kereste
kereste
Hullanza
15 posts
Don't wanna be here? Send us removal request.
kereste · 11 years ago
Text
Soykırım, İmha ve İnkâr Milliyetçiliği
Tumblr media
Milliyetçi sapıklığın ana motoru sıradan bir Türk'ün kendini ve dolayısıyla halkı devletle özdeşleştirmesidir. Ulus-devlet öncesinde de farklı değildi bu, ama sorun Osmanlı artığı bu özdeşliğin Cumhuriyetle ulus-devlet kurulduktan sonra da yeniden üretilmesidir. Arkaik "millet-i hâkime" cumhuriyetle beraber "Yüce Türk milleti" olarak yeniden üretilmiştir. Tam da bu yüzden, devletin işlediği her suç, her aşağılık soykırım, imhâ, baskı, işkence, bu suçu kabul etmek istemeyen ve kendini delvetle özdeşleştirmiş Türk tarafında ya inkâr edilir ya da bunu bir güç yansıması olarak görüp "eğer soykırım yapsaydık bir tane ortada bırakmazdık" söylemine dönüşür. 24 Nisan 1915 Ermeni Soykırımının başladığı tarih olarak anılır. 1.5 milyon Ermeni, sadece Ermeni oldukları için Anadolu'nun dört bir kenarından malları gasp edilerek sürülmüş, çoluk çocuk demeden ırzlarına geçilmiş, kılıçlarla kesilerek, yakılarak katledilmiştir. "Savaş sırasında vuku bulan" bir olaylar zinciri değil, planlı, programlı bir "nihâi çözüm" olarak hayata geçirilmiştir. Milliyetçi sapıklık, bugün hâlâ Ermenileri pusuda bekleyen bir iç düşman olarak tanımlamakta ve bu algı olası bir kitlesel histeriye neden olarak yedekte tutulmaktadır. Bugüne kadar Ermeniler dışında iç düşmanlara Kürtler ve Aleviler de dahil edilmiş, 12 Eylül'le beraber "Yüce Türklük" yanılsamasına "sünni-müslümanlık" da eklenmiştir. Aman "Türklerin hassasiyetine dokunmayalım" diye ceberrut bir devlet geleneğinin işlediği aşağılık suçları görmezden gelmek ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Türk, kendisi adına bu suçları işleyen devletle efendi-kul ilişkisi dışında hiç bir bağı olmamasına rağmen kendini devlet zannetmektedir. Dolayısıyla Ermeni Soykırımı gerçeğini kabul etmek Türklere hakaret değil, despotik bir devlet aygıtını ifşâ etmektir. Ha eğer "benim devletim" yanılsamasını sürdürüyorsa, evet, bu suça ortaktır. Son olarak, Tayyip'in tehcir çıkışında "insancıl" hiç bir şey yoktur. Kendini Osmanlı padişahı sanan bayağı bir despotun, "müslüman sünni Türk" yani "millet-i hâkime" rûyasına eklemeye çalıştığı bir tebâ, bir "millet-i mahkûme" yaratmasıdır. Kürt açılımı, Dersim özrü derken, "hak bahşeden adil muktedir" resmine bir de Ermeni'yi dahil ediyor. Uluslararası camia da El kaide canavarlarını besleyen gerici bir diktatör imajını Ermeni çıkışıyla düzeltmeye çalışıyor. Soykırımı yapan, Hrant Dink'i katleden, Türkiye'deki ve Suriye'deki alevilere kan kusturan zihniyet birbirinin aynıdır! Yemezler!
0 notes
kereste · 11 years ago
Text
Kitap, Kültür, Bilinç
Tumblr media
Türkiye toplumunun yazılı her hangi bir şeyi okuma konusundaki sefaleti tartışma götürmez. Konuyla ilgili istatistiklerin hepsinde Türkiye son derece vahim bir konumda. Örneğin yıllık kitap için harcanan para Türkiye'de 0,45$ iken, Avrupa ve ABD'de 96$ ve üzerinde seyrediyor. Ya da kitap okuma alışkanlığında Avrupa ortalaması %21 iken, Türkiye'de %0,01. Buna bir yılda basılan kitap sayısı ve kitap çeşidi sayısı ile ilgili istatistikler de eklenebilir.
Okuma yazmayı toplum olarak yeni sökmüş sayılıbilecek "gelişmekte olan" bir ülke için bile oldukça geri olan bu düzey elbette içler acısı. Ancak Batı'daki "kitap okuma" oranlarının görece yüksek olmasına rağmen bilinçsiz bir tüketim toplumu olmanın çok da ötesine geçebilmiş değiller. ABD'nin ortalama insanının bilinç ve bilgi düzeyinin, "hayvanat bahçesine dinozorlar getirilsin mi" sorusuna "onları da Allah yaratmış, bence getirilsin" diyen Kayserili'den daha yüksek olmadığı sır değil. Avrupa'da ya da Japonya'da medyanın her yalanına inanan, güncel yaşamları dışındaki gerçeklerle bağını koparmış kitlelerin sağcı hükümetleri işbaşına getirdiğini de gözlemliyoruz. Ekonomik krizlere, kemer sıkma politikalarına rağmen, öfkelerini göçmenlerden çıkaran  ırkçılığın da arttığını biliyoruz.
Bunca "kitap" okuyan toplumların bu kadar akıldışı hareket etmesi, burjuva kültür endüstrisinin sadece bildik görsel iletişim araçları ile değil, insanın güncel yaşamının her alanına tesir ettiğini gösterir. Kitap, gazete ve dergiler de bunda muaf değildir. 
Okunan kitapların niteliği de burada önem arz ediyor. Son yıllarda iyice revaçta olan fantastik kurgu, vampir edebiyatları, daha çok kadınlara hitap eden "aşk romanları" ve bütün kitapçılarda en çok yeri işgâl eden "kişisel gelişim" zırvalarıyla dolu raflardan saçılanların bilinç ve bilgi olmadığı aşikârdır. Kısacası "çok okuyan" Batılı insan, Marx, Gramsci, Mach falan okumuyor. Elbette bizden farklı olarak bir Fransız'ın Balzac'ı, bir İngilizin Charles Dickens'ı, bir Rusun Tolstoy'u olduğu için kendi klasiklerini bir gözden geçirmişliği vardır ama daha fazlası değil.
Bu istatistikler, Türkiye toplumuyla beraber, bunun müsebbibi olan yağmacı burjuvazinin de kültürel geriliğini ifşâ etmesi açısından uyarıcı; ama "kitap okuyan" örnek olarak da Batının tüketim alıklığını göstermesi açısından da dikkâtli okunmalıdır.
0 notes
kereste · 11 years ago
Video
youtube
Mandela, ya da Afrikalıların söylediği şekliyle Madiba öldü. En çok Afrikalıların yaşadıklarına üzülmüşümdür. Bir çok halk acı çekti tarihte, soykırımlara uğradı, yoksulluklarla boğuştu, ama eğer kıyas yapılacaksa hiç biri Afrika kadar acı çekmedi. O yüzden yumruğunu sıkıp havaya kaldıran bir Afrikalı görüp de tüyleri diken diken olmayan var mıdır?
Yukarıdaki "milli marş" bir ara beş Afrika ülkesinin ulusal marşıydı, bugün Güney Afrika Cumhuriyeti'nin 3 dilde söylenen resmî marşıdır. Bir nevi Afrika "enternasyonal"i. Gözüm doldu, tüylerim diken diken oldu...
1 note · View note
kereste · 11 years ago
Text
Gezi'den Bugüne Eylem Pratiği
Eylem pratikleri, mücadelenin neresinde olunduğunu en açık şekilde gösteren olgulardır. Eylemi düzenleyen, katılan ya da sürükleyen örgütlerin test sahasıdır. Devrimci söylemin, vaadlerin, sloganların gerçeğe ne kadar yakın ya da uzak olduğunu kitlelere göstermesi açısından da son derece önemlidir.
Gezi'de yaygın kitlesel katılımı sağlayan en önemli unsur polise karşı kendilerini güvende hissetmeleri olmuştur. Eğer hatırlarsak, en önde gaz maskeleri ve eldivenleriyle gaz kapsüllerini polise geri fırlatan, dağıldıktan sonra bile hemen toplanıp direnişe devam edenler vardı. Bu küçük grup, gittikçe kalabalıklaşan kitlenin kendini daha güvende hissetmesini sağladı.  Kitle biber gazına maruz kaldıktan sonra evlerine dönmedi. Tersine, her yerden akın akın insan selinin aktığını öğrenince daha kararlı ve hayatlarında hiç olmadığı kadar radikal bir biçimde eylemin özneleri oldular.
Hâli hazırda, "örgütlü" olmak, kitle için itici, rahatsız ediciydi. Elbette kitlenin küçük burjuva karakterinin bunda büyük bir etkisi var, ama aynı küçük burjuva karaktere bugün işçi sınıfı da sahip değil mi? Dolayısıyla, bu sorunun müsebbibi "orta sınıf" ya da "küçük burjuva karakter" yapısı olarak göstermek, hem işin kolayına kaçmak, hem de ucuz siyasî mazeretlerden biridir.
"Örgütlü" olmanın bu denli korkutucu ve itici olmasının sebeplerinden en önemlisi örgütlerin son derece disiplinsiz, dayanışmasız, plansız ve sorumsuz davranmasıdır. Eylem alanı bir veya bir kaç örgütün kendi başlarına çalıp oynadığı, istedikleri zaman olay çıkaracakları, öfkelerini boşaltacakları bir yer değildir. Bu alan, örgütün kitleyle buluştuğu, karşılıklı iletişim kurduğu en önemli alandır. Örgütün izlediği her yöntem, her hareket, slogan kitlenin güvenini artırmaya yönelik olmalıdır.
Şimdi, bir eylem alanına katılan sıradan örgütsüz kitle ya da eyleme bile katılmayan, sadece çevrede izleyen insanların olduğu bir yerde, sağa sola vurup kırmaya başlarsan, polisi gereksiz yere provoke edip eyleme saldırmasına neden olursan, bu kitle bir daha eyleme gelmez ya da uzak durur. En önemlisi kendisini güvende hissetmez ki, kitlenin güvenliğinden tamamen örgütlü kişiler sorumludur.
İkincisi, eylem alanı elbette bir çatışma alanına dönüşebilir. Bu yüzden hazırlıklı olmalıdır örgüt. Polis saldırırsa, ya da saldırmaya hazırlanırken kitleyi oradan uzaklaştırmaya çalışmalıdır. Eğer hazırlıksızsa, amiyâne tabirle "uslu" durmak zorundadır. Bazen öyle anlar olur ki, her şeye rağmen yenilgi kaçınılmazdır, ancak kitle gene de güvenmeye devam eder ve bir sonraki eyleme de katılır.
Şu asla unutulmamalıdır. Askerî/taktik açıdan polis güçleri eylemcilerden kat kat üstündür. Bu durumda amaç polisi taktik yenilgiye  uğratmak değil, politik kazanım elde etmektir. Bunun tek yolu da kitleyi kazanmaktır. Gezi direnişinde polis geri çekilmeyebilirdi. Ama polisin temsil ettiği iktidar politik açıdan büyük bir darbe almıştı. Vietnam'daki ünlü Tet Taaruzu askeri açıdan tam bir fiyasko olmasına rağmen politik olarak Viet Kong'un zaferine dönüşmüştü. Gezi direnişinde 15-16 Haziranda parkın polisçe işgâl edilmesine rağmen "Gezi Ruhu"nun kalıcılaşmasına benzetebiliriz.
Peki tüm bu süreç boyunca "devrimci örgütler" ne yapıyordu? Sayısı yirmiyi geçmeyen bir grup genç ile "Polisle Mücadele Tim"i oluşturuluyor. Son derece gülünç ve işe yaramayan bir çatışma görüntüsü ortaya çıkıyor. Gene başka bir eylemde, mahkeme kapısını zorlayıp (sanki binayı işgâl edecekler) polisi iyice tahrik etmeler, olur olmadık yerde barikat kurmaya çalışmalar vs. Bunları izleyen, gören kitle "bunların olduğu yere ben gitmem" diyor. Sonuç olarak da katılımın gittikçe düştüğü, haber bile olmayan sönük eylemler kalıyor geriye.
1 note · View note
kereste · 11 years ago
Text
Roma Aklıyla Bugünün Tarihi Yazılsa
İmparatorlarına güzelleme dizen klasik Roma tarihçilerinden Roma'yı öğrenmek gibi olsaydı tarih, 1000 yıl sonra bizim köşe yazarları ve tarihçilerden, elektrik faturalarını ödemek istemeyen "vahşi" Kürt kavimlerini, kutsal tapınaklarda içki içip pagan ayinleri yapan ve "mazlum" müslümanlara saldıran "aristokratları", Ortadoğu'nun zalim despot kasapları ve onlara karşı savaşan kahraman El Kaide'yi falan okuyor olurduk.
Düşünsenize, adam sandığımız Cicero aslında bir Cengiz Çandar, bir Murat Belge! Spartaküs'ü Plutarkhos'dan Appian'dan okumak gibi; Mahir Çayan'ı veİbrahim Kaypakkaya'yı Yusuf Halaçoğlu'ndan okuduğunuzu düşünün. Genelkurmay başkanları Kartaca'yı yakıp yıkan Scipio Africanus'lar gibi ballandıra ballandıra anlatılır. Yiğit Bulut ve Melih Gökçek gibi dalkavuklar ise böyle bir tarih yazımında bile bir sonraki iktidarlar tarafından tasfiye edileceği için şöhretleri uzun erimli olmayacaktır.
Tarih, binlerce yıldan beri egemenler tarafından yazılır, çarpıtılır. İttihatçılar ve ardılları, kemalizmin "Yüce Türk ırkı" efsanelerinden, AKP'nin Osmanlıyla ecdad-torun ilişkisi üzerinden kurduğu şarlatanlığa kadar gerçek üstü bir yalanlar dizisi hâline gelir tarih. Emek mücadelelerinin şekillendirdiği tarih, bu mücadele ancak emek lehine muzaffer olduğu ölçüde geçmiş gerçeğin bilimi hâline gelebilir.
0 notes
kereste · 11 years ago
Text
Kürt Ulusal Sorunu - İddiâlar ve Cevaplar
1) "Kürtler istedikleri gibi yaşayabiliyor, cumhurbaşkanı bile olabiliyor, zengin olabiliyor"
  Kürtlerin talepleri konusunda yaygın bir cehaletin sonucu olarak bu söylem ve benzerleriyle defalarca karşılaştık. Oysa milyonlarca Kürdün içerisinde kendi kimliğini, dilini ve kültürünü inkâr ederek TC sistemi içerisinde yükselebilmenin, Kürtlerin talepleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Kürtlerin en temel talepleri, dil, kültür gibi ulusal kimliklerinin tanınması ve ayrımcılığın ortadan kalkmasıdır. Haklı olarak kimliklerini inkâr eden, kendilerine zulm eden bir sistemin parçası olarak "yükselmek" milyonlarca Kürt için bir "çözüm" olmaktan çok uzaktır.
    2) "Türklerde de yoksul çok, hakları gasp edilen insan çok, ama onlar ellerine silah alıp dağa çıkmıyorlar"
  Bu da sık sık karşılaştığımız söylemlerden biridir. Oysa sorun, adı üstünde "Kürt Sorunu"dur, "Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu ekonomik sorunu" değildir. Devletin bu sorunu "ekonomik sorun" olarak kodlaması, 100 yıla yakın Kürtleri inkâr politkasının yansımalarından biridir. Çünkü asıl amaç burada bir "kimlik" bir "ulusal sorun" olduğu gerçeğinin yoksanmasıdır. Ayrıca, Türkiye'deki etnik konum, ekonomik eşitsizlikle de bağlantılıdır. Bir çok Kürt ucuz işçi olarak büyük şehirlerde inşaât işçiliği ya da tarlalarda sefil şartlarda mevsimlik işçi olarak çalıştırılmaktadır. Kısacası, sorunun temeli "ekonomik" olmadığı gibi, ulusal sorunun tipik tezahürü olarak Kürtler "ekonomik ayrımcılık"tan da muzdarip olmaktadır.
    3) "Kürtler her yere göç ediyor, şehirlerin ekonomisini bozuyor, üstelik orada da terör yaratıyorlar" vs.
   Kürt sorunu geneline baktığımızda, göçlere bağlı olarak artan bu sorun son 30 yıldır yoğunluk gösterse de daha eskiye dayanır. Bir örnek vermek gerekirse Cumhuriyet kurulurken Anadolu'da "sanayileşmiş" üç büyük şehir sırasıyla İstanbul, İzmir ve Diyarbakır'dı.  Daha sonraki yıllarda da sanayileşme atılımları Batı'da yoğunluk kazanmışltır. Bugün hâlen sanayileşme Marmara'dadır ve bu merkeziyetçilik, coğrafi olarak büyük bir ülkede eşitsiz büyümeye neden olur, kırdan kente göç, Doğu'dan Batı'ya göçle eş anlamlı olur.  Özellikle Doğu'nun bu polikalarla sanayileşmeden uzak tutulması, aşiret ilişkilerinin güçlenmesine ve ağaların bu durumdan sürekli "maraba"ları üzerinde iktidarını güçlendirmesini ve devletle sürekli işbirliği içerisinde olmasını garanti altına almıştır. Ancak 1980 sonrasında, neoliberal politikalar ve kapitalist sömürü için gerekli örgütsüzlüğün de zemini hazırlanmış oldu. Aynı dönemde PKK de çekirdek kadrolarını oluşturmuş ve silahlı mücadeleye başlamıştır. Savaş döneminde 4000 köy devlet tarafından boşaltılmış, hatta sık sık köylülerin hayvanları, malları yokedilmiştir. Milyonlarca Kürt büyük bir göç dalgası oluşturmuş ve önce Diyarbakır'a, sonra Adana, Mersin, İstanbul, Antalya, İzmir ve Ankara gibi büyük şehirlere göç etmek zorunda kalmışlardır. Tam da Özal'ın neoliberal politikaları devreye girmiş ve böylelikle metropollerde ucuz işgücü açığı da  kapatılmaya çalışılmıştır. Herhâlde inşaât sektörünün Türkiye'de bu denli kârlı bir sektör olmasını da Kürt "amele"lere borçluyuzdur. Kısacası, göç sorunu PKK'yle başlamadı ancak, PKK'ye yönelik kitle sempatisini bölgede kırabilmek için devletin köyleri boşaltması, göçü hızlandırmış, sürekli savaş hâli ise Türklerden daha çok Kürtlerin durumunu kötüleştirmiştir. Bu vesileyle de ucuz işgücü açısından da Özal dönemi ve sonrası neoliberal sömürüye de insan gücü sağlanmış oldu.
  4) "Metropollerde göç eden Kürtler kadın pazarlıyor, hırsızlık yapıyor, mafya oluyor, uyuşturucu satıyor vs vs."
  Bu algı ırkçı önyargıları beslemesinin yanında, Kürt sorununu "kriminal vak'a" olarak indirgenmesi açısından gene devletin inkâr politikasınına katkıda bulunmaktadır. Sadece Türkiye'de değil, Dünya'nın bir çok bölgesinde ırkçı hezeyabnları "haklı" çıkarmaya yönelik olarak benzer argümanlar öne sürülür. Fransa'da müslüman azınlıklar, ABD'de zenciler, Rusya'da Orta Asyalı azınlıklar da, hâkim ulus öğelerinin azınlıklara karşı nefret söylemini ve ırkçılığı artıran aynı "kriminal" özellikleri gösterirler.  
  Kürt sorunu özelinde ise göçün neden olduğu ekonomik eşitsizlik demografik sorunları da artırır..  Eğer yoksulluk artarsa iki şey olur: Birincisi yoksullar örgütlenip haklarını ararlar, ikincisi haklarını aramayı bilemediklerinden dolayı suç işlerler. Metropollerdeki Kürtlerde bu ikisi de birbirinin içine geçmiştir. Örneğin genç Serap'ın otobüse atılan molotof yüzünden ölmesi buna bir örnektir. Kürt hakkını arama çabası içerisinde, ancak örgütsüzlüğünden, ya da örgütüyle arasındaki bağın sürekli devlet tarafından baskı altında tutulması sonucu, münferit klriminal bir eyleme iştirâk eder ve sonuç masum bir genç kızın ölümüyle sonuçlanır. Ya da her yoksul, işsiz lümpen kesim gibi Kürtler de tinere, uyuşturucuya alışır, satar, kadın ticareti yapar vs. Kısacası ya kendini uyuşturmak ister, ya da yoksulluktan kolay yoldan kurtulmak ister. Çünkü "örgütlülük" henüz onun için bir gerçeklik değildir. Günlük yaşam mücadelesi, uzun vadeli bir örgütlü kurtuluş yolu seçmesinin önünde engel olarak durur.
  Kısacası, metropollerdeki kriminal vak'aların çoğu demesek de önemli bir bölümünün Kürtlerce gerçekleştirilmesinin nedeni, göç ve ekonomik sorunu içeren Kürt Sorununun ta kendisidir.
  5) "Kürtler yedikleri çanağa pisliyorlar, bizim okullarımızda okuyorlar, bizim elektriğimizi kullanıyorlar vs"
  Bu algı bir çok açıdan ters ve yanlıştır."Bizim" denilen kurum, araç, gereç nedir? Bunların hepsi adı üstünde "kamu malıdır". Yani vergiyle devlette toplanan ve devletten hizmet olarak geri dönmesi gereken artı-değerdir.  Dolayısıyla bunlar, devletin lütfedip bahşettiği bir ayrıcalık değil, varlık nedenlerinden biridir. Kürtler de diğer herkes gibi vergi vermektedir. Yani kendi hakları olanı kullanıyorlar. Oysa bu algının oluşmasındaki ana neden, "Devlet" imgesinin çarpıklığıdır. Devlet, kolektif bir yaşamın aracı olmaktan çok bir otoritedir. Bizimki gibi doğu halklarının çoğunda görülen bir hastalıktır. Otorite figürü olarak devlet, ve kendini devletle özdeşleştiren küçük burjuva vatandaş için, hakkı adına mücadele veren her unsur "gönlü bol bir babaya itaât etmeyen yaramaz çocuk" gibi algılanır. Devlete itaât eden "uslu çocuk" ise bu isyânkâra karşı tavır alır. Bu sadece Kürt sorununda geçerli bir durum değildir. Grevci işçilere, hakları için mücadele eden öğrenci ve kadınlara yönelik "işleri güçleri yok, bağırıp duruyorlar, rahat batıyor bunlara" gibi beylik tepkiler hep gösterilir. Öte yandan, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ucuz işçi olarak yaygınca sömürülen Kürtler hesaba katıldığında "yediği çanağa pislemek" bir yana, "yiyeceği ve çanağı bile olmayan" bir kitleyle karşılaşıyoruz.
  6) "Kürt sorunu yoktur, dış mihrakların planlarının bir parçasıdır"
  Bu, özellikle kendilerini "anti-emperyalist" olarak nitelemeye çalışan ulusalcı unsurların Kürt sorununu inkâr etmek için kullandığı bir argümandır. Her şeyi geçtik, diyelim ki gerçekten de Batı emperyalizminin (ki birinci müttefiklerimiz, hâttâ abilerimiz) bir plânı olsun. Peki, sadece bu şekilde, bir siyâsî hareket, üstelik silahlı mücadele veren bir örgüt arkasında bu kadar kitleyi toplayabilir mi? PKK 20. yüzyılın en büyük gerilla örgütlerinden birisidir. Savaşma gücü yüksek, korkunç derecede organize bir örgüttür. Güneydoğunun en ücra dağında bile faaliyet gösterebilmiştir. Özellikle 90'lı yılların başlarında bölgede kontrolü neredeyse tamamen ele geçirmiştir. Tek bir hareketiyle milyonlar mitinglere akmakta, esnaf kepenk kapatmakta, binlerce insan ölüme gitmektedir. ayrıca seçim sonuçları da ortadadır. Böyle bir kitlesellik, sadece "dış mihrakların" etkisiyle sağlanabilir mi? Ateş olmayan yerden duman çıkmaz, demek ki Kürtlerin ezelden beri bir hoşnutsuzluğu varmış. Bunu sadece örgütlemek gerekiyormuş.
      7) "Dağa gidenler ya da BDP'ye oy verenler ya zorlamayla bunları yapıyorlar ya da cahil olduklarından kandırılıyorlar"
  Gerçek dışı propaganda, apoliitk cehaletle birleşince böyle bir yorum çıkıyor. Aslında olayın böyle algılanmasının nedeni bu toprakların tarihinde yatıyor. Devlete biât etmek dışındaki her türlü siyaset, muhalefet Osmanlı'dan bugüne kadar "düzen bozmak"la ithâm edilmiştir. Oysa kimse durup dururken bir düzeni (eğer var ise) bozmak istemez. Hele hele, kimse iyi kötü yaşarken ailesini, yaşadığı memleketi, evini barkını bırakıp ölümle her an burun buruna, dağlık bir coğrafyada, açlık içerisinde savaşmak için silahlı bir mücadeleye heveslenmez. Sürekli ölüm tehlikesini yaşama yeğlemek için zincirlerinden başka kaybedecek hiç bir şeylerinin olmaması gerekir. Üstelik öyle 1-1,5 sene yapılıp biten bir askerlik hizmeti gibi de değil. Çoğu zaman öldürülene kadar bu yaşama devam etmek zorundadırlar. Bir insanın bunları yapması için "cehalet" ya da "kandırılmak" yeterli midir? Demek ki ortada ciddi bir baskı ve zulüm var. Ama buna karşın da örgütlü bir amaç da var; bu ikisi birleştiğinde, böyle bir halkın özgürlük talebini ellerinden almak imkânsızdır. Tarihte bu hep böyle olmuştur.
  8) "Sosyalistler PKK sempatizanıdır, terörist demiyorlar, pekeke diyorlar, şudur budur" 
  Bu ve benzeri cıyaklamaların nedeni devletin bekâsına "zarar" verecek her türlü muhalefeti tek bir potada eritip mutlak ve tek düşman yaratıp hedef gösterme amacını taşır. 1980 öncesinde de devlet, ülkücü-faşistleri grevci işçilere, sünni olmayanlara (özellikle alevilere), ilerici aydınların üzerine salarken de hepsini "komünist" olarak hedef gösteriyordu. Bugün de aynı süreç işlemektedir. Üstelik bugün devlet bunu sadece sivil-faşist unsurlarla yapmıyor, medyasını, polisini ve yargıçlarını da bu terörün silahı olarak kullanıyor. Eğer Kürt isen, hele bir de BDP ya da herhangi bir muhalif örgüt, dernek, sendika bünyesinde örgütlüysen ya da eylemine gidip kameraya yakalanmışsan, puşi takmışsan, pankart açmışsan, yumurta atmışsan bile KCK'den tutuklu yargılanman için yeterli bir neden olabilir. Dolayısıyla muhalefet yapan herkes peşinen "terörist" "PKK sempatizanı" oluveriyor.
  Sosyalistlerin elbette bu şartlar dışında dahi Kürt hareketini desteklemesinin bir nedeni vardır. Çok teoriye girmeyeceğiz. Ancak Lenin'in defalarca, üstüne basa basa söylediği üzere ulusların kendi kaderini tayin hakkı ezen ulus egemenlerinin işçi sınıfı üzerindeki milliyetçi uyuşturucunun kırılması adına, marksistlerin desteklemek zorunda olduğu bir politik bir süreçtir. Başka ulusu ezen bir ulusun özgürleşemeyeceği gerçeğinin yanında, zulümle, asimilasyonla ve sömürü üzerine kurulan her burjuva devlette siyasal kriz yaratması açısından da önem taşır bu hak. PKK'den önce de vardı bu ilke ve marksist-leninistlerin halklar arasındaki işçi sınıfı arasındaki dayanışmayı ve desteği artırması açısından son derece önemlidir.
  "Pekeke" denmesinin nedeni de siyasi tarafımızın belli edilmesine yönelik bir reflekstir. Pekeke diyoruz pekaka devletin imhâ ve inkâr politikalarının diline özgü bir hâl almaktadır. Biz bu politikalara karşı olduğumuzdan dolayı elbette pekeke, keceke diyeceğiz. Ha her "pekaka" diyen faşisttir, kötüdür, şudur budur demiyoruz. İnsanlar nasıl alıştıysa öyle söyler. Biz genelde haberleri yalancı ve satılık medyadan dinleyip okumadığımız için "pekaka" söylemi elbette bir süre sonra unutuluyor. Ha bütün pekeke diyenler  sempatizan mıdır? Hayır. Kürt şehirlerinden çıkan AKP'li, CHP'li milletvekilleri de "pekeke" demektedirler. Onların PKK sempatizanı olduğu söylenemez değil mi.
  PKK'ye "terörist" de demiyoruz.Demek zorunda da değiliz. Bu "terörizm" kavramı özellikle 11 Eylül'den sonra ABD'nin ve genel oalrak burjuva devletlerin çıakrlarına karşı silah kuşanan her unsura koydukları bir sıfattır. Örneğin ABD'nin ya da TC'nin çıkarlarına oynadığı için Suriye'deki "muhalif"lere terörist demiyorlar. Ama aynı grup, eğer bu devletlerin çıkarlarına ters düşseydi "terörist" ilân edilirdi. Yani "terörizm" bilimsel, objektif bir tanım olmaktan çok ideolojik ve keyfî bir tanımlamadır. Ezilen, zulme uğrayan herhangi bir halkın hak arama yolunda, eğer barışçıl hiç bir alan bırakılmamışsa silahlı mücadele son çare olarak meşruiyet kazanır. Bunun burjuva devletlerin çıkarlarına karşı olup olmaması bizim kriterimiz değildir. Bu yüzden "terörist" değil gerilla demeyi tercih ediyoruz.
    Sonuç:
  Kürt sorunu konusunda, her çatışma haberinin ardında cereyân eden, ırkçı-şovenist yaygaranın temel nedenini ortaya koyarak; bu ciddi ve yakıcı meselenin hiç bir şekilde farkında olmayanların, içi boş bir hamaset üzerinden, somut bir zemine oturmayan yorum ve klişelerin tekrarlanmasını önlemeyi amaçladık bu yazıyla. Hem Kürtlere, hem de Kürt siyasetine karşı devlet-medya-cemaât üzerinden servis edilen dezenformasyon ve yalan kirliliğinin arasında farklı bir referans çerçevesinden bakışı oluşturmaya da çalışıyoruz.
...
Yazıya ve içerdiği fikirlere yönelik hiç bir hamasî, ırkçı-şovenist gevezeliğe taviz vermeden, tarih bilinci içeren bilimsellik arzeden her türlü eleştiriye de açık olduğumuzu hatırlatalım. Umarız düşünebilen beyinlerde bir ışık yakabilmişizdir bu yazıyla.
7 notes · View notes
kereste · 12 years ago
Video
youtube
1941 baharında Yugoslavya, İtalyan ve Almanların faşist ordularınca işgâl edilir. Başında abuk sabuk bir kralın olduğu ülke bir kaç haftada teslim olur. Ancak tek bir kızıl sancak altında birleşen Sırp, Hırvat, Boşnak, Sloven ve Arnavutlar kısa sürede komünist partizanların saflarına katılacaklardır ve faşizme karşı silahlanacaktır. ... Alman ve İtalyan faşizmine karşı bu direniş sırasında partizan birliklerinin başındaki komutanlardan biri de Sava Kovaçeviç'tir. Karadağ'lı sıradan bir köylü çocuğu olan Sava, komünist partizan birliklerinin birinin başında çarpışacaktır. Yoldaşlarıyla beraber her çatışmada yer almakla kalmayıp, Şubat 1943'te bir yoldaşıyla beraber karşılarına çıkan 3 İtalyan takının üstüne çıkarak etkisiz hâle getirmesiyle iyice ünlenmiştir. ... Tüm partizanların hayranlığını ve saygısını kazanan Sava, 1943'te çarpışırken hayatını kaybetmiştir. 2. Dünya Savaşı'nda Avrupa'da faşist zorbaların elinden kendi halkının direnişiyle kurtulmuş tek ülke Yugoslavya'dır. Bir başka partizan olan Josip Broz Tito önderliğinde Yugoslavya etnik farklarını gözetmeksizin faşizme karşı direnen partizanlar ne stalinist Sovyet nüfuz alanına girmiş ne de Batılı emperyalistlerin kuklası olmuştur. Stjepan Filipoviç, Sava Kovaçeviç gibi sıradan halk çocuklarının faşizme karşı efsanevi direnişinin hikâyesidir Yugoslavya. ... Şarkının sözlerinin bir kısmı ise şöyle: "Karanlık faşist ordular görüldüğünde, Karşılarında hep Kumandan Sava'yı buldular Ey Kumandan Sava, Ey cesur kumandan Senle beraber ben de öldüm"..
4 notes · View notes
kereste · 12 years ago
Photo
Tumblr media
Ekim Devriminin talihsizliği, suyunun çıkarılıp romantik bir kültür metâsına dönüşememesinde yatar biraz da. Üzerinden neredeyse 100 yıl geçmesine rağmen anası tarafından sokağa terkedilen yavru gibidir tarihle ilişkisi. Ekim Devrimi, tarihin gayrı meşru çocuğudur.
...
Tarihi yazanlar, okutanlar ve piyasaya sürenler için Ekim Devrimi cesetlerin uzandığı kalabalık bir morgdan ibarettir. Ruhbanların, aristokratların, burjuvazinin, emperyalist talancıların, Çar'ın, bey ve ağaların toplu mezarıdır. Oysa milyonlarca işçi ve köylü, hiç bir zaman yazdıkları tarihin sayfalarında yer tutmamıştır, ki Ekim Devrimi onlar için kızıl bir ceset torbasından başka bir şey olarak görünmez.
...
Nasıl tarihle barışsın ki bu devrim? Bugünkü "devrimler" gibi cımbızla ilerici aradığımız, bulabildiğimiz zaman alkış tuttuğumuz, her yöne çekilebilecek, kayabilecek bir devrim değildi. Her şey apaçık ortadaydı, emperyalistlerin gizli işgâl ve talan anlaşmaları bile Dünya'ya ifşâ edilirken görüyoruz bunu. Kadınlara koşulsuz beklemesiz seçme ve seçilme hakkı, sömürge uluslara bağımsızlık, ulus şovenizmin ve dinîn sökülüp atılması, bankaların, fabrikaların tek kuruş ödenmeden kamulaştırılması, işçilere 8 saat iş süresinin uygulanmasında da görüyoruz bu açıklığı.
...
Liberal "demokrasi ve özgürlük" yalanı yoktu: . İngiliz liman işçileri, bolşeviklere karşı ateşlenecek silahların gemilere yüklenmesi karşısında grev yaparken sınıf dayanışması vardı. 20 iç ve dış gücün müdahalesi karşısında işçi-köylü ittifakı vardı. Ve evet, ölüm vardı, umut vardı. Dün tanrıdan merhamet dilenen, o devrim günlerinde milyonlar olup "burjuvaziye ölüm, Çar'a ölüm" diye haykırıyordu öfkesini!
...
Bugün tarihi yazanlar, okutanlar ve piyasaya sürenler, Ekim Devrimi'nin, orak-çekiçli kızıl bayrağın soğuk rüzgârını hâlâ enselerinde hissedip titrerler. İşte o yüzden, Ekim Devrimi bir kâbustur, unutlması, saklanması, sessizliğe gömülmesi gereken bir lânettir. Tarihin sonu Ekim Devrimleryile geldiğinde, geriye geleceğe doğacak bir güneş kalacaktır...
1 note · View note
kereste · 12 years ago
Link
Şimdi listenin en başında İzlanda, İsveç, Finlandiya falan var; en dibinde de işte Suudi Arabistan, Yemen, Türkiye gibi ülkeler var. Buraya kadar normal, anlaşılır.
E peki Leshoto 14. sırada ne arıyor? Sonradan anladım ki, iki cins arasındaki eşitlik oranına bakılıyor. Yani Leshoto'da sağlık hizmetinde iki cins de eşit olarak yararlanamıyor, ekonomik açıdan her iki cins de açlık sınırında yaşıyor, %85'i 15 yaşın altında olan bir nüfusta ilköğretimin zorunlu olmasından dolayı iki cins de aynı eğitim olanaklarına sahip vs. Bu nasıl bir saçmalıktır. 124. sıradaki Türkiye'den bir kadın şimdi 14. sırada Leshoto'da yaşamayı mı ister acaba?
0 notes
kereste · 12 years ago
Text
Kutsal Devlet Üzerine Notlar
"Ulusal devlet kapitalist ilişkilerin en elverişli, en avantajlı ve normal sahası olarak bu temel [metâ dolaşımı] üzerinde kurulur" demiş Troçki. Ulus devletlerin varlık nedeninin, gerçekte hiç bir kutsiyete, evrenselliğe ya da tarih-üstü mistik bir "görev/hak" değil de; son derece basit bir maddî pratiğe dayandığı gerçeği, kendini "kutsal devleti" ile özdeşleştiren sıradan milliyetçi için "kabul edilemez" kalmaya devam edecektir elbet.
...
Büyüklü küçüklü 200'ü aşkın bayraklı, millî marşlı, tarihli/efsaneli devletin varlığı, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimi bağlamında, sınıf mücadelelerinin egemenler lehine kontrol altına alınması ve "uluslararası işbölümü"nün sürekliliği amacına dayanmaktadır . Kapitalist sömürünün uluslararası boyutta sürdürülebilmesinin tek yolu, sömürülen kitlelerin sınıf mücadelelerini ulusal çapta baskı altına almaktır. Althusser devleti tanımlarken, "devletin baskı aygıtı ile Devletin İdeolojik Aygıtlarının devlet iktidarının alında bir araya gelmesidir." diye yazıyor ve devam ediyor: "Devlet aygıtı ile Devletin İdeolojik Aygıtlarının birliği ise, devlet iktidarını ellerinde bulunduranların sınıf siyâseti ile sağlanır.  Devlet iktidarını ellerinde bulunduranlar, devletin baskı aygıtını kullanarak doğrudan; devlet ideolojisinin, Devletin İdeolojik Aygıtlarında gerçekleşmesi ile de dolaylı olarak sınıf mücadelesi içinde etkin olurlar".
...
Bir devletin emperyalist paylaşım çelişkilerinin/çatışmalarının belirlediği güç hiyerarşisindeki konumu, devlet iktidarını ellerinde bulunduranların siyâsî yöntemlerini ve ideolojik dayanaklarını şekillendiren önemli bir unsurdur. Ancak ideolojik biçimi ve görünümü ne olursa olsun, tek amacı kapitalist üretim ilişkisini muhafaza etmektir. Türkiye örneğinde, devletin ideolojik kodlaması Dünya'daki konjoktüre göre sürekli değişim göstermiş, ancak bu değişim hep kapitalist üretim ilişkilerinin derinleşmesini sağlamıştır.
...
Siyasî geleneğini Osmanlı'nın son dönemlerinden miras alan Kemalist rejim, ulus-devlet temelinde sınaî kalkınmaya ağırlık veren, böylelikle de emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonu hedef alan bir siyâset izlemiştir. Kapitalist üretim ilişkilerinin lehine, feodal kalıntılar tasfiye edilmiş; ancak o dönemin konjonktürüne uygun olarak, Avrupa'daki faşist devletlerin ideolojik söylem ve uygulamaları kullanılmıştır. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra ise ABD'nin ağırlığını koyduğu "iki kutuplu" bir konjonktürde, burjuva demokrasisinin güdük bir taklidine tekabûl eden bir ideolojik konumlanma söz konusudur.
...
2000'li yıllarda ise, Soğuk Savaş sonrası emperyalist yeniden paylaşım sürecine dâhil olabilmek için devlet aygıtının yeniden düzenlenmesi ve ideolojik formatın da mevcut dönüşüme uyarlanması gerekti. AKP'nin, TC kurulduğundan beri üst-yapı ideolojisi olan ve özellikle 1980'den beri mevkî kaybeden  Kemalist ideolojiyi tasfiye etmesinin nedeni ardındaki siyâsal neden, emperyalist yeniden paylaşım sürecinde bölgesel bazda merkez emperyalist ülkelerin kuyruğunda talana ortak olma arayışıdır. İçe dönük sermaye birikimini tamamlamış ve "dışa açılma" ihtiyâcını karşılamak isteyen Türk sermayesinin "agresif büyümesini" sağlayacak koşullar, ancak AKP'nin politikalarıyla gerçekleşebilirdi.
...
Devletinlerin ideolojik hegemonyası farklılıklar gösterse de, en nihayetinde devletin kutsanmasını temel alır. AKP'nin dış politikada ve Kürdistan sorununa "ümmetçi" bir ağızla yaklaşmasıyla, içeride devleti kutsayan, Osmanlı'yı yeniden keşfetmişçesine gerici Türk-İslâm sentezini "Millet-i Hâkime" psikolojisiyle hortlatmasındaki tezat; kapitalist sömürünün derinleştirilmesi karşısında yükselen sınıf mücadelesi ve aslında bir sömürge sorunu Kürt ulusal sorunun neden olduğu çelişkilerden kaynaklanmaktadır.
...
Kutsal devlet, ideolojik hegemonyası ne kadar "ümmetçi" olursa olsun, kapitalizmin sürekliliği için olmazsa olmazdır. Devletler arasındaki çelişkiler, ideolojik ve siyâsal konumlanışları kapitalizmin tâbî iç çelişkilerinin uluslararası yansımalarından başka bir şey değildir.
1 note · View note
kereste · 12 years ago
Video
youtube
1972'de yapılmış Vietnam Savaşı'nın trajedisini konu alan bir Sovyet animasyonu. Mozart'ın muhteşem eseri Ave Maria eşliğinde, her izlediğimde gözlerimin dolmasına sebep olur bu animasyon.
1 note · View note
kereste · 12 years ago
Text
AKP'nin Öğrencileri
Tumblr media
Türk milleti tuhaftır. İbne dersin alınır, sikersin aldırmaz.
0 notes
kereste · 12 years ago
Video
youtube
19. yüzyılın sonlarına doğru ilk kez Varşova'lı komünistlerce söylenmiş bu marş, 1905 devriminde Rusya'da ve Ekim Devrimi'nden sonra da söylenmiştir. Orjinali Lehçe olan marş daha sonra Rusça'ya çevrilmiştir. Gittikçe ünlenen bu marş İspanya İç Savaşı'nda Anarşist CNT-FAI'nin ünlü "A las Barricadas" (Barikatlara) olarak ispanyolca yeniden yazılmıştır. Bugün Türkiye'de Bandista grubu ispanyolcasından esinlenerek sözlerini Türkçeye uyarlayıp bu marşı söylemektedir. Orjinal Lehçe versiyonu ve Rusçasındaki sözlerin çevirisi şöyledir: Sancağımızı gururla yükseltelim Acımasız fırtınaların tam ortasında kalsak da, Uğursuz düşman bizim sesimizi bastırmaya kalksa da, Yarına kalıp kalmayacağımız belli olmasa da! Hey! Bu bütün insanlığın sancağıdır! Yeniden dirilişin kursal çağrısıdır bu şarkı, Bu, emek ve adaletin zaferidir, Bu, tüm halkların kardeşliğinin zaferidir! ... Kanlı muharebeye, Varşovalı, ileri! Kutsal ve doğruluğa Marş marş Varşovalı! ... Bugün emekçi halk açlıktan ölürken daha iyi bir yaşam düşlemek suçken, ve aramızdan gencecik yaşlarında, darağacına korkmadan gidenler! Hayatını dava için verenleri, Hiç bir zaman unutmayacağız! Çünkü muzaffer şarkılarımız, onların isimlerini milyonların gönlünde şereflendirecektir. ... Kanlı muharebeye, Varşovalı, ileri! Kutsal ve doğruluğa Marş marş Varşovalı! ... Hurra! Halklara dikenli taçları* giydiren Çarların taçlarını yerlere gömelim! Halkların kızıl kanıyla boyalı tahtlarını onların kanı içinde boğalım! Milyonlarca insanın kanını emmiş olanlardan İntikamımızı alalım! Ha! Çar ve yardakçılarına ölüm Yeni bir geleceğin ekinlerini toplamak için! *İsa'ya işkence edilirken giydirlen dikenli taca gönderme yapılıyor
1 note · View note
kereste · 12 years ago
Video
youtube
‎”-Askerler, siz kimsiniz, kimin ardından savaşa gidiyorsunuz? Kızıl Bayrağın altındaki yaralı kim?
- Biz ırgat çocuklarıyız ve biz ki yeni bir Dünya için varız! Sancağı taşıyan da Schorz, Kızıl Ordu Komutanı
Ey Kızıl Kumandan!”
“Soğuk ve açlıkla geçti hayatımız, ama kanımızı bir hiç için dökmedik. Düşmanı saflarımızdan söküp attık Çelikleşen irademizle davamızı onurlandırdık...
Ey Onurlu davamız!”
0 notes
kereste · 13 years ago
Text
Spartaküs'ün Güneş Devleti
Sicilya'da umudun güneşi batarken 20 000 kölenin çürüyen bedeni çarmıhlardan tarihe ve geleceğe mirasını bırakıyordu. Suriyeli Eunus ilk köle ayaklanmasını başlattığında, adanın doğusunda da Kilikyalı Kleon binlercesiyle ikinci cepheyi açıyordu. Onbinlerce köle, Roma zulmüne karşı şehirleri alıyor, Sicilya'yı zincirden kurtarıyordu. O günün Dünyasında her kabileden, her kavimden köle tüm varlıklarını tek bir amaçta birleştirmiş, dönemin süper gücüne kafa tutuyordu. Kilikyalı Kleon, Suriyeli Eunus'la hiç bir iktidar mücadelesine girmeden güçlerini onunla birleştirmeyi kabul ediyor, çünkü davaları egemenlerin kof iktidar oyunlarından farklıydı: Özgür bir Güneş Devleti kurmaktı.
 ...
Romalılar muzaffer gelir. Güneş Devleti kurulamadan söner. Köleler ibret olsun diye çarmıhlara gerilir. Bir daha asla böyle bir şey olmayacaktır, hiç bir köle artık efendisine itaât etmek dışında bir şeye cüret edemeyecekti. Öyle ki, Roma, tarihinin altın çağını yaşıyordu. Bugünün parasıyla bir dolardan daha az bir fiyata tekabûl eden köleler ordusu akın akın Roma'ya zincirleniyordu. Köle emeğiyle muazzam anıtlar, binalar, şehirler, tarlalar kuruluyor ve bir avuç Romalı zenginliğine zenginlik katıyordu. Bundan sonra Romanın savaşları sadece topraklarını genişletmek için değil, büyük ölçekli bir köle avı için yapılacaktı.
...
Güneş Devleti rûyası sona ermişti. Kartacayı dize getiren Roma, tamamen kölelerin sırtında yükselen büyük bir imparatorluğa dönüşmüştü. Eunus ve Kleon kırdıkları Roma zincirlerinde boğulmuşlardı. 
...
Kölelere uygulanan zulmün hâddi hesabı yoktu. Latifundia denen geniş topraklarda ya da İspanya'daki gümüş madenlerinde; yüzlerce, binlerce kölenin emeğiyle Roma'nın asilzadeleri zenginleştikçe zenginleşiyor, Roma'nın savaşlarına asker olarak gönderilen özgür köylüler geri döndüklerinde topraklarının bu Romalılarca "satın alındığını" görüyor ve borç batağı içerisinde şehirlere akın ediyorlardı. İşte o zamanın "proletarii"si denilenler de bunlardı. Onlar işsiz, güçsüz, borç içinde, köle emeğinin ucuzluğu karşısında tutunamayanlardı. Üretmiyorlardı. Karınları Roma'lı asilzadelerin halka dağıttığı ekmeklerle doyarken, dertlerini de gladyatörlerin dövüşlerinde, at arabalarının yarışlarında unutuyorlardı. O günün "proletarii"si bugünkülerden çok daha farklıydı
...
Ve atasözleri! Yozlaşan Romalı zenginler karşısında "eski kafalı" olarak addedilen, yeni zengin sınıfı "dejenere" olarak nitelendiren, köleleriyle beraber tarlasını süren Cato bile "bir köle uyumuyorsa çalışmalıdır" dermiş. Köle, bir katırdan, bir öküzden daha değerli değildi. Öyle ki, kölelerin kullandığı aletler dahi son derece basit ve derme çatmadır. Sofistike bir alet kullanmaları yasaktı, çünkü olur da kırarlarsa, cezalandırılmaları bir yana, mâlî zarar vermiş olurlardı. "Eğer bir köle besin yetersizliğinden dolayı iyi çalışamıyorsa onu beslemeye devam etmek ekonomik değildir, yerine daha tazesi alınmalı; eğer bir köle çalışmasına rağmen iyi beslenmiyorsa onu beslememek de ekonomik değildir, çünkü yenisi o kadar iyi çalışamaz" da gene bir Romalı sözüdür.
...
Bir köle ne kadar yaşardı bilmiyoruz. Ama bu şartlar altında sağlıklı bir kölenin 2-3 yıldan daha fazla yaşamadığı bellidir. Bir köleyi 2-3 yıl beslemek, 2-3 yılda birbirinin yerini alan 20-30 köleyi açlıktan ölene kadar çalıştırmak daha kârlıdır. İşte Romalıların düşünme biçimi buydu. Kölelerin neler düşündüğünü, kafalarından neler geçtiğini dahi bilemiyoruz. Bir atın, bir öküzün neler düşündüğünü bilemediğimiz gibi. Romalı tarihçiler için onlar insan değil, ucuz birer mülk idi.
...
Eunus ve Kleon'un hiç doğmamış Güneş Devletinin ardından 60 yıl geçmişti ki, hiç kimsenin cüret edemeyeceği şey gene vukua geldi. İsmi bilinmeyen bir Trakyalının önderliğindeki 60-70 gladyatör Capua'daki gladyatör okulundan kaçar. Geçtikleri her mâlikâneyi yağmalarlar ve oranın köleleri onlara katılır. Sayıları gittikçe büyür. Romalılar bunu uzunca bir süre basit, küçük bir haydut çetesinin sıradan eylemleri olarak önemsemezler.
...
Ancak, sadece köleler değil, işsiz kalmış özgür ama yoksul köylüler, çobanlar, esnaf ve zanaâtkarlar, Yunanlı retorikçiler, okumuşlar, ordu artıkları bile Trakyalı için söylenen Spartaküs ismini duyup akın akın geliyorlardı Vezüv Dağının eteklerine. Romalılar henüz tehlikenin farkında olmadan Clodius Glaber liderliğinde, isteksiz askerlerden oluşan küçük bir Romalı birlik yollarlar. Vezüv eteklerinde darmadağın olurlar. Ardından Lejyonlar gelir, onlar da darmadağın edilirler. Artık karşılarında haydut çetesi değil, özgürlüğe susamış bir köle ordusu vardır.
...
Spartaküs'ün Galyalı Crixus'la yolları ayrıldığında kuzeye doğru ilerler iki köle ordusu. Neden yollarını ayırdıkları bilinmez. Belki Alpleri aşıp Galya topraklarına geri dönmek istediler belki Roma'yı yağmalamak istediler. Bilinmez. Çünkü biz tüm bunları Romalı egemenlerin yazılarından biliyoruz. Bildiklerimiz, Tayyip Erdoğan'ın ağzından Mahir Çayan'ların kim olduğunu dinlemek gibidir. Buna rağmen Romalı tarihçiler istemeyerek Spartaküs'ün köle ordusunun kahramanlıklarına değinmek zorunda kalır.
...
Crixus'un ordusu Romalılara yenilir. Diğer Lejyonlar da Spartaküs üzerine yürür. Spartaküs sayıları azalmasına rağmen onları dize getirir. Kuzeye yürümeye devam eder. Gene nedendir bilinmez ansızın Alplerin eteklerinden Güneye yürümeye başlar. Her geçtikleri yerde, yağmaladıkları her arazide köleler ordusu çığ gibi büyüdükçe büyür. 
...
Başka bir Romalı kumandan Crassus, diğerlerinden daha acımasız ve ihsân olmaz bir aristokrat olmasına rağmen tehlikeyi daha ciddi ele alır. Spartaküs'ün köle ordusunu zayıflatarak güçsüz bırakma taktiğini seçer. Uzun süre savaşmaz, ki Romalılar güçlerini toparlasın. Bu sırada Spartaküs İtalya çizmesinin "ayak ucuna" doğru yol alırken Crassus'un ordusu da dahil olmak üzere toplam dokuz Roma lejyonunu yenilgiye uğratmış olur. Ancak Crasus durmaz.
...
Spartaküs "ayak ucuna" vardığında Sicilya'ya geçmez ister. Romalılardan, en azından aradaki deniz yoluyla korunmayı düşünür. Belki de Güneş Devletini kurmak ister o da. Eunus ve Kleon'un yolundan gitmek ister. Sicilya'ya bir geçtiler mi artık kimse onları yenemezdi. Sicilya Adasının kıyıları gözükmesine rağmen, Korsanlar Spartaküs'le olan anlaşmalarını feshederler. Romalılardan korktuklarından mıdır, yoksa Romalılar rüşvet verdikleri için midir bilinmez, kölelere ihanet ederler.
...
Crassus bunu fırsat bilir. Spartaküs'ü savaşta yenemeyeceklerini bilir. Bu yüzden köşeye sıkışmış Spartaküs'ün ordusunun önüne duvarlar ördürtür. Bütün erzaktan mahrum kalan köle ordusu zayıflamaya başlar. Geriye tek çare kalır: Ölümüne savaşmak!
...
Spartaküs belki savaş alanında ölmüş, belki de kaçmayı başarmıştır, bilinmiyor. Hiç bir zaman bedeni bulunamamıştır. Köle ordusundan geriye kalan 6000 savaşçı yollar boyunca çarmıha gerilmiştir. Güneş devleti bir kez daha batmıştır.
...
Tarih bilen olsun, bilmeyen olsun, herkes Spartaküs ismini bir şekilde duymuştur. Ama ne Crassus, ne Pompey, ne de Glaber ismi aynı kaderi paylamamıştır. Bir şekilde tarihin kendisi, isimsiz bir Trakyalının efsanesini günümüze kadar getirmiştir, getirirken hakkını vermiştir. Tarihin muzafferler tarafından yazılmasına rağmen, mağlup bir kölenin ve ordusunun ismi 2000 yıl sonra capcanlı anıt gibi yükselmektedir. Spartaküs, Marx'ın dediği gibi, bugünkü proletaryanın tarihteki gerçek temsilcisidir. Bugünün ücretli kölelik düzeniyle kıyaslandığında, o zamanın köleleriyle neredeyse eşit koşullar söz konusudur. Batılı refah toplumlarının penceresinden bakıldığında, ücretli kölelik düzeninin vahim gerçekleri bir ekranın sanal görüntülerinden ibarettir. Ancak kitleler hâlinde açlıktan ölenler, karın tokluğuna, sadece kendi yaşamlarını asgâri olarak yeniden üretebilecek bir ücret karşılığında (ki bu antik kölelerin aksine, emek verimliliğini, dolayısıyla artı-değer üretimini artırır) yaşlı Cato'nun dediği gibi "uyumadığı zaman çalışmak" dışında bir şansları yoktur.
...
İki çağın köleleri arasındaki fark pek olmasa da, bugün kapitalizmin zenginlikleri, Romalı aristokratlarından 1000lerce kez daha fazladır. Dünyanın en zengin 200 kişisinin serveti, Dünyanın en yoksul 2,5 milyar kişinin servetinden daha fazlasına sahiptir. Ancak modern Spartaküs'ün ve köle ordularının tekrar ortaya çıkmaması için, Romanın zincirlerinden daha süslü, daha yanılsamalı modern zincirler inşâ etmiştir egemenler. Bunun adına ideoloji dersin, köleler sınıfının atomizasyonu dersin, küçük burjuvazinin zenginleşme rûyası dersin ya da kredi kartının tüketim çılgınlığı dersin, farketmez. Zincir zincirdir ve modern kölenin boynunu değil ama zihnini prangalamıştır.
...
Bir yandan "demokrasi ve özgürlük"ten bahseden bugünün egemenleri öte yandan Romalı aristokratlardan farksızca, ezilenlere karşı bakış açısı 2000, belki de 4000 yıldan fazla bir adım ileri gitmemiştir. 21. yy'da egemenlerin tavırları, eğitim olanaklarına, onca teknolojiye rağmen aynı ilkelliktedir. Ancak 21. yy.lın olası Spartaküs'leri Güneş Devletini kurduklarında onların bu ilkelliklerini o Güneşin ışıkları altında cayır cayır yakacak ve yeryüzünden sonsuza dek silecek denli cüretkâr olacaktır!
Yararlanılan Kaynaklar:
marxist.com:- Roman Republic, Class Struggle in Roman Republic;- Spartacus, The True Representative of Proletariat
en.wikipedia.org: Spartacus, Servile Wars, Roman Empire, Carthaginian Empire ve ilgili bir sürü başlık
Spartacus, Arthur Koestler; Plato Yayıncılık
0 notes