pandorababa
pandorababa
pandora
95 posts
Sadece fantazilerimi (bxb) yazıyorum.24 | Arabesk bir ruh
Don't wanna be here? Send us removal request.
pandorababa · 17 days ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Sen beni öldürcen mi?
Çıldırtcan mıı canım??
1 note · View note
pandorababa · 17 days ago
Text
GÖRÜCÜ USULÜ
23 | GİZLİ KARGO
Önceki Bölüm <- // -> Sonraki Bölüm
Bölüm Listesi
Tumblr media
Medya: Atakan'ın muhteşem ötesi imzası
Şarkı: Özcan Deniz - Canım (Baya manidarrr ;))
Tumblr media
Herkesin yeni yılını enişten dileklerimle kutluyorum!! Yeni yıl hepimize güzellikleriyle gelsin. 🫶🏼 Rabbim sizlere sabır, ben denize de arabesk çukuruna düşmeden üretkenlikle dolu, tertemiz bir yıl nasip etsin inşallah. 🙏
Gelelim bölüme...
Çok heyecanlısınız biliyorum, artık kavuşsunlar istiyorsunuz. Ben de öyle! Bir günü kaç parta böldüm kendim de takip edemedim artık kusura bakmayın, bu son gerçekten. Diğer yarısına devam ediyorum hâlâ. Bunu sizi daha fazla bekletmemek adına önden atmak istedim. Hem de biraz ortamı ısıtmak için... 😘🫶🏼
Beğeni ve yorum yapmayı unutmayın lütfen 🌹
⭐️ • ⭐️ • ⭐️
🌀Melih'ten 🌀
Hani Yunus Emre demiş ya "Bir ben var, benden içeri." diye...
Nasıl anlatılır bilemiyorum ama benim de içimde benden ayrı, benden çok başka Melih vardı işte. Biz onunla bir madalyonun iki yüzü gibiydik. Ben her ne kadar nazik, düşünceli, dürüst, eli açık ve çalışkansam; o da o kadar kaba, hesapçı, yalancı, bencil ve tembeldi. Beni her daim yargılar, duruma göre kalemimi kırardı. Bazen kızardı ama çokça affeder, fikir verir, hatta ve hatta benimle beraber severdi. Benden daha sert, daha tutkuluydu o Melih.
Ve bazen, kendi içimde kaybolduğumda benimle konuşurdu. Şimdi olduğu gibi...
— Açık açık sor işte ona.
— Ne sorayım lan? Ya yanlış anladıysam?
— Anlamadın.
— Ya yanlış hissettiysem?
— Hissetmedin. Hissetmedik işte.
— Ulan ya beni bir kardeşi, bir arkadaşı gibi seviyorsa? O zaman ne bok yiyeceğim? Bana 'kanka' dedi mağazada.
— N'olmuş yani 'kanka' dediyse? Dünya ahiret kayınçosu mu oldun öyle deyince?
— Hayır da...
— Düşünsene lan azıcık! Sen gey olsan... Kalkıp da gelenekçi ailene, insanlıktan nasibini alamamış keko arkadaşlarına, kız kardeşine göz diken hasmına ve göz dağı verdiğin herkese karşı "Ben geyim. Erkeklerden hoşlanıyorum." der misin? Rengini belli eder misin?
— Etmem.
— Hah! O da etmez. Ama hissettirir işte böyle. Sezdirir amk salağı, sezdirir!
— Benden hoşlanıyor mu yani?
— Hoşlanıyor.
— Yok artık.
— Var artık.
İnsan yanlış düşünüp yanlış anlayabilir; ama yanlış hissedemez.
Hadi benim için birini dövdü, beni kıskanıyor dedim, yanlış düşündüm. Yanağımı okşadı, elimi tuttu dedim, yanlış anladım. Benimle haddinden fazla ilgileniyor, beni merak ediyor, benimle hemhâl oluyor; gülersem gülüyor, ağlarsam üzülüyor... A canına yandığımın Atakan'ı! Bunları da yanlış hissedemem ya.
Sen benden hoşlanıyorsun be oğlum.
Konduramadığım düşüncelerin ağırlığı göğsümü sıkıştırmaya başladığında camı açtım yarıya kadar. Yüzüme çarpan serin rüzgâr beni kendime getirmişti biraz.
Ciğerlerime derin bir nefes çekip kollarımı sıkı sıkıya göğsümde bağlarken kafamın içindeki monoloğu güç bela susturup alt dudağımı dişledim suçlu bir çocuk gibi. Asıl soru şuydu:
Ben de ondan hoşlanıyor muyum?
Kendi kendime bile cevabını vermekten deli gibi kaçtığım soruyu elimin tersiyle zihnimi gerisine postalarken kafam dağılsın diye ceketimin cebinden telefonumu çıkarıp mesajlara girdim. Okunmamış bir sürü mesaj vardı Aytaç'tan.
MESAJLAR
AYTAÇ (Az önce aktifti)
Kayınbaba ve hısım çetesini atlattım
Operasyonu başlatıyorum 🤓 (17.46)
Büyük Kaplıca Oteli 📍
Atakan'ı da al gel, akşam 7-8 gibi burada olun
Sürprizlerim olacak size ;) (17.47)
MELİH (Yazıyor...)
Aytaç ne oteli?
Düşündüğüm şeyi yapmıyorsun di mi lan?
AYTAÇ (Aktif, yazıyor...)
Tam üstüne bastın çek ayağını ;)
MELİH
Saçmalama
Aysu duyarsa keser seni
Ayrıca boşu boşuna borca gireceksin kardeşim düğün arifesi
Ne gerek var
AYTAÇ
Aysu modern kızdır, anlayışlıdır
Niye kessin beni ya?
Ayrıca sakın para mevzusu açma kardeşim, darılırım
Rezervasyon çok önceden yapıldı bi kere
Gelince kapıda ismini söylemen yeterli
MELİH
Aytaç
AYTAÇ
Melih sus
Bu gece vur patlasın çal oynasın
Felekten bir gece çalacazz
O KADAR
MELİH
Delisin oğlum sen
Geceden kalma mı gidicen düğününe?
Nasıl ayıltıcaz sonra biz seni
AYTAÇ
Çok içmicem yaa azıcık
Hem düğünde de içicem zaten ayrıca
Yoksa ayık kafayla nasıl katlanıcam o yamyam kabileye?
Aman dünürlerime
MELİH
Harbi manyaksın oğlum sen
Sarhoş olup rezillik çıkarma diye kıçında gezicem yani bütün düğün
Öyle mi?
AYTAÇ
İşin ne birader
Sağdıç değil misin?
Gezicen tabi
MELİH
Haydaa
Bi de biz bize dedin
Kimleri çağırdın?
AYTAÇ
Gelince görürsün
Max 10 kişiyiz
MELİH
Çok
AYTAÇ
Merak etme hepsi tanıdığın elemanlar
Liseden arkadaşlar
Düğüne arifesi 10 adamı bi otele toplayıp ayin yapacak halim yok herhalde Melih
Altı üstü bi gece alem yapacaz
Amma abarttın be oğlum
Biraz rahat ol
Şunun şurasında eski günleri yad edip içicez
Eğlenicez biraz ne var?
MELİH
Tamam kardeşim
Bir şey demiyorum
Sen nasıl istersen öyle olsun
Mecbur göz kulak olucam artık sana
İçince kıçı başı dağıtırsın çünkü sen
AYTAÇ
Kim? Ben mi??
Hadi be oradan!
Sensin o kıçı başı dağıtan 🤣
(AYTAÇ yazıyor...)
Hadi hadi çok konuşma da
Yola çıkın bir an önce
Giderayak müzmin bekâr Aytaç olarak
Size son bi' kıyak geçeyim 😉 (Görüldü ✅)
Deli ya...
Ekranı kilitleyip telefonu ceketimin cebine geri koydum. Konsoldaki saat doğruysa saat 17.30'a geliyordu. Atakan'a baktım göz ucuyla. Son 15 dakikadır olduğu gibi aynı düşünceli pozisyonda gözünü yoldan ayırmadan araba sürmeye devam ediyordu. Bana laf atmaması işime gelse de sessizliğin can sıkıcı olduğu da bir gerçekti. Özellikle de bu sessizlik ikimizin arasındaysa...
Kahvehaneden biraz kasvetli, biraz tadımız kaçık ayrılmıştık ve arabaya bindiğimizden beri de hiç konuşmamıştık. Her ne kadar şehrin "şehir planlaması" adı altında her yüz metrede bir bizi öbeklere gark eden yollarında dönüp dururken alçak perdeden belediye başkanının kulaklarını çınlattıysak da, birbirimize dönüp de iki kelam etmemiştik. Korna sesleriyle inleyen iş çıkışı trafiğine girsek bile sessizliğimizi bozmamıştık. Hele Atakan gibi çabuk sinirlenip alev alan biri... Kornaya bile basmamıştı. Aklıma sanayi girişinde öğretmen emeklisi amcayla yol kavgası yaptığı gün geldiğinde gülümsedim. Tam bir maganda oturuyordu aslında yanımda. Gık çıkarmadan sakince durması garibime gidiyordu.
Sezdirmediğimi umarak onu izlemeye, uzaktan uzağa hareketlerini incelemeye devam ettim.
Atakan, benim yanındaki varlığımı tamamen unutmuş gibi pencere kenarına dayadığı dirseğini takiben damarlı eli çenesindeki kirli sakalları kaşırken, dalgın gözlerini son bir dikkatle yoldan ayırmadan, zaman zaman alt dudağını dişlerken aracı tek eliyle kontrol ediyordu. İfadesi düşünceliydi. Alnına dökülen kıvırcık saçlarının ve şimdi koyu yeşile çalan güzel gözlerinin etrafını çevreleyen kirpiklerinin her bir teline varana kadar düşünceliydi hem de.
Gergin ve düşünceli. Aynı benim gibi...
Sessizlik içinde Polatlar'ın mahallesine, hem ayranımızın döküldüğü hem de tatsız olaylar yaşadığımız o sokağa, girdiğimizde oturuşumu dikleştirdim. 6-7 kişi tarafından sıkıştırılıp canımı zor kurtarmıştım. Tek suçum da: Şebnem'e görücü gelmekti?? Kaldı ki bu işe kendi isteğimle girmemiştim bile.
Ulan var ya... O Caner'i bi' bulsam iki çift laf da ben edeceğim.
Korkak herif, kendi gelmeyip serseri arkadaşlarını yollamıştı beni korkutmak için. Bu saatten sonra kendi de gelse vız gelir tırıs giderdi. Zerre korkutmuyordu beni o düdük makarnası. Geleceği varsa, göreceği de vardı. Bu kez Atakan'dan değil ama benden.
Ben kafamın içinde Caner'in -suretini bile bilmediğim- hayaletine göz dağı vermekle meşgulken, yokuşun ucundaki TEFO TEKEL'in yanından geçtiğimizde Atakan arkadaşına selam vermek için bile duraklamadı. Biraz sonra site benzeri lüks apartmanların bulunduğu bir sokağa girip "3" numaralı bloğun önüne park ettiğimizde meraklı bakışlarımı onda ve binada gezdirdim bir süre.
Atakan'ın mahallesini görmüştüm görmesine de evine hiç gitmemiştim. Ve şimdi oturdukları binaya bakarak, kesinlikle hâli vakti yerinde bir aile olduklarını söyleyebilirdim. Ne diyorsam ben de, babası emniyet müdürüydü be!
Atakan el frenini çekip kontağı kapattığında bakışlarımı yüzüne çevirdim sonunda biraz zoraki.
"Geldik mi? Burası mı?"
"Hı hı..." Başını salladı.
"Sen arabada bekle istersen, ben hemen alıp gelirim."
"Yok." dedim. "Dışarıda bekleyeyim, yürürüm biraz."
Biblo gibi sus pus otur otur sıkılmıştım arabada. O gelene kadar biraz yürüyüş yapıp bacaklarımı açardım işte, fena mı?
"İyi sen bilirsin."
Atakan arabadan inip binanın girişine doğru yollandı hızlı adımlarla. Ben de peşinden... Dış kapıdan içeri girerken ben ellerim cebimde kapının önünde durup arkasından onun gidişini seyrettim. Biraz sonra kapıda durup şifreyi yazmış, kilit açılınca da binadan içeri girip gözden kaybolmuştu.
Geri çekilip binayı inceledim. Çok yeni olmayan ama baya janti bir binaydı. Beyaz üzerine siyah detaylarıyla nereden baksan Beşiktaş'ın bina hâli gibiydi.
"Vay anasını..."
7 katlı binanın çatısına varana kadar baktım uzun uzun. Aklımda bir sürü soru belirmişti yine.
Acaba kaçıncı katta oturuyor bu Polat ailesi?
Balkonları da var demek? Acaba Atakan hiç geceleri balkonda "Niye böyle oldu?" sigarası içmiş midir? Ya da o hep bahsettiği —ama asla detayına inmediği— meşhur baba-oğul kavgalarından birinde evi terk edip gitmiş midir?
Sahi... Atakan ve babası arasında telefonlar duvara fırlatılıp kırılacak kadar ne yaşanmıştı ki?
Kaşlarım çatıldı pencereleri incelerken.
Bazı babalar neden oğullarının da bir birey olduğunu kabul etmez ki? Neden kendi kararlarını verebilecek yaşa geldiklerinde bile onlar üzerinde hakimiyet kurmaya devam ederler?
Camların herhangi birinde belirmesini umduğum tanıdık silüeti beklerken, evin planını çizdim kafamda.
3 oda 1 salon? 
Oğlanlar için bir oda, Prenses Şebnem için ayrı bir oda. İnce duvarları ve dar koridorlarıyla... Her gün babanla papaz olmamak için köşe kapmaca oynadığın, "kendini" gizlemek için rol yaptığın bir ev.
Bir an için bahçeli, müstakil evimin korunaklı duvarlarından çıkıp Atakan'ın evinde hayal ettim kendimi.
Annemin çok benzeri bir anne, çantası kolunda kafe kafe gezerken sürekli serseri erkek arkadaşlar edinen bencil, dedikoducu bir kız kardeş ve ataerkil zihniyette, öfke problemleri olan emniyet müdürü bir babayla aynı evde yaşamak...
Evde en ufak ses yükselse tartışmayı sonlandıran, sonlandıramıyorsa evi terk eden babam geldi gözümün önüne. Sadece bu bile bir şükür sebebiydi.
Zor olmalı, diye düşündüm.
Evin "bekçi köpeği" muamelesi gördüğün, kardeşlerin seni ne kadar üzerlerse üzsünler asla "abi" rolünden çıkamadığın, başına buyruk olmana müsaade edilmediği, kötü de olsan "iyiyim" demeye zorlandığın, sana aksini yaptırtmayan (yapmayı bırak düşündürtmeyen), hiçbir şekilde hata kaldırmayan ve her gün olmadığın biri gibi davrandığın, yalanlarla bezeli bir dünyada yaşamak... Zor olmalı.
Eğer Atakan düşündüğüm gibi biriyse, bunları yaşamak onun için gerçekten zor olmalı.
"Cemil abi kolay gelsin!"
İki blok ötede, bir büfenin önünde baş gösteren hareketlilik beni bu zehirli, girdap düşüncelerimden kurtarırken, bakışlarımı o tarafa çevirdim hemen. Siyah, gıcır gıcır bir Audi duruyordu az ileride. Ve... Meslek hastalığı olsa gerek, gördüğüm her janti aracı (vaktim varsa tabi) mutlaka uzun uzun incelerdim. Plakayı buradan seçemiyordum ama sol kenarındaki mavilikten aracın Avrupa'da bir yerden getirildiğini anlayabiliyordum.
Dur bakalım...
Atakan'ı beklerken bu gizemli aracı ve sahibini dikizlemeye karar verdim.
"Ooo Ömer'im hoş geldin!"
Ömer?
İçimi tuhaf hislerle dolduran o tanıdık isim kulağıma çalınır çalınmaz daha bi' dikkat kesildim. Sanki daha önce çok kez yaşadığım o karşılaşma anlarından birinde gibiydim. Büfe sahibi olduğunu tahmin ettiğim amca dükkanın önüne çıkınca dikkat kesildim. Adam pencereden içeri elini uzatıp -koyu renk camlardan göremediğim- şoförle tokalaştı. Yüzünde minnettar, mahçup bir gülüş vardı.
"Nerelerdesin oğlum? Özlettin kendini."
Onlar sohbete dalmış hasret giderirken, ben o tarafa doğru yürüdüğümü yolun yarısına gelince fark ettim. Evin önünden biraz uzaklaşmıştım ama sonuçta hâlâ sokaktaydım. Atakan dışarı çıktığında kapıya geri dönecektim elbet. Ama önce içimdeki bu merak duygusunu gidermeliydim.
"Allah Allah... Kim bu ya?"
Yaklaştıkça aracın içini daha net görmeye başladıysam da hâlâ bu gizemli herifin kim olduğunu çözememiştim. Tanıdık biriyse selam verirdim; değilse de en azından bir "merhaba" diyip aracı incelerdim. Nedir yani?
"Allah razı olsun oğlum. Senin gibi yiğit kalmadı bu zamanda. Etraf it, çakal, serseri doldu."
Aramızda 5 metreden az mesafe kala durdum. Araç Almanya plakaydı.
M (Münih) MM 295
Biraz sonra bakışlarımı plakadan ön cama çıkardığımda şoförle göz göze geldik. O anda beynimden vurulmuşa döndüm. Anılar olanca hızıyla beynime doluşurken gözlerim fal taşı gibi açıldı.
"Ömer abi?!"
Ömer abi Audi'nin direksiyonunda aynı şaşkın bakışlarla bana bakıyordu.
Belli belirsiz "Melih?" dediğini işittim. Sonra araçtan indiği gibi aksak adımlarla bana doğru koşar adım yürüdü ve hatırladığımdan daha güçlü kollarıyla beni sımsıkı kucakladı.
"Melih! Sen misin Melih?"
Beni bir süre mengene gibi kollarının arasında sıkıştırdıktan sonra bırakıp nasırlı ellerini omuzlarıma çıkardı. Yorgun ama ışıl ışıl gözleri "Dur bi' bakayım sana şöyle." der gibi yüzümü inceledi uzun uzun. Sanki orada benden ziyade, bana çok benzeyen birini görmeyi umar gibiydi.
"Maşallah, kocaman adam olmuşsun."
Güldüm biraz buruk. Neredeyse 10 yıldır onu hiç görmemiştim. Ne mahallede ne de şehrin herhangi bir yerinde. Sanki yer yarılmıştı da içine girmişti. Gerçi, askere gittiğinde orada kalmayı seçtiğini hepimiz biliyorduk da... Bir gün geri döneceğini (ben dahil) kimse tahmin etmiyordu. Sonuçta memleketi burası değildi.
"N'apıyorsun şimdi? Okuyor musun?"
Başımı salladım.
"Okuyorum abi. Makine mühendisliği 3. Sınıfım."
"Aferin lan! Aferin Melih... Zaten sende vardı o kumaş. Çok ilgiliydin makinelere, arabalara falan... Sevindim senin adına. Tebrik ederim."
Derin derin iç çekerken gözleri bir an uzaklara dalıp gitmişti ama ben dikkatimi bir an olsun onun yüzünden çekmiyordum. Yıllar Ömer abiyi o kadar değiştirmişti ki...
Ela gözleri süzülüp göz çukurları derinleşmiş, eskiden zülüf zülüf alnına dökülen kahverengi kıvırcık saçları kısacık kestirilmiş, şakakları -gamdan kederden olsa gerek- kırlaşmış kirli sakallı yüzünde belli belirsiz yara izleriyle eski Ömer abi değildi bu karşımda duran.
Bir süre konuşmadan hayretler içerisinde onu incelemeye devam ettim. Gençliğindeki o hayat dolu, nüktedan tavrı aradım yüzünde ama bulamadım. Yakışıklı yüzü yine yakışıklıydı ama bir şeyler eksikti işte. Eskisi gibi bakmıyordu gözleri. Yorgundu. İçinde bir şeyler yok olmuş gibiydi. Bir üzüntü, bir ağırlık, bir yas havası vardı üstünde. Ya da bana öyle gelmişti.
"Sen abi? Sen n'aptın? Askerde kaldı demişlerdi senin için. Dönmeyince bir daha..."
Ömer abi az evvel pantolonunun cebini karıştırırken eline geçirdiği tesbihini kalın, yıllarca silah kabzasaı tutmaktan nasır tutmuş parmaklarının arasında ustalıkla çevirirken anlatmaya başladı:
"Vatani borcumu ödedikten sonra askerde kaldım, doğrudur. Peder vefat edince annemle kardeşlerim memlekete döndüler. Marangozhaneyi de amcam devraldı. Güya gelince bana devredecekti ama... Yalanlar yalanlar. Marangozhane iş hanı oldu şimdi."
Doğru, dedim içimden.
Ömer abi o zamanlar marangozhanede babasının yanında çırak olarak çalışıyordu. Zaten babamla da o vesileyle tanışmışlardı. Eve mobilya yapma bahanesine ölçü almaya gelmişti hatta birkaç defa. Belki de ablamla o zaman tanışmışlardı, kim bilir? Ben o zaman 14-15 yaşlarındaydım.
"...Baba mesleği de gitti anlayacağın. Ben de dönmedim geri. Asker oldum. Doğu görevine yazıldım. Dağlarda terörist avladım. Daha yeni, şurada 3 yıl oldu terhis olalı."
Takımın paçasını sıyırıp siyah makosenli sol ayağını gösterdi çenesinin ucuyla.
"Şu topal ayak olmasa sittin sene dönmezdim ya... Kader işte. Dönüp dolaşıp aynı yere getirdi gene beni."
Az önce sarılmak için bana doğru koşarken aksadığını hatırladım bir an. Demek gazi olmuştu.
"Geçmiş olsun abim. Vatan sana minnettar."
Gülümseyip ensemi sevdi.
"Eyvallah kardeşim, vatanı korumak her yiğidin boynunun borcu. Sen de gideceksin bir gün elbet. Yoksa gittin mi?" diye sordu yorgun ama oyuncu bir bakışla.
"Yok abi, daha değil. Şu diplomayı bir alayım da..."
"Eyvallah."
Elini kendine çekip bileğindeki gümüş saate baktı göz ucuyla. Bir yerlere yetişmek ister gibiydi yüz ifadesi.
"Melih... Oğlum inan kalıp seninle uzun uzun sohbet etmek isterdim ama önemli bir işim var. Yarım saat içinde bir yerde olmam gerekiyor. Ama sözleşelim. Başka zaman daha müsait bir yerde buluşalım mutlaka, olur mu kardeşim?"
"Olur abi, olur tabi. Ne demek?"
"Dur sana numaramı vereyim." dediğinde telefonumu çıkarttım hemen. Her şeyiyle örnek aldığım bir abimdi o benim. Yıllar geçse de tabi ki ricası bir emirdi. Ve tabi ki onunla yeniden görüşmek isterdim.
...
"Tamamdır abi, kaydettim."
"Eyvallah koçum! Görüşelim mutlaka."
Bana kısaca sarıldıktan sonra aksak adımlarla gidip arabasına bindiğinde esnaf amca çoktan büfedeki yerini almıştı.
"Hadi selametle Ömer! Gene gel!"
Ömer abi bir baş selamıyla amcaya veda ederken aracı yanıma yanaştırıp camdan dışarı çıkardı başını son kez.
"Ha bu arada Melih, yanlış anlamazsan... Senden bir şey isteyeceğim."
Göz ucuyla aracın deri kaplamalı iç dizaynını incelerken kulak kabarttım.
"Buyur abi, ne olursa..."
"Ablana..." Tereddüt etti. Sanki her an söylemek üzere olduğu şeyden cayacakmış gibiydi.
Ben "Evet abi?" diye üsteleyince pes ederek biraz mahçup biraz da çekingen, rica etti:
"Ablana benden selam söyle, olur mu?"
Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemez hâlde donup kaldım. Ne yani bunca seneden sonra ablamı unutmamış mıydı?
Evli olduğunu bilmemesi imkânsız, diye geçirdim içimden.
Buna rağmen onu silmemiş miydi?
"O-Olur abi, söylerim."
"Eyvallah kardeşim."
Tesbihi bileğinde direksiyonu kavrayıp yola revan olduğunda arkasından öylece bakakalmıştım.
Vay be Ömer abi...
Sen kalk yıllarca dağlarda terörist avla, yaralan gazi ol. Sonra da şımarık zengin bebesinin birine kaptırdığın sevdanın peşine dön dolaş gene buraya gel.
Acı çekmek için mi doğdun be abim?
Hayır o değil, ablama bunu söylesem... Üzülür mü acaba?
Kızar mı yoksa?
Belki geçmişin hatırına kabul eder Ömer abimin selamını?
Etmez mi?
Kendi dertlerimi unutmuş vaziyette kafamda dönüp duran düşüncelerle ellerim ceketimin ceplerinde ağır ağır Atakan'ların apartmanına doğru yürüdüm. Gömlek baştan yanlış iliklenmişti bir kere. Şimdi nasıl düzelecekti ki? Ablam eniştem olacak o yandan yemiş Elon Musk'la evlenip yeğenlerimi doğururken; Ömer abi aşkını kalbine gömüp elinde tüfekle operasyondan operasyona koşmuştu.
Giden unutamamış; kalan da mutlu olamamıştı.
Ama yine de bu hikâyede bana söz düşmüyordu. Elimden ablamın mutluluğu için dua etmekten başkası gelmiyordu. Öyle boktan bir durumdaydım.
"Of Ömer abi off..."
Sıkıntıyla iç çekip dış kapının duvarına dayandım. Atakan beş dakika eve uğrayıp takım elbiseyle benim kıyafetleri alacaktı güya, hâlâ inememişti aşağı. Takımı baştan mı dikiyordu, ne yapıyordu?
Amaçsızca sağa sola bakınırken binanın dış kapısına sırt çantalı, liseli (tahminim sınav öğrencisi) bir eleman yanaşınca duvardan ayırdım sırtımı. Gelen gencin siması garip bir şekilde Şebnem'i andırıyordu. Soluk beyaz tenli, kumral, gür kaşlı, uzun boylu bir çocuktu. Kemik çerçeveli gözlükleri burnunun ucuna kadar inmişti.
Bir sır vermek istercesine yaklaşıp "Kargocu musunuz abi?" dedi bana. Fısıldar gibi çıkan kalın sesi ürkütücüydü.
"Ha?" Boş bulundum. Yanımdan geçip gidecek sanıyordum.
"Gizli kargo? Sivil gelecekti kurye. Siz misiniz?"
Kargocuya benzer bir hâlim mi var benim?
Hem... Gizli kargo dediğin ne be oğlum?
Ben boş boş bakmaya devam edince "Pardon, karıştırdım herhalde. Kusura bakmayın." diyerek samimiyetsiz bir gülüşle benden uzaklaştı.
"Hay ben bu otomatın..."
Çocuk tam apartmanın dış kapısına yöneldiğinde, eli kolu dolu şekilde Atakan görünmüştü kapıda:
"Birkan!"
Eleman donup kalmıştı olduğu yerde.
"Senin ne işin var lan bu saatte evde?"
"Abi?"
Abi mi?
"Abi ya..."
O an dank etti.
Tabi ya! Bu çocuk Atakan'ın küçük kardeşiydi. Ulan bugün de ne çok karşılaşma yaşıyorum ben böyle ya...
"Nerden böyle Birkan efendi? Akşam 8'e kadar etütün yok muydu senin?"
Birkan afalladı. "Ee... Şey... Vardı. Vardı da..."
Bu afallamanın ve eve erken gelişinin bahsettiği "gizli kargo"yla bir ilgisi olabileceğini düşündüm. Ve tabi hemen çocuğun -abisinden korkusuna- saçmalamasına izin vermeden araya girdim gülerek:
"Vaaay!! Demek sen Atakan Polat'ın küçük kardeşisin."
Çocuk rahat bir nefes alarak burnunun ucunda duran kalın, siyah çerçeveli gözlüğünü burun kemerine kadar ittirip gayet soğukkanlı bir edayla benden tarafa çevirdi başını. Yüzü asık, saçları koyun yünü gibi karmakarışıktı. Uzun kirpiklerle çevrili kömür gözleriyse, irisleri seçilemeyecek kadar karaydı. Ne ablası gibi ela, ne de abisi gibi yeşildi. Kapkaraydı. Bakışlarındaki soğukluk ve donukluk da cabası... İçimi ürpertmişti.
"Evet de... Siz kimsiniz?"
Delikanlı az önceki "zor" pozisyondan onu kurtarmış olmamdan memnundu tabi ama benim gereksiz samimiyetime de ayar olmuş gibiydi. Zaten ilk izlenim olarak, ablasından ve abisinden epey farklı olarak çok soğuk yapıda, ketum birine benziyordu. Gerçi... Beş parmağın beşi bile bir değilken benim buna şaşırmam saçmalıktı. Ablam Melike'yle ben de çok farklıydık.
"Ben abinin arkadaşıyım. Adım Melih."
Tokalaşmak için elimi uzatırken dostça gülümsemeye zorladım kendimi. Birkan elime ve bana bir süre boş boş baktı. Sonra abisi ensesinde uyaran bir tonda öksürünce uzanıp elimi sıktı ruhsuzca. Elleri buz gibiydi.
"Memnun oldum. Daha önce hiç görmemiştim sizi."
Çocuk o kadar mesafeli ve sizli bizli konuşuyordu ki, kendimi iş görüşmesinde gibi hissetmiştim. Ama Atakan bu durumu baya bi kanıksamış olsa gerek "Tamam mı Savcı Bey? Tanıştınız mı yeni arkadaşımla? Müsaade var mı? Geçebilir miyim artık kapıdan?" dedi hafif nüktedan, eleştirel bir tavırla onun etrafından dolanırken. Gülesim gelmişti bu abi-kardeş ikilisine. Geceyle gün gibi, o kadar zıtlardı ki...
"Allah'ın soğuk nevalesine bak ya... Tamam anladık herkes senin potansiyel rakibin, sınavda en yüksek puanı sen alaca'n, Ankara'da hukuk okuyaca'n, savcı olac'an, büyük adam olaca'n zart zurt da... Kurban olduğum azıcık insan içine çık ya! Bu ne böyle? Yabani yabani..."
Onlara fark ettirmemeye çalışarak bıyık altından kıs kıs gülerken bakışlarımı arabadan tarafa çevirdim. Birkan'ın ona güldüm diye benden nefret etmesini istemiyordum kesinlikle. Ama bu ihtimal Atakan'ın umrunda değil gibiydi. O hem dalga geçercesine gülüyor, hem de elindekileri arabanın bagajına yerleştirirken fütursuzca söylenmeye devam ediyordu:
"Madem dershaneyi kırıp eve erken geldin... Sana ceza! Annem sebze yemeği yapmış, benim yerime de yiyeceksin."
"Ne yapmış?"
Bagajın kapağını kapatırken "Pırasa ve ıspanak. İkisinden de yiyeceksin." dedi Atakan sırıtarak.
"Hayır abi yaa off..."
"Abiye of denmez taş olursun it!"
Sonunda Birkan'ın donuk yüzünde -bu tiksinme de olsa- elle tutulur bir duygu, bir ifade belirince çocuğun robot değil de bir insan olduğuna ikna olarak yüzümü Atakan'dan tarafa çevirdim gülerek. İkisi de benim gibi sebze yiyerek büyümüş bir çocuk için fazla abartılı tepkiler veriyorlardı. Komikti.
"Hadi koçum hadi sızlanma! Dediğimi de yap. Anneme soraca'm eve gelince. Yemedi derse kafes dövüşü var ona göre..."
"Off tamam be tamam!!"
Beş basamaklı merdiveni çıkıp bina kapısına ilerlerken omuzlarının bir kademe daha çöktüğünü gördüm Birkan'ın. Galiba (!) gerçekten sevmiyordu sebze yemeklerini.
"Hah şöyle... adam ol. Almıyım aklını."
Çocuk binaya girip gözden kaybolduğunda Atakan elleri belinde derin bir nefes çekti ciğerlerine. Saniyeler içinde gözleri beni bulmuştu.
"Ulan kaç yaşına gelmiş adamım, yarım saat dil döktüm valideye pırasa yememek için."
Güldüm elimde olmadan.
"Ya tamam eline sağlık, bizi düşünerek yapıyorsun her şeyi  eyvallah da... Pırasa nedir ya? Zorla yedirmeye kalktı bi de. Kusacaktım yeminle, son anda kaçtım."
Şimdi anlaşıldı neden bir saat geciktiğin.
Atakan hapishaneden kaçan mahkum edasıyla ağlamaklı gözlerle kararmaya yüz tutmuş gökyüzünü seyrederken kendimi tutamayıp onun bu yarabbi şükür moduna karşılık "Geçmiş olsun birader, Allah kurtarmış." dedim gülerek.
"Anasını satayım, et yiyen yok ki sülalede! Her şey otlu. Ne menem şeymiş bu Karadenizlilik." diye tatlı tatlı söylenmeye devam etmişti Atakan arabanın şoför koltuğuna oturana kadar.
Muzip bir sırıtışla "Vah vah..." derken buldum kendimi. Bu aralar onun bedbaht hallerine çok sık rastlıyordum. Komiğime gidiyordu.
"Hadi sür de gidelim bir an önce."
İkimiz de arabaya bindiğimizde yeni rotamız belliydi. Aytaç'ın konumunu attığı otele gidecektik. Kapıyı çeker çekmez acele hareketlerle kemerimi takmaya uğraşırken Atakan'ın bir süredir bana baktığını farkedip başımı kaldırdım.
"N'oldu?"
Şüpheli bakışları yüzümün her köşesinde geziyordu:
"Onu sen dice'n. Ben geldiğimde ne konuşuyordunuz Birkan'la fısır fısır kapı dibinde?"
Ne ima ediyordu şimdi bu ağır abi bozması? Onun hakkında konuştuğumuzu falan mı sanmıştı?
Yoksa bu sefer de beni öbür kardeşinden mi kıskanmıştı? Tövbe tövbe...
"Yavaş gel... Çocuk sana 'abi' diyene kadar kardeşin olduğunu bile bilmiyordum. Kaldı ki, tanımadığım biriyle senin dedikodunu yapacak hâlim yok. Birkan beni kargocu sandı. 'Gizli kargo' mu ne bekliyormuş, anlamadım. 'Kargocu değilim.' dedim. O sırada da sen geldin zaten. Olay bu."
Boş bulunup fazla bilgi vermiştim.
Çenem tutulsun.
Atakan durup düşündü uzun uzun. Yüzündeki ifadeye bi' hinlik karışmıştı ama anlayamıyordum sebebini.
"Hadi ya... Bak sen şuna."
"Neyse ya boş ver. Aytaç bekliyor, yola çıkalım bir an evvel."
Tam o sırada apartman girişine kargocu gelmez mi?
"Dur bi' dakka, dur..."
Atakan'ın dikkati elinde siyah bir paketle apartmana doğru yürüyen adama çevrilirken, benim laflarım havada kalmıştı tabi.
Hay anasını ya... Şu işe bak!
Bir anda camı sonuna kadar açıp hemen dibimizdeki apartmanın bir metrelik siyah, demir avlu kapısının önünde durmuş, telefonunda kargo sahibini aramaya hazırlanan kargocuya seslendi Atakan:
"Hoop birader!.. Kargo kime?"
"Bilgi veremem abi. Bu gizli kargo."
"Allah Allah..."
Tekrar kargocudan tarafa dönüp "Birkan Polat'ın abisiyim ben. Kargo ona geldiyse, bana teslim edebilirsiniz." dediğinde kargocu çok kolay ikna olarak "Birkan Polat'ın kargosu, buyrun. Şuraya bir imza alayım." dedi, elindeki sekreter dosyasında takılı olan kağıdı bir kalem şeliğinde Atakan'a uzatırken. İyice meraklanmıştım. Neydi bu gizli kargo?
Yaklaşıp Atakan'ın kendine has abartılı imzasına inceledim. Kocaman bir "A" harfi ekseninde gelişen inişler çıkışlar ve kendine hayrı olmayan eğik bir "P" harfinin ucuna kondurulmuş küçük noktayla şaheserini tamamlamıştı Atakan Polat. Yakından bir boka benzemese de uzaktan güzel görünüyordu imzası. Etkileyiciydi.
"İyi günler."
Kargocu paketi eline bırakırken sadece "Eyvallah." dedi Atakan. Kargoyu kucağına koyup camı kapattığında çok meraklı görünmemeye çalışarak ama içten içe meraktan çatlayarak ona yaklaştım biraz.
"Ne aldı acaba?" dedi paketi kurcalarken.
Durduk yere vicdana gelip "Ya Atakan, açmasan mı acaba? Sonuçta çocuğun özeli." diyince "Lan ne özeli?! Sokarım onun özeline. Kardeşim o benim." diye çıkışarak susturdu beni. Ama benim ciddi bakışlarımla karşılaşınca boş yere atarlandığının farkına varıp özür diler mahiyette, 'darılma ya' der gibi bir bakış attı bana yavru köpek gibi. Gözlerimi kaçırdım. Şerefsiz, iyi beceriyordu bir bakışıyla kendini affettirmeyi.
"Neyse..."
Alınmamıştım gerçi ama yine de alınmış gibi surat asarak "Açarsan aç, bana ne." dedim.
"Açaca'm zaten."
Atakan önce simsiyah naylona sarılı küçük kutuyu elinde bir tur çevirdi. Sonra ikimizin arasına getirip kulak hizamızda salladı. Belli belirsiz tıkır tıkır sesler geliyordu kutunun içinden ama tabi ki anlayamamıştık ne olduğunu.
"Off açacaksan aç hadi ya! Ne heyecan yaptırıyorsun Acun gibi?"
Atakan bu merakıma gülerek karşılık verdi.
"Ahahah... Tamam, dur çatlama. Açıyorum şimdi. Erdemlilik de bir yere kadarmış ha?"
Sonlara doğru bana laf çarptığında duymazdan geldim. Bunun erdemlilikle ne ilgisi vardı? Kim olsa merak ederdi ki adına "gizli" kargo denilen bir şeyi.
Atakan bana gülmeye devam ederek cebinden çıkardığı anahtarlığın ucuna asılı küçük tırnak çakısıyla naylonun kenarını kesti boydan boya. Yüzünde tatlı bir sırıtış vardı. Bakışlarımı kutuya indirdim güç bela. Serseri bana gülüyordu hâlâ.
"Ulan var ya..."
Soğan kabuğu soyar gibi soyup çıkardı naylonu. Kutu çok sıkı bantlanmıştı.
"Güvenemiyorum, bok da çıkabilir. Kesin kazıkladılar kardeşimi."
Kat kat bantlanmış kutuyu da kesti sabırla.
"Bu ne lan böyle?"
Biraz sonra kapağı kaldırıp da içindeki pat pata sarılı şeyi gördüğümüzde başta ikimiz de bir şey anlamadık.
"Bir not var üzerinde."
Notu elime alıp ikimizin görebileceği mesafede tutarak seslice okudum:
"Bu küçük hediye seni sınava kadar idare eder. Sonra bendesin. ;)"
— Birkan'dan sevgilisine...
"Anlamadım."
"Sevgilisi mi var lan bu robotik mafyanın? Bana bir şey söylemedi."
Kartta yazılanları anlamlandırmaya çalışarak kağıdı bir kenara koyduğumda Atakan patpatlı paketi yırtarcasına açtı ve... Kat kat sarılıp sarmalanan paketin içinden çıkan "nihai" şey ikimizi de şoke etti.
"Bu ne lan?" dedim ben de istemsiz.
Kutunun içinde mor renkte, orta parmağımın uzunluğunda, ucu konimsi, gövdesi silindirik yapıda, metal, altında siyah bir butonu olan garip bir malzeme duruyordu. Ben bu "şey"in ne olduğunu anlamaya çalışırken, Atakan yüzünde beliren garip ifadeyle Karadenizliler'e has bir vurguyla "Oyy nenem..." diyerek elini ağzına örttü. Yüzü -kulakları dahil- kızarmaya başlamıştı.
N'oluyor lan?
Merakıma yenik düşerek aleti elime aldım. Zerre bir şey anlamamıştım biçiminden ama... En nihayetinde bir makineye benziyordu. Küçük, pilli el fenerlerini andıran bir yapısı vardı. Biraz kurcaladım. Altını çevirince pil girişini buldum. Şarj edilebilen bir şey değildi. Onu anlamıştım ama...
Herkes bilir ki; her makinenin bir görevi vardır. Bununki neydi?
"Kurcalama kurcalama bırak, boş ver."
"Niye ya, merak ettim. Ne bu?"
"Fazla merak iyi değildir Melih."
"Ya bi' dur sen."
Kapağı geri yerine takarken yanlışlıkla tuşuna basmamla aletin elimde şiddetle titremeye başlaması bir oldu.
"ALLAHH!!"
Ufacık alet avucumda darbeli matkap gibi titrerken tabiri caizse korkudan ödüm bokuma karışmış vaziyette yerimden sıçrayıp aleti Atakan'ın kucağına düşürdüm. Atakan da gayriihtiyari, kucağa düşen nesneyi tutma refleksiyle bacaklarını birbirine bastırınca... Olanlar oldu. Durmadan titreyen alet kasıklarıyla üst bacaklarının arasına sıkışıp kaldı.
"Hassiktiiğr... Melih! HASSİKTİR!!"
Bir malum bölgeye, bir acı mı çekiyor zevk mi alıyor belli olmayan Atakan'ın kızarık suratına baktım panikle. Elim ayağıma dolanmıştı birden. Böyle bir durumda ne yapılırdı? Daha doğrusu, böyle bir durum benden başka kimin başına gelebilirdi?
"AAĞHH!!"
Atakan'ın iniltileri beynimi patates püresine çevirirken utanarak bakışlarımı ondan çekmeyi denedim ama beceremedim. Karşımdaki manzara o kadar kışkırtıcıydı ki, ister istemez benim de yüzüm ısınmıştı.
Onun direksiyon simidini sımsıkı kavrayan damarlı ellerini, geriye düşmüş kıvırcık başını, esmer boynunda zahmetsizce inip kalkan adem elmasını, çenesini kırarcasına sıktığı dişlerini ve yalvarır gibi yüzüme bakan zümrüt gözlerini görüp de nasıl tepkisiz kalabilirdim ki zaten?
Bir dakikayı bile doldurmayan tüm bu kareler birleşip kuyruk sokumumdan enseme doğru panik yüklü bir ürperti yükselttiğinde harekete geçmem gerektiğini anladım. Ve -olmaz ama yine de- suratıma yumruk yeme korkusuyla yaradana sığınıp elimi Atakan'ın iki bacağının arasına daldırdım. Sıkı baldırlarının arasında durmadan titreyen aleti çekip çıkarttığımda yüzüm cayır cayır yanıyordu utançtan.
"A-aldım... Aldım tamam."
Durmaksızın titreyen aleti evirip çevirip düğmesine basarak kapattım ve el freninin üstünde duran kutunun içine koyduğum gibi kutuyla beraber arka koltuğa fırlattım. Beynim uyuşmuştu. Söyleyecek laf bulamıyordum. Kuruyan dudaklarımı ıslatıp sertçe yutkundum.
"İyi... İyi misin?"
Az önce yaşanan utanç abidesi anlar kesinlikle 'hiç unutulmayacak şekilde' kazınmıştı hafızlarımıza ve ne zaman hatırlasak eminim gif gibi oynayacaktı kafamızın çinde.
"SENİN BEN AĞZINA SIÇAYIM BİRKAN!!"
Direksiyonda kaskatı kesilen ellerini güç bela çözüp güçsüzce dizlerine indirirken o da bana bakamıyordu.
"Bu nasıl hediye lan?!"
Yüzü kulaklarına kadar kızarıktı. Hem sinirli hem utanmış hem mağrur...
Bir süre öylece durduk. Nefes nefese inip kalkan göğüslerimiz ve gürültülü çıkan soluklarımız dışında ses yoktu şimdi arabada. İkimiz de utançtan geberiyor, birbirimizin yüzüne bakamıyorduk. Gülüp geçsek her şey düzelirdi belki ama gülemiyorduk da... Öyle boktan bir durumun içindeydik.
Normal oturuşuma geri döndüğümde yüzüm saklamak için komple cama çevirdim. Az önceki olayı hatırladıkça yüzüm yanıyordu. Ulan bi' de aleti çıkartırken mecburen orasına değmiştim. Allah kahretsin!
Kalbimin sesi kulaklarımda uğuldarken elim de ateşe değmişçesine yanıyordu. Yumruğumu ısırma isteğimi bastırıp ön cama çevirdim tekrar başımı. Atakan'dan ses gelmiyordu. Yerin dibine geçmişti çocuk, arabadan inip gitse haklıydı. Rahatsız edici sessizlik uzarken utana sıkıla gözümü kısa bir anlığına kucağına indirdim. Zangır zangır titreyen sağ bacağını takiben pantolonunun önündeki kabarıklığı fark ettim.
Fark etmez olaydım!
Atakan'ın hem mahçup hem mağrur bakan yeşil gözleri panikle gözlerimi bulduğunda darmadağın oldum. Çünkü biraz sonra neye baktığımı anlayıp utanarak ellerini kasıklarının üstüne örtmüştü.
"Hassiktir! Bakma..."
Utancın da bu kadarı fazlaydı lan!
Daha fazla dayanamayıp araçtan dışarı attım kendimi. Az önce istemeyerek de olsa ona dokunmuştum ve... O bundan -elinde olmayarak, erkekliğimizin doğası gereği- zevk almıştı.
HASSİKTİR BE!!
Ellerimi yanaklarıma bastırıp arabanın etrafında dolanmaya başladım. Bugün nasıl bir gündü yarabbi, bitmek bilmedi. Çenemi sıvazlarken eğilip arka çamurluğu yokladım dümenden. Üzerimde gereksiz bir heyecan vardı. Kalbim göğsümün içinde deli gibi çarpıyor, dilim damağım kuruyor, ellerim arabaya geri binip ona dokunmamak, dudaklarım dudaklarına yapışmamak için direniyordu.
Hayır lan hayır! Neler düşünüyorum ben böyle?
Adamı avuçlarsan tabi kalkar, mal!
İçimdeki heyecana kapılıp bir anlık gafletle hareket etmemek için yumruklarımı sıktım. Her hareketinden belli oluyordu benden hoşlandığı. Kıskanmasından, birden gelen kibarlığından, ilgisinden, şefkatinden, benimle üzülüp gülmesinden, utanıp başını çevirmesinden ve belki de şimdi kalkmasından... Atakan'ın benden hoşlandığını -o söylemese de- anlamıştım zaten.
Peki ya ben?
Ben ondan hoşlanıyor muyum?
Cevap versene puşt!
Vereceğim cevabın imkânsızlığı başımı döndürürken derin bir nefes alıp şoför kapısını açtım. Gözüm seğiriyordu hafiften.
"İn arabadan. Ben süreceğim."
Atakan konuşmadan dediğimi yapıp yan koltuğa geçerek şoför koltuğuna oturmama müsaade etti. Ben de az önce olanları düşünmemeye çalışarak -sanki hiç yaşanmamış gibi- arabayı çalıştırıp mahalleden çıkarttım bizi. İkimiz de sakinlemiştik şimdi ama yine de konuşmuyorduk. Ve otele varana kadar da bu bozulmayacaktı anlaşılan. Olsun. Böylesi daha iyiydi.
Yoksa kötü müydü?
Atakan'ın yüzünü tamamen sağ cama çevirmesine ve kollarını sımsıkı göğsünde bağlamasına bakılırsa, sanki aramızdaki yıkılan duvarlar yeniden örülmeye başlamıştı. Ya da... Bu, konuşmadıklarımız, fırtınadan önceki son sessizlikti? Bilemiyordum.
Tek bildiğim, bu gece Aytaç'ın bekarlığa veda partisini kazasız belasız atlatmak istediğimdi.
Mümkünse tabi.
🌹Pandora'dan🌹
Radyoda kısık sesle çalan müzik eşliğinde dağ yoluna varana kadar ikisinin de ağzını bıçak açmadı. İkisinin de birbirine bakacak yüzü yoktu. Utanıyorlardı besbelli. Ama illa ki bir yerde konuşmaları gerekecekti.
"Bu olanlar..."
İlk konuşan Atakan oldu. Başını usulca Melih'ten tarafa çevirip "Aramızda kalacak. Duydun mu?" dedi, kendine has tehditkâr havasıyla. Eski Atakan'ı görür gibi olunca ürperdi Melih. Demek ki can çıkıyor, huy çıkmıyordu. Bir kez daha anlamıştı. Gözünü yoldan ayırmadan çenesiyle onayladı onu. Hem hâlâ tam anlamıyla yüzüme bakamıyordu hem de zaten cevap bile vermek istemiyordu. Ama yine de birkaç söz söylemek zorunda hissetti kendini:
"Deli misin ya? Bir kazandır oldu. Gidip de 9 köye duyuracak değilim herhalde."
Atakan pek de rahatlamış gibi görünmüyordu. Melih yine de devam etti:
"Hem baksana, ödeştik sayılır birnevi. Bıçaklandığım günü hatırla. Hani ben utançtan gebermiştim de 3 gün kaçmıştım ya senden? Sonra sen bana sesli mesaj atmıştın. 'O kadar öpücükten sonra dikelmeyeni Allah çarpar.' diye..."
Elinde olmadan sırıttı Melih. Tekrar hatırlayınca komiğine gitmişti. O da farkında olmadan kaldırmıştı o gün. Tıpkı bugün Atakan'a olduğu gibi. Normal karşılamak gerekiyordu. İkisi de erkekti sonuçta.
"Aynı şey mi ya?"
"Aynı tabi lan." Yandan yandan manidar bir bakış attı Atakan'a.
"Ama tabi kasıtlı kaldırdıysan o başka..."
"Meliiiih..!"
Atakan'ın uyaran sesine karşılık gülüp şakaya vurdu hemen Melih:
"Şaka yaptım şaka, gül diye! Ne hemen coşuyorsun Mematispor?"
Kısa bir öksürüğün ardından ciddi durmaya çalışarak "Doğal bir şey bu, yargılamıyorum seni." diye eklemişti hemen sonra.
"Erkek doğası işte. İstemsiz oluyor bazı şeyler. Boş verelim gitsin. Ben unuttum, sen de unut gözünü seveyim. Çok garip oldu böyle."
Konuşmayı kesip önüne döndüğünde Atakan "Haklısın, unutalım." dedi.
Aslında Melih o sırada her ne kadar dışarıdan çok anlayışlı, yüce gönüllü biri gibi görünse de içinden kendine çok adi ve yalancı geliyordu. Asıl söylemek istediklerini söylememişti çünkü. Kolayı seçmişti. Kaçmıştı.
Ve zihnindeki ses yine konuşmaya başlamıştı. Bu kez daha acımasızdı üstelik:
Ne saçmalıyoruz oğlum biz ya?!
Yaptığımız her davranışa bir kılıf uydurmaktan ne zaman sıkılacağız?
O beni öptü. Ama onu uykumda neresinden öptüğümü göstermek için değil, kendi istedi diye öptü. İstemese kim onun gibi bir ağır abiye zorla bir erkeği "öyle" öptürebilirdi ki? Hangi güç?
Ben bugün ona onu 'kurtarmak' için dokunmuştum. Ama sonra daha fazla dokunmadım diye ellerim yanmıştı. Ya dokunsaydım? Aramızdaki perdeyi çekip atsaydım? O zaman ne olacaktı?
Yanıldıysam suratıma bir yumruk yerdim. Ama yanılmadıysam?.. O zaman ne olurdu?
Allah'ım sen aklıma mukayyet ol.
Sinyal verip tünele giden otobana girerken derin bir nefes aldı Melih. Kasları gerim gerim gerilmişti. Çünkü Atakan'ın kâbusu sona ermiş olabilirdi belki ama şimdi onunki başlayacaktı. Biraz da o çekecekti farkındalığın verdiği kalp ağrısını.
Eee... Ne de olsa kimse yaşattığını yaşatmadan ölmezdi.
• * • * • * • * •
Bölüm sonun ♥️
Ömer abimiz geldi hoş geldi ;)
Polatlar'ın soğuk nevalesi BDSM'ci Birkan'la da tanışmış oldunuz ödbxkdjeljf ne düşünüyorsunuz karakter hakkında? İleride o oyuncak kullanılmalı mı sizce? Anılar yad edilir güzel olur 😂😂
Son olarak... Melih'in de jeton düştüğüne göre rahat rahat first kiss yazmaya gidebilirim şimdi. Herkes kendine mukayyet olsun, kritik eşiği atlamak üzereyiz. 🙈🔥
1 note · View note
pandorababa · 1 month ago
Text
Tumblr media
Yılmaz’ı anladığımız saatler…
0 notes
pandorababa · 2 months ago
Text
Tumblr media
1 note · View note
pandorababa · 2 months ago
Text
SARI ŞEKER // BXB
23 | İçimde kırılan şeyler
Önceki Bölüm <- // -> Sonraki Bölüm
Bölüm Listesi
Tumblr media
Nasıl birisin? Beni böyle üzebilirsin...
Volkan, Emir&Alpay, Mert&Efe ile ortaya karışık bir geçiş bölümü oldu :)
Beğeni ve yorumlarınızı bekliyorum <3
"Memur bey bi yanlış anlaşılma var diyorum size, niye anlamıyorsunuz?"
"Sus lan otur aşağı!"
Volkan kendisini yakasından tuttuğu gibi bağır çağır nezarete tıkan polise mukavemet göstermeden hücreye girdi paşa paşa. Ama hâlâ bu olup bitenlerin ne kadar hızlı cereyan ettiğine akıl sır erdirememişti. Sabah Sezerler'de kahvaltı yaptıktan sonra mahallesine döndüğünde önce adını anons ede ede üzerine doğru sürülen bir ekip arabası tarafından metrelerce kovalanmış, sonra da iki polis tarafından yaka paça tutularak göz altına alınmıştı.
"Ulan herife bak, hem suçlu hem güçlü! Deden yaşında adamı dövmüşsün lan! Hâlâ ne konuşuyorsun."
Burada bir eksik bilgi yoktu tabi ama dövenden çok dövdürene bakmak lazım, diye geçirdi içinden delikanlı. Görev başındaki memura çemkirecek hâli yoktu. Her ne kadar illegale meraklı olsa da devletin polisine karşı boynu kıldan inceydi.
"Memur bey ben bunu kabul etmiyorum. Avukatım gelmeden konuşmayacağım!" diye karşılık verdi mızmızca. Vakit kazanmak istiyordu.
"Volkan!! Volkan, oğlum!"
Taş çatlasın on beş dakika sonra, annesi Aysel Hanım yaşlı gözleriyle nezarethanenin soğuk koridorunda belirdiğinde hemen arkasından ablası Gamze ve Yakup Bey'in oğlu Eray da görünmüştü.
"Oğlum neredeydin akşamdan beri?! Her yerde seni aradık. Çok korktum başına bir şey geldi diye."
"Anne bi sakin ol ya... Sezerler'de kaldım gece. İyiyim, bir şeyim yok." diye karşılık verince, annesi ağlamaktan kızaran gözlerini silip devam etti sorgusuna:
"Yakup Bey'e ne yapmışsın öyle oğlum? Adamın burnu kırılmış. Yazık değil mi? Yaşlı başlı adam..."
İyi olmuş, keşke kafasını da kırsaydım, demek istediyse de kendini tutup parmaklıkların arasından ona uzanan ellerin soğuk yanaklarını tutmasına izin verdi. Annesi perişan hâldeydi. Kocasının özgürlüğü pahasına koruduğu evladı, Volkan'ı, ona emanetti. Başına bir şey gelse herkesten çok o üzülürdü elbette.
"Ah benim asi oğlum, kanı deli akan oğlum... Ne yaptın sen çocuğum ha? Ne yaptın annem?"
Volkan çenesini sıkarken annesinin ellerini yavaşça yüzünden çekip cevap verdi:
"Ne yapmışım anne ya? Ne yapmışım?! Sen hep demez misin hak edene hakkını vermeli, diye? Al işte, verdim ben de Yakup Bey'in(!) hakkını."
Ablasının arkasında dikilmiş onları izleyen Eray'ın bakışlarının koyulaştığını fark ettiyse de hususi ondan tarafa bakmadı Volkan. Olaya bi' de bu sünepe Eray'ın dahil olmasını istemiyordu çünkü. Onunla kişisel bi' problemi yoktu. Eğer -tahmin ettiği gibi- ablasından hoşlanıyorsa, mutlaka bu suçlamayı geri çekecekti. Paşa paşa çekecekti... Yoksa ablasının beş metre yakınından geçemezdi. Bunu iki delikanlı da biliyordu.
"Ne yaptı bu adamcağız sana oğlum? Yaşlı başlı adam. Üstelik ev sahibimiz."
Volkan sıkılmıştı bu mevzudan.
"Bilmiyormuş gibi konuşma anne ya... O adamcağız(!) dediğin, gene gelmiş gece gece bizim kapıya, ablama hesap soruyordu bu saatte mi gelinir eve, diye. Ulan yavşak! Sana ne benim ablamın eve geldiği saatten?!"
Her geçen saniye öfkesinin dozu biraz daha artıyordu. Öyle ki, annesine karşı ağzından küfür kaçırdığının farkında bile değildi.
"...Beni görünce de bana sardı. 'Çıkın evimden, Almanya'dan oğlum gelecek.' falan dedi. Tabi sikindirik yalanını ben yemeyince, babamın mevzusunu açtı hemen. Yok başımıza bela saracak bunlar, yok ben mahkum yakını istemiyorum evimde, bilmem ne. Bak konu ben değildim haa... Kişisel bi problemim yok o dallamayla. Ama 'Baban kim bilir ne yaptı da girdi içeri tıktılar? Yüz kızartıcı suç falan mı?' diye konuşunca bende şarteller attı. Tutamadım kendimi yapıştırdım bi' tane."
Tek nefeste tüm derdini saçıp döktüğünde öfkesi gözlerinden okunuyordu delikanlının. Bu vakur hâli, hapisteki babasına duyduğu saygı ve minnet, başından beri sessizce bir köşede onu dinleyen ablası Gamze'nin de gözlerini doldurmuştu. Evet, Volkan yüzünden o da babasızlığa mahkum olmuştu ama hiçbir zaman bunun için kardeşini suçlamamıştı. Suçlamayacaktı da.
Uzun bir sessizliğin ardından Eray öne çıkıp konuya sakin kafayla müdahil olmak isteyerek "Babama yaptığın terbiyesizliği gördüm Volkan. Sana hiç yakışmadı." diye başladığında Volkan'ın cehennem ateşi gibi yanan kara gözleriyle karşılaştı.
"Bana neyin yakışıp yakışmayacağı beni bağlar. Sen işine bak Eray."
Arada parmaklık olmasa oracıkta onun da hakkından gelmesini bilirdi elbet ama yine de Eray ondan kaç yaş büyük olmasına rağmen ona adıyla seslenen Volkan kadar saldırgan bir tavır sergilemedi cevap verirken:
"Babam şu an hastanede istirahat ediyor. Senden de kesinlikle şikayetçi olmamı istedi. Ama ablanın anlattıklarıyla şimdi senin anlattıkların büyük oranda örtüştüğü için diyecek pek de bir şeyim yok. Gamze'nin sözü benim için senettir. Ayrıca... Babam belli ki seni kışkırtmış."
Yarrağımın başına bak sen, dedi içinden Volkan. Ablasına dere tepe düz giden bu denyoyu şikayet düşse dahi rahat bırakmayacaktı elbette.
"Az önce şikayetimi geri çektim. Ama memur beyler yine de bir gece misafirleri olman konusunda ısrarcı oldular."
"Hassiktir lan!" dedi Volkan elinde olmadan. Güvercin dövüşüne gidecekti bugün ama kafa mı kalmıştı?
"Hoop!"
Volkan, Organize Suçlar'dan olduğunu bildiği bir komiser yanlarına geldiğinde parmaklıklardan uzaklaştı usul usul. Bu hareket deli deliyi görünce sopasını saklarmış, dedirttirecek cinsten bir hareketti. Kardeşinin süt dökmüş kediye dönüşmesine bıyık altından güldü Gamze elinde olmadan.
"Volkan Dayıoğlu?.. Sana tutuldum oğlum. Gözüm üstünde. Zaten geçenki tropikal hayvan kaçakçılığı operasyonunda da görmüşler seni. Müşteriydim, papağan alacaktım, ne bileyim kaçak olduklarını falan diyip yırtmışsın. Bu gece burada kal da burnun bi' sürtsün."
Volkan boynunu eğip cezasına razı oldu. Bir gece yatıp çıkmak, kıçıkırık Yakup'un bokuna aylarca hapis yatmaktan iyiydi sonuçta.
"Emredersiniz komiserim. Yatarız, yatarız tabi. Yapacak bi' şey yok." derken içinde acayip bir memnuniyetsizlik vardı ama bu yüzüne gamsız bir gülümseme olarak yansımıştı tabi.
"Aferin."
Komiser aynı ciddiyetle Aysel Hanım, Gamze ve Eray'a döndü:
"Siz de burada daha fazla beklemeyin isterseniz. Olayla ilgili adli kayıt tutulmayacak. Volkan da bu gece burada bizim misafirimiz. Endişenecek bir durum yok, gidebilirsiniz."
Aysel Hanım "Memur bey, yemek falan getirebiliyor muyuz? Aç acına durulmaz burada şimdi, sabahtan beri bir şey yemedi çocuk..." diye başlayacak olduysa da komiserin demirden duvar ciddiyetiyle karşılaşınca devam etmedi.
"Peki memur bey, siz nasıl diyorsanız." dedi Gamze annesinin koluna girerken. "Biz gidiyoruz o zaman. Kardeşim size emanet."
Volkan parmaklıklara yaslanmış hayatı sorgularken Gamze bıyık altından kardeşine gülücük atıp annesi ve Eray'la beraber nezareti terk etti.
"Ah ulan ah..."
Komiser de peşleri sıra çıkıp gittiğinde Volkan'a sadece ah vah çekmek düşmüştü.
Acaba buradan çıkınca Sezer'e anlatmalı mıydı mapus damlarında geçirdiği saatleri? Bundan pek emin değildi. Aklında bu olaydan daha çok Mert'in tepki dolu mesajları ve gruptan atıldınız yazısı dolanıyordu. Sedirinde yatarken uzun uzun bunu düşünecekti.
Benim bu işi düzeltmem lazım hacı...
Ama nasıl?
Volkan'ın nezarete girmesinden saatler sonra okul çıkışında Alpay'ın ısrarlarıyla kendini Ülkücü Ocağı'nda oralet içerken bulan Emir için de aynı wtf durumundan bahsetmek mümkündü.
"Kardeşim seneye burayı yazarsan aklında bulunsun, üniversitede de topluluğumuz var. Başkanlık potansiyeli görüyorum sende. İlk seneden aday ol, seçilmezsen şerefsizim."
"Harbi mi diyorsun abi ya? Olur mu benden?"
Ülkücü bıyıklı, heyecanlı bir tip Alpay'ı seneye 'siyasi' kariyerinde neler yapabileceği hakkında sikimsonik fikirler vererek gazlarken gözlerini devirdi Emir.
Alpay'da siyaset yapacak ya da ülkü savunacak özgüven yok ki, diyordu içinden.
Başkanlık falan yapamaz o.
Alpay belki kendini bilmiyordu ama Emir onu çok iyi biliyordu. Alpay Turaner, hep çatık kaşlı dolandığından belalı bir tip gibi görünse de aslında özünde çok çekingen bir çocuktu. Atar gider yapsa da, hır güre kavgaya pek karışmazdı. Ağır abiydi, racon bilirdi ama genelde etliye sütlüye karışmayan bir yapısı vardı. Kalp kırmayı da sevmezdi. Kimseyle uzun süre küs kalamazdı. Bunu daha dün boktan bir sebepten küstürüp sonra barıştırdığı kendinden biliyordu Emir. Alpay dokunulmaz olmak için bilerek kendini "gaddar" göstermeye uğraşıyordu ama Emir onun içini görmüştü bir kere. Daha da kanmazdı hiçbir kıroluğuna.
"Ziyade olsun."
Emir, Alpay'ın kolunu dürtükleyerek ayağa kalktığında Alpay anlamayan bakışlarla şaşkın ördekler gibi Emir'e baktı. Emir bıkkınlıkla "Hadisene lan..." diye sessizce bağırdığında kendine geldi.
"Abim bize müsade. Gene geliriz sonra."
Ülkücü abilerle kafa tokuşturmalı vedalaşmanın ardından ilk dışarı çıkan Emir olmuştu. Sigara külü bulaşan dalgalı saçlarını silkeleyerek sövüyordu Alpay'a.
"Ulan senin götüreceğin mekân bu kadar olur zaten at boku!"
Alpay'ın gözleri ardına kadar açıldı.
"Terbiyesiz! Sensin o."
Okulu ekip Mert'in yanına, hastaneye gideceklerdi güya... Şu halleri Emir'e fenalık getiriyordu.
"Ulan saçım başım kül oldu! Bunlar sigarayı ağızlarıyla içmiyor ha!"
Emir üstünü başını silkeleyerek öfkeyle sokağın sonuna doğru yürürken Alpay da peşinden geliyordu.
"Dua et herkes uzaklaştırma yedi. Yoksa senle değil 1 gün, 1 saat geçirmezdim. Duydun mu beni elma kurdu? Ocak'ta ne işim var oğlum benim, çıldıracağım ya!"
Alpay onun bu gıcık kapmış hallerine geniş geniş gülerek arkasından yürümeye devam etti. "Mukadderat işte be sol şerit, ne yaparsın? Bizimkilerin uzaklaştırma alacağı varmış. Hem fena mı oldu? Azıcık kültürlendin. Yeni bi yer gördün. Farklı insanlar tanıdın."
Volkan şu yana dursun, Emir'i bizzat kendisi gıcık etmeyi seviyordu Alpay.
"Haa kültürlendim, kültürlendim ne demezsin! Hatta bak ne diyeceğim... Ben okulu bırakıp yarın kül tablası olarak işe başlayayım burada. Ha, ne dersin?"
Emir ona laf yetiştirirken sağına soluna bakmayı unutarak yaya geçidine doğru birkaç adım attığında üzerine doğru son hız gelen taksiyi görmesiyle Alpay tarafından tutulup bir apartmanın girişine çekilmesi bir oldu. Acı fren sesi tüm sokağı inlettiğinde herkes aracın kime çarptığına bakmak için durmuştu ama onlar çoktan nefes nefese yolun kenarına savrulmuşlardı bile.
"İyi misin?! Emir..."
Yalnızca on saniyelik sessizliğin ardından trafik yine eski akışına geri döndüğünde, Emir sıska omuzlarına dolanan güçlü kollara ne diyeceğini bilemedi.
"Dikkatimden kaçmış. Fark etmed-"
Alpay'ın tutuşu çok sıkıydı.
"Dikkat edeceksin lan! Sağına soluna bakacaksın amına koyayım. Ankara burası!"
Alpay'ın sözünü kesip öfkeyle onu fırçalaması garibine gitse de haklılık payı olduğu için ona kızamadı Emir. Korktuğu her halinden belliydi Alpay'ın.
Bana bir şey olacak diye korktu mu lan o harbiden? diye sordu kendine. Epey garip bulmuştu bu tepkiyi. Alpay, Efe'yle tanıştıklarından beri hiç eskisi gibi davranmıyordu. Asıl bu garipti.
Şöyle bir düşününce...
Daha düne kadar yüz yüze bile bakmıyorlardı. Emir doğru bir laf ettiğinde mırıltıyla bile hak vermezdi ona Alpay. Şimdi ne olmuştu da her mesajına bir onaylamayla cevap veriyor, o ne derse bir benzerini söylüyordu? Dahası... Onun için endişeleniyordu. Anlamış değildi Emir ama bunu Efe'nin gelişine bağlamakta kararlıydı.
Efe geldikten sonra sanki onunla biraz olsun bağ kurmaya başlamıştı. Arkadaş olmuşlardı baya bildiğin. İlk temas spor salonunu temizledikten sonra eve otobüsle döndüklerinde olmuştu. Kartında para kalmadığı için Alpay onun yerine de basmıştı ve ne kadar parasını vermeyi teklif de etse kabul etmemişti. Sok o parayı cebine sol şerit, demişti. Görmemiş olayım.
O mahcubiyet dolu an aklına gelince gülümsedi Emir. Yerden doğrulurken Alpay'ın kollarına tutunmuştu gayri ihtiyari. Alpay'da anlamlandıramadığı bir değişiklik vardı. Sözlü olmasa da havada bir ateşkes kokusu vardı. Eski düşmanlıkları tarihe gömülmüş gibiydi sanki.
"Sağ ol. Sen olmasan gözümü acilde açardım herhalde."
Alpay hâlâ endişeli gözleriyle Emir'e hasar tespiti yapıyordu. Sanki tek işi Emir'in yaralanmadığından emin olmaktı.
"Önemli değil. Oyundayken sen de benim canımı çok kurtarmıştın. Sana borcum birikmişti. Ona sayarsın."
Kafa salladı Emir usulca. Borcunu silmişti bile çoktan.
Arka cebinde telefonunun çaldığı hissettiğinde ellerini Alpay'ın kollarından çekip telefonuna uzandı.
"Efendim babaanne?"
"Hah Emir! Eczaneye uğradın mı yavrum? Kalp ilacım bitmiş. Sabah yazmıştım sana ama görmedin herhalde kuzum."
Bir anda kaşlarını çatılırken boştaki elini alnına vurmamak için kendini zor tuttu Emir. Sabah okuldan kaçtıktan sonra Alpay Bey'in ısrarları yüzünden saatlerce ülkücü ocağında oyalanmak zorunda kalmıştı. Oysa hızlıca bir Mert'e baktıktan sonra eczaneye uğrayıp eve geçecekti. Ama şimdi direkt eve gitmesi gerekiyordu. Çünkü bu saatlerde babaannesinin ilacını içmesi gerekiyordu.
"Biraz işim çıktı babaanne. Oyalandım, kusura bakma. Şimdi gidiyorum eczaneye. Alıp gelirim bir saate, tamam mı kuzum?"
Babaannesi yorgun ama tatlı bir sesle onu onayladığında telefonu kapatıp arka cebine tıkıştırdı Emir. Alpay pür dikkat dinlemişti bütün konuşmayı.
"Ben seni çok oyaladım di mi?"
Bu soruyu sormasını beklemiyordu Emir.
"...Niye söylemiyorsun oğlum babaannene ilaç alacağını?"
Bir şey söylemesine vakit olmadan Alpay Emir'in kolundan tuttu ve yayalara yeşil ışık yanar yanmaz onu karşıya geçirdi. Hemen köşede bir taksi durağı vardı. Aceleyle gidip durağın önünde çay içen amcalardan birine seslendi ve saniyeler içinde bir taksinin arka koltuğundalardı.
"Nereye gidiyorsunuz delikanlı?"
Emir bir an düşünse de cevap basitti. Kendi mahallesinin yolunu tarif etmişti. Zaten her zaman kendi mahallelerindeki eczaneden alışveriş yaparlardı.
"Tamamdır."
Taksici aracı hareket ettirdiğinde dizleri ve bacaklarının bir kısmı birbirine değmesine rağmen bu sefer ondan uzaklaşmak için bir aksiyonda bulunmayan Alpay'a baktı Emir yandan yandan. Sanki nefesini tutmuş ve kendini camdan dışarı bakmaya zorluyor gibiydi delikanlı.
"Gerek yoktu bu kadarına. Sağ ol."
Alpay omzunun üstünden başını ona çevirip silik bir gülüşle karşılık verdi ona.
"Madem zamanını çaldım, bırak da telafi edeyim."
Et bakalım, dedi içinden Emir.
Sende bi haller var ama neyse...
Efe o sabah hiç olmadığı kadar erken uyanmıştı. Kahvaltısını -her ne kadar mısır gevreğinden ibaret de olsa- yapıp güne enerjik başlamıştı. Bu onun için bile çok şaşırtıcıydı çünkü çok uzun zamandır yapmadığı şeylerdi bunlar. Genelde kahvaltıyı es geçer, okulda da saman gibi bir tost ya yer ya yemezdi. Üstelik sabah derslerine de hep yok yazılırdı. Hatta normalde olsa uzaklaştırma yemişken öğlene kadar, hatta akşama kadar yorganın içinden çıkmazdı. Fakat normali değişmişti artık. Ve bu yeni normale göre Mert'i huzursuz etmeyecek şekilde davranmalı ve ona daha fazla güven sağlamalıydı. Sonuçta ona karşı büyük bir minnet borcu vardı.
Mert tüm okula fişlenmeyi göze alarak onun için kavgaya girmiş, arkadaşlarını karşısına almış biriydi. İnsanları dış görünüşünden, tercihlerinden ya da yönelimlerinden dolayı yargılamayacak kalitede biri olduğunu göstermişti. Minneti de saygıyı da kesinlikle hak ediyordu.
Kahvaltısını bitirip masayı topladı hızlıca. Bugün Mert'in çalıştığı pizzacıya gidecekti. Şanslıysa, ayaküstü sohbet bile ederdi belki onunla. Evet... Hâlâ onu hatırlamamış olması biraz canını yakıyordu. Ama kim bilir? Belki hafızasını canlandıracak bir şeyler yaparsa hatırlatırdı kendini ona yeniden?
Hızlıca masada duran ilaçlarını içip odasına çıktı. Bugün güzel bir gün olacaktı. Bi' kere neşeli uyanmıştı. Enerjisi son 2 ayın en yüksek seviyesindeydi. Ve bu enerjiye yakışır şekilde renkli giyinmek istiyordu hâliyle. Önce sandalyesinin sırtında asılı duran mavi kotu bacaklarına geçirdi. Sonra dolabının kapaklarını açıp dikey çizgili kumaş gömleğin üzerine bordo renk, kolsuz bir süveter geçirdi. Çoraplarını giyip kahverengi klasik ayakkabılarıyla kombinini tamamladığında aynadaki dağınık saçlarındaydı sıra.
Mert'in çoğu zaman saçlarıyla dalga geçtiğini ve onu paspal gösterdiğini söylediğini hatırladı. Bugün böyle gitmemeliydi onun yanına. O yüzden eline bir tarak alıp gelişi güzel taradı dalgalı sarı tutamları. Ne şekil vereceğini hiç bilmiyordu ama aklında bir şeyler vardı. Saçları gözüne gelmesin yeterdi.
Evden çıktığında Kenan amcası her zamanki yerinde, arabanın başında onu bekliyordu.
"Nereye gidiyoruz Küçük Bey?"
"Çocukluğuma..." derken gözleri parlıyordu Efe'nin.
"Anlamadım efendim."
Şoför Kenan boş bakışlarla söyleneni anlamaya çalışırken, Efe ona gülümseyip arabaya binmeden önce bir kez daha tekrarladı:
"Çocukluğuma gidiyoruz."
...
On beş dakika sonra Mert'in çalıştığı pizzacının sokağına geldiklerinde içi pır pır ediyordu Efe'nin. Mert'i bulduğundan beri neşeliydi ama bugün sanki bu neşenin zirvesine ulaşmıştı. Ya uçacaktı bundan sonra ya da...
"Geldik, burası. Aracı durdur."
Şoför Kenan aracı durdurup her şeyin yolunda olduğuna emin olmak için omzunun üstünden ona emanet edilen gence baktı.
"Bekleyeyim ister misin Küçük Bey?"
Efe kafa salladı.
"Arkadaşıma bir hediye verip geleceğim. Ama gelmezsem git sen, bekleme beni."
"Peki."
Şoför Kenan bir asker gibi başını sallayıp kontağı kapattığında Efe çoktan araçtan inmişti. Elindeki ince saplı karton paketin içinde yıllar öncesinden kalma Mert'e ait bir eşya vardı. Ta ana sınıfındayken ona ödünç verdiği kırmızı kısa kollu...
Ve adı gibi emindi, bunu ona gösterince mutlaka hatırlayacaktı Mert onu. Hatırlatacaktı kendini ona.
Ben Efe'yim. Senin Efe'nim, diyecekti.
Bizi ayırdılar ama bak, ben seni yıllar sonra buldum tekrar.
Bu düşüncelerle içi içine sığmaz vaziyette ara ara jölelediği saçlarını okşamak suretiyle geriye yaslayarak pizzacının önüne geldi. İçeride Mert'i göremedi. Ki zaten Mert burada kuryelik yapıyordu. Şu an belki de siparişe gitmişti. İçeride oturup beklemek de vardı ama oturmak istemiyordu Efe. Koşmak, sarılmak, hatta sevinçten ağlamak istiyordu. Kalbi saatte 120 km hızla atıyordu. Sonunda rüyasında gördüğünde korkudan ölüp ölüp dirildiği o ânı canlı canlı yaşayacaktı. Yalansız, dolansız... Tanıtacaktı kendini Mert'e. Ve onu sevdiğini de söyleyecekti. Karşılık vermese de sevmeye devam edecekti gerçi ama... O da bilirse belki...
Umut fakirin ekmeğiydi işte.
Kolundaki ince kordonlu gümüş saate baktı. Öğle saatleriydi.
Şimdi mola için falan ara vermesi gerekmiyor mu, diye düşündü.
Çok geçmeden önünde pizzacının amblemi bulunan siyah bir motor sokağa girdiğinde heyecandan kaskatı kesilmişti Efe. Bu gelen Mert'ten başkası olamazdı. Diğer motorların bulunduğu yere motoru park edip kaskı kafasından çıkardığında emin olmuştu. Delikanlı önce telefonunu kontrol etti. Sonra eldivenleri motorun selesine bırakıp deri ceketinin önünü açtı. Efe tam ona doğru hareketlenmişti ki köşede bir yerde bir kız Mert'e seslendi.
Efe durdu. Yanlarında üçüncü bir kişi varken rahat konuşamayacaklarını biliyordu. Beklemeyi seçti.
"Mert, nerdesin ya? Gözümüz yollarda kaldı. Patronla konuştum az önce."
"Ne dedi?"
"Siparişleri bitirdiyse erken gidebilir dedi. Ömer'in izni bitmiş, geliyormuş şimdi. Senin yerine o devam edecek."
"Süper. Eşyalarımı alıp gideyim o zaman ben."
Pizzacıya yöneldiğinde kız onu kolundan tutup durdurmuştu.
"Baban nasıl? Bir gelişme var mı?"
Mert derin bir soluk alıp omuzlarını dikleştirdi.
"Aynı. Aynı ama daha iyi olacak. Sağ ol. Ben gideyim."
Efe aralarındaki mesafeden konuşmayı duyamıyordu. Ve ne konuştuklarını duyamamak içten içe onu delirtiyordu.
"Mert!"
"Efendim Pelin?"
Pelin üniversite 2. Sınıfa giden bir fizik öğrencisiydi.
"Aslında benim sana söylemek istediğim bir şey vardı. Müsaitsen..."
"Dinliyorum, söyle."
Mert ona gayet mesafeli dursa da kız olabildiğince yakınında duruyordu. İster istemez gerilmişti delikanlı ama bunu ona belli etmemeye kararlıydı.
"Aslında bir yerlere gitsek daha..."
"Vaktim yok, kusura bakma. Evden hastaneye eşya götürmem lazım."
"Tamam... Tamam o zaman sorun değil."
"Önemli bir şey değilse sonra da konuşabiliriz." dedi Mert. Bir an önce kaçmak istiyordu kızın yanından. Bu konuşmanın yönünün nereye gittiğini az buçuk kestirebiliyordu çünkü. Kızın bakışları bakış değildi.
"Ben..."
"Evet sen?"
Pelin durdu. Bir Mert'e bir etrafa baktı. Kalbi sevdiğini gören her aşık gibi yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Kendini daha fazla tutmadı. Ne olacaksa olsun dedi ve uzanıp ceketini yakalarından tuttuğu gibi Mert'i kendine çekip öptü. Delikanlı neye uğradığını şaşırmıştı. O an karşılık vermeyi bırak, kızı itmek bile aklına gelmemişti. Biraz sonra kız geri çekildiğinde yüzünde bir zafer gülüşü vardı. Kendiyle gurur duyuyor gibiydi hatta.
"Seni seviyorum."
O ana kadar hiçbir şeyi duymamıştı ama bu son hareket ve üstüne söylenen şey... Gayet netti.
Efe büyük bir hayal kırıklığıyla elindeki paketi yere düşürdü. Mert az önce gözünün önünde bir kızla öpüşmüştü. Belki de sevgilisiydi. Daha önce hiç yanında görmemişti. Ama öpüşmüşlerdi..?
Kafası allak bullak vaziyette gözlerinden damla damla yaşlar süzülmeye başladı. Ama Efe farkında bile değildi ağladığının. Gözleri karıncalanıyor, yer yer yanıyordu. Ama ciğeri gözlerinden daha çok yanıyordu. Hatta kavruluyordu.
"H-Hayır..."
İçini kaplayan acı, katran karası elleriyle göğsünü sıkmaya başladığında nefes alamadı. Oysa ki beş dakika öncesine kadar nasıl da mutluydu. Ne büyük umutlarla gelmişti buraya. Bugün yüreğine zincirlediği sırlardan nihayet kurtulacak, Mert de isterse yeni bir başlangıca doğru kanat çırpacaktı onunla. Ama şimdi... Daha kanatlarını bile açamadan uçurumdan aşağı düşmüştü. Kafa üstü çakılmıştı hem de.
"...kahretsin."
Mert bir kızla öpüşmüştü.
Gözünün önünde...
"Allah kahretsin."
Kız ona 'Seni seviyorum.' demişti.
Gözünün önünde...
Deminden beri ufak ufak atıştıran yağmur şiddetini artmaya başlamıştı şimdi.
Bütün renkler bir bir solmak üzereydi.
"ALLAH KAHRETSİN!!"
Efe yerdeki paketi aldığı gibi arabaya doğru koşarken durmadan yağan yağmurun altında görünmez olan gözyaşlarına sığınarak paketi en yakın çöp bidonuna fırlatıp siyah aracın arka koltuğuna atladı. Sanki kalbi paramparça olmuş da karın boşluğuna dökülmüş gibi gibi hissediyordu. Öyle ağır, öyle iğrenç bir his vardı içinde. Oysa hayal etmek ne güzeldi.
Peki ya gerçekler?
Efe en büyük gerçeği gözden kaçırmıştı:
Mert onun gibi değildi. Mert farklıydı.
Mert, normaldi.
"Küçük Bey iyi misiniz? Çabuk geldiniz."
Efe kızarık gözlerini koluna silerken sinirden alt dudağını dişliyordu.
"Eve... Eve sür Kenan amca. Gidelim."
Yanaklarını elinin tersiyle kuruladıktan sonra burnunu çekerek kızarık gözlerini cama çevirdi. Hiçbir şey olmamış gibi, sanki kalbi yerinden sökülüp binbir parçaya ayrılmamış gibi davranmaya çalışıyordu ama nafile. Gördüğü şey aksini kanıtlar nitelikteydi. O kız ve Mert sarılıyorlardı yağmurun altında. Kalbine olanca şiddetiyle bir sancı daha musallat olunca başını ön cama çevirdi Efe mağrur bir edayla. Artık ölse de bakamazdı o tarafa.
"Ne duruyorsun Kenan amca sürsene! Eve götür beni!!"
"H-Hemen efendim!"
Aylar olmuştu Efe üzülmeyeli. Annesini gördüğünden beri güneşliydi. Ara ara parçalı bulutlu olduğu zamanlar olmuştu tabi ama yeni arkadaşlar edinince o kara bulutlar da dağılmıştı. Ama şimdi tekrar düzelemeyecek kadar kötüydü. İçinde durmadan şimşekler çakıyor, gök gürlüyor, fırtınalar kopuyordu.
Gerçek Efe'ydi bu.
Küçüklüğünden beri herkesten bir şeyler saklayan, kolayca yalan söyleyen Efe'ydi.
Korktuğunda ağlamak yerine kolunu dişleyen, acıyla kendini uyuşturan Efe'ydi.
Madalyonun öteki yüzündeki Efe'ydi bu. Hesapsız, sınırsız, korkusuz, kaybedecek bir şeyi olmayan...
Efe'nin kendinen bile sakladığı, yüzleşmekten ölesiye korktuğu Efe'ydi.
Ve yine geliyordu.
Yeter beni zincirlediğin, artık sıra bende diyordu. Artık hüküm sürme sırası bende.
"Hayır... Hayır..."
Bir ay baharsa bir ay sonbahar; üç ay yazsa, üç ay kıştı onun ruhu. Uçlarda yaşardı her şeyi. Sevinci de hüznü de. Ve bir sonraki evreye geçmeden önce mutlaka en üst noktaya çıkması gerekirdi. Tıpkı az önce olduğu gibi. Mutluluğunun zirvesinden atlayıp yere çakılması gerekirdi.
Sancı içinde güçlükle nefes aldı. Az önce gördükleri beynini karıncalandırıyordu. Bir de üstüne tetiklenen bu bela... Onu hiçliğe sürüklüyordu. Her şeyi ayarlıyordu da bu lanetin saatini bir türlü ayarlayamıyordu işte.
Ve şimdi yeniden karanlığa gömülmenin vakti gelmişti.
Başını ellerinin arasına alıp dizlerine yaslandı çaresizce. Başlıyordu işte yine. Çöküyordu karanlık üzerine. Uykusuz geceler, gözyaşlarıyla ıslanmış yastıklar, türlü türlü şeytani düşünceler...
"Aklımı koru Allah'ım... Sen benim aklımı koru."
Gözlerini sımsıkı kapatıp gözyaşlarının dizlerine dökülmesine izin verdi. Onu kimse çekip çıkaramazdı bu delikten. Yine en olmak istemediği yere hapsolmuştu.
Acı, nefret, öfke ve pişmanlıkla karılmış kapkara bir harçla sıkı sıkıya örülmüş kan kırmızısı anıdan tuğlalarla çevrili o tanıdık zifiri karanlık kuyunun en dibine hapsolmuştu. Yerin yedi kat dibine, en yalnız olduğu yere...
Zihninin içine.
* * *
Tumblr media
Mental olarak buradayız.
Evet arkadaşlar, bir sırrın kilidi daha açıldı: Efe bipolar.
Bayadır bölüm yazmıyordum buna. Unuttunuz okumayı biliyorum ama yarım kalan bu bölümü tamamlayıp yayınlamak istedim. Ara ara yazıp yayınlayacağım buna bölüm. Zaten çok uzun soluklu olmaz, muhtemelen 30-35 civarı final yaparım. Okulu bitirecekler sonra hepsi kendi yolunu çizecek, sevdikleriyle... :')
Dreame: pandorababa
Insta: pandorababa1
Hoşça kalın, kendinize iyi bakın. <3
Önceki Bölüm <- // -> Sonraki Bölüm
Bölüm Listesi
2 notes · View notes
pandorababa · 2 months ago
Text
Tumblr media
Mental olarak konumum 📍
Not: Yaşadığım şehre kar yağdı. Bugün gerçekleşen tek güzel şey. Ha bi de 47 sene önce annem bugün doğmuş. :’)
8 notes · View notes
pandorababa · 2 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
“Bir bakış bir bakışa neler anlatır,
bir bakış bir bakışı senelerce ağlatır.”
11 notes · View notes
pandorababa · 2 months ago
Text
Tumblr media
şu aralar konumum📍
7 notes · View notes
pandorababa · 3 months ago
Text
2 notes · View notes
pandorababa · 3 months ago
Text
Ben ve postlarımı beğenen 3 takipçim
Tumblr media
1K notes · View notes
pandorababa · 3 months ago
Text
Tumblr media
628 notes · View notes
pandorababa · 3 months ago
Text
GÖRÜCÜ USULÜ // BXB
22 | KAHVEHANE
Önceki Bölüm <- // -> Sonraki Bölüm
Bölüm Listesi
Tumblr media
Medya: Melih & Atakan
Şarkı: Yıldız Tilbe - Seve Seve
Tumblr media
youtube
Beni ağlarken güldüren
Tatlı sözle sevindiren
Hâlimi sormadan bilen
Aşk eşsiz bir muamma...
Not: Beğenilerinize ve güzel yorumlarınıza talibim. ❤️ Elleriniz dert görmesin efendim...
• • •
🌀Melih'ten🌀
Modadan pek anlamayan ve "hayır" demeyi de çok beceremeyen biriyseniz eğer, hayat bazen çok zor olabiliyordu.
Yaklaşık on beş dakika süren -uzuuun- uğraşlarım sonucunda Atakan'ı siyah takım istemediğime zar zor ikna etmişken, bu sefer de Şebnem'in getirdiği krem rengi takımı giymek durumunda kalmıştım.
"Ayyy çok yakıştı çok! Zaten bu sene hep bunlar moda. ✨Baggy clothes, oversized suits...✨ Oscar'larda falan herkes böyle yani..."
Gömleğin ense kısmındaki etiket tenimi çizerken yüzümü buruşturdum istemsiz. Aynadaki görüntü fena değildi ama yine de bu, takımın içinde rahat edemediğim gerçeğini asla değiştiremezdi. Hem ceketinin kalıbı bir değişik, kolları çok uzundu; hem de pantolonun beli çok boldu. Bir elimle belini tutmasam -Allah muhafaza- ters bir harekette pantolonun ulu orta aşağı düşme tehlikesi vardı.
"Yine de bi' küçük bedeni olsaymış..." diye geveledim ama Şebnem pek de beni dinliyormuş gibi durmuyordu. Çoktan kravat bakmak için aksesuarların olduğu bölüme yollanmıştı bile.
"Kusra bakma ama..." Atakan, konuşmak için onun gitmesini bekledikten sonra kucağıma eğilip "...Bok gibi oldu." diye fısıldadığında sırıttım elimde olmadan. Sırf onu bu konuda onayladım diye kötü biri olmazdım herhalde.
"Aslında ben de pek beğenm-"
Yanımıza gelen görevli birden sözümü kesip "Üstün��zdekilerle uyumlu deri kemerlerimiz var, denemek isterseniz?" diye sorduğunda bir an bocaladıysam da başımla onayladım. Evde bir sürü kemerim vardı ama hepsi asker palaskası gibiydi. Düğünlerde takılacak eli yüzü düzgün bir kemerim yoktu. Bu takımla kullanmasam bile genel olarak klasik bir kemere ihtiyacım olacaktı.
"Valla hiç fena olmaz, teşekkürler."
Görevli, Atakan'ın kindar bakışları eşliğinde "Hemen getiriyorum efendim." diyip uzaklaştığında ortamda ufak çaplı bir gerilimin daha baş gösterdiğini hissettim. Atakan mağazaya girdiğimizden beri -arıza çıkartmamıza rağmen- bize yardımcı olmaya çalışan görevliye sert sert bakarak "Sen ne ayaksın oğlum?" diye söylenmişti arkasından. Yine kabalaşıyordu.
"Atakan..." dedim onu uyaran bir tonda. Etrafımdaki insanlara kaba davranılmasından hoşlanmıyordum. Ki kendim de kötü davranmazdım zaten. Belki Atakan çevresindeki herkesi domine etmeyi seviyor olabilirdi ama ben gittiğim bir yerde çalışanlara patronluk taslayan, istediğim olmayınca kaba kuvvete başvuran biri değildim. İçten içe Atakan'ın da öyle biri olmadığını biliyordum ama durup durup görevliye attığı nefret dolu bakışlar pek de hayra âlâmet değildi. Manyak mıydı bu çocuk ya?
"Şşş... Bakmasana çocuğa öyle ya. Dövecek misin çıkışta? Allah Allah..."
Atakan bir kaşını kaldırarak baktı bu sefer bana.
"Gerekirse döverim. Ne var? Hem sen niye bu kadar koruyorsun ki herkesi?"
Kemer standında bana uygun kemer seçen görevliye bakarken elindeki kehribar rengi tespihi hızlı hızlı bir tur çevirip yumruğunun içine hapsetti. Parmak boğumları bembeyaz olana kadar da bırakmadı.
"Keşke biraz gözünü açsan." Bu sefer sesi biraz yumuşaktı.
"...Herkesi kendin gibi sanıyorsun. Yanılıyorsun."
Kafam karıştı. Konumuzla bunun ne ilgisi vardı.
"Ne demek istiyorsun? Anlamadım."
Atakan beni cevaplamak için döndüyse de görevli elinde kahverengi ve siyah iki kemerle çıkageldiğinde konuşmaktan vazgeçti.
"Önce kahve olanı deneyin isterseniz. Hem şu an üstünüzdeki takıma da uyuyor."
Kısaca başımı sallayıp onayladım onu. Elimi uzattığımda kemeri elime bıraktı.
"Buyrun."
İvedilikle kemeri pantolonun belindeki halkalarından teker teker geçirmeye başladım. Ama -acelecilikten olsa gerek- arka taraftaki halkaları tutturamayıp ellerim arkamda kısa bir an bocalayıp kaldım. Görevli "Hemen yardımcı olayım..." diye atılıp ellerimin arasından kemeri çekip aldığı gibi kalan halkalardan birer birer geçirip kemeri kasıklarımın hemen üstündeki -olması gereken- konuma getirdi. Bunu yaparken ellerinin kemerden çok belimde, kalçamda ve ön tarafımda oyalanması tüylerimi diken diken etmişti. Bu... Benim hayal ürünüm müydü acaba?
"S-sağ olun. Gerek yoktu."
Yok ya... Bana öyle geldi herhalde.
"Ne demek. Görevimiz..." Adam bana gereksiz bir samimiyetle gülümsediğinde sertçe yutkundum.
Hayır, az önce yaşanan gerçek.
Gözlerim bir an Atakan'a kaydığında onun çoktan bana bakıyor olduğunu fark ettim. Gözlerimiz buluştu. Ve o birkaç saniyelik anda hiç konuşmasak da ikimizin de aynı şeyleri düşündüğünü anladım.
"Tamam birader, gerisini biz hallederiz. Sen işine bak."
Atakan emir veren bir ifadeyle konuşup adamın elindeki siyah kemeri güçlü bir tutuşla -adamı da kemerle beraber çekmeyi umursamadan- çekip aldı ve başka bir şey söylemeye gerek görmeden görevliyi omuz atmak suretiyle bizden uzaklaştırıp önümde etten bir duvar ördü. Görevli yüzündeki memnuniyetsiz ifadeyle bizden uzaklaşana kadar da çekilmedi. Gözlerim aynadaki yansımama eklenen Atakan'ın yansımasına takılı kaldıysa da bu uzun sürmedi.
"Sen gelsene bi' benle."
Cevap vermeme fırsat vermeden beni kolumdan tutup kıyafetlerimin asılı olduğu kabine soktu peşi sıra.
"N'oldu?"
Tekrar bana dönmeden önce kapıyı kilitlemişti.
"Ebenin körü oldu! Bilmiyormuş gibi konuşma."
Öfkeden alev alev yanan gözleri, hedefi 12'den vuran ok misali, anında gözlerimi bulduğunda elimde olmadan yutkundum.
"Çıkar o belindekini."
Sesi sert ve netti ama ben daha dediğini algılayıp uygulayana kadar Atakan elini belime götürüp zaten - şok geçirmekten- bağlayamadığım kemeri kayışından tuttuğu gibi tek hamlede pantolonun belinden çekip çıkartmıştı.
İstemsizce gözlerim doldu. Şaka değil, ben az önce tacize uğramıştım ve bunun adım adım gelmekte olduğunu gören tek kişiyi "kaba" olmakla suçlayıp duymazdan gelmiştim.
"Sana ne dedim ben?"
Sustum. Yöntemleri yanlış da olsa hep haklı çıkması canımı sıkıyordu artık. Bu Atakan'daki nasıl bir insan sarraflığıydı, anlayamamıştım.
Ya o insan sarrafıydı ya da ben çok saftım.
"Alnında sapık mı yazıyor adamın? Nereden bilebilirdim ki?" diye kendimi savunmaya niyetlendiğimde işaret parmağını dudağıma dayayıp susturdu beni.
"Ön yargılısın diye beni azarlamak yerine güvenmeyi deneyebilirdin Melih. Senin kötülüğünü isteyecek en son kişi benim."
Sözlerinde samimi olduğunu hissedebiliyordum ama sesinde zerre yumuşaklık yoktu. Ve bana her zamanki gibi "Melihciğim" ya da "Melih Bey" diye de hitap etmemişti. Durum ciddiydi.
Ne diyeceğimi bilemedim. Ben susmaya devam edince o da sustu.
Aramızda bir adımlık mesafe varken ve yüz yüzeyken ondan şaşkınlığımı gizlemek çok zordu. Alt dudağımın içini dişledim biraz mahçup, biraz suçlu. Az önceki mistik ânı hatırladıkça gerçeklik algım sarsılıyordu. Bu nasıl mümkün olabilmişti?
Daha önce beni sadece bir bakışıyla çözen hiç olmamıştı.
Atakan o an ne hissettiğimi sadece bir bakışıyla nasıl anlayabilmişti?
Ben düşüncelerimde boğulurken, Atakan çenesini sımsıkı sıkmış suskunluğuma eşlik ediyor; endişeli gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmıyordu. O an içimde bir şeylerin kıpırdadığını hissettim. Aniden çakan şimşeğin bıraktığı ürpertinin ardından ufak ufak atıştıran yağmur gibi ılık bir his doldu göğsüme. Atakan'ın tanıdık yeşil gözlerinde üzüntü, korku, kıskançlık ve daha bir sürü karanlık duygunun gölgesi geçip gitti sanki birer birer.
Bir süre öylece bakıştık konuşmadan. Sonra Atakan derin bir nefes verip ellerini omuzlarıma çıkardı. Ben ne yapacağını kestiremez hâlde iri iri açtığım gözlerimle ona bakarken o, kuş tüyü misali hafif bir dokunuşla bana bol gelen ceketi sırtımdan aşağı kaydırıverdi tek hamlede.
"Çıkar şunları da kendi kıyafetlerini giy."
Kızgınlığının bana olmadığı belliydi ama yine de ne yalan söyleyeyim, ürkütmüştü beni.
"Tamam..."
Cevabımı takiben usulca gözlerini kapatıp sol elinin işaret ve orta parmağıyla iki kaşının arasını ovuşturdu kısa bir an. Yeniden gözlerini açtığında derin yeşilliklerinde yanan alevlerin içinde "killer mode" yazısı geçip gitti bir an. Kesinlikle bir vukuat çıkacaktı birazdan.
"Benim içeride ufak bir işim var."
Bu sefer yanaklarıma koydu ellerini.
"Sen Şebnem'e görünmeden çık, dışarda bekle beni."
Sözlerinin sert tınısına rağmen yumuşaktı dokunuşları. Solukları tenimi teğet geçerken, parmak uçlarıyla yanaklarımı okşadı kısa bir an.
"Birazdan yanına geleceğim."
Sonra ellerini enseme kaydırıp sıkı bir tutuşla başımı kendine çekti ve alınlarımızı saliselik bir dokunuşla birbirine değdirip kabinden dışarı fırladı. Aynı Fatih Terim'in topçulara yaptığı cinsten sert, adrenalin yüklü bir hareketti bu ama eser miktarda cinsel çekim içerdiğinden... Feleğim şaşmıştı.
"D-Dengesiz ya..."
Aralık kalan kapıyı parmak uçlarımla kapatıp nefes nefese aynada kendime baktım bir süre. Çok garipti. Sanki kavgaya girecekmişiz ya da öpüşmek üzereymişiz gibi gerilimli bir his oluşmuştu içimde. Durduk yere nabzım hızlanmıştı iyi mi?
"...Vallaha dengesiz bu herif."
Aynada şaşkın yüz ifademe bakmaya devam ederken aşağı yönlü bir hışırtı sesi duydum. Başımı eğip baktığımdaysa pantolonun bacaklarımdan kayıp bileklerime indiğini gördüm. Demek ki bir fırtınaya falan yakalanmış olsam bu takımla -Allah muhafaza- moda uğruna çırılçıplak kalacaktım. Birden sebebini bilmediğim bir gülme aldı içimi. Sinirlerim bozulmuştu iyice.
Şaka gibi bir gün geçiriyordum.
İki saattir koca mağazada düzgün bir takım elbise bulup çıkamamıştık. Dahası... Öznesi olduğum bir kardeş kavgasından güç bela sıyrılmışken, bir de hiç istemediğim şekilde sapık bir görevlinin tacizine uğramıştım.
"Yok yok... Kesin nazar var benim üstümde."
Soyunurken durup durup Atakan'ın kemeri çıkarmamı isterkenki burnundan soluyan, emredici yüz ifadesi geçti gözümün önünden. Komikti ama benim başıma gelenler kadar değil. Hayatımda ilk defa bir erkek tarafından taciz edilmiş ve yine ilk defa bir başka erkek tarafından kıskanılmıştım???
Basbayağı, kıskanılmıştım. Hem de daha düne kadar beni dövmek isteyen Atakan Polat tarafından...
Ne düşünmem gerekiyordu?
Atakan'ın bu tavırları benimle kurduğu yakınlıktan, dost olma çabasından mı ileri geliyordu? Yoksa...
Yoksası yok.
Basbayağı ✨kanka✨ demişti bana. Dalga geçmiş bile olsa beni dostu olarak gördüğü belliydi. Kaldı ki ben de onu öyle görmüyordum. Yani... o benim gözümde sert imajlı, kavgacı, görücü usulü tanıştırıldığım kızın abisiydi. Niye son bir haftadır başka davranıyordu ki bana?
Hele bir de o söylediği söz neydi?
"Senin kötülüğünü isteyecek en son kişi benim." demişti. Ona güvenmemi istediğini söylemişti.
Bütün bunlar ne demek oluyordu? Aslında biraz düşününce...
Tanıştığımızdan beri durup durup sanayiye gelişleri, ben istemesem bile sürekli beni eve bırakması, benden özür dilemesi, bıçaklandığım gece beni baştan çıkarırcasına öpüşleri, benden cevap alana kadar sürekli mesaj atıp araması, barışmak için soslu fıstık alıp yanıma gelmesi, ikide bir arabada mânâlı şarkılar çalması, son zamanlarda çokça gülmesi, ona dediklerimden artık alınmaması, beni en yakınından -kız kardeşinden- kıskanması, ne hissettiğimi bir bakışıyla anlaması, yanaklarımı şefkatle okşayıp benim için endişelenmesi, tenime değip geçen nefesleri, alnıma bastırdığı sıcak alnı....
Ne düşünmem gerekiyordu?
Kafamda kurduklarım nabzımın hızını düşürmek yerine daha da artırırken üstümü hızlıca değişip kabinden fırladığım gibi koşa koşa mağazanın dışına çıktım. Yürüyen merdivenin başına gelir gelmez mağazada bir hareketlilik oldu.
"Sen gel buraya geeel..."
"Beyefendi durun! N'apıyorsunuz?"
Atakan adamı ensesinden tutup silkeledi önce.
"Hayırdır kardeş? Sen böyle her müşteriyi kemer takıyorum ayağına elliyor musun?"
"Hayır beyefendi, ne saçmalıyorsunuz?"
Malum görevlinin korku dolu yüzü göründü bir an. Az önceki pis eyleminin yanına kalmayacağını anladığı an kurdeşen dökmeye başlamıştı.
"Beyefendi... Ağh... Durun bir dakika n'apıyorsunuz?!"
Atakan'ın herifin yakasına attığı elleri girdi sonra kadrajıma. Ve aslında hiç de 'intikamcı' biri olmamama rağmen içimin yağları erir gibi oldu. Kendimi küçücük bir an kötü hissettim. Ama bu görüntüyü izlemekten de vazgeçemedim.
"Dur ben de seni bi' elliyim!.."
Kalbim küt küt, yürüyen merdivene adımımı atıp aşağı doğru inerken, bir kadın görevlinin "Beyefendi bırakır mısınız lütfen? Güvenlik çağırmak zorunda kalacağım! İmdaat!!" nidaları eşliğinde Atakan'ın sırtını, havaya kalkan yumruğunu ve bir an sonra burnunu tutarak acıyla yere kapaklanan tacizciyi gördüm. O yere düşünce karnına bir de tekme savurmuştu Atakan.
"ŞEREFSİZ!!"
Aşağı doğru indikçe görüş alanımdan çıkan boğuşmada tanık olduğum son şey boğuşma sırasında kopan tanıdık bir çığlık ve hemen yanımdaki yürüyen merdivenle yukarı çıkan güvenlik görevlileriydi.
O an içimden dua ettim:
İnşallah Atakan'ın başına bir iş gelmez.
🌹Pandora'dan🌹
Yarım saat sonra Atakan AVM'nin kapısında göründüğünde zafer edasıyla sırıtıyordu.
"ATAKAN! Burdayım, gel!"
Melih korkuyla karışık bir merakla kalçasını yasladığı siyah Şahin'den ayrılıp Atakan'a doğru yürüdü koşar adım. Delikanlı ona dışarıda beklemesini söylerken anahtarı vermeyi unuttuğu için araca girip beklemek gibi bir lüksü olmamıştı sarışının. Son yarım saattir kurdeşen dökerek bekliyordu aracın önünde. Atakan'ı o kavgadan sonra AVM'den eli kolu kelepçeli şekilde çıkacak sanırken; onun böylesine rahat, tabiri caizse 'elini kolunu sallaya sallaya' çıkmasına epey şaşırmıştı.
"İyi misin o'lum? İyi misin lan?! N'oldu az önce? Ben inerken güvenlik çıkıyordu en son."
Melih gayet samimi (genelde kendi dostlarına seslendiği cinsten bir merak tonlamasıyla) sorusunu sorduğunda Atakan memnuniyetsiz, kısa bir duraklamanın ardından her zamanki poker face'liğine dönmekte gecikmemişti. Bu 'arkadaş ayağına' fazladan tahammül gösteremeyecekti. Neşesi kaçmıştı.
"Bir şey olmadı ya." dedi ellerini cebine koyarken.
"...O tacizci lavuğa sıkı bi' rot balans ayarı yaptım, senden iyi olmasın. Daha da uzun süre bozulmaz eminim. Ha bi' de... O sana taktığı kemer vardı ya? Onunla da bir güzel hediye paketi yapıp güvenliklere teslim ettim şerefsizi. Öyle yani, çok bir şey olmadı."
(Not: Balans ayarı, aracın ağırlığının tüm tekerleklere eşit olarak dağıtılması için yapılır. Rot ayarı ise aracın direksiyon döndürülme açısı kadar dönmesi konusundaki sorunları giderir.)
Melih'in gözleri kocaman açıldı birden.
"N-Ne demek bir şey olmadı lan? Herifi paket etmişsin. Güvenlikler de sana 'Aferin, eline sağlık.' demediler herhalde. En azından bir karakola götürm-"
Demeye kalmadan kafasına dank etti. Atakan'ın babası ilçe emniyet müdürüydü. Sözünün geçmediği, elinin uzanmadığı yer yoktu. Yalnızca bir telefon yeterdi kıçı kırık bir AVM kavgasından oğlunu çekip çıkarmaya. Bu gereksiz bilgi canını sıktı Melih'in. Zaten bir anlığına Atakan'la göz göze gelince konuşmaya bile gerek kalmamıştı. Her şey kitap gibi okunuyordu yüzünden.
"Ulan..."
Bu olayın hallediliş şekli hiç hoşuna gitmedi Melih'in. Zaten oldu olası 'adıyla iş yaptıran adamlar'dan hiç haz etmezdi. Ama ne gariptir ki o adamlardan birine damat olmak için seçilmişti.
"Hadi atla da gidelim bir an önce. Daha çul çaput bir sürü şey alacağız."
Atakan sağ gözünü kırparak göz temasını kestiğinde, Melih tasvip etmez bakışlarla gözlerini kaçırdı cıklayarak. Bu bakışlarla bilgi aktarımı işi ilginç bir hâl almaya başlamıştı artık.
"Şebnem ne olacak?"
Atakan şoför koltuğuna oturup arabayı çalıştırdığında Melih hemen yan koltuktaki yerini almıştı.
"Onu burada mı bırakacağız?"
"Nasıl geldiyse öyle gidiversin prenses."
İplemez bir gülüşle kemerini takarken "Benim sağdıçlık görevim daha bitmedi." dediğinde, Melih başını camdan tarafa çevirdi siniri bozuk gülümsemesini görmesin diye. Atakan'ın bu 'sağdıçlık' hizmetinin karşılığında henüz bir şey istemediği geldi sonra aklına. 'Aramızda hallederiz.' demişti Atakan. Ama o ne zamandı? Söylememişti.
"...Zaten sana takım da alamadık."
Sinyal verip aracı yola soktuğunda yüzü asıktı Atakan'ın.
"Sen kendini bana bırak, bu işlerin doğayeni benim, ben seni jilet gibi yaparım cart curt..." dedikten sonra çocuğa bir takım elbise alamadan ortalığı 56'ya çevirip mekânı terk ettikleri için şimdi Melih'e karşı biraz mahçup hissediyordu. Bir de çocuk gözünün önünde -el ucuyla da olsa- tacize uğramıştı. Hâlâ aklına geldikçe sinirleri bozuluyordu. Nasıl basiretsiz bir gündü bu anlayamamıştı Atakan.
Neyse ki intikam onun için her zaman sıcak yenen bir yemek olmuştu da... Melih'in 'ah' ını bir dakika yerde koymamıştı.
"...Benimkilerden bir tane veririm giyersin artık. Yapacak bir şey yok."
Melih itiraz etmedi. Zaten takım elbise giymeye de pek hevesli değildi. Atakan'ın (rengini gayet iyi bildiği) takımının içine bir beyaz gömlek giyse yetecekti ona. Ne diye bu kadar kastıysa sanki kendini?
Başını salladı kısaca. Çok da memnun değildi bu sonuçtan ama mecburen umduğunu değil bulduğunu yiyecekti.
"İyi. Aytaç'a geçmeden önce bize uğrarız 5 dakika. Hem zaten... Geçen seferden eşofmanla üstün kalmıştı bende. Yıkadım, onları da veririm."
"Tamam."
Konuşma bir yerden sonra bıçak gibi kesilip ikisi de kendi sessizliğine gömüldüğünde başını camdan tarafa çevirdi Melih tekrar. Mağazada medeniyet elçisi gibi yanındaki barzoya 2 saat 'zevkler ve renkler' nutuku çekip ateşli tartışmalara girdikten sonra en nihayetinde gene götüm götüm onun kara takımlarına razı olunca, ılık ılık gülmek gelmişti içinden.
"N'oldu?"
"Yok bi' şey. Sinirim bozuldu."
Yol tekerlerin altında akıp giderken delikanlının aklında sadece şu manidar cümle vardı:
Hayat, sen planlar yaparken başına gelenlerdir.
Bir saat içinde Aytaç'ın konum attığı tuhafiyeci benzeri dükkanı bulup kurdele, peçete, şamdan, sahte çiçek buketleri, kırmızı halı ve listede adı geçen gereksiz ne kadar zamazingo varsa arabaya yükledikten sonra birer çayı hak ettiklerini düşünerek civardaki bir kahvehaneye girdiklerinde saat 15.00 olmuştu.
"Hoş geldiniz yeğenim. Ne getireyim?"
Atakan ikisi adına da konuşup "İki çay ver sen bize abi." dediğinde Melih araya girdi:
"E yok... Çay bir olsun."
Uzun zamandır kahveye gelmiyordu.
"Oralet var mı dayı?"
"Olmaz mı?!"
Atakan'ın meraklı bakışları eşliğinde "O zaman bir portakallı oralet ver sen bana." derken tatlı tatlı gülümsüyordu Melih. Küçükken ne zaman babasının peşinden kahveye gitse ona söylenen içecekti bu. Ne yalan söylesin, özlemişti.
"Oralet mi kaldı oğlum? O ne la öyle çocuk gibi?"
Melih arkasına yaslanıp kahvenin tavanına kısa bir bakış attı sabır çekerek.
"N'oldu Atakan kardeş, beğenemedin mi?"
Kırk yılın başı nostalji yapalım dedik, şu gördüğümüz muameleye bak? Peh...
"...Erkek adam oralet içmez mi yoksa?"
Atakan oflamamak için zor tuttu kendini. Artık kabak tadı vermeye başlamıştı bu 'erkek adam' muhabbeti. Durduk yere boş boş gerilip kısır döngüye giriyorlardı Melih'le ve bu -daha portakalda vitamin olan- ilişkilerini (?) ilerletmelerine hiç yardımcı olmuyordu. Tehlikenin farkındaydı Atakan.
"Ben öyle mi dedim şimdi?"
Teessüf edercesine bir bakış attı ama Melih'in komiğine gitmişti bu bakış.
"Hem... Sen niye tanıştığımızdan beri benim her lafıma imalı imalı 'Erkek adam öyle yapmaz mı yoksa?' demek için pusuda bekliyorsun? Yapma bunu yavrum bak harbi söylüyorum, çok itici oluyor."
Melih kaşlarını kaldırdı hemen bu çıkışla birlikte:
"Allah Allah! Siz kıroluğa methiyeler düzerken bir şey yok, ben eleştirince mi sorun? Ayrıca da bana yavrum deme, çok itici oluyor."
Hay sana 'itici' diyen dilimi...
"Aman be tamam! İç ne içiyorsan, demedim bir şey. Vallahi demedim!"
Tartışmayı daha fazla uzatmamak ve dikkati başka yöne çekmek için önüne konan sıcak (kaynar) çaydan büyük bir yudum aldı Atakan. Ama bunu yaparken olayın fiziksel boyutunu göz ardı etmişti. Aklında sadece tek bir düşünce vardı: Eğer bu çocukla bir ilişkinin hayalini kuruyorsa; ona karşılık vermemeyi, yeri geldiğinde susup oturmayı -zor da olsa- öğrenecekti. Fakat...
"Aağh..."
Kaynar çay dilini damağını yaka yaka midesine inince yamulmuştu tabi.
"Atakan..."
Delikanlı acıyla yüzünü buruşturup elini ağzına örttüğünde Melih'in yüzünde endişeli bir ifade belirmişti hemen.
"Atakan iyi misin?"
İlk saniyeler ağzının içi cayır cayır yanmışsa da birkaç defa ağzından nefes alıp verince şiddeti biraz olsun azalmıştı acının. Ama Atakan bokunu çıkarırcasına öksürüp dümenden ah-uh etmeye devam edince, bizim yufka yürekli Melih de daha fazla dayanamayıp ona doğru uzanmış, farkında olmadan öne uzattığı dudaklarıyla yanan yeri üflemek ister gibi ona yaklaşmıştı. (Yeğenlerinin ağzı yanınca yaptığı ilk hareketti bu. Nasıl olduysa, kas hafızasına işlenmişti.) Az daha yaklaştığında Atakan'ın dibine girmiş buldu kendini ve kahvede oldukları aklına gelince aceleyle dudaklarını düzeltip geri çekildi. Boş bulunup yaptığı bu hareket utançtan yanaklarının ısınmasına sebep olmuştu.
"Kocaman adamsın ya!"
Ona değil, kendine öfkelenmişti Melih.
"Çayın üstünde dumanı var, görmüyor musun? Yavaş iç şunu bak yandın."
Atakan her ne kadar sululuk edip "Benim canım yanmaz gardaş." demek istediyse de zonklayan dili buna engel olmuştu.
"Aman be..."
Ağzı dili yanmamış gibi normal cevap vermeye çalışsa da yaşaran gözlerinden belliydi hâli. Bir süre ağzından nefes alarak konuşmaya zorladı kendini:
"Ya bu arada... Lütfen artık durup durup 'Siz şöylesiniz, siz böylesiniz.' diye sallama bize. Rica ediyorum."
"Bak seen..."
Melih gülen gözlerini ona dikti ilgiyle. İlk defa Atakan'ın ağzından 'rica' kelimesini duymanın şokunu yaşıyordu bir yandan da.
"Tamam ağır abiyiz, sertiz, az biraz da kıroyuz falan ama perdelerimizi kaldırdığımızda kedi gibi insanlarız hepimiz. Duygusalız yani..."
Melih ona düz düz bakmaya devam edince "...Biz de Allah'ın kuluyuz ulan!" diye isyan etti Atakan. "...Sokak arasında yüksek sesle müzik dinletmekten başka ne yaptı bu kırolar sana? Boşa düşmanlık yapıyorsun Melih. Azıcık insaflı ol."
Bu hâli mızıkçı bir çocuğu andırmıştı Melih'e.
"Laflara bak ya..."
Atakan'ın bu kolpacı hâllerine gülerken oraletinden küçük bir yudum aldı. Damağında patlayıp midesine akan şekerli, portakallı, nostaljik tatla beraber bu sikindirik muhabbet daha da eğlenceli gelmeye başlamıştı şimdi. Birkaç saniye cık-cık çekti yarım ağız gülerek. Hafiften siniri oynamıştı.
"Atakancığım (!)..."
Atakan'ın içi titredi.
Efendim Melihciğim?
"Az önce, aralarında beni bıçaklayan itlerin de olduğu bir topluluğu 'duygusal' insanlar olarak niteledin. Bilmem farkında mısın yavrum?"
Atakan başta Melih ona 'yavrum' dedi diye içten içe eridiyse de, sonradan konuştuğu konunun ciddiyeti tokat gibi çarpmıştı suratına. Ölümüne savunduğu 'kıro' kitlenin içinde Melih'i bıçaklayan Samet gibi it-kopuk da vardı. Ama Atakan onları bırak delikanlı saymayı, adamdan bile saymıyordu ki.
"Savunmanı 'Hepimiz kardeşiz, bu kavga neden?' diye bitirseydin, emin ol ondan daha samimi olurdu."
Melih buz gibi bir bakışla önüne döndüğünde Atakan söylediklerinden dolayı mahçup hissetmişti ona karşı. Mutlaka kendini açıklamak zorundaydı.
"İstisnalar kaideyi bozmaz." diye başladı ciddiyetini takınarak.
"Senin 'kıro' dediğin adamlar, bir zamanlar gözünü kırpmadan savaşa giden adamlardı. Tamam, belki günümüzde 'delikanlılık müessesesi' çok sarsıldı, etraf itle çakalla doldu ama... 'Hepsi öyle' de diyemezsin Melih. Tıpkı bütün ineklere 'hayatsız' diyemeyeceğin gibi. Sen mesela. Sen hayatsız mısın?"
Melih durdu, düşündü. 'Hayatsız' kelimesi genelde tek düze yaşayan, küçük hesaplarla uğraşan, en ufak farklılığı reddeden tipler için kullanılıyordu çevresinde. Hele bu kişi 'inek'se ucu 'incel'liğe kadar varıyordu bazı durumlarda. Ama Melih kesinlikle öyle biri değildi. Zaten kaldı ki kendisine 'inek' denmesinden bile hoşlanmazdı. Ama... Nedense Atakan'a her seferinde 'kıro' demekte bir beis görmüyordu. Aslında hata ediyordu. Biraz düşününce Atakan'ın da kendine göre haklı olduğunu anlamıştı. Bu tartışmanın bir kazananı olmayacaktı.
Hele de bu tartışanların biri ikizler burcu, öbürü Karadenizli iki genç adamsa...
Ama yine de tepkisini koymadan konuyu kapatmak istemedi Melih:
"Sen var ya... Demagoji ustası olmuşsun haberin yok. Ama ben sana pabuç bırakmam. Bunu da böyle bil, Atakan Polat."
"Demo... ney?"
Melih onun yüzünde sinüzitin ne olduğunu bilmediğini söylediği günkü gibi saf salak bir ifade görünce dayanamayıp güldü. Ama bu sefer Atakan'la beraber gülmüşlerdi. Az önce gerim gerim gerildikleri konunun bu kadar kolay dağılmış olması, komikti.
"Tamam sus ya, bırak."
Gerginlik son bulurken, her muhabbetlerinin neden hep bir tartışmanın ekseninde şekillendiğini ikisine de yine çözemedi. Kısaca, ateşle barut gibilerdi işte. Yan yana gelince ettikleri kavgaların bitmesi de Melih'in insan ayırmadan herkese gösterdiği anlayışlı tutum ve Atakan'ın Melih'e duyduğu sevgi ile açıklanabilirdi. Yoksa şimdiye kadar 10 kere karakolluk olmuşlardı.
"Demogoj ne ya? Küfür mü ettin sen bana?"
Atakan muzip bir edayla sorduğunda Melih sırıta sırıta sabır çekip oraletini içmeye geri döndü. Atakan da ılıyan çayına yöneldi tabi hemen onu taklit ederek. Bir yandan da kaçamak bakışlarla onu izlerken içinden 'Her kavgamız böyle tatlıya bağlanacaksa, bu ilişkiye can kurban.' diyordu.
Bir süre sessiz kaldıklarında arkasına yaslanıp etrafı inceledi Melih meraklı gözlerle. Uzak köşelerde sigara dumanlarının gölgesinde okey oynayan amcaları seyretmenin bu kadar tanıdık ve huzurlu hissettireceği zerre aklına gelmezdi. Bayadır sanayi - ev - okul üçgenine sıkışmış durumdaydı ve arkadaşlarının geneli de (Aytaç hariç) şehir dışında olduğundan pek sosyalleştiği söylenemezdi. İşte bir Atakan'la Şebnem vardı. Onlardan da zaten istese de kurtulamıyordu. 
"Ee? N'oldu senin Mercedes?"
Bu soruyla beraber az evvelki tatsızlık geride kalmış gibiydi. Hepsi kahvenin sıcak atmosferinde unutulup gitmişti.
"...Ne zaman kavuşacaksınız?"
Atakan elini yakan çay bardağını masaya koyarken dudak büktü biraz keyifsiz. Kısa bir anlığına konunun değiştiğine sevinmişti ama... Bu konu da pek içini açmamıştı maalesef.
"Hiç sorma ya... O kavga olayından sonra Peder el koydu bebeğime. Yaza kadar cezalıyız galiba."
Atakan dertli dertli elini çenesine dayarken, bu sefer sesli şekilde güldü Melih. Onun arabasından 'bebeğim' diye bahsetmesi ve 1.çoğul olarak konuşması aşırı komiğine gitmişti. Evet, sanayi piyasasına girdiğinden beri hep görüyordu bu tip arabasına aşık adamları ama itiraf etmesi gerekirse, Atakan gibisini daha önce hiç görmemişti.
"Tüh... Şahin'e de alıştım gerçi ama Mercedes'in havası bi' ayrıydı ya! Binemedim doğru düzgün, ona yanıyorum."
Atakan hemen dikti kulakları:
"Ne demek binemedim? Check-up'ını sen yaptın ya?"
"Evet de..."
"Ulan senin sikik ilişki muhabbetin yüzünden mal gibi gittik kaza yaptık gecesine. Bir ton uğraştık sonra kedisiydi, veterineriydi... Oy anam oyy..."
Kaza gecesini hatırlayınca güldü Melih. Atakan'ın üstüne kedi sıçmıştı boydan boya. Nasıl unutabilirdi ki?
"Ya tamam, bindim binmesine de... Şöyle gündüz gözüyle kaza bela olmadan bir tur atmak, sürüş testi falan yapmak isterdim tabi. De neyse boşver ya!"
Kısa bir sessizlik oldu. Kahvenin kendine has ses efektiyle (taş sesi, çay karıştırma sesi ve Tv'de oynayan at yarışı) suskunluk içinde oturdular öyle bir süre. Sessizlik uzadıkça Atakan gerildi. Farkında olmadan Melih'i gücendirdim mi lan acaba, diye düşünmeye başladı. Kendini kötü hissediyordu şimdi çayını bitirirken.
Sesimi çok mu yükselttim lan acaba? Çok mu çıkıştım?
Ulan... Ne kıymetli arabası var diyor kesin bana içinden.
Bu bilindik 'arabası kıymetli' söylemi her ne kadar doğru da olsa hep rahatsız ederdi Atakan'ı. Vicdanıyla oynar, her tartışma sonrası kurt gibi içini kemirirdi. Hele bir de şimdi Melih'in böyle düşündüğünü düşünmek...
Bir dakika sonra, geri vites yaparcasına mahçup bir tavırla "Ya tamam..." diye söze girdiğinde, Melih işaret parmağıyla çay kaşığını sabitlediği oraletinden bir yudum daha aldı ona bakmadan. Her ne kadar başlarda ölümüne inkâr etmiş olsa da az tripkolik değildi. Şimdi bile farkında olmadan trip atıyordu Atakan'a.
A canına yandığım... Bir de farkında olsa, neler olacak kim bilir?
Onun bu hâlleri o kadar hoşuna gidiyordu ki Atakan'ın... Anlatamıyordu. Anlatamadıkça da içinde patlayan havai fişekleri bir türlü dindiremiyordu. Öyle de bir kısır döngüdeydi.
Hayır bilse çocuk onu nasıl sevdiğimi...
"Melihciğim... Asmasana yavrum yakışıklı suratını."
Sandalyesini ona yanaştırıp elini omzuna yerleştirirken "Öyle kalacak sonra, kızlar bakmayacak haa..." diye sululuk da yapmıştı ama tık yoktu.
Çaresizce ona bakmasını beklerken, usul usul ensesindeki kasları ovalamaya başladı bu sefer. Elinin altındaki gergin kas kütlesi o sıktıkça gevşiyordu gevşemesine de... Atakan'ın da aklı gidiyordu.
"Ya tamam b'olum, uzatma. Söz, Mercedes'i alır almaz anahtarı sana vereceğim bir hafta. Senden kıymetli mi anasını satayım?"
Melih yine pas vermeyince onunla suskun kalmaya tahammülü olmayan Atakan bu sefer hızını alamayıp "Ulan dur hatta uzun yola çıkarız beraber! Ordu'ya gideriz dedemin köyüne." dedi coşarak. "...Sağ koltukta ben, direksiyonda sen! Geze geze... Ha? Ne diyorsun?"
Teklif -kontrolsüz bir şekilde- Allah-u Ekber dağlarına ulaştığında Melih artık daha fazla bokunu çıkarmadan bakışlarını Atakan'ınkilerle buluşturdu sessizce. Söylediklerinde samimi olduğunu bir bakışta anlamıştı ama yine de o klasik soruyu sordu:
"Harbi mi?"
Atakan sevdiceğinin gönlünü almanın verdiği rahatlama ve huzurla gülümsedi elini masaya indirirken.
"Harbi tabi lan! Ne zaman yalan söyledim ben sana?"
Melih konuşmak için dudaklarını araladıysa da cebindeki telefon titreyince bu eylemi yarıda kalmıştı. Eliyle bir saniye işareti yapıp telefonu kulağına götürdü.
"Efendim Ozan?"
"Abi n'aber ya?"
Telefonun sesi açık olduğu için hoparlörde olmasa da duyuyordu konuşmayı Atakan.
"İyi abi senden?"
"İyi benden de. Ya baksana, bizim kulübün hesabına isimsiz bir bağış gelmiş 1 saat kadar önce. Baya yüklü bir miktar... Acaba dedim kolpa mı? Biri bizimle dalga mı geçiyor? Ya da yanlışlık neyin bir şey mi oldu? Derken... Baktım, para gerçekten de bizim hesaba yatmış."
"Ne diyo'suun?"
Melih anında oturduğu yerde dikleşti. Duyduklarına inanamıyordu.
"Valla... Açıklama kısmına da 'Helali hoş olsun.' yazmış. Grup çalkalanıyor bir saattir. Sen yoksun ortalıkta. Haber vermek için aradım. Elim ayağım titriyor şerefsizim. Hâlâ kendime gelemedim. Deminden beri telefonlarım susmuyor. Herkes çok heyecanlı."
"Gözümüz aydın kardeş. Gözümüz aydın."
Şaşkınlığı yerini saniyeler içinde keyifli bir gülümseyişe bırakırken, delikanlı heyecandan oturuşunu değiştirmişti. Atakan ise sadece onu izlerken bile mutlu olmuştu. Bu birinin yemek yiyişine izlerken doymaya benziyordu aynı.
"Ulan tam da sponsor arayışındaydık var ya... İlaç gibi geldi. Cenk'i aradım az önce, projeyi hızlandırabiliriz artık. Valla kim yolladı parayı bilmiyorum ama Allah razı olsun ondan. Eli öpülecek adammış. Ya da kadın işte... Her neyse, benim birkaç işim var şimdi. Yine araşırız sonra."
"Eyvallah Ozan, görüşürüz kardeşim. Dikkat et kendine."
Telefon kapandığında dahi Melih'in yüzündeki gülüş sönmemişti. İçi içine sığmıyordu delikanlının. Bu güzel haberi biriyle paylaşmalıydı. O biri de karşısında gülümser vaziyette ona bakan Atakan'dan başkası değildi tabi. Bütün konuşmayı duymasına rağmen bu kulübün tam olarak ne olduğu, parayı gönderenin ve telefondakinin kim (ve Melih'le nasıl bir yakınlığı olduğu) konularında zerre bilgisi yoktu. Ve merak ediyordu hâliyle. Detay(lar)a ihtiyacı vardı. Bi' de Melih'in sevincini paylaşmaya...
"Hayırdır? Güller açtı yüzünde."
Ve bu soru biraz sonra gelecek samimi sohbetin başlangıcı oldu.
"Hayır hayır..."
Oturuşunu düzeltip çaprazındaki Atakan'a doğru döndü Melih. Dizleri birbirine değince irkildiyse de bozuntuya vermemişti delikanlı. Onun ağzından dökülecek her bir sözü dinlemek için sabırsızlanıyordu. Heyecanını gizleyip ciddiyetini takındı.
"E anlat da biz de bilelim."
Melih "Bağış almışız!" dedi içi içine sığmayan bir ifadeyle. Atakan onun hayatına derinlemesine dahil olmadığı için anlamamıştı tabi.
"Güzel. Güzel de... Ne bağışı bu?"
Melih sanki çok önemli bir şeyi unuttuğunu şimdi fark ediyormuş gibi çattı kaşlarını. Nasılsa "Bu" benim hayatımda bu kadar uzun kalamaz, Şebnem'i reddettiğim an ondan da kurtulurum, diye düşünmüştü başlarda ama... İşler hiç de o yönde gelişmemişti ve şimdi en yakın arkadaşı Aytaç'ın düğününe (sağdıç sıfatıyla) beraber gideceklerdi Atakan'la?
Evet, yalan yok... Başta belki çok sevmemişti, hatta nefret etmişti Atakan'ın tavırlarından ama yine de mesafe koymamıştı aralarına. Konuşmak istediğinde konuşmuş, özür dilediğinde affetmiş, evine-yatağına buyur etmiş, sofrasına oturtmuştu onu. Kız kardeşiyle, annesiyle, yakın arkadaşlarıyla tanışmıştı. Oturduğu mahalleyi görmüş, arabasına binmişti. Hatta sınırı biraz geçip nişan attığını, kız kardeşinin eski sevgilisiyle kanlı bıçaklı olduğunu, telefonunu duvara atıp kıracak kadar babasıyla aralarının kötü olduğunu falan öğrenmişti.
Bazen de sadece açık bir kitap gibi okumuştu onu. Ve az çok anlamıştı nasıl bir hayatı olduğunu. Yani... Belli bir mesai harcamıştı onu tanımaya. Ama asla kendini ona tam olarak anlatmamıştı. Nelerden hoşlanır, ne sever, kimdir Melih? Bunlardan hiç bahsetmemişti. (Herkese yaptığı gibi) Kendini ondan sakınmıştı. Ve aslına her an şutlayabilecekken (bunu gerçekten yapabilecekken) farkında olmadan Atakan'ı hayatında tutmaya devam etmişti. Öyleyse kendini anlatmalıydı artık. En azından bir yerden başlamalıydı.
"Ulan ne zamandır hayatımdasın ama..." diye söze başladı biraz mahçup, düşüncelerinden bir türlü sıyrılamayarak.
"...Kusura bakma ben seni hiç dahil etmemişim hayatıma. Şimdi tabi bilmezsin benim neden bahsettiğimi." diye söylendi sonlara doğru kendine dönük.
Atakan duyduklarına epey şaşırmıştı. O sessizlikten sonra Melih'in bunları diyeceğini hiç düşünmemişti. Ama... İyi ki demişti.
Hele şükür fark ettin.
"Yok canım ne bakacağım kusura. Hem... Ben de seni çok dahil etmedim zaten hayatıma. Düşmanlık ettim falan. O-Olur öyle. Dert değil yani. Ben takmam böyle şeyleri."
Melih yine biraz mahçup "Tamam o zaman, anlatıyorum şimdi her şeyi baştan." dediğinde Atakan onu parıldayan gözlerle onayladı hemen. "Dinliyorum." dedi sadece ama sevincinden içi içine sığmıyordu. Çünkü Melih'in hayatına tam anlamıyla 'dahil' olabilecekti artık. Aradaki son duvar da yıkılmıştı. Bundan sonrası ikisinin de varlığını çok iyi bildiği transparan perdeden (ilan-ı aşk etmek suretiyle) kurtulmaktı. Ama şimdi, şu an bunu düşünmeyecekti Atakan. Sevdiceği ona heyecanla bir şeyler anlatırken değil.
"...Bizim okulda Makine Mühendisliği öğrencileri olarak kurduğumuz bir topluluk var. Ceren, Ozan ve ben kurucu üyeleriyiz. Zaten genelimiz de burslu. Öyle çok kalabalık değiliz. İşte bu kulüpte okulun belli başlı teknik sorunlarını çözmek ya da Eğitim Fakültesi öğrencileriyle ortak çalışma yaparak atık oyuncakları tamir edip köy okullarına göndermek gibi faaliyetler yürütürdük."
Sadece şu dinledikleriyle bile Melih'in nasıl gurur duyulacak biri olduğunun farkına vardı Atakan. Kalender Usta'nın neden onun bu kadar üstüne titrediğini şimdi çok daha iyi anlıyordu. Melih "Bana ne." demeyen, kendini ilgilendirmese bile sorunları çözmeye çalışan biriydi. Vicdanlıydı, yardımseverdi. İnsanlara ondan zarar değil, ancak fayda gelirdi.
"Çok iyiymiş.”
"Sonra işte, Hatay depremi olunca... Ozan'ın ailesi buraya taşındı. Babası Hikmet amca göçük altında bir bacağını kaybetmiş."
Atakan bir an durup Melih'in gözlerinin içine baktı ve orada azmin ta kendisini gördü. Hikâyenin devamı tüylerini diken diken etmişti.
"E biz de mühendisiz... Çözüm bulmak, mesleğimizin kodunda var bi' kere. Ne yapabiliriz diye düşündük, taşındık, çalıştık... Hikmet amcaya protez bacak yaptık. Bir yandan kodlamayla da uğraştığımız için düşünce yoluyla Hikmet amcanın bu protez bacağı bir nebze hareket ettirebilmesini sağladık."
Atakan hayranlıkla onu dinlemeye devam ediyordu.
"Aslında tam anlamıyla istediğimiz düzeyde çalışmayan bir prototipti ama bölüm başkanımızı çok heyecanlandırdı. Hocanın gazıyla KÜBİTAK'a kadar gittik. Projeyi sunduk, anlattık... Ve bize daha da geliştirmemiz için bir ödenek çıkarttılar. İnanmazsın, televizyona bile çıktık."
Kameraların karşısında iki lafı bir araya getiremeyince konuşmayı Ceren'in devraldığı aklına gelince burun kemerini sıkarak ve utanarak başını kucağına eğdi Melih. Bu rezil olduğu sayısız andan sadece biriydi.
"Vay be... Hiç denk gelmedim televizyonda size."
Melih "Boş ver, o işin magazin kısmı zaten." diyerek kaçamak bir bakışla onu geçiştirmek isteyince "Çok merak ettim, mutlaka izleyeceğim." dedi Atakan gülen bir sesle ama Melih'in gerildiğini görünce lafı çok da uzatmadı. Melih de bunu hiç duymamış gibi devam etti konuşmasına:
"... Sonra işte biz bu ödeneği alınca, projeyi geliştirmeye devam ettik. Topluluğun üye sayısı da arttı tabi o arada. Biz de buraya taşınan depremzedelere, burada ikâmet eden ampüte vatandaşlara, hatta uzuvları eksik sokak hayvanlarına bile protezler yaptık. Ta ki ödenek kesilene kadar..."
Atakan'ın kafası karıştı.
"Ne güzel proje yapmışsınız, niye kestiler ödeneği?"
Melih dudak büktü biraz keyifsiz.
"Ne bileyim ya, bizden önce bunu yapanlar mı varmış neymiş? Seri üretim için yabancı bir firmayla mı anlaşmışlar... Öyle bi' şeyler. Bize de yeterli bir açıklama yapılmadı zaten. Projenin zamanlamasında sorun varmış, dediklerine göre. Biz de çok kurcalamadık. Hâl böyle olunca, projeyi yerel düzeyde tutmaya mecbur kaldık. Hatta geçen dönem hiç devam edemedik. Bayadır da sponsor arayışındaydık."
Sanki komik bir fıkraya güler gibi güldü Melih. Bazı gerçekler o kadar komikti ki... İnsanların nasıl eleştirirken gülme krizine girmediklerine hayret ediyordu.
"Düşün yani... Derse Porsche'le gelen öğrencilerin olduğu bir özel okuldayız bir de. Ama zaten bu adamların faydalı bir işe yardımcı olduğu tarihte görülmüş şey değil. Şaşırmadık ama insan gene de umuyor tabi. Neyse, sana diyeceğim şu... Az önce Ozan, topluluğun hesabına yüklü miktarda bağış yapıldığını haber vermek için aradı beni."
Atakan birden dikleşti oturduğu yerden.
"Hadi be! E çok iyi bir haber bu. Kimmiş? Kim bağışlamış?"
Bağışçı hakkında en ufak şey bilmediğini belli edercesine omuz silkti Melih.
"Sorma, ismini vermek istemeyen bir hayır severmiş. Sadece 'Helali hoş olsun.' yazmış açıklamaya. Bizimkiler de şaşkın."
Oraletin dibinde kalan son yudumu kafaya dikleyip omuz silkti gene.
"Zaten en fazla bir sene daha devam ederiz. Sonra arkamızdan gelenlerin sahiplendiği kadar devam eder proje. Sonuçta patenti alamadık."
Üzgündü ama elinden geleni yaptığı için pişman hissetmiyordu. Asıl hiç denemeseydi pişman olurdu. Hikmet amcanın yeniden yürümesi ise onun tek ve en büyük ödülü olmuştu.
"Vay be Melih... Sen neymişsin de haberimiz yokmuş."
Melih hüzünlü ama ciddi bakışlarını Atakan'a dikti.
"Ben gene 'bir şey' değilim ki. Beni bu kadar büyütme gözünde Atakan. İnan ben yapmasam bir başkası yapacaktı." Burukça güldü. "...Ki yapmış da zaten."
Atakan ona baktıkça, onu dinledikçe sözlerini yuttu. Övmek istedi, övmedi. Sarılmak istedi, sarılmadı. Tebrik bile etmedi. Sadece durdu ve onun üzüntüsünü, kendini açıklama çabasının boşunalığını izledi. Zaten biliyordu ki Atakan onun nasıl hissettiğini.
"Benimki sadece duvardan bir tuğla çekmekti. Yaptıklarım-ız küçük çaplı bir iyilik hareketi olarak kaldı. Olsun. Zaten birilerine faydası olduğu kadar değerliydi proje."
Kısa bir suskunluğun ardından asıl soruyu sordu Atakan:
"Şimdi ne olacak?"
Melih ne diyeceğini bilmiyordu ama yine de mantıklı bir cevap vermek adına kısa bir süre düşündü. Elleri masada, parmakları birbirine geçmiş şekilde sıkılı, kaskatı duruyordu.
"Herkes önce şu ilk şoku bi' atlatsın da... Sonra karar veririz bağışı nasıl değerlendireceğimize."
Söyleyeceklerini toparlamaya çalışırken, masanın üzerinde hareketsizce duran elini usulca ona doğru yürüttü Atakan. Onu teselli etmek için söyleyecek bir sürü afili laf bulmuştu ama en sonunda sadece "Sen en iyisini bilirsin." diyebilmişti, kısa ama güven veren bir tonda. Çok anlamazdı bu işlerden ama ortada bir haksızlık, durdurulan bir proje ve yeniden hayata geçirmek için bir fırsat görüyordu.
Ve umutsuzluğa kapılmak üzere olan bir Melih...
Yine sustular ama bu kez birbirlerinin ellerine bakarak.
Atakan kahvedeki adamların bakışlarından, hatta onlar hakkında söyleyebilecekleri en ufak ima edici sözden çekinse de,  yöneliminin ortaya çıkacağından ölümüne korksa da, umursamadı. Aklındakini yaptı ve işaret parmağının ucuyla Melih'in eklem yerleri kızarmış, sanayide berelenmiş parmaklarını okşadı nazikçe.
Tumblr media
Melih anında buğulu bakışlarını yüzüne çıkartmıştı. Atakan'ın ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordu. Öte yandan Atakan, kalbinin uğultusundan başka bir şey duyamıyordu. Melih'in meraklı bakışları altında ezilirken ona bakmadan, tüm cesaretini toplayıp konuştuğunda sanki sesi her zamanki Atakan'a ait değilmiş gibiydi. Onunla konuşurken içindeki onlarca Atakan'dan en saf, en sahici ve en nazik olanını seçmiş gibiydi:
"Umutsuzluk sana yakışmıyor Melih."
Melih'in içi cız etti duyduğu şeyle. Gözlerini kırpıştırdı bir an şaşkınlıkla. Atakan'ın hem sesi hem de tavrı çok farklıydı. Afallamıştı. Ellerinin üzerinde gezinen parmağı seyrederken gözleri doldu.
"Hem ne demiş Ata? Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır."
Kötü bie şey yapmaktan kendini alıkoymak için İstiklal Marşı okuyup milli duygularını çağıran bir çocuktu Melih. Şimdi bu s��zü duyunca tabi ki gözyaşlarına hakim olamamıştı. Biraz utangaç biraz çaresiz, Atakan'ın görmemesini umarak başını önüne eğmişti. Ama tabi çenesi titreyip de gözlerinden bir damla yaş ellerinin üstüne düşünce... yakalanmıştı.
Atakan, içi parçalansa da ne gözlerini onun yüzüne kaldırmaya ne de uzanıp onu kollarının arasına almaya cesaret edebildi. O an elinde sadece kelimeler vardı ona sarılmak için:
"Melih..."
Melih ellerini çözüp gözlerini sildi hızlıca. Burnunun ucu kızarıvermişti hemen. Başını hâlâ kucağından kaldıramıyordu ama kulağı ondaydı.
"Emin ol sen 'umut' diye bir kelime olmasaydı bile icat ederdin. Pes etme lan sakın. Ben arkandayım."
Kısaca dudaklarını yalayıp gülümsedi yaşlı sarı kirpikleriyle çevrili güzel gözlerini yüzüne kaldırırken.
"Teşekkür ederim Atakan."
Masada duran eli sıktı ani bir hareketle. Hem de Atakan'ın kırk kere düşünüp anca parmağıyla dokunabildiği eliyle tutup sıkmıştı onun elini.
"İyi ki varsın hayatımda."
• • •
Bölüm sonu... :')
Ulan içim bi hoş oldu var ya... Buradan neşeli bir moda mümkün değil geçemem. Bir günü kaç bölüme böldüm ben de bilmiyorum ama içimden bir ses hâlâ tam olarak hazır değiller diyip duruyordu. Merdivendi basamaktı derken... Uzun tuttum baya ama bu bölüm emin oldum yani, zamanı gelmiş. Sonraki bölüm kavuştay. ❤️
Aslında bölümleri aynı gün, arka arkaya atacaktım ama dayanamadım. Bunu önden salıyorum. Diğeri de yolda. Azıcık sıkın dişinizi, çabuk dönücem bu sefer.
Not: Instagram'da @pandorababa1 adıyla paylaşım yapıyorum ficler hakkında. Hikayelerimin karakterleriyle ilgili editler falan... Buraya kadar gelmişsiniz, bir takibinizi alırım. 🥰🥴🤌🏼❤️
Sevgiyle, sağlıkla kalın efenim...
Hoşça kalın. 🌺
4 notes · View notes
pandorababa · 4 months ago
Text
Tumblr media
3 notes · View notes
pandorababa · 4 months ago
Text
Tumblr media
442 notes · View notes
pandorababa · 4 months ago
Text
Tumblr media
149 notes · View notes
pandorababa · 4 months ago
Text
Tumblr media
me n who though
1K notes · View notes
pandorababa · 4 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Kal sen gittiğin yerde
Geri dönmek dediğin
Unutulan bir ağrıyı
Yeniden hatırlatmak gibidir
Hadi tekrar git usulca
Tenin tenime değmesin
Her şey değişmiş bak işte
Her şey değişmiş her şey
Değişmemiş tek bir şey
Sen güzelsin ben çirkin
-Ali Lidar
3 notes · View notes