmaya zorladı kendini:
"Ya bu arada... Lütfen artık durup durup 'Siz şöylesiniz, siz böylesiniz.' diye sallama bize. Rica ediyorum."
"Bak seen..."
Melih gülen gözlerini ona dikti ilgiyle. İlk defa Atakan'ın ağzından 'rica' kelimesini duymanın şokunu yaşıyordu bir yandan da.
"Tamam ağır abiyiz, sertiz, az biraz da kıroyuz falan ama perdelerimizi kaldırdığımızda kedi gibi insanlarız hepimiz. Duygusalız yani..."
Melih ona düz düz bakmaya devam edince "...Biz de Allah'ın kuluyuz ulan!" diye isyan etti Atakan. "...Sokak arasında yüksek sesle müzik dinletmekten başka ne yaptı bu kırolar sana? Boşa düşmanlık yapıyorsun Melih. Azıcık insaflı ol."
Bu hâli mızıkçı bir çocuğu andırmıştı Melih'e.
"Laflara bak ya..."
Atakan'ın bu kolpacı hâllerine gülerken oraletinden küçük bir yudum aldı. Damağında patlayıp midesine akan şekerli, portakallı, nostaljik tatla beraber bu sikindirik muhabbet daha da eğlenceli gelmeye başlamıştı şimdi. Birkaç saniye cık-cık çekti yarım ağız gülerek. Hafiften siniri oynamıştı.
"Atakancığım (!)..."
Atakan'ın içi titredi.
Efendim Melihciğim?
"Az önce, aralarında beni bıçaklayan itlerin de olduğu bir topluluğu 'duygusal' insanlar olarak niteledin. Bilmem farkında mısın yavrum?"
Atakan başta Melih ona 'yavrum' dedi diye içten içe eridiyse de, sonradan konuştuğu konunun ciddiyeti tokat gibi çarpmıştı suratına. Ölümüne savunduğu 'kıro' kitlenin içinde Melih'i bıçaklayan Samet gibi it-kopuk da vardı. Ama Atakan onları bırak delikanlı saymayı, adamdan bile saymıyordu ki.
"Savunmanı 'Hepimiz kardeşiz, bu kavga neden?' diye bitirseydin, emin ol ondan daha samimi olurdu."
Melih buz gibi bir bakışla önüne döndüğünde Atakan söylediklerinden dolayı mahçup hissetmişti ona karşı. Mutlaka kendini açıklamak zorundaydı.
"İstisnalar kaideyi bozmaz." diye başladı ciddiyetini takınarak.
"Senin 'kıro' dediğin adamlar, bir zamanlar gözünü kırpmadan savaşa giden adamlardı. Tamam, belki günümüzde 'delikanlılık müessesesi' çok sarsıldı, etraf itle çakalla doldu ama... 'Hepsi öyle' de diyemezsin Melih. Tıpkı bütün ineklere 'hayatsız' diyemeyeceğin gibi. Sen mesela. Sen hayatsız mısın?"
Melih durdu, düşündü. 'Hayatsız' kelimesi genelde tek düze yaşayan, küçük hesaplarla uğraşan, en ufak farklılığı reddeden tipler için kullanılıyordu çevresinde. Hele bu kişi 'inek'se ucu 'incel'liğe kadar varıyordu bazı durumlarda. Ama Melih kesinlikle öyle biri değildi. Zaten kaldı ki kendisine 'inek' denmesinden bile hoşlanmazdı. Ama... Nedense Atakan'a her seferinde 'kıro' demekte bir beis görmüyordu. Aslında hata ediyordu. Biraz düşününce Atakan'ın da kendine göre haklı olduğunu anlamıştı. Bu tartışmanın bir kazananı olmayacaktı.
Hele de bu tartışanların biri ikizler burcu, öbürü Karadenizli iki genç adamsa...
Ama yine de tepkisini koymadan konuyu kapatmak istemedi Melih:
"Sen var ya... Demagoji ustası olmuşsun haberin yok. Ama ben sana pabuç bırakmam. Bunu da böyle bil, Atakan Polat."
"Demo... ney?"
Melih onun yüzünde sinüzitin ne olduğunu bilmediğini söylediği günkü gibi saf salak bir ifade görünce dayanamayıp güldü. Ama bu sefer Atakan'la beraber gülmüşlerdi. Az önce gerim gerim gerildikleri konunun bu kadar kolay dağılmış olması, komikti.
"Tamam sus ya, bırak."
Gerginlik son bulurken, her muhabbetlerinin neden hep bir tartışmanın ekseninde şekillendiğini ikisine de yine çözemedi. Kısaca, ateşle barut gibilerdi işte. Yan yana gelince ettikleri kavgaların bitmesi de Melih'in insan ayırmadan herkese gösterdiği anlayışlı tutum ve Atakan'ın Melih'e duyduğu sevgi ile açıklanabilirdi. Yoksa şimdiye kadar 10 kere karakolluk olmuşlardı.
"Demogoj ne ya? Küfür mü ettin sen bana?"
Atakan muzip bir edayla sorduğunda Melih sırıta sırıta sabır çekip oraletini içmeye geri döndü. Atakan da ılıyan çayına yöneldi tabi hemen onu taklit ederek. Bir yandan da kaçamak bakışlarla onu izlerken içinden 'Her kavgamız böyle tatlıya bağlanacaksa, bu ilişkiye can kurban.' diyordu.
Bir süre sessiz kaldıklarında arkasına yaslanıp etrafı inceledi Melih meraklı gözlerle. Uzak köşelerde sigara dumanlarının gölgesinde okey oynayan amcaları seyretmenin bu kadar tanıdık ve huzurlu hissettireceği zerre aklına gelmezdi. Bayadır sanayi - ev - okul üçgenine sıkışmış durumdaydı ve arkadaşlarının geneli de (Aytaç hariç) şehir dışında olduğundan pek sosyalleştiği söylenemezdi. İşte bir Atakan'la Şebnem vardı. Onlardan da zaten istese de kurtulamıyordu.
"Ee? N'oldu senin Mercedes?"
Bu soruyla beraber az evvelki tatsızlık geride kalmış gibiydi. Hepsi kahvenin sıcak atmosferinde unutulup gitmişti.
"...Ne zaman kavuşacaksınız?"
Atakan elini yakan çay bardağını masaya koyarken dudak büktü biraz keyifsiz. Kısa bir anlığına konunun değiştiğine sevinmişti ama... Bu konu da pek içini açmamıştı maalesef.
"Hiç sorma ya... O kavga olayından sonra Peder el koydu bebeğime. Yaza kadar cezalıyız galiba."
Atakan dertli dertli elini çenesine dayarken, bu sefer sesli şekilde güldü Melih. Onun arabasından 'bebeğim' diye bahsetmesi ve 1.çoğul olarak konuşması aşırı komiğine gitmişti. Evet, sanayi piyasasına girdiğinden beri hep görüyordu bu tip arabasına aşık adamları ama itiraf etmesi gerekirse, Atakan gibisini daha önce hiç görmemişti.
"Tüh... Şahin'e de alıştım gerçi ama Mercedes'in havası bi' ayrıydı ya! Binemedim doğru düzgün, ona yanıyorum."
Atakan hemen dikti kulakları:
"Ne demek binemedim? Check-up'ını sen yaptın ya?"
"Evet de..."
"Ulan senin sikik ilişki muhabbetin yüzünden mal gibi gittik kaza yaptık gecesine. Bir ton uğraştık sonra kedisiydi, veterineriydi... Oy anam oyy..."
Kaza gecesini hatırlayınca güldü Melih. Atakan'ın üstüne kedi sıçmıştı boydan boya. Nasıl unutabilirdi ki?
"Ya tamam, bindim binmesine de... Şöyle gündüz gözüyle kaza bela olmadan bir tur atmak, sürüş testi falan yapmak isterdim tabi. De neyse boşver ya!"
Kısa bir sessizlik oldu. Kahvenin kendine has ses efektiyle (taş sesi, çay karıştırma sesi ve Tv'de oynayan at yarışı) suskunluk içinde oturdular öyle bir süre. Sessizlik uzadıkça Atakan gerildi. Farkında olmadan Melih'i gücendirdim mi lan acaba, diye düşünmeye başladı. Kendini kötü hissediyordu şimdi çayını bitirirken.
Sesimi çok mu yükselttim lan acaba? Çok mu çıkıştım?
Ulan... Ne kıymetli arabası var diyor kesin bana içinden.
Bu bilindik 'arabası kıymetli' söylemi her ne kadar doğru da olsa hep rahatsız ederdi Atakan'ı. Vicdanıyla oynar, her tartışma sonrası kurt gibi içini kemirirdi. Hele bir de şimdi Melih'in böyle düşündüğünü düşünmek...
Bir dakika sonra, geri vites yaparcasına mahçup bir tavırla "Ya tamam..." diye söze girdiğinde, Melih işaret parmağıyla çay kaşığını sabitlediği oraletinden bir yudum daha aldı ona bakmadan. Her ne kadar başlarda ölümüne inkâr etmiş olsa da az tripkolik değildi. Şimdi bile farkında olmadan trip atıyordu Atakan'a.
A canına yandığım... Bir de farkında olsa, neler olacak kim bilir?
Onun bu hâlleri o kadar hoşuna gidiyordu ki Atakan'ın... Anlatamıyordu. Anlatamadıkça da içinde patlayan havai fişekleri bir türlü dindiremiyordu. Öyle de bir kısır döngüdeydi.
Hayır bilse çocuk onu nasıl sevdiğimi...
"Melihciğim... Asmasana yavrum yakışıklı suratını."
Sandalyesini ona yanaştırıp elini omzuna yerleştirirken "Öyle kalacak sonra, kızlar bakmayacak haa..." diye sululuk da yapmıştı ama tık yoktu.
Çaresizce ona bakmasını beklerken, usul usul ensesindeki kasları ovalamaya başladı bu sefer. Elinin altındaki gergin kas kütlesi o sıktıkça gevşiyordu gevşemesine de... Atakan'ın da aklı gidiyordu.
"Ya tamam b'olum, uzatma. Söz, Mercedes'i alır almaz anahtarı sana vereceğim bir hafta. Senden kıymetli mi anasını satayım?"
Melih yine pas vermeyince onunla suskun kalmaya tahammülü olmayan Atakan bu sefer hızını alamayıp "Ulan dur hatta uzun yola çıkarız beraber! Ordu'ya gideriz dedemin köyüne." dedi coşarak. "...Sağ koltukta ben, direksiyonda sen! Geze geze... Ha? Ne diyorsun?"
Teklif -kontrolsüz bir şekilde- Allah-u Ekber dağlarına ulaştığında Melih artık daha fazla bokunu çıkarmadan bakışlarını Atakan'ınkilerle buluşturdu sessizce. Söylediklerinde samimi olduğunu bir bakışta anlamıştı ama yine de o klasik soruyu sordu:
"Harbi mi?"
Atakan sevdiceğinin gönlünü almanın verdiği rahatlama ve huzurla gülümsedi elini masaya indirirken.
"Harbi tabi lan! Ne zaman yalan söyledim ben sana?"
Melih konuşmak için dudaklarını araladıysa da cebindeki telefon titreyince bu eylemi yarıda kalmıştı. Eliyle bir saniye işareti yapıp telefonu kulağına götürdü.
"Efendim Ozan?"
"Abi n'aber ya?"
Telefonun sesi açık olduğu için hoparlörde olmasa da duyuyordu konuşmayı Atakan.
"İyi abi senden?"
"İyi benden de. Ya baksana, bizim kulübün hesabına isimsiz bir bağış gelmiş 1 saat kadar önce. Baya yüklü bir miktar... Acaba dedim kolpa mı? Biri bizimle dalga mı geçiyor? Ya da yanlışlık neyin bir şey mi oldu? Derken... Baktım, para gerçekten de bizim hesaba yatmış."
"Ne diyo'suun?"
Melih anında oturduğu yerde dikleşti. Duyduklarına inanamıyordu.
"Valla... Açıklama kısmına da 'Helali hoş olsun.' yazmış. Grup çalkalanıyor bir saattir. Sen yoksun ortalıkta. Haber vermek için aradım. Elim ayağım titriyor şerefsizim. Hâlâ kendime gelemedim. Deminden beri telefonlarım susmuyor. Herkes çok heyecanlı."
"Gözümüz aydın kardeş. Gözümüz aydın."
Şaşkınlığı yerini saniyeler içinde keyifli bir gülümseyişe bırakırken, delikanlı heyecandan oturuşunu değiştirmişti. Atakan ise sadece onu izlerken bile mutlu olmuştu. Bu birinin yemek yiyişine izlerken doymaya benziyordu aynı.
"Ulan tam da sponsor arayışındaydık var ya... İlaç gibi geldi. Cenk'i aradım az önce, projeyi hızlandırabiliriz artık. Valla kim yolladı parayı bilmiyorum ama Allah razı olsun ondan. Eli öpülecek adammış. Ya da kadın işte... Her neyse, benim birkaç işim var şimdi. Yine araşırız sonra."
"Eyvallah Ozan, görüşürüz kardeşim. Dikkat et kendine."
Telefon kapandığında dahi Melih'in yüzündeki gülüş sönmemişti. İçi içine sığmıyordu delikanlının. Bu güzel haberi biriyle paylaşmalıydı. O biri de karşısında gülümser vaziyette ona bakan Atakan'dan başkası değildi tabi. Bütün konuşmayı duymasına rağmen bu kulübün tam olarak ne olduğu, parayı gönderenin ve telefondakinin kim (ve Melih'le nasıl bir yakınlığı olduğu) konularında zerre bilgisi yoktu. Ve merak ediyordu hâliyle. Detay(lar)a ihtiyacı vardı. Bi' de Melih'in sevincini paylaşmaya...
"Hayırdır? Güller açtı yüzünde."
Ve bu soru biraz sonra gelecek samimi sohbetin başlangıcı oldu.
"Hayır hayır..."
Oturuşunu düzeltip çaprazındaki Atakan'a doğru döndü Melih. Dizleri birbirine değince irkildiyse de bozuntuya vermemişti delikanlı. Onun ağzından dökülecek her bir sözü dinlemek için sabırsızlanıyordu. Heyecanını gizleyip ciddiyetini takındı.
"E anlat da biz de bilelim."
Melih "Bağış almışız!" dedi içi içine sığmayan bir ifadeyle. Atakan onun hayatına derinlemesine dahil olmadığı için anlamamıştı tabi.
"Güzel. Güzel de... Ne bağışı bu?"
Melih sanki çok önemli bir şeyi unuttuğunu şimdi fark ediyormuş gibi çattı kaşlarını. Nasılsa "Bu" benim hayatımda bu kadar uzun kalamaz, Şebnem'i reddettiğim an ondan da kurtulurum, diye düşünmüştü başlarda ama... İşler hiç de o yönde gelişmemişti ve şimdi en yakın arkadaşı Aytaç'ın düğününe (sağdıç sıfatıyla) beraber gideceklerdi Atakan'la?
Evet, yalan yok... Başta belki çok sevmemişti, hatta nefret etmişti Atakan'ın tavırlarından ama yine de mesafe koymamıştı aralarına. Konuşmak istediğinde konuşmuş, özür dilediğinde affetmiş, evine-yatağına buyur etmiş, sofrasına oturtmuştu onu. Kız kardeşiyle, annesiyle, yakın arkadaşlarıyla tanışmıştı. Oturduğu mahalleyi görmüş, arabasına binmişti. Hatta sınırı biraz geçip nişan attığını, kız kardeşinin eski sevgilisiyle kanlı bıçaklı olduğunu, telefonunu duvara atıp kıracak kadar babasıyla aralarının kötü olduğunu falan öğrenmişti.
Bazen de sadece açık bir kitap gibi okumuştu onu. Ve az çok anlamıştı nasıl bir hayatı olduğunu. Yani... Belli bir mesai harcamıştı onu tanımaya. Ama asla kendini ona tam olarak anlatmamıştı. Nelerden hoşlanır, ne sever, kimdir Melih? Bunlardan hiç bahsetmemişti. (Herkese yaptığı gibi) Kendini ondan sakınmıştı. Ve aslına her an şutlayabilecekken (bunu gerçekten yapabilecekken) farkında olmadan Atakan'ı hayatında tutmaya devam etmişti. Öyleyse kendini anlatmalıydı artık. En azından bir yerden başlamalıydı.
"Ulan ne zamandır hayatımdasın ama..." diye söze başladı biraz mahçup, düşüncelerinden bir türlü sıyrılamayarak.
"...Kusura bakma ben seni hiç dahil etmemişim hayatıma. Şimdi tabi bilmezsin benim neden bahsettiğimi." diye söylendi sonlara doğru kendine dönük.
Atakan duyduklarına epey şaşırmıştı. O sessizlikten sonra Melih'in bunları diyeceğini hiç düşünmemişti. Ama... İyi ki demişti.
Hele şükür fark ettin.
"Yok canım ne bakacağım kusura. Hem... Ben de seni çok dahil etmedim zaten hayatıma. Düşmanlık ettim falan. O-Olur öyle. Dert değil yani. Ben takmam böyle şeyleri."
Melih yine biraz mahçup "Tamam o zaman, anlatıyorum şimdi her şeyi baştan." dediğinde Atakan onu parıldayan gözlerle onayladı hemen. "Dinliyorum." dedi sadece ama sevincinden içi içine sığmıyordu. Çünkü Melih'in hayatına tam anlamıyla 'dahil' olabilecekti artık. Aradaki son duvar da yıkılmıştı. Bundan sonrası ikisinin de varlığını çok iyi bildiği transparan perdeden (ilan-ı aşk etmek suretiyle) kurtulmaktı. Ama şimdi, şu an bunu düşünmeyecekti Atakan. Sevdiceği ona heyecanla bir şeyler anlatırken değil.
"...Bizim okulda Makine Mühendisliği öğrencileri olarak kurduğumuz bir topluluk var. Ceren, Ozan ve ben kurucu üyeleriyiz. Zaten genelimiz de burslu. Öyle çok kalabalık değiliz. İşte bu kulüpte okulun belli başlı teknik sorunlarını çözmek ya da Eğitim Fakültesi öğrencileriyle ortak çalışma yaparak atık oyuncakları tamir edip köy okullarına göndermek gibi faaliyetler yürütürdük."
Sadece şu dinledikleriyle bile Melih'in nasıl gurur duyulacak biri olduğunun farkına vardı Atakan. Kalender Usta'nın neden onun bu kadar üstüne titrediğini şimdi çok daha iyi anlıyordu. Melih "Bana ne." demeyen, kendini ilgilendirmese bile sorunları çözmeye çalışan biriydi. Vicdanlıydı, yardımseverdi. İnsanlara ondan zarar değil, ancak fayda gelirdi.
"Çok iyiymiş.”
"Sonra işte, Hatay depremi olunca... Ozan'ın ailesi buraya taşındı. Babası Hikmet amca göçük altında bir bacağını kaybetmiş."
Atakan bir an durup Melih'in gözlerinin içine baktı ve orada azmin ta kendisini gördü. Hikâyenin devamı tüylerini diken diken etmişti.
"E biz de mühendisiz... Çözüm bulmak, mesleğimizin kodunda var bi' kere. Ne yapabiliriz diye düşündük, taşındık, çalıştık... Hikmet amcaya protez bacak yaptık. Bir yandan kodlamayla da uğraştığımız için düşünce yoluyla Hikmet amcanın bu protez bacağı bir nebze hareket ettirebilmesini sağladık."
Atakan hayranlıkla onu dinlemeye devam ediyordu.
"Aslında tam anlamıyla istediğimiz düzeyde çalışmayan bir prototipti ama bölüm başkanımızı çok heyecanlandırdı. Hocanın gazıyla KÜBİTAK'a kadar gittik. Projeyi sunduk, anlattık... Ve bize daha da geliştirmemiz için bir ödenek çıkarttılar. İnanmazsın, televizyona bile çıktık."
Kameraların karşısında iki lafı bir araya getiremeyince konuşmayı Ceren'in devraldığı aklına gelince burun kemerini sıkarak ve utanarak başını kucağına eğdi Melih. Bu rezil olduğu sayısız andan sadece biriydi.
"Vay be... Hiç denk gelmedim televizyonda size."
Melih "Boş ver, o işin magazin kısmı zaten." diyerek kaçamak bir bakışla onu geçiştirmek isteyince "Çok merak ettim, mutlaka izleyeceğim." dedi Atakan gülen bir sesle ama Melih'in gerildiğini görünce lafı çok da uzatmadı. Melih de bunu hiç duymamış gibi devam etti konuşmasına:
"... Sonra işte biz bu ödeneği alınca, projeyi geliştirmeye devam ettik. Topluluğun üye sayısı da arttı tabi o arada. Biz de buraya taşınan depremzedelere, burada ikâmet eden ampüte vatandaşlara, hatta uzuvları eksik sokak hayvanlarına bile protezler yaptık. Ta ki ödenek kesilene kadar..."
Atakan'ın kafası karıştı.
"Ne güzel proje yapmışsınız, niye kestiler ödeneği?"
Melih dudak büktü biraz keyifsiz.
"Ne bileyim ya, bizden önce bunu yapanlar mı varmış neymiş? Seri üretim için yabancı bir firmayla mı anlaşmışlar... Öyle bi' şeyler. Bize de yeterli bir açıklama yapılmadı zaten. Projenin zamanlamasında sorun varmış, dediklerine göre. Biz de çok kurcalamadık. Hâl böyle olunca, projeyi yerel düzeyde tutmaya mecbur kaldık. Hatta geçen dönem hiç devam edemedik. Bayadır da sponsor arayışındaydık."
Sanki komik bir fıkraya güler gibi güldü Melih. Bazı gerçekler o kadar komikti ki... İnsanların nasıl eleştirirken gülme krizine girmediklerine hayret ediyordu.
"Düşün yani... Derse Porsche'le gelen öğrencilerin olduğu bir özel okuldayız bir de. Ama zaten bu adamların faydalı bir işe yardımcı olduğu tarihte görülmüş şey değil. Şaşırmadık ama insan gene de umuyor tabi. Neyse, sana diyeceğim şu... Az önce Ozan, topluluğun hesabına yüklü miktarda bağış yapıldığını haber vermek için aradı beni."
Atakan birden dikleşti oturduğu yerden.
"Hadi be! E çok iyi bir haber bu. Kimmiş? Kim bağışlamış?"
Bağışçı hakkında en ufak şey bilmediğini belli edercesine omuz silkti Melih.
"Sorma, ismini vermek istemeyen bir hayır severmiş. Sadece 'Helali hoş olsun.' yazmış açıklamaya. Bizimkiler de şaşkın."
Oraletin dibinde kalan son yudumu kafaya dikleyip omuz silkti gene.
"Zaten en fazla bir sene daha devam ederiz. Sonra arkamızdan gelenlerin sahiplendiği kadar devam eder proje. Sonuçta patenti alamadık."
Üzgündü ama elinden geleni yaptığı için pişman hissetmiyordu. Asıl hiç denemeseydi pişman olurdu. Hikmet amcanın yeniden yürümesi ise onun tek ve en büyük ödülü olmuştu.
"Vay be Melih... Sen neymişsin de haberimiz yokmuş."
Melih hüzünlü ama ciddi bakışlarını Atakan'a dikti.
"Ben gene 'bir şey' değilim ki. Beni bu kadar büyütme gözünde Atakan. İnan ben yapmasam bir başkası yapacaktı." Burukça güldü. "...Ki yapmış da zaten."
Atakan ona baktıkça, onu dinledikçe sözlerini yuttu. Övmek istedi, övmedi. Sarılmak istedi, sarılmadı. Tebrik bile etmedi. Sadece durdu ve onun üzüntüsünü, kendini açıklama çabasının boşunalığını izledi. Zaten biliyordu ki Atakan onun nasıl hissettiğini.
"Benimki sadece duvardan bir tuğla çekmekti. Yaptıklarım-ız küçük çaplı bir iyilik hareketi olarak kaldı. Olsun. Zaten birilerine faydası olduğu kadar değerliydi proje."
Kısa bir suskunluğun ardından asıl soruyu sordu Atakan:
"Şimdi ne olacak?"
Melih ne diyeceğini bilmiyordu ama yine de mantıklı bir cevap vermek adına kısa bir süre düşündü. Elleri masada, parmakları birbirine geçmiş şekilde sıkılı, kaskatı duruyordu.
"Herkes önce şu ilk şoku bi' atlatsın da... Sonra karar veririz bağışı nasıl değerlendireceğimize."
Söyleyeceklerini toparlamaya çalışırken, masanın üzerinde hareketsizce duran elini usulca ona doğru yürüttü Atakan. Onu teselli etmek için söyleyecek bir sürü afili laf bulmuştu ama en sonunda sadece "Sen en iyisini bilirsin." diyebilmişti, kısa ama güven veren bir tonda. Çok anlamazdı bu işlerden ama ortada bir haksızlık, durdurulan bir proje ve yeniden hayata geçirmek için bir fırsat görüyordu.
Ve umutsuzluğa kapılmak üzere olan bir Melih...
Yine sustular ama bu kez birbirlerinin ellerine bakarak.
Atakan kahvedeki adamların bakışlarından, hatta onlar hakkında söyleyebilecekleri en ufak ima edici sözden çekinse de, yöneliminin ortaya çıkacağından ölümüne korksa da, umursamadı. Aklındakini yaptı ve işaret parmağının ucuyla Melih'in eklem yerleri kızarmış, sanayide berelenmiş parmaklarını okşadı nazikçe.
Melih anında buğulu bakışlarını yüzüne çıkartmıştı. Atakan'ın ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordu. Öte yandan Atakan, kalbinin uğultusundan başka bir şey duyamıyordu. Melih'in meraklı bakışları altında ezilirken ona bakmadan, tüm cesaretini toplayıp konuştuğunda sanki sesi her zamanki Atakan'a ait değilmiş gibiydi. Onunla konuşurken içindeki onlarca Atakan'dan en saf, en sahici ve en nazik olanını seçmiş gibiydi:
"Umutsuzluk sana yakışmıyor Melih."
Melih'in içi cız etti duyduğu şeyle. Gözlerini kırpıştırdı bir an şaşkınlıkla. Atakan'ın hem sesi hem de tavrı çok farklıydı. Afallamıştı. Ellerinin üzerinde gezinen parmağı seyrederken gözleri doldu.
"Hem ne demiş Ata? Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır."
Kötü bie şey yapmaktan kendini alıkoymak için İstiklal Marşı okuyup milli duygularını çağıran bir çocuktu Melih. Şimdi bu sözü duyunca tabi ki gözyaşlarına hakim olamamıştı. Biraz utangaç biraz çaresiz, Atakan'ın görmemesini umarak başını önüne eğmişti. Ama tabi çenesi titreyip de gözlerinden bir damla yaş ellerinin üstüne düşünce... yakalanmıştı.
Atakan, içi parçalansa da ne gözlerini onun yüzüne kaldırmaya ne de uzanıp onu kollarının arasına almaya cesaret edebildi. O an elinde sadece kelimeler vardı ona sarılmak için:
"Melih..."
Melih ellerini çözüp gözlerini sildi hızlıca. Burnunun ucu kızarıvermişti hemen. Başını hâlâ kucağından kaldıramıyordu ama kulağı ondaydı.
"Emin ol sen 'umut' diye bir kelime olmasaydı bile icat ederdin. Pes etme lan sakın. Ben arkandayım."
Kısaca dudaklarını yalayıp gülümsedi yaşlı sarı kirpikleriyle çevrili güzel gözlerini yüzüne kaldırırken.
"Teşekkür ederim Atakan."
Masada duran eli sıktı ani bir hareketle. Hem de Atakan'ın kırk kere düşünüp anca parmağıyla dokunabildiği eliyle tutup sıkmıştı onun elini.
"İyi ki varsın hayatımda."
• • •
Bölüm sonu... :')
Ulan içim bi hoş oldu var ya... Buradan neşeli bir moda mümkün değil geçemem. Bir günü kaç bölüme böldüm ben de bilmiyorum ama içimden bir ses hâlâ tam olarak hazır değiller diyip duruyordu. Merdivendi basamaktı derken... Uzun tuttum baya ama bu bölüm emin oldum yani, zamanı gelmiş. Sonraki bölüm kavuştay. ❤️
Aslında bölümleri aynı gün, arka arkaya atacaktım ama dayanamadım. Bunu önden salıyorum. Diğeri de yolda. Azıcık sıkın dişinizi, çabuk dönücem bu sefer.
Not: Instagram'da @pandorababa1 adıyla paylaşım yapıyorum ficler hakkında. Hikayelerimin karakterleriyle ilgili editler falan... Buraya kadar gelmişsiniz, bir takibinizi alırım. 🥰🥴🤌🏼❤️
Sevgiyle, sağlıkla kalın efenim...
Hoşça kalın. ����
3 notes
·
View notes
Text
413 notes
·
View notes
Text
147 notes
·
View notes
Text
Kal sen gittiğin yerde
Geri dönmek dediğin
Unutulan bir ağrıyı
Yeniden hatırlatmak gibidir
Hadi tekrar git usulca
Tenin tenime değmesin
Her şey değişmiş bak işte
Her şey değişmiş her şey
Değişmemiş tek bir şey
Sen güzelsin ben çirkin
-Ali Lidar
3 notes
·
View notes
Text
bi dudaktan bi yanaktan bi gıdıktan öperdim
şimdi burda olsan bunu da affederdim
8 notes
·
View notes
Text
Başka bir evrende en güzel halinle...
1 note
·
View note
Text
313 notes
·
View notes
Text
GÖRÜCÜ USULÜ // BXB
21 | Alışveriş
Önceki Bölüm <- // -> Sonraki Bölüm
Bölüm Listesi
Medya: Melih Şarkı: Tarkan - Başına Bela Olurum
youtube
"Gitgide alışıyorum sana. Hiçbir alışkanlık bu kadar güzel olamaz..."
-Ümit Yaşar Oğuzcan.
* * *
Atakan onu gördüğü ilk gün başına bunların geleceğini hiç tahmin etmemişti. Kalbinin birine tekrar atacağını, yine bir ergen gibi elinin ayağına dolanacağını, yeniden aşık olacağını... Ama olanlar olmuştu işte. Her geçen gün Melih'e biraz daha alışmış, alıştıkça da aşkın büyüsüne daha kolay kapılmıştı. Ve bu, alışkanlıkların en güzeliydi.
Aytaç'la yaptıkları telefon konuşmasından sonra Melih'e takım elbise almak amacıyla yola koyulmuş, tatlı tatlı sohbet ede ede on beş dakika sonra caddede bir AVM'de almışlardı soluğu. Hızlıca -Atakan'ın da ısrarıyla- birer lahmacun gömdükten sonra da sıra sıra dizilmiş erkek giyim mağazalarının olduğu kata çıkmışlardı vakit kaybetmeden.
"Bitti yani her şey kesin olarak?"
Mağazalardan birine girerken teyit etmek ister gibi bir kez daha sordu Atakan. Melih'in kız kardeşiyle romantik bir ilişkisinin olmadığını zaten biliyordu ama yine de bu güzel haberin gerçek olduğuna inanası gelmiyordu bir türlü. O yüzden tekrar sorma gereği duymuştu.
"Bitti de... Biraz tek taraflı bitti sanki."
Atakan'ın kalbi sıkıştı.
"Nasıl yani?"
Melih onun yüzünün aldığı şekle anlam veremeyerek güldü. Cana yakın bir gülüştü bu.
"Demek istediğim... Biz yalandan ilişkimizi bitirdik ama annelerimiz yalandan dünürlüğü bitiremedi."
Atakan rahat bir nefes aldıysa da hemen sonra garip bir açıyla kaşlarını kaldırmıştı.
"Bi' dakika bi' dakika! Benim annem ve senin annen... ilişkinizi bitirmenizi istemiyor? Öyle mi?"
Melih de bir mânâ veremiyordu buna:
"İlginç ama evet. Ne kadar 'Biz artık konuşmak istemiyoruz.' dediysek de vazgeçiremedik. 'Az daha tanıyın birbirinizi, hemen kestirip atmayın.' deyip durdular. Bizi çok yakıştırdılar herhalde..."
Yakıştıracağım ben şimdi birini birine... Zorla güzellik mi olur ya? diye geçirdi içinden Atakan. Siniri bozulmuştu bu emrivakiye.
"El mahkum, bir süre daha rol kesip işler ciddiye binmeden 'Denedik olmadı.' diyeceğiz herhalde. Ama bunu benim tek başıma demem de bir şey ifade etmez. Şebnem'le danışıklı dövüş yapıp aynı zamanlarda, iki tarafı da işkillendirmeden söylememiz lazım. Gerçi... kafedeki olaydan sonra Şebnem'le aramız limoni. Anlaşmayı açığa döktüm ya. Sen öğrendin falan... Sinirli bana. Yüz yüze oturup konuşma şansımız olmadı o yüzden. Telefondan da en fazla bu kadar yönetebildik krizi. Annelerimize boyun eğerek..."
Atakan, Melih'in bu durumdan epey rahatsız olduğunu konunun bahsi geçince bile neşesinin kaçmasından, suratının iki karış olmasından anlamıştı. Onun asık yüzünü görünce sanki içinden bir şeyler kopuyormuş gibi hissetmesi de cabası... Bu yüzden tüm kalbiyle onu teselli etmek için aralamıştı biraz sonra dudaklarını:
"Aldırma. Sen doğru olanı yaptın Melih. Sakın bunun için kendini kötü hissetme. Ben o gün kafede sizi basıp olay çıkartmasaydım, kim bilir daha ne kadar onun elinde oyuncak olacaktın? Daha hangi mekânlarda, hangi konulara manken olacaktın?"
Başını yana eğip vakur bir duruşla devam etti konuşmasına.
"Tamam... Bahsi geçen kişi benim kız kardeşim. Ama eğri oturup doğru konuşalım. Burada utanıp mahcup olması gereken biri varsa o sen değilsin, Şebnem. Yüz vermişsin, astarını istemiş Küçük Hanım (!) Bir de güya ailemizin gözünde kendini aklayacakmış. Karga bok yemekten vazgeçer mi? Ne demek ya elin oğluyla evcilik oyunu oynamak? Adım gibi biliyorum ben onun sırf o Caner puştunu kıskandırmak için böyle bir işe kalkıştığını ama... Neyse daha konuşmayayım şimdi senin yanında. Aile meselemiz."
Sen 'aile meselemiz' deyip susarsın ama kız kardeşin senin nişan atma olayını elin oğluna ballandıra ballandıra anlatır. Ah be Atakan... Bazen harbiden üzülüyorum senin için.
Melih iç sesini susturmaya çalışarak onayladı Atakan'ı başını sallayarak. Her ne kadar sonlara doğru biraz atarlanmışsa da güzel bir teselli sayılırdı bu dedikleri.
"Ya, orası öyle de..."
Reyonlara göz gezdirirken hâlâ içine sinmeyen bir şeyler vardı:
"Ne bileyim? Keşke en başta ben kabul etmeseydim. Şimdi işler buralara gelmezdi."
O zaman seni tanıyamazdım ki? diye geçirdi içinden Atakan. Ama aklından geçeni ona olduğu gibi söyleyemeyeceği için Melih'in mahcup ifadesine karşılık sırtını sıvazlayarak "Boş ver, takma kafana. Olan oldu bir kere." diyebildi sadece.
"...Her şey zamanla hallolur, sen bana güven."
Ama Melih yine de tedirgindi:
"Bilmiyorum Atakan. İki günden aileler tanışıp kaynaşmak ister diye ödüm kopuyor. Ama neyse... şimdi bunu düşünmeyeceğim. Doğru diyorsun, bize biraz zaman lazım. En azından annemlerin hevesinin geçmesi için..."
Birazdan bir görevli gülümseyerek yanlarına geldiğinde konuşmaları yarıda kesilmişti.
"Buyurun efendim, ne aramıştınız?"
Atakan ve Melih bir an birbirlerine baktılarsa da ilk konuşan Atakan olmuştu.
"Abicim bizim yarına bi' düğünümüz var. Şöyle güzel, sofistike bir şeyler arıyoruz. Rahat olsun ama... Anahtar kelimemiz: Rahatlık."
Son anda tekrar Melih'e bakarak eklemişti bu detayı. Çünkü Melih'in gündelik hayatında da içinde rahat edeceği parçaları seçtiğini çok iyi biliyordu. Takım elbise de giyse tabi ki rahatlığından ödün vermek istemeyecekti.
"Hay hay efendim, beni takip edin lütfen. Size yeni koleksiyonumuzdan parçalar göstereyim."
Takım elbiseli, yakışıklı, janti mağaza görevlisinin peşine takılıp kocaman mağazanın derinliklerine doğru yolculuğa çıktıklarında Melih'in telefonu cebinde titremeye başladı. Delikanlı durup ekranına bakarken, Atakan çoktan görevlinin peşinden arka taraflara ilerlemişti. Melih için bulacağı güzel parçaların heyecanı vardı içinde.
(Şebnem Polat arıyor...)
Melih, arayanın o olduğunu görünce bir an şaşırdıysa da tereddüt etmeden açıp kulağına götürmüştü telefonu.
"Efendim Şebnem?"
Dünkü tartışmadan sonra (İstemeden de olsa ona sesini yükseltmişti.) baya bir trip yiyeceğinden emindi. Şimdi ilk onun araması garip gelmişti hâliyle. Bir şey mi olmuştu?
"Hah, Melih... Sana bir şey söyleyeceğim ama panik yapma olur mu?"
İnsanlar "Panik yapma." dediklerinde aslında "Panik yap ama belli etme." demek isterlerdi. Melih bunu çok iyi biliyordu.
"Şebnem n'oldu? İyi misin?"
Şebnem'in sesi epey endişeli, hatta korkmuş geliyordu:
"Ya sorma... Sabah annen bizi Gelin Hamamı'na çağırdı. Senin bir arkadaşın mı ne evleniyormuş. Annen çok ısrar edince biz de gittik. Okey, başta her şey güzeldi. Yedik, içtik, eğlendik. Ama sonra şey oldu..."
"Ne oldu?"
"...Hatun teyze bayıldı."
"Ne?!"
Melih bunu duymayı beklemiyordu. Endişelenmişti ister istemez.
"Nasıl oldu, bir düzgünce anlatır mısın olayı?"
Şebnem koşturmasına bir son vermiş olsa gerek, sakince anlattı olayı:
"Ya işte... Abla beni evire çevire keselerken, kazayla peştemalım kaydı. Annen de belimdeki dövmeyi gördü. 'Kızım o ne belindeki? Kına mı?' falan diye sorunca ben de 'Kalıcı.' dedim. Demez olaydım. Kadıncağız önce bir çığlık attı, sonra da göbek taşına yattı kalkamadı. Tansiyonu düşmüş galiba, bayıldı. Ay hayır yani... Bu ne drama queenlik anlamadım ki. Sanki ilk defa dövmeli kız gördü."
Melih elinde olmadan algıda seçicilik yapıp annesi hariç hiçbir detayı dinlememişti.
"Annem nasıl şimdi? İyi mi?"
"İyi iyi... Apar topar hamamın revirine getirdik. Serum falan bağladılar, kendine geldi. Ciddi bir şeyi yok yani. Gözünü açar açmaz 'Sıcaktan oldu herhalde. Melih'i aramayın, endişelenir çocuk.' falan dedi ama benim içim rahat etmedi. O yüzden aradım seni haberin olsun diye. Ayrıca bir şey diyeceğim... Sıcaktan falan bayılmadı annen. Gayet de keyfi yerindeydi keselenirken. N'olduysa, dövmemi görünce oldu. Hayır anlamadım, dövmeli kızdan gelin olmaz mı yani? Nedir?"
Ani gelen rahatlamayla o ana kadar tutmuş olduğu nefesi bir anda dışarı üfledi Melih. Annesinin iyi olduğu haberi içine su serpmişti. Olayın magazin kısmıyla pek ilgilenemeyecekti. Tam bir vakit kaybı olurdu çünkü.
"İyi yapmışsınız. Sağ ol, annemle ilgilendiğin için."
Şebnem uzun süre sessiz kaldı. Konuşmanın devamında ne diyeceğini bilemiyordu. Dün telefonda -çirkin bir şekilde- tartıştıklarından beri kendini kötü hissediyordu. Annelerinin inadı yüzünden Melih gibi iyi, saf, temiz kalpli birini üzmüş olmak canını sıkıyordu. Bütün plan ve sorumluluk kendine ait olmasına rağmen üste çıkmak ve Melih'i suçlamak bencilce bir hareket olmuştu. Farkındaydı.
"Melih... ben özür dilerim."
Melih afalladı.
"Ne için? Pardon?"
"Ya duydun işte. Uzatmasana. O kelimeleri bir araya getirip söylemek benim için ne kadar zor, sen biliyor musun?"
Şebnem uzun zaman sonra utanma duygusunu yeniden kazanmış gibiydi:
"Dün akşam... Biraz kabalık ettim sana telefonda. Gündüz kafede olanlardan dolayı hâlâ sinirliydim. Bir de sen üstüne 'Oyunu bitirelim artık.' deyince... Patladım birden kusura bakma. Halbuki her şeyi ben planlamıştım. Senin bir suçun yoktu..."
Melih elinde olmadan sırıttı. Şebnem'in hatasını kabul etmesi bir nebze yükünü hafifletmişti. Sonunda ortada buluşabilecekleri bir zemin oluşmuştu hiç değilse.
"Ha dertsiz başıma dert açtığını kabul ediyorsun yani? İyiymiş. Özeleştiri yapabilmene sevindim."
Şebnem o görmese de göz devirdi. Daha fazla ezik duruş sergilemeyecekti. Zira pişmanlık en nefret ettiği duyguydu. Hemen başından savdı bu özür muhabbetini:
"Neyse ne... Annenin durumu iyi. Endişelenecek bir şey yok. Benim annem yanında şimdi, ilgileniyor onunla. Akşama da kına varmış. Gelinin yanından ayrılmayacaklar yani anlayacağın. Ama bana afakanlar bastı Melih. Benim acilen buradan kaçmam lazım. Neredesin sen? Konum at da yanına geleyim, konuşuruz."
Melih bir an durup uzakta görevlinin tuttuğu takımları inceleyen Atakan'a baktı. Yeniden konuştuğunda sesi biraz tereddütlüydü:
"Yanıma gelmek istediğinden emin misin?"
"Evet, niye?"
Melih dudaklarını dişledi biraz gergin. İki kardeşin yan yana nasıl hareket edeceklerini merak ediyordu. 'Kavga etmeden kaç dakika dayanabilirler acaba?' diye düşünmeden edememişti.
"Şey... Abin de burada. Bir sıkıntı çıkmasın? En son kavga etmiştiniz."
Şebnem'in sesi hiç de endişeli gelmiyordu:
"En son seninle de kavga etmiştik hatırlarsan? Bir şey olmaz. Ayrıca ben doğduğumdan beri o kıroyla aynı evde yaşıyorum. Sen kimin için endişeleniyorsun hayatım? Gönder hadi konumu, yarım saate oradayım."
O da abisi gibi inattı. Bu yüzden hiç vazgeçirmeye uğraşmadı Melih. Bir tanesi yetip artarken, iki Polat'la nasıl uğraşacağını düşünerek telefonu kapatıp konum yolladı Şebnem'e. O gelmeden burayı terk etmiş olmayı umuyordu ama... Atakan'ın kollarına dizdiği takımlara bakılırsa, buradan o kadar da çabuk çıkamayacaklardı anlaşılan.
"Melih! Neredesin, Melih?! Gelsene buraya!"
Atakan'ın pazar esnafı gibi bağırarak kendisine seslendiğini duyunca adımlarını onun olduğu tarafa yöneltti vakit kaybetmeden.
"N'aptın? Bulabildin mi ✨sofistike✨ bir şeyler?"
Melih'in takılmak için sorduğu bu soru Atakan'ı gülümsetmişti.
"Buldum gibi... Bir sabit dur bakayım."
Atakan koluna dizdiği askılıklarda duran gömlek-ceket kombinlerini -ona yakışıp yakışmayacağını gözüyle ölçmek için- sırayla Melih'in üstüne tutup 'Bu değil, bu da değil, bu hiç değil...' dercesine değiştiriyor; dakika başı görevlinin elinden -kumaşı farklı- başka bir siyah takım elbise alıp onun üstüne tutuyordu.
"Merak etme Melih, seni jilet gibi yapacağım." dediğinde, Melih gülmemek için dudaklarını birbirine bastırmıştı kuvvetle.
Daha düne kadar 'Bacımla ilgili hayaller kuramazsın. Zeytin dalını bir tarafına sokarım. Bıdı bıdı...' diyen adamın şimdi ona karşı bu ilgili hallerini komik bulmuştu. Ama yine de sesini çıkartmadan bir süre kurbanlık koyun gibi hareketsiz kalmaya razı oldu. Bir yandan da karşıdaki kocaman aynada kendini, üzerine tutulan hilkat garibesi kara kara takım elbiseleri ve adeta kendinden Junior bir Atakan çıkartma hevesiyle yanıp tutuşan Atakan'ı inceliyordu. Fakat bu manzaraya en fazla beş dakika dayanabilmişti.
"Ohooo! Oğlum bunlar ne ya? Bırak, bırak..."
Üzerine tuttulan takımları itekleyerek kendinden uzaklaştırdı Melih.
"Hayret bi' şeysin ya! N'apacağız? Buradan çıkınca Karadenizli mafyaların dizisine figüran mı olacağız? Ulan bir insan ne diye gömleğine kadar siyah giyer? Onu da anlamıyorum ya, neyse..."
Bu hafif sitemli, hafif alaylı eleştiri karşısında görevli bıyık altından gülerken, Atakan'ın ciddiyet saçan gözleri onunkilerle buluştuysa da Melih sululuğundan asla taviz vermedi. Aksine, Atakan'ın gücenmiş suratıyla daha bi' keyiflendi.
"Ne bakıyorsun lan öyle kötü kötü? Bir de 'Az buçuk tanıdım artık seni.' falan diyordun arabada gelirken. Bu mu lan beni tanımış hâlin? Dolabımı da gördün üstelik. Ben bu kadar siyah giymiyorum ki oğlum. Kendine mi seçtin bu takımları? Kaldır hepsini kaldır, gözüm görmesin."
Melih yarım ağız gülerek konuşmuştu ama Atakan buna epey bozulmuş gibiydi. O kadar uzun zamandır siyah giyiyordu ki, farkında olmadan eli önce siyah takımlara gitmişti. Ne yapsın?
Ama yine de her zaman olduğu gibi kuyruğu dik tutacaktı.
"Allah Allah! Aslanlar gibi siyah takım işte, nesi var? Akarı yok kokarı yok. İstediğin beyaz gömlek olsun, içine gene giyerdin. Ama yoook... Beyefendi ille bizi mafya dizisine figüran yapacak. Nankörsün lan sen! Pis nankör!"
"Nankör mü? Ben?"
Melih sinirleri bozularak başını eğip burun kemerini sıktı kısa bir anlığına. Atakan'la makul bir zeminde buluşacaklarına olan inancı giderek azalıyordu. Her an alışverişi siktir edip düğüne eşofman takımıyla gitmeye karar verebilirdi. Ama neden pes eden o olsundu ki?
Derin bir nefes alarak zihninin içinden çıktığı gibi ortama geri döndü Melih. Birlikte geçirdikleri bu kadar zamandan sonra elbette şirret bir Atakan Polat ile nasıl baş edileceğini öğrenmişti. Sonuna kadar sakinliğini koruyacak ve makaraya devam edecekti.
"Dün akıllıydım, sanayide tulum giyiyordum. Bugün ise bilgeyim, siyah takımı reddediyorum."
"Ne?"
Atakan'ın yüzünde beliren alık ifadeye 'Zınk Erenköy!' diyemeyeceği için kahkaha atmakla yetindi Melih. Deminden beri gülmemek için kendini sıktığı için yanakları kızarmıştı şimdi.
Atakan onun kahkaha atarkenki doğallığını ve yer çekimine yenilerek alnına düşen sarı tutamları seyretti bir süre hayranlıkla. Neredeyse hiç çaba harcamadan almıştı bütün gerginliğini yine. Bu çocukta farklı bir şeyler vardı.
"N-Ne? Neye güldün bu kadar?"
Dilini yanaklarının içinde gezdirerek bundan rahatsız olmuş gibi görünmeye çalıştı ama bıraksalar dikildiği yerde saatlerce onu izleyebilir, hatta biraz cesareti olsa tutup öpebilirdi de.
"Ulan Atakan..."
Melih ufak kıkırtılarla kendini toparlarken 'Acaba derdimi anlatabildim mi?' diye düşünüyordu. Aytaç'ın düğününe Atakan'ın ucuz bir kopyası olarak değil, kendi gibi gitmek istiyordu. Mümkünse renkli...
"Hiç güleceğim yoktu var ya. Allah da seni güldürsün."
Amin, dedi Atakan içinden.
Duam belli, duyan belli.
Melih gülmekten yaşaran gözlerini elinin tersiyle sildikten sonra muzip bir tonda "Tartışmaya nokta koymak için 'Zevkler ve renkler.' diyeceğim ama sen şimdi onun için de kavga edersin benle." dediğinde görevli de güldü onunla beraber. Atakan anında kurulmuştu:
"Şşş... N'oluyor birader? Sen niye gülüyo'n bizim aramızdaki mevzuya? Komik mi?"
"P-Pardon, kusura bakmayın."
Atakan'ın atarlı çıkışına ve sert bakışlarına maruz kalınca bir tatsızlık çıkmasın diye elindeki askılıklarla beraber ufak ufak uzaklaştı görevli ama ilgili bakışları hâlâ Melih'in üzerindeydi. Her ne kadar Melih fark etmemiş olsa da Atakan bunun gayet farkındaydı. Ve Melih bunu gay olmadığı için (ya da gay radarı olmadığı için) değil, tamamen saf olduğu ve herkesi kendi gibi iyi niyetli sandığı için göremiyordu.
Her güzelin bir kusuru vardır, diye iç geçirdi delikanlı. Melih'in süt gibi temiz olması ona aşık olma nedenlerinden biriydi zaten. Kaldı ki, küfür ederken bile (sinkaflı küfürleri bir kenara bırakırsak) "lan" ve "anasını satayım" dan ileri gidemeyen biri için çok da elzem bir özellik değildi bu gay radarı. Pekâlâ Atakan onun yerine yapabilirdi bunu. Ve diğer tüm pis işleri...
Yeter ki Melih yanında ve güvende olsun.
"Ulan Atakan ne kasıntısın ya... Niye tersliyorsun adamı? Gülemez mi?"
Sırıttı elinde olmadan:
"Komikti ayrıca. Sen de güldün, gördüm."
Atakan onu duymamış gibi yüzünü buruşturup bakışlarını etrafındaki diğer raflara ve askılıklarda gezdirmeye başladığında "İlle herkes tek tip mi olacak?" diye sordu Melih düz bir sesle.
"...Bırak kim neye gülerse gülsün. Kim ne renk giyerse giysin. Düğüne gidiyoruz, mahkemeye değil. Sal kendini biraz. Neşelen ya!" diye isyan etti sonunda delikanlı. Atakan'la ikinci boktan kavgalarını ettiklerine inanamıyordu.
"Hee... Bırakayım da Cizreli Aziz Amca gibi git düğüne. Çorabına kadar turuncu, kırmızı falan..? Kafana da sim dökeriz?"
"Ulan..."
Melih alt dudağının içini dişleyerek sert sert baktı bir süre. Hem ona 'Neyin var lan senin?! İstediğimi giyerim. Sana ne?!' diye çıkışmak istiyor; hem de bu kadar küçük, siktiri boktan meseleden olay çıkartmak istemiyordu. Bu yüzden derin nefesler alarak kendini sakinleştirmeye çalıştı.
Öte yandan, Atakan onu kızdırdığının gayet farkında fakat geri adım atmayan bir pozisyonda durmaya devam ediyordu. Giyim kuşam, hassas olduğu birkaç noktadan biriydi. Karşısında kim olursa olsun, moda anlayışını sorgulanmasını asla olgun karşılayamıyordu. Bu yüzden Melih'in ısrarla onun tarzını eleştirmesi hoşuna gitmemişti. O da çareyi onun "renk" muhabbetine takılmakta bulmuştu. Ama bu çocukça bir kayıkçı kavgasından başka bir şey değildi tabi. Melih de zaten ciddiye almamış, gülüp geçmişti. Sinirlenince de susmuştu. Ciddiye alsa kavga çıkardı. Ne gerek vardı?
"Tamam ulan, tamam... Ağlama."
Elini uzattı ona doğru.
"Hadi ver hangisini beğendiysen de giyeyim, üstümde gör. Gönlün olsun."
Atakan'ın gözleri parladı birden. Mağazaya girdiklerinden beri istemsizce Melih'in onun gibi göründüğü bir senaryo çiziyordu kafasında. Çocuksu bir heyecanla 'Baştan aşağı siyah giymiş bir Melih nasıl görünür?' diyordu içinden. Ve birazdan görecekti. Ayrıca... Melih'in hiç istememesine rağmen sırf onun gönlü olsun diye siyah giymeyi kabul etmesi de onu gözünde bir üst konuma yükseltmişti farkında olmadan. Atakan bu fedakârlığı en son tabağındaki karnıyarığı kendi tabağına koyup yediğinde görmüştü. Bir de şimdi görüyordu. Ve Melih'in gözlerindeki merhamet timsali yumuşak ifadeye bakılırsa... Daha da görecekti.
Melih gerçekten merhametli bir insandı. Ve Atakan'ın onu sevme sebeplerinden biri de kesinlikle buydu.
Emin olmak için sordu:
"Harbi mi?!"
Atakan'ın ona uzattığı takımı alırken güldü Melih pes ettiğini belli eder biçimde, muzip.
"Harbi."
'Ne takımmış arkadaş, giyeyim de bitsin şu tantana.' diyordu içinden de. Asla bir mağazada bu kadar oyalandığını hatırlamıyordu. Takımı aldığı gibi kabinlere doğru ilerledi. Yaklaşık on dakika sonra daracık kabinde cebelleşe cebelleşe eteklerini siyah kumaş pantolonun içine soktuğu, jilet gibi ütülü siyah gömleğin yakalarını düzelterek kabinden çıktığında Atakan da görevli de bakakalmıştı ona.
"Al sana siyah takım!"
Melih bir eliyle saçlarını geriye atarken diğer elinin parmak uçlarına astığı siyah ceketi omzuna atıp özgüven dolu bir edayla karşısındaki dev aynaya doğru birkaç adım yürüdü. Bu takım onu olduğundan daha geniş omuzlu, daha uzun boylu göstermişti sanki. Ve... Tam da olmaktan korktuğu kişilere, o bayat mafya dizilerindeki façalı elemanlara benzemişti. Üstelik, bu kadar sarı bir mafya da görmemişti hiç. Kendisi ilk oluyordu. Gülesi geldi.
"Nasıl olmuş?"
Atakan gözünü kırpmadan onu seyrediyor; sanki ayaklarına beton dökülmüş gibi olduğu yerden bir milim oynamıyordu. Tahmininden daha çok yakışmıştı siyah Melih'e. Belki beyaz giyse bu kadar dikkat çekmezdi, diye düşündü Atakan.
Melih bu takımın içinde muhteşem görünüyordu. Hafif güneşten kızarmış buğday teni, ara ara altın ışıltılarla parıldayan sarı saçları, aralık pembe dudaklarının altında köşeli çenesi ve boynunun iki yanında uzanan siyah yakalar... Ölüm gibi bir şeydi onu seyretmek ama ölmüyordu.
"G-Güzel... Çok güzel olmuş. Tam oturmuş üstüne. Potluk falan da yok..." diye geveledi Atakan, gözlerini bir an olsun ondan ayırmadan.
"Hakkaten hee... Tam bedenimi bulmuşsun, aferin."
Olduğu yerde sağa sola dönüp poz vererek aynada kendini inceledi Melih. Uzun zaman sonra ilk defa üstüne bu kadar oturan bir şey giyiyordu. Genelde kıyafetleri ya bol ya uzun ya da dar olurdu. Bolsa salaş giyer, uzunsa paçasını kıvırır, darsa kışın içine giyer ya da en kötü ihtimalle temizlik bezi yapsın diye annesine verirdi. O da babası gibi 'Ne gerek var kıyafete çok para harcamaya?' derdi. Hatta okula giderken babasının gençliğinde giydiği hırkaları, gömlekleri, ceketleri kombinler; soran olursa "Vintage bunlar." deyip devam ederdi. Sevmezdi alışverişe çıkmayı. Hem buna ayıracak bütçesi yoktu hem de AVM'ler başını döndürüyordu. Ayrıca günlük kıyafetlerin marka ya da çok şık olması gerekmediğini biliyordu. Melih'e göre eski de olsa temiz giyinmek yeterliydi. Tabi bu da Melih'i başkalarının karşısında ✨pespaye✨ gösteren birkaç nedenden biriydi. Hele ki her giydiği marka olan bir ağır abinin karşısında...
"Dur bir dakika, ceketi de giyeyim."
İki parmağıyla omzuna astığı ceketi düzgünce kollarından geçirip sırtına giyerken "...Bir de böyle bak." dediğinde, Atakan heyecanını gizleyemeyerek gülümsedi kocaman. Bu da laf mıydı? Zaten kabinden çıktığından beri gözlerini ondan alamıyordu ki.
"Nasılım?"
Melih cilveli bir edayla kendi etrafında dönüp -kendince- havalı bir bakış attı ona. Farkında olmadan kalbini tam 12'den vurmuştu yine.
"Eee tabi..."
Atakan onu baştan aşağı süzerken kalp atışlarını dizginlemeye çalışarak "...Bütüne baktığımızda çok klas göründüğünü söyleyebilirim." diye devam etti futbol yorumcusu gibi. Sakinliğini korumakta zorlanıyordu.
"Şaptın şeker oldun!" diye ekledi gergince gülerek. Saçmalamıştı ama elinde değildi. Bakmalara doyamadığı Melih, onun için seçtiği takımın içinde parıl parıl parlarken dilinin tutulmadığına şükrediyordu.
"Ne diyorsun oğlum? Olmuş mu olmamış mı?"
"Ehe, eee... Olmuş olmuş! Çok güzel olmuş."
"Ay inanmıyoruuum!"
Tam Melih başını çevirmişken ve eline onu doya doya izleme fırsatı geçmişken, arkalarından gelen cırtlak sesle yerinden sıçradı Atakan birden. Panikten eli ayağına dolanmıştı.
"...Melih!! Bu sen misiiin?"
Melih ve Atakan aynı anda birbirlerine bakıp gözlerini mağazanın kapısına çevirdiler hemen. Bu tiz sesi nerede duysalar tanırlardı.
"Ş-Şebnem?"
Şebnem abisinin -sanki iş üstüne yakalanmış gibi- şaşkın bakışlarına ve bocalayan hareketlerine aldırmadan yanlarına gelirken, bir yandan da tepelerine eleştiri yağdırıyordu:
"Hayatım kim giydirdi ya seni böyle kara böcek gibi?"
Melih bir an istemsizce dudaklarının arasından bir kıkırtı kaçırdıysa da Atakan'ın demir gibi sert bakışlarıyla karşılaşınca tuttu kendini.
"Eee... Şey..."
İki kardeş arasındaki negatif elektrikten o da nasibini alacak gibiydi. Bu yüzden her ikisinin de ne lehine ne aleyhine bir şey söyleyip de okları kendine çekme riskini göze alamamıştı.
Sonunda dilinin bağı çözüldüğünde "H-Hoş geldin Şebnem." diyebilmişti sadece.
"Pek hoş bulmadım! Ama neyse..."
Şebnem hafif iğneli bir sitemle elleri belinde ikisine tepeden bakarken, yutkunup en iyisi susmak, diye geçirdi içinden Melih.
En iyisi susmak ve olacakları izlemek...
"...Altın gibi çocuğun ışığını söndürmüşler ya resmen! Kim yaptı bu kötülüğü sana Melih? Ay dilim varmıyor ama... Abime benzemişsin. Tövbe tövbe..."
Atakan yüzünü buruşturdu kardeşine dönerken:
"Senin ne işin var burada lan?! Nereden öğrendin burada olduğumuzu? Ayrıca ne olmuş Melih bana benzediyse? Bununla bir sorunun mu var?"
Onunla göz teması bile kurmadan direkt laf sokmaya girişti Şebnem. Abisiyle uğraşmak için her zaman formundaydı:
"Yooo benim ne sorunum olacak? Ama görünüşe bakılırsa senin bizimle epey bir sorunun var. İlk buluşmada çocuğa 'Bacımla yanınızda ben olmadan buluşamazsınız. Bensiz bir yere gidemezsiniz car curt.' diye esip gürledikten sonra, ilk fırsatta beni ekip gizli gizli buluşmak ne oluyor abicim? Bir de bana 'Ne işin var burada?' diye soruyorsun. Asıl senin ne işin var burada pardon? Hani hiç haz etmiyordun sen Melih'ten?'İtici ana kuzusu.' diyordun.'Bir tokatlık canı var diyordun.' N'olduu? Başına saksı falan düştü herhalde? Pek bi' kaynaşmış gördüm sizi."
Şebnem'in taramalı tüfek gibi ardı ardına soluksuz konuşmaları Atakan'ın içini şişirmişti. Derin nefes alarak, bıkkınlıkla cevapladı bütün soruları delikanlı:
"Ya bi kes kızım ya! Amma tatava yaptın. Erkek erkeğe buluşmada ne var? Sen yalnız buluşamazsın dedim, o kadar. Adamı kontak ediyorsun iki dakkada ya, Allah Allah... Hem biz Melih'le ✨kanka✨ olduk. Kankamla da buluşamayacaksam kimle buluşacağım anasını satayım? Sen de bi' alemsin."
Kanka mı?
"Ne?"
Melih garip bir açıyla büktüğü kaşlarıyla gülmeye başladı içine içine. Atakan'la samimiyeti bu kadar ilerlettiklerini kendi de bilmiyordu. Komiğine gitmişti. Sonuçta esip gürleyip azarlama faslından bağırmadan konuşma, insanca muamele etme faslına yeni geçmişlerdi. Kanka olduklarını pek sanmıyordu Melih.
Öte yandan Atakan da bu söylediği lafa gülmek istemişti ama yüzünü ifadesiz tutmaya o kadar alışmıştı ki artık, mimik oynatmamıştı.
Şebnem ise sadece kıskançlıkla karışık bir şoka girmiş gibiydi.
"Hah! Kankasınız demek? Ne yani sevap olsun diye müstakbel kankana (pardon eniştene) damatlık bakmaya geldin buraya?"
Müstakbel enişte derken?
"Ne damatlığı salak? Melih'in arkadaşı ev-"
"Benim yerime sen mi evleneceksin yoksa Melih'le?" Şebnem nefes almadan konuşuyordu.
"...Eğer öyle bir niyetin varsa abicim baştan söyle, aradan çekileyim."
Hassiktir...
Melih duydukları karşısında kahkahalarla gülmemek için dudaklarını dişleyerek -herhangi bir şiddet içerikli eyleme karşılık- Şebnem'i korumak için aralarına girmiş beklerken; Atakan nutku tutulmuş vaziyette, öylece kalakalmıştı.
"...Bilirsin, aşka saygım vardır benim."
Şebnem hiçbir şey bilmeden her şeyi bilmesiyle soğuk duş etkisi yapmıştı abisine.
"N-ne diyorsun kızım sen?..."
Delikanlı bir an diyecek kelime bulamayıp bocaladıysa da, ilk şaşkınlığı attıktan sonra gözlerinden ateşler saçarak "NE ALAKASI VAR LAN?!" diye çıkışmıştı öfkeyle. Sesinin bu kadar gür çıkması genç kızı olduğu yerde titretirken, Melih'e yüzünü dirseğine gömdürerek güldürmüştü.
"Ahahhaha!"
"Off! Kulak zarımı patlattın be! Ne böğürüyorsun ayı gibi?"
Atakan hızını alamayıp Şebnem'in üzerine yürüdü bir an. Yanakları kıpkırmızı olmuştu.
"Aradan çekilecekmişmiş... Ayarsıza bak!"
Melih'in arkasından uzanıp Şebnem'in kafasını itti işaret parmağıyla sertçe. Kızın kafası araba konsolundaki oyuncak köpeğin kafası gibi bir ileri bir geri sallandı iki saniyeliğine. Melih bu görüntüye kahkahayla gülmek istese de insanlık vazifesini yapmalıydı.
"Hey hey! Sakin. Atakan..."
Melih anında gülmeyi kesip kollarını açarak iki kardeşin arasında etten bir duvar oluşturduysa da Atakan şu an onu görmüyordu.
"Kızım sen kuaförde fön çektire çektire yaktırdın galiba en sonunda o fındık beynini! Kafada kurup kurup sarıyorsun millete. Hatırlat da bi' ara doktora götüreyim seni, kalıcı hasar var mıymış bi' baksınlar kafanın içine. Saçma sapan konuşuyorsun!"
Şebnem alnını ovalayarak göz devirdi abisine:
"Off... Şaka yaptık herhalde! Abartmaz mısın?"
Kız kardeşi elbette onun yönelimini bilmiyordu ama az önceki ima Atakan'ın tüylerini diken diken etmeye yetmişti. Çünkü Şebnem bu durumunu "EN" bilmemesi gereken kişiydi.
Çünkü Şebnem bilirse, herkes bilirdi.
"Neyse... Güleyim de boşa gitmesin bari bu acınası laf sokma çaban. Hayır, nereden bulursun bu lafları da bilmem ki? Hakkını yemeyeyim ama son kalan iki beyin hücrenle iyi iş çıkarıyorsun. Tebrik ederim."
"Kes lan!"
Şebnem abisini tiye alarak, sanki onu hiç duymamış gibi yargılayıcı bakışlarını Melih'e çevirdi bu sefer:
"Sana da teessüf ederim Melih. Gerçekten... Ben bu oyunu iki kişilik sanıyordum. Üçe çıkartmışsın, şoktayım."
Melih ne diyeceğini bilemedi. Ama az çok tahmin edebiliyordu şimdi maruz kaldıkları bu tavrın asıl sebebini. Şebnem şımarık yetişmiş (bir evin bir kızı) bir çocuktu. Ayrıca da eski sevgilisini hâlâ unutabilmiş değildi. Tabi ki Melih'i çok sevdiği için (!) abisinden kıskanmıyordu. Melih onun için bir oyuncaktı ve her çocuk oyuncağı elinden alındığında yaygara koparırdı.
"Biliyorsun ki, annelerimiz bizim konuşmaya devam etmemizi istiyor. Bir süre daha oyunumuza devam edeceğiz. Yani, teknik olarak benimle buluşman lazımdı şekerim, abimle değil. Hem ayrıca... Sen n'apıyorsun burada pardon?"
Sonlara doğru çatılan sarı kaşlarının altına gizlenen kısık, yargılayıcı bakışları yeniden abisine mıhlandığında, havalanan topu göğsünde yumuşatmak maksadıyla öne atıldı hemen Melih.
"Ee şimdi Şebnemciğim... Biliyorsun ki yarın benim çok yakın bir arkadaşımın düğünü var. Aysu'yla tanışmışsındır?"
Şebnem başını salladı.
"Hah işte... Aysu ve Aytaç'ın düğününe giyecek takım elbisem yoktu benim. Çok da anlamıyorum bu işlerden. O yüzden abine ricada bulundum. Sağ olsun o da kırmadı beni. Birlikte takım elbise bakıyorduk bana."
Melih araya girince ortam biraz yumuşadıysa da iki kardeş hâlâ çatık kaşlarla bakıyordu birbirine. Şebnem buraya güdümlü bomba gibi abisinin üzerine patlamaya gelmişti belli ki ama konu moda olunca dikkati biraz dağılmışa benziyordu.
"Hah! Abim mi giydirecek seni? Benim abim?"
Duyduklarına inanamamış gibi gözlerini ardına kadar açıp bir süre öyle kaldıktan sonra bir kahkaha patlattı Şebnem. Öyle içten öyle dalga geçerek gülüyordu ki, kasada duran görevli ve mağazada gezinen birkaç müşteri hususi dönüp onlara bakmıştı.
"Ağzının üstüne bi' tane patlatacağım şimdi. Ne gülüyorsun kızım? Komik mi? Bak hâlâ..."
Atakan ya sabır çekerek gözlerini mağazanın tavanına mıhlarken, Melih ikinci bir saldırıya karşı gayet temkinli, iki kardeşin arasında etten duvar örmeye devam ediyordu.
"K-Kusra bakma Melihciğim... Sinirlerim bozuldu da bir an."
Melihciğim lafını duyan Atakan'ın öldürücü bakışları anında Şebnem'i bulmuştu.
"Şebnemciğim, bozulan sinirlerini de al terk et burayı canım! Hadi... Saçını başını yoldurtma bana."
Atakan böyle diyordu demesine ama hayatında kardeşlerine bir fiske vurmuş adam değildi. Şiddet söylemleri sadece dilindeydi. Ama bu sefer hakikaten biraz ileri gitmişti Şebnem. Sevdiği çocuğun yanında onu küçümsemesi Atakan'ın canını çok sıkmıştı.
"Ayh sen olmayan moda zevkinle Melih'e takım elbise mi bakıyorsun? Bir de kapkara giydirmişsin çocuğu veba doktoru gibi. Bu mu moda? Tek renk, tek tip mi giyinmek moda? Bırak Allah aşkına..."
Atakan tabi ki altta kalacak değildi:
"Haspama bak... Ekoseli etek üstüne fiyonklu bluz giyince Ivana Sert mi oldun başımıza? Sen ne anlarsın lan modadan? Bi' kere bu işin doğayeni benim. Bak seçtiğim takıma..."
Tuzluk şekline getirdiği parmaklarının ucunu öptü abartıyla. "...Kutu gibi oturdu çocuğun üstüne şerefsizim."
Üzerinde malını öven esnaf özgüveni vardı.
"Şu duruşa, şu kaliteye bakar mısın? Dön bakayım Melih, endamını görsün bu Şebnem şıllığı."
Atakan biraz sonra aynı Recep İvedik'in terzisi gibi ayıla bayıla (onu ve takımı överek) onu kendi etrafında döndürmeye başladığında Melih gülmemek için tutmadı kendini daha fazla. Gözlerine yaşlar dolmuştu artık. İki kardeşin bu -Hacivat&Karagöz misali- atışmaları ilginç (ve aşırı komik) bir hâl almaya başlamıştı. Çekirdeği olsa kenara oturur çitleyerek izlerdi. O derece. Ayrıca... Atakan'ı hiç bu kadar heyecanla bir şeyleri savunurken görmediği içindi herhalde, bu tartışma her açıdan ilgisini çekmişti Melih'in.
"Sen de iyice saçmaladın hee! Burada yılların moda bloggerı Şebnem Queen dururken, sana mı kaldı bu işler ya? Hadi kes şovunu, çekil kenara off!!"
Şebnem abisini gram iplemeden uzun, protez tırnaklı elleriyle "kış kış" hareketi yapıp Melih'i kolundan tutup kendinden tarafa çekmeye kalkınca... Atakan adeta önünden kemiği alınan pitbull misali gerildi. Dişlerini sıkarken kirli sakallı çenesinin ucundaki kesik izi bile gerilmişti. Hatta iki dakika öncesine kadar teninin altında usulca akıp yolunu bulan kanı bile daha deli atmaya, içten içe fokur fokur kaynamaya başlamıştı.
"Hoop hoop!! Orada dur küçük hanım..."
Hissettiği bu şey, bu kıskançlık... Ona her şeyi yaptıracak cinsten bir kuvvet doğurmuştu içinde.
Kendi kendine 'Hayır, kardeş katili falan olmayacaksın. Sakin ol lan!' dese de bakışları hâlâ öldürücülüğünü koruyordu.
"Bana kaldı bu işler var mı? Bana kaldı!"
"Eyvah..."
İki kardeş arasında 'paylaşılamayan' olmak başta komik olsa da gittikçe tehlike arz etmeye başlamıştı. Adım adım tırmanan gerilimin sıcak nefesini yüzünde hissediyordu artık Melih.
"Mis gibi siyah takım işte lan! Nesi var? Gayet de güzel yakıştı Melih'ime. Ayrıca benim zevkim iyidir."
Melih'ime mi?
Hitap şeklindeki ✨sahiplenici tutuş✨ Melih'in kaşlarını değişik bir açıyla kaldırmasına sebep olurken, Şebnem konuşmanın (savunmanın) geneline kusacakmış gibi bir hareket yapıp göz devirmişti.
"Zevkine tükürsünler senin! Bulgur pilavına yoğurt katıp yiyen bi' adamsın sen. Neyi tartışıyorsun benle ya?"
"Şebneeem!"
"Hey hey! Gençler bi' sakin olun ya... Tamam. Alt tarafı bir takım elbise alıp çıkacağız. Sizce de çok abartmadınız mı?"
Zavallı Melih'i takan yoktu tabi. Ortamdaki konumu sivri sinekten halliceydi.
"Ne Şebnem? Ne?! Hanımefendi çizgimden kaydırttın beni en sonunda. Sana inat ben giydireceğim Melih'i. Var mı?!"
Atakan göz açıp kapamalık bir anda Melih'i kolundan tutuğu gibi kendine çekerken aşırı korumacı davrandığının farkında değildi. Bir anda sırtı onun göğsüne çarpınca neye uğradığını şaşırmıştı Melih:
"Yavaşş..."
"Hadi bi' dene! Hadi... Pabucumun hanımefendisi seni!"
Şebnem geri adım atacak gibi değildi.
"Yaa... Demek öyle? Tamam, ben de küçükken nasıl giyindiğini anlatırım o zaman Melih'e."
"Ne?"
Şebnem'in neden bahsettiğini çakozlayınca anında iri iri açılmıştı gözleri.
"Sakın!"
"N'oldu? Korktun mu? O çok önemsediğin karizman boydan boya çizilsin istemiyorsun herhalde?"
Melih hiçbir şey anlamadan güldü bu tehdide. Atakan'ın küçükken de (patron bebek gibi) simsiyah, mafya tarzında giyindiğini hayal edemiyordu. Ya da o masum çocuk yüzüyle, sümüklerini çeke çeke, elinde horoz şekeri, bakkal önünde arkadaşlarıyla top koşturduğunu... Atakan'ı genel olarak "çocuk" formunda hayal edemiyordu ya neyse.
Şebnem konudan gayet zevk alarak "Bu var ya bu... Bir keresinde annemin odasına girip dol-" diye başladığı sırada Atakan şimşek gibi fırlayıp yaba misali kocaman eliyle ağzını kapattığında cümlenin devamı boğuk bir serzenişten ibaret kalmıştı.
"Şebnem!.. Sen Melih'e takım bakmayacak mıydın kardeşim? Çok çene çaldın, çok eleştirdin beni. Hadi git bi' de senin bulduğuna bakalım? Hadi abicim, hadi abisinin gülü... Git bak oradaymış yeni gelenler. Koş, koş..."
Şebnem'i beyaz ağırlıklı (kır düğünü konseptli) takımların olduğu tarafa iteklerken kan ter içinde kalmıştı Atakan. Kız resmen abisini rezil etmeye şerefi üzerine yemin etmiş de gelmişti buraya. Ve (kısmen) başarmıştı da. Cümlesini tamamlamasa da Melih az çok tahmin edebiliyordu yaşanan hadiseyi.
"İyi peki, madem bu kadar ısrar ediyorsun... Bi' bakayım o zaman. Ben gidince sakın arkamdan dedikodumu yapmayın ha! Kulağımı burada bıraktım ona göre..."
Şebnem ikisine de tembihleyen bakışlar atıp yüzüne yerleştirdiği zafer gülüşüyle çeşit çeşit kumaşların arasında kaybolurken, Atakan 'moda' ile ilgili katı tutumundan ciddi taviz vermek zorunda kalmış olsa da onu son anda susturduğuna memnundu. Melih'in yanına döndü biraz mahcup. Az kalsın kestaneyi çizdiriyordu. Çocukluğunda en hatırlamak istemediği anıyı ulu orta hoşlandığı çocuğun önünde anlatmak gibi bir acımasızlığı ancak Şebnem gibi empati yoksunu bir şımarık yapabilirdi zaten.
"Sen Şebnem'i boş ver. İstediği olsun diye her yolu mübah sayar o kendine. Ben alışkınım. Sen de alış."
Atakan eli ayağına dolaşmış vaziyette sakallarını kaşıyor, faydasız bir çabayla kızarık yanaklarını gizlemeye çalışıyordu fakat Melih her şeyin fakındaydı. Atakan çok utanmıştı. Konunun bahsinden bile... Bu yüzden -her ne kadar merak etse de- üstüne gidip soru sormaktan vazgeçti. Onun yerine "Başka çarem yok zaten." dedi gülümseyerek. "...Bir süre daha böyle sürecek durumumuz."
Atakan onun konuyu değiştirmedeki isteğini ve yüzündeki anlayışlı ifadeyi görünce biraz olsun rahatlamıştı. Hem zaten (tahmin ettiği gibi) Melih insanların zaaflarıyla oynayacak, onların çekindikleri şeyleri dalga konusu yapacak tıyniyette biri değildi. Ve... Atakan böyle anlayışlı birini sevmekle ne kadar doğru bir iş yaptığını şimdi fark ediyordu.
Melih onun sevgisini sonun kadar hak ediyordu.
"Ee... Ne diyorsun? Üstündekini alalım mı?"
✩ ✩ ✩
Bölümü iki parta böldüm (daha doğrusu bir gün içinde geçecek olan olayları) diğerini tamamlar tamamlamaz atacağım. Aklınızda bulunsun baya sıcak 🔥bir bölüm olacak 😉 terleteceğim sizii eheheh güneş kremlerinizi sürün öyle gelin 😆🤭
Bundan sonra hız kesmeden devam edelim. Yeteri kadar durakladık.
Bölüm hakkında size soracağım birkaç soru var:
✯ Şebnem kötü karakter olmak için çok müsait ama iyi olmasını ister misiniz?
✯ Şebnem'in bu bölümde Melih ve Atakan'la şaka yollu atışmasını sevdiniz mi? Melih'i (oyuncak gibi) sahiplenip kıskanması falan... Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
✯ Atakan Melih'e açıldığında Melih'in tepkisi nasıl olur sizce?
Sorularım bu kadar :)
Yeni bölümde görüşmek üzere...
Kendinize iyi bakın, hoşça kalın efenim. <3
Önceki Bölüm <- // -> Sonraki Bölüm
Bölüm Listesi
11 notes
·
View notes
Text
Birine sahip olmak istiyorsan, Ona kelepçe yerine kanat takacaksın. Uçabildiği hâlde hâlâ yanına konabiliyorsa, O senindir.
3 notes
·
View notes