Text
FENERBAHÇE AMBLEMİNDEKİ MUALLA
"Bahtımın hep kapalı oluşuna sebep neydi? Yaşamak, başkaları kadar benim de hakkım değil miydi?"
Knut Hamsun / Açlık
Bir sefalet içinde ölecekti. 1967 yılında, ülkesinden uzakta, pek çoklarınca "delinin teki" diye anılarak, düğmesi kopmuş hırkalarını iğnelerle tutturan ve defalarca akıl hastanesine yatırılan bu adam Reillane'deki bir çiftlikte 20 Temmuz 1967'de ölecek ve Paris Kimsesizler Mezarlığı'na gömülecekti. Ama bu hikayenin sonundan kimsenin haberi yoktu henüz; sene 1903'tü ve Düyun-u Umumiye ikinci müdürü Mehmet Ekrem Bey ile Emine Nevber Hanım bir çocuk bekliyordu. "Mualla!" dediler doğum yaklaşırken, "Doğacak çocuğumuz bir kız olsa keşke, ismi de evet, Mualla olsun!" Fakat aksilik ilk nefesle geldi; bir erkekti bu. 2000'lere gelindiğinde yalnızca değnekçilerin ilgisine mazhar olacak Moda'daki bir konakta ufak adımlarla yürümeye başlıyordu Mualla. Bir erkek olmasına karşın uzun bukle bukle saçları ve onu bir kız çocuğu gibi yetiştiren annesinin giydirdiği etekli elbiselerle dolanıyordu hayatın o hiç bilmediği kuralları arasında. Ya dünya ya da insan hiçbir zaman bekleneni veremiyordu hayatta. Ve Mualla da bu kuralın ayaklı bir portresiydi sanki.
Yaşı biraz büyüyünce o da her çocuk gibi bir kahramana ihtiyaç duydu. Şans bu ki, hem elleri hem de ayakları hayli maharetli biri vardı yakınında; dayısı Hikmet Bey. O yıllarda Fenerbahçe'de sol açık oynayan Topuz Hikmet, 1910'da yaptığı bir çizimi şöyle anlatıyordu;
"... İlk önce bayrağımızın renkleri kırmızı ile beyazı bir araya getirdim. Sonra kırmızı üzerine bir kalp şekli çizerek bunu sarı-laciverte boyadım ve üzerine de metanet, kuvvet ve sağlamlığın ifadesi olan meşe dalını resmettim. Beyaz kısma da kulübümüzün ismini ve kuruluş tarihini yazdım. Rozetimizi çizerken, ona şu manayı vermeye çalıştım; Kalpten gelen bir bağlılıkla bu kulübe hizmet etmek..."
Hem gollerin hem de tarihe geçen amblemin altına imza atan Fenerbahçeli Hikmet dayısına özenerek tek bir sevdaya bağlamaya başladı gönlünü Mualla; futbol. Okulu asıyor, kimseyi dinlemeyip Moda sahilinde top peşinde koşuyor ve sadece dayısı gibi bir futbolcu olmanın hayallerini kuruyordu. Tıpkı dayısının "kalpten gelen bir bağlılıkla" deyişi gibi dışındaki dünyaya karşı kendi doğasını savunuyordu her hareketiyle; adı bile konulmuş bir kız beklenirken erkek doğuyor, yüksek sosyal sınıfa ait muntazam bir öğrenci olup derslerine önem vermektense meşin yuvarlağı toprak kahvesi ve çimen yeşiliyle düşleyip duruyordu. Fakat araya hayat girdi. Biz kendimiz olmaya çalıştıkça söz hakkı hayata geçer ve o ağzını açtığında hayli ağır konuşur. Öyle bir anda futbolcu olmak isteyen Mualla'nın ayağı kırıldı. Bir kemik sesi duyuldu, futbol spikerlerinin deyişiyle; çat! 12 yaşındaydı ve kırılan ayağı alçıdan çıktığında Mualla hayalleri de kırık bir çocuktu artık; topal kalmıştı. Bu kadarla bitmiyordu hayatın sözleri; 15 yaşına geldiğinde okulda bir grip mikrobuyla karşılaştı; 1,5 yılda 100 milyona yakın insanı öldüren İspanyol Gribi. Ve Mualla'dan annesine sıçrayan bu hastalık Emine Nevber Hanım'ı cansız, Mualla'yı ise annesiz bırakıyordu. Mualla önce haksız bir kırmızı kartla oyundan atılmış sonra da stadyumun ışıkları annesinin gözleriyle tastamam kapanmıştı üstüne. Bu ölümden ötürü kendini suçlayacaktı hayatı boyunca. Sonra annesinin ölümünün üstünden çok geçmeden evlenen babasıyla da arası bozulacak ve iç dünyasında onu yitirecek, yetmezmiş gibi kardeşi de bir uçak kazasında hayatını kaybedecekti. Hayat Mualla'yı doğumundan beri herkesten tek tek kopardı; çocuktu annesiz kaldı, babasını "başka bir kadın" aldı, düşleri ve bir kahramanı vardı ama artık Mualla topal bir adamdı, bir kadına ilk büyük aşkı hissedecek ama aşkı Hale Asaf tarafından aşkına karşılık bulamayacaktı. Yaşamına karşı son sözü söylemek içinse yine kahramanını takip etti Mualla. Tek bir iz kalmıştı yürüyebileceği; resim. Dayısı çizdiği Fenerbahçe amblemiyle, Fikret Mualla ise "yürekten bir bağımlılıkla" resmettiği kapkara bir yaşamın cıvıl cıvıl renkleriyle geçti tarihe. Uzun yıllar yaşadığı Paris'te tablolarını bazen ucuz bir şişe şarap parasına bazen yediği iki lokma yemeğin hesabına sattı. Bir sefalet içinde yaşarken kimseye benzemeyen dehasıyla iki limana sarıldı yalnız; içki ve resim. Sanatçının paraya muhtaçlığını protesto etmek için 1934'te İstanbul'da Abidin Dino ile dilendi, arkadaşı Picasso'nun hediye ettiği tabloyu şarap almak için sattı ama para için sipariş resim çizmedi hiç. Hayatı baştan sona bir aksilikler senfonisiydi fakat en büyük sevincini de ona yine bir terslik yaşattı...
Mektup almayı çok seven ve hatta bu yüzden sık sık kendine mektup atan Fikret Mualla'yı en çok mutlu eden bu zarfın üzerinde Fenerbahçe Spor Kulübü yazıyordu. Sene 1959'du ve bir teşekkür cevabıydı bu. Çocukluk aşkı Fenerbahçe'ye bir mektup atmıştı Mualla; o yıl Nice takımıyla maç yapmak için Fransa'ya gelen Fenerbahçe'ye uzun uzadıya Nice'in taktik analizini, takımın nasıl oynaması gerektiğini ve alınması gereken önlemleri yazdı. Cevaben gelen kağıtta ise pis pis sırıtıyordu hayat; "İlginize çok teşekkür ederiz Mualla Hanım.".
Fenerbahçe ve Türk Futbolu'nun en yoksul, en deli, en alkışsız ama en dahiyane ve tarihe geçen gollerini Fikret Mualla attı. Şimdi tablolarına paha biçilemeyen Mualla, birkaç franka tablo verip yapayalnız dünya sanat tarihine geçerken "Pentürle hayatımı kazanıyorum daha ziyade kendimi öldürüyorum. Elimdeki avucumdaki ne ölecek ne de yaşayacak kadardır" diyordu. Artık ondaydı söz hakkı ve hem kendine hem bize pişmanlık dolu bir tokat, son düdükten sonra tabelaya işleyecek bir gol daha atıyordu kederle. Bir gol, tastamam sanata adanan hayatların yapayalnız ve açlık dolu kaderini özetleyen; bir gol, asıl yürüyüşü bozuk topalın yeryüzü olduğunu gösteren;
"... sanırım çok fazla resim yaptım."
28 notes
·
View notes
Note
Sana ulaşılabilecek bir e-mail adresi var mı?
1 note
·
View note
Text
Ayrılığın Birinci Saniyesi
Başı omzumdaydı. Dudaklarımı dudaklarına, değil bir ürkek hayvanı bir ormanı ürkütmekten korkarak usulca yaklaştırdım; öptüm onu. Ve ayrılmaya başladık.
Birçoğuna sorsak iğrenç bir geceydi bu; öfkeli bir ihtiyar gibi kabaran deniz, beton setleri ha bire aşıp yürüyüş yollarını ve geniş çimenlikleri sele boğuyordu. Geceyarısının bir saati telefonda konuşurken çıkıp yürüyelim mi biraz demiştik; bunu önce hangimizin söylediğini unutacağımızı bilerek, çıkıp yürüyelim o zaman biraz dedik. Ayaklarımızın sahil yolunu basan suların içinde sırılsıklam olup soğuktan zonklayacağından emin olarak; çıkıp yürüyelim o zaman biraz. Çok yağmur yağıyordu ve yağmuru üstümüze alınmak istedik. Fırtınayla uğuldayan karanlık manzaramızın içinde Van Gogh yıldızları yalpalıyordu.
Omuzuma dayalı alnından yere dökülen dudaklarına çevirirken başımı, ağızlarını birbirine yapıştıran ilk iki insanı merak ettim. Neden yapmışlardı bunu? Teorilerim vardı bunun için; belki bir ölünün dudaklarını sınamıştı bir adam. Bir kadının da olabilir bir erkeğin de. Bir ceylan ölüsü de olabilirdi bu, bir kırlangıç cesedi de. Hala hayatta mı diye anlamak için ağzına ayna tutulan ölüler gibi, belki biri, öyle bir ağız aynası olarak dudaklarını kullanmıştı ilk. Ya da karşısında nahoş sözcükler fışkıran bir ağzı susturmak için bir tokat görevi görmüş olabilirdi birinin ağzı. Belki de önce sevişme vardı; bir aşkta dudakların karesini almak keşfedilmemişken, sert bir anda ya da biri çığlık atınca arzuyla, telaşla ağzıyla doldurmuştu biri ötekini. Neden yapmışlardı bunu? Alnını kokladım. Alnı hiçbir şey kokmuyordu. Tekrar kokladım derince. Ufak teknelerin, gıcırdayan sandalların ve bir büyük kentteki bütün paslanmış “uzaklara gitme” hasretinin bağlandığı iskeleye baktım. Bir kedi vardı iskelede. Sarı, kabarık tüyleri sırılsıklam vücuduna yapışmış, yağmurun utandırdığı, kimliğini çalıp bir hiç ettiği kedi. Alnını kokladım. Saçlarımdan sular, kapanan gözkapaklarıma süzüldü.
Kahve mi içmiş, topraksı bir tat var dilinde. Hayır, bu bir başkasının ağzıydı. Dişlerinde biraz eğrilik; sanki tüm gün yorulmuş bir tahta süpürgenin duvara yaslı bırakılmış hali. Bu da ilk sevgilimdi. Parlatmaya çalıştığın bir evin misafir salonu, “bir şey olmaz” diyerek bir kez, sadece bir kez ucuz kanepelerin altına süpürdüğün can sıkıntıları. Diş ve süpürge. Bu o değil. Gözlerimi daha sıkı. Daha sımsıkı gözlerimi. Dudaklarının üzerinde bir yeni yıkanmış yastık kılıfı kokusu. Uyurken yastığın üzerinde şekli bozulan dudak kıvrımları. Belki uykusunda ağzından yatağa sızan akıntılar. Dudak kenarlarında, sabah yüzünü iyi yıkamadıysa mide sularının lekesi. Ya da günboyu suratını kapayan atkısının birkaç gün önce bir tekel tezgahına sürtünürken üstlendiği bir kir; düşüp kırılan 70’lik rakının öyle pek özenli silinmemiş tezgahta bıraktığı iz. Ağzında her şey olabilir. Sorun değil, benim de ağzımda her şeyler var; ön dişlerinin keskinliğinde gezindiğim birkaç saniye; belki dilimi tamamen teslim edip beni lâl et mi deyişim yani? Dilinin üzerinde toprak tadı var. Evet, bu bir başkasının ağzı. Ağızlar böyledir; öptüğümüz herkesin ağzı, öptüğümüz herkesin ağzına girip yerleşir. Matruşka bebekler olarak açılır; sonuncusu hariç. Sonuncu bebek bendim. Açılamayan. Üşüyordum.
Açıldım mı? Bilmiyorum şimdi. Üşüyordum ve milisaniyeler halinde gelip giden dudağını kanlar akıtarak kopartma arzumun sebebini düşünüyordum. Anlık bir öfke patlaması olamazdı herhalde bu; nefret, kin ya da yok etme isteği de olmamalıydı. Öyleyse neden? Kafamdaki hangi düşüncenin sesi bana bu dudağı kanlar içinde kopartıp hemen bir sigara yakmayı ve denizin gözbebeklerine bakıp -bir dalganın gerdan kısmıdır bu- “ böyle kudurarak nereden geliyorsun” diye sormayı öğütlüyordu? Bu dudakla derdim neydi? Neyin lekesini arıyordum damağında? Bir başkasının bir tel sakalı düşüp saplanmış olabilir miydi ağıziçlerine? Yok. Kaygandık. Haber bültenleri insanlara gerekmedikçe dışarı çıkmamalarını öğütlüyordu. Dışarı çıkmak zorundaydık. Deniz otobüsleri tüm seferlerini iptal etmişti. Keşke bir deniz otobüsü olabilseydim, ama değildim işte. Sokak köpeklerinden zerre yoktu ortalıkta; sanki hiç olmamışlardı. Ne bir havlama ne bir kıvranış. Kıvranıyordum. Bir adanın boğulmak için ne kadar dalga yemesi gerektiğini düşünüyordum gözlerim kapalıyken, ağzımın içini ıslatan ben değildim bu sefer, bir adamın boğulmak için ne kadar hata yapması gerektiğini düşünüyordum, gözlerimi açacak halim yoktu.
Başı omuzumdaydı. Tek bir şeyden emindim; omuzlarım onun başını kendi kafamdan daha çok istiyordu üstünde. Rahatını kaçırmaktan korkarak, denize dönük, rüzgarı cepheden yiyen suratımı usulca ona çevirdim. Bir rüzgar nerede başlayıp nerede silinir yok olur tam? Azar azar mı kaybolur yoksa birden, bir çukura düşer gibi mi ölür bir rüzgar? Yüzümü ona çevirdim, saçları dudaklarıma girmeye başlayacaktı biraz daha dönersem. Biraz daha eğilirsem alnının kokusuzluğu başlayacak, biraz daha indirirsem yüzümü, burnuna sürtünecek dudaklarım soğuk rüzgarın içinden sıcak nefesini görecekti. Biraz dahası; ayrılmaya başlayacaktık. Öpmedim onu.
29 notes
·
View notes
Text
Faili Meçhul Değil
FAİLİ MEÇHUL DEĞİL
Yüzündeki hüznü saklayamayan adam, önündeki kağıda şu cümleleri yazıyordu; “Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: “Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…” Bu satırların muharriri, 41 yaşına geldiğinde bir ormanda öldürüleceğini bilmiyordu. Ve ölüm sebebi en kısa ifadeyle “farklı” düşünüyor olmasıydı.
2 NİSAN 1948
Öldürülmesi yetmemiş gibi üzerindekiler de dergi borçlarına binayen talan edildi; gömleği, ceketi ve hatta gözlüğüne haciz konuldu. Oysa o gözlüklerin asıl halini, 13 Ocak 1949'un Son Posta gazetesinde onu öldürme görevini ifa eden Ali Ertekin anlatıyordu; “... suratı, gözlüğü, kulağı kan içinde kalmıştı, arkasından aynı şiddetle bir daha vurdum. Bir iki darbeden sonra Sabahattin Ali sol tarafına doğru yere yıkıldı. Ağzından burnundan kanlar boşandı. Dikkat ettim. Hafif hafif nefes alıyordu. Bu defa üçüncü bir darbeyi vurunca nefesi tamamen kesildi. Ölmüştü.” Sabahattin Ali'yi “milli hislerini tahrik ettiği” gerekçesiyle öldüren bu kukla, bir düşündürücü detayı daha paylaşıyordu ifadesinde; başına sopa darbeleri indirmeye başladığında Sabahattin Ali kitap okuyordu. Adına ister devlet ister derin güçler deyin, halkın ufkunu ve muhayyilesini açmakla mahir herkesi bir bir yok eden o “güç”, cinayet delilini arkasında bırakmıştı yine; yazar, kitap okurken öldürüldü. Tam 66 yıl evvel, 2 Nisan 1948'te işlenen bu cinayetin azmettiricisi hala ortaya çıkmadı. Tıpkı Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Behçet Aysan, Metin Altıok, Onat Kutlar, Metin Göktepe, Nesimi Çimen ve Hrant Dink'in katili gibi. Yetmedi, yenilerini ekledi; Ali İsmail, Berkin, Ethem, Abdocan, Burak Can ve niceleri...
Farklı dönemler ve bambaşka iktidarların devrinde işini yapmaya devam eden meçhul ve meşhur fail, bireysel ya da toplu katliamlarını örtmek için açtığı tüm asit kuyularında hep aynı değeri yok etmeye çalıştı. Uyumsuz kim varsa önce -çoğunlukla- öz ailesinin sonra toplumun hışmına uğradı bu coğrafyada. Baskılar onu yıldıramadıysa yol bellediği koşusuna devam etti son sürat, fakat sonrasında bekleyen giyotin toplumun ayıplamasından da büyüktü hep; uyumsuz kişi, itaat bekleyen koltuklarca uçuruma atıldı.
GİZLİ ÖZNE
“Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku… Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim.” Sabahattin Ali, 1935'te eşine yazdığı mektupta kayda geçiyordu bu öneriyi. Fakat bu kaçışın her zaman öyle kolay olmadığını o da iyi bilip belirtiyordu aynı mektubunda. Kaçamıyoruz; hırsızlık ve katliamın, utançtan başı önüne düşmüş balkonların, kendi çıldırmış gücüne dayanamayıp kısılıp büzülen seslerin ve bu güce tapanların karşısında uyumsuzuz. Tam en güzel sayfası okunacakken üzerine kan sıçramış bir kitap gibi huzursuzuz. Ama soruyoruz ya, hani soracağız da hep; kim bu katil? Bu aydınları ve çocukları gözünü kırpmadan öldüren şerefsiz kim? Kim vatanından öte dünyanın ruhunu satan bu hain? Gün ışığında evlere girip menekşemizi çalan, önce oy attırıp sonra alay eder gibi damgamızı gasp edenler nerde? Ve tüm bunlar bir gün bitecek mi? Bu sorulara tek kelimelik cevabım var, o da Sabahattin Ali'nin cümlesindeki edebi ve ebedi gizli özne; “Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?”
nisan, 2014
26 notes
·
View notes
Text
SAVAŞIN ORTASINDA KOŞAN ATLAR; TAREQ VE BEN
"Savaş bitecek ve ben şiirime geri döneceğim."
Suriye'de bir duvar yazısı
Size bu satırları hayli zor şartlarda yazıyorum. Zor bir yazı olacak bu. Bedelini ödediğim, ödüyor olduğum ve "bu kadar şaka yeter" deyip gözlerimi kapatacağım güne kadar da ödeyeceğim bir hikaye. Bir hayal sahibi olmanın hikayesi. "Ne diyor ulan bu adam" başlıklı bu girizgahı sonlandırırken bir cümle daha eklemeli; ayağı kırılan atların artık işe yaramazlaştığı ve vurulduğu öğretilir hepimize, oysa bazan bazı atlar ayakları kırıldıkça daha süratli koşar. Vurulmamak için değil, koşmayı severler, o kadar.
Lise sıralarında yeni yeni şiirler yazmaya çalışırken bir gün içine aniden dehşet düşen bir çocuktum; "adım bir süre sonra yalnızca -o da parçalanacak olan- bir mezar taşında mı kalacak? Yani her şey nasıl olur da yok olur?" Bu soru bana bir hayal vermişti o gün; gördüğüm, hissettiğim ve hissetmek istediğim ne varsa kendi lisanımla anlatacaktım dünyaya. Bu garip duygumu utana sıkıla gidip edebiyat öğretmenime döktüm; omuz ve cesaretle destekledi beni. "Tamam" dedim "demek o kadar da saçmalamıyorsun." Tek bir kelimeye indirgeyemediğim bir hayalim vardı ve taşıması zorlaşıyordu gün geçtikçe. Üstelik o lise sıralarındayken, henüz "istihdam, işsizlik, sigorta primi, maaş bordrosu, sağlık sigortası, Türk Lirası, mutfak giderleri ve dünya" gibi kelimelerle aram yoktu. Daha vahimi, ilgimi de çekmiyordu bunlar. Çünkü banknotlardaki adamların suratları hep asıktı. Banknotları olanlar da bir türlü yürekten gülemiyordu. Şairin "Gençtim ya, ne farkeder deyip geçerdim / nehrin uğultusu da olur, dalların hışırtısı da / gözyaşı, çiğ tanesi, gizli dert veya verem / ne fark eder demişim / bilmeden farkı istemişim" dizeleriyle aynı yöne yontulan bir heykele dönüşürken hayatım, hayal edinip farkı isteyen ben, burun kıvırdığım şeylerin ayakkıran birer tuzak olduğunu bilememiştim. Başka yöne koşmak isteyen bir attım sadece, kaç ayağım olduğunu bilmiyordum ve koşuyordum işte. Çünkü iyi ya da kötü, arabesk ya da şen, sağlıklı ya da mariz... Bir hayalim vardı. Ve mutluydum. Şimdi zor şartlar diyorum çünkü bu ara yine biraz ayağım kırıldı. Ve yine şairin dediği gibi "damar kesildi, kandır akacak / ama kan kesilince damardan sıcak / sımsıcak kelimeler boşandı." Fakat, artık adına şans mı demeli, bir hikayeye denk geldim az önce. Filistinli bir ufak çocuğun hayaline.
Yer; Al Jamaleh. Adı ders kitaplarına katliamlarla yazılan Batı Şeria'nın Cenin şehrine kuzeyden bakan bir ufak tarım bölgesi. Yoksul bir aile 4. çocuğunu beklerken, annesinin bedeninde gereğinden fazla sabırsızlanan çocuk "bu kadar ciddiyet yeter" deyip dışarı atlıyor. 18 Ocak 2009 günü, 5 haftalık erken doğumla kendini hemşirenin eline başaşağı teslim eden Tareq Jawad, annesini alevden bir korku denizine bırakıyor. Anne Faten, şu sözlerle anlatıyor o doğum gününü; "Hemşire, ayaklarından tutup götürürken oğlumun bağırsakları dışarıdaydı ve bu yüzden yüzü görülmüyordu. İlk anda oğlumun bir suratı olmadığını düşündüm. Daha sonra onu ameliyata alıp bağırsaklarını incecik bir deri katmanının içine koydular. 14 hafta boyunca kuvözde kaldı ve doktor her geldiğinde Tareq'e 'hayatta mısın?' diye soruyordu. Yaşaması neredeyse imkansızdı, ilk üç yıl benim için çok çok zordu. Doktor bana 'Tareq koşamaz, efor sarf edemez hatta ağlamamalı bile; yoksa ölür' diyordu. Ama uzun süre yemek bile yiyemeyen oğlum hayatta kalmayı başardı."
2013'te yeniden büyük bir ameliyat geçirdi Tareq. Doktor Hossam Hamdi, bu küçük çocuğun diğer insanlar gibi hareket etmesini sağlayacak bir karın duvarı yaptı ona. Artık iç organlarını tutacak bir karın boşluğu vardı ve onları koruması gereken kaslar doğru yerdeydi işte. "Yine de Tareq acı duyuyor, duyacak da. Ama büyüdükçe acısı kaybolacak" deyip ekliyordu doktor; "artık arkadaşları gibi hareket edip koşabilir. Hatta çok isterse ağlayabilir bile!" Fakat güzel Tareq başka bir şey istedi; benimki gibi büyük bir hayal. "Futbolcu olmak ve Barcelona'da oynamak istiyorum!"
Tareq'ın hayaliyle bu gece internette dolanırken tanıştım. Yalnız olmadığımı anladım tekrar; kırık ayaklarla hala koşan atların hala var olduğuna yine inandım. Filistinli Tareq'in içine doğduğu cehennemin yanında benim sancılarım ve karşılaştığım zorluklar şüphesiz gülünç kalır. Ama marazımız ortak; 1 ya da 1000, vurulmaya sebeptir kırık bir ayak. Bu yüzden Tareq ve ben, tıpkı iki dağ arası gerilen bir halatta yürüyor gibi aşağıya bakmamalıyız asla. Bakıp da "acaba kaç ayağım kaldı ve kaçının kemikleri paramparça?" dememeliyiz. "Bir hayalim var" diyen Martin Luther neden o konuşmaya "bir sorunum var" ya da "bir planım var" diye başlamadı, biliyoruz. En derin manasıyla "hayatta kalabilmek" için kendimize bir sebep arıyoruz. O sebebimiz de ne denli büyük ve uzaksa bizden, o denli hayata tutunup koşabiliyoruz imkansıza. Belki ben ve benim gibi hisseden pekçok kişinin adı bir süre sonra iş makinalarının paramparça edeceği bir mezar taşında kalacak sadece. Tareq ise Barcelona şehrini belki de yalnız fotoğraflardan görecek ve bir gün kumsalda tam gole giderken üzerine bir bomba düşecek. Ama yok, hayranı olduğu bir futbolcu gibi hayata çalım atmayı öğrenirse en azından ihtiyarladığında torunlarına anlatacak bir hayali olacak onun. Bir çocuğun, ne şartlarda olursa olsun, kurabileceği iki büyük ve masrafsız hayal vardır; futbolcu ya da şair olmak. Savaşın ortasında bile bir kalem ve bir teneke kutu mutlak bulunur. Dünya da hep biraz savaşın ortasıdır zaten.
Eylül / OT Dergi
17 notes
·
View notes
Video
youtube
Umay Umay & Kaan Koç - Sendrom Sendrom içinde biri olsam kalabalıktan ses etsem o biri çıkar mı kalabalıktan galiba sendin o yitirdiğim pazartesi diye bir şiire diye bir savaşa başlamak ya da kollarını kuruta kuruta toprağa karışan nil oldum sırf bir olmak bir çivi sürçmesi sümer yazıtlarında beni sana dipnot düşen dünya detayları koydu sırf hayatıma; bir kadın öpsem akşam ne yediğini anlıyorum artık sırf, artık sırf ölü babaların ömründen yaşlı anma fotoğrafıyım duvarda alışkanlığındım ey ütopya alındım ve aşıldım sonra eski bir fazlalıktı istanbul diyen bir bizans tüccarı olarak başaşağı çiziliyorum artık hatıralarına sendin o yitirdiğim pazartesi sendin ütopya bir güne başlama ihtimali
16 notes
·
View notes
Photo
45K notes
·
View notes
Text
Hayatın Akışı İçin Visa
"Hayatın akışı için Visa" yazıyor metrobüsün turnike kollarında. Belimle çevirip çıkıyorum, biri bana bir kağıt uzatıyor; "3 ayda İngilizce öğrenmek ister misiniz" Soru işareti yok, umutsuzluk var, saklıyor. Cevap vermeden yürüyorum, gazete satanlar bağırıyor; Radikal! Hayır, o da değilim diyorum içimden, o da değilim. Birkaç adım sonra da bu kez bir tavsiye gibi çınlıyor köşede oturmuş bir kadının sattığı gazete adı; Aydınlık! Aydınlık alın! Gözümü kamaştırıyor, bir bilseler.
İnsanların yollarda yürüyüşlerine bakıyorum, sanki hepsinin etrafında onlarla yürüyen bir sim bulutu var; pasparlak ama birbirine çarptıkça karışan ve özgün kalamayan. Sonra ellerimi, avuçlarımın içini fark ediyorum ki ceplerimdeler. Avuçlarımda koca bir kurşun deliği var, tıkayan bir avuç bulamayınca onları. Taksiye yürüyorum, yolun tam ortasında durmuş, önce ön kapıya yöneliyorum sonra bir adım geri atıp arka kapıyı zorluyorum; kilitli. Kalabalığın ortasında duran taksinin kapıları kilitli. Güvensiz. Ürkek. Belki dalgın. Bilmiyorum. Biniyorum ve gidiyoruz. Taksi, taksici ve ben; üçümüz aynı anda bir toplumun özeti gibiyiz. Güvenilmez, korkak, isteksiz, güvensiz, ikircikli ama yine de mecbur...
İneceğim zaman taksimetreye bakıyorum; 7,30 TL. Cebimdeki bozukluklara bakınca 7,10 liram var. 20 kuruş borcum kalsın istemiyorum. 10 lira veriyorum ve aldığım para üstü 2,50 lira. Adam bana 20 kuruş borçlanıyor. Ve muhtemelen bugün, 50 kişiye daha borçlanacak. Ay sonunda ise yaklaşık 1500 kişilik bir alacaklılar ordusu olacak karşısında. Ama yok diyorum, bazıları eksik verebiliyor. Onlar o ordunun neferi olamaz.
Bugün çok farklı. Çünkü bugün her zamanki gibi bir gün. Parmağımdaki yara canımı yakıyor ama iyiyim; kendini bana en çok hatırlatan parçam olmayı başaran, incinmiş bir parmak. Sarıya çalan rengi, sanki iltihaplanmaya başlıyor. Sorun değil diyorum. Çünkü parmağım sayesinde çevremdeki insanlar hakkında fikir edinebiliyorum; "Aa eline n'oldu" diyenleri samimiyetsiz buluyorum. Yalancı bir göz kırpış gibi. Kimileri de "Parmağın kötü olmuş" diyor. Onlar haklı. Haklı olanlar; kötülüğü yüzüme vuranlar.
Etrafımda şöyle yazılar var: "Sigara içmek öldürür." Evet, doğru. "Etlerimiz kendi kuruluşumuzdan temin edilmektedir." Çok doğru. Etlerimiz, kendi kuruluşumuz. "Dilenciler ve seyyar satıcılar giremez." Bu garip. Bunu garipsiyorum. Çünkü girdiğim yerlerde seyyar satıcılar çoğunlukta. Ve tecavüzleri suç sayan insanlık ruhsal fahişeliği her zaman ödüllendiriyor. De Sade, modern çağa baksa muhtemelen Sodom'u yakıp yok ederdi. Başarısız olduğunu anlardı. Ve tarihteki Sodom halkı şimdinin azizleri gibi. Onları yeryüzünden silen Tanrı'ydı, bizim toplu mezarlarımız da iş kuleleri ve ofisler.
Kalbimde bir delik olsun diye yalvardığım günler aklıma geliyor. Beni yıllardır taciz eden ağrılarım, o anlarımdan birine tanık olanların "neyin var kuzum" sorusuna "göğsüm sıkışıyor" başlıklı cevabım, birden her yerin kararması, vücudumun titreşime geçmesi, sıcak basması... İşte bunlardan dolayı bir gün hastaneye gitmiştim; ne ilginç, hayatından hiçbir zaman memnun olmayan insanoğlu hastanelere-şifalara gidiyor. Neyse, hastaneye gitmiştim ve bana yapılan bir sürü testin-tetkikin ardından acilen operasyona almaya kalkıştılar; kalp kapakçığında iltihap, her an ölebilir. O gün hastane bahçesinde sağ yanımda annem, sol yanımda babamla bir banka oturmuştum. Gökyüzüne baktım, ama roman ya da filmlerde ölmek üzere olan kahramanların aksine ben o gün gökyüzünde farklı bir bok göremedim. Her şey aynıydı işte. Tek fark doğumumdan o güne sürdürdüğüm "ölüyor olma" eyleminin artık bitecek oluşuydu. Bir sonuca varıyordum nihayet. Sadece sağ ve sol yanımda oturan bu iki insanı ve henüz hastaneye gelmemiş olan kardeşimi düşünüyordum. Sonra bunu da "kendini bir halt zannetme" eylemi olarak gördüm ve vazgeçtim bundan da. Ne olacaktı yani ben olmasam? Hiçbir şey. Tıpkı var olduğum zamanlardaki gibi; hiçbir şey. Hayatın akışını bu kadar büyütmemek lazım dedim. Fakat hey hat! İşin bu hayli vahim durumu ve ameliyata bir kez girersem sağ çıkma ihtimalimin hayli düşük olacağından dolayı yeni testler yapıldı. Oysa ki çok heyecanlıydım; kalbim açılacaktı! Fakat yapılan yeni testler ve tahliller sonucunda iltihap derecesinin sanıldığı gibi normalin 400 kat üstünde olmadığı anlaşıldı. Olması gerekenden yüksekti fakat öldürmezdi. "Pardon, bir yanlışlık oldu" dediler. Hassiktir. Ben bu kadar şeyi boşuna mı düşünmüştüm? Ödemeyi nasıl yaparsınız diye sordular. Babam Visa Elektron kartını çıkarttı. Hayatın akışı için.
İşte kalbimdeki o sorun için çok yalvarmıştım ben göktengrilere yıllarca. En ciddi rastlantıda da böyle ekilmiştim. Fakat kalbimdeki o delik o iltihap şimdi var. Ama şunu bilmiyordum; her delik onu kapatacak şeyle doğar. İşte avuçlarım ve kalbim bu yüzden bugün cereyanda kalıyor ve onları cebime tıkıyorum. Polisler, üstümü ararken onları bulacak ve anlam veremeyecekler. Ve ben tüm bunları bir ofiste yazıyorum. İnsanoğlu diyorum, tüm hayvanların aksine ürktüğü zaman doğal yollarla değil, rezil olarak tepki vermeyi seçer. Aramızdaki fark da bu. Telefon çalıyor. Kendime acıyorum ve huzurlarınızda rezil oluyorum. -Efendim?
2012
14 notes
·
View notes
Note
Bir şey danışmak istiyordum da, acaba size hangi adresten ulaşabilirim ( e-posta, gmail vs.)
[email protected]'dan ulaşabilirsin.
0 notes
Text
Biz, Kırmızı Yorgunları
(Maria Montez)
Sene 1948. İlk şiir kitabını yayımlayan 23 yaşındaki genç şair, Nâzım Hikmet’i kurtarma hareketine katılmak için ülkeden ayrılıyor. Elinde belki bir bavul, önünde mutlak onu bekleyen yabancı şehrin polisleri ve gözaltıları var. Fakat bir koca şaire omuz vermeye yola koyulan genç adamı, tüm bu gurbet ve zulmetin ötesinde bir de güzel çehre bekliyor; Maria Missakian. Kaptan Attilâ İlhan, Paris’e ayak basmaya ve ardından Ermeni güzeli bir Parisli kıza âşık olmaya gidiyor. Gidiyor kaptan, sene 1948’den yalnız birkaç yıl sonra Paris’in meşhur Le Grand Rex sinemasına girecekler kol kola ve perdedeki güzelim aktris Maria Montez’e benzetecek sevdiği kadını. Bir sinema salonu, perdedeki bir oyuncu, bir şair ve Ermeni hu Maria Missakian. Kaptan’la Maria Missakian’ın hüzünlü sevdasının detaylarına meraklı olan arayıp ulaşsın... Şimdilik tek bir kısmını alıp ilerleyeceğiz. Avuçlarımızda çarmıh acısı
Birlikte İstanbul’da yaşamak isteyen çiftin aşkı Türk - Ermeni ayrımı yaratmaya çalışan ellerde yok olmuştu. Maria’yı yitirmenin eşiğine gelen Attilâ İlhan, bu yokoluşla belki paris’te maria missakian /avuçlarında bir çarmıh acısı / gizlice bir sefalet gecesi / çocuğunu boğarmış gibi boğup paris’i / sana kaçmayı tasarlar her akşam” yazıyordu meşhur şiirinde. Ama ne Maria, Paris’i boğup Türk şehrine girebildi ne de Rex’te aşka bir filme el ele gidildi. Yine de o aşkın en güzel akşamlarından biri, bir sinema perdesi ve şairin imgelemine düşen suretten ibaretti.
Alışveriş merkezlerine hapsedilmemiş sinema ve aşkların arasından sıyrılabilecek koltuklar vardı o zaman. 1906’da açılan Paris’in ilk modern sinema salonu Omnia Pathe ya da Sigmund Weinberg’in 1908’de Beyoğlu’nda açtığı adaş salon; Pathe Sineması. Weinberg, Osmanlı’nın ilk sinemacısı, Kaptan’la Maria Missakian’ı ayıran insanlığın kör kan yasasına inat Rumen uyruklu bir Polonya Yahudisiydi. O adam, ilk film gösterimini Galatasaray Lisesi karşısındaki Sponeck Birahanesi’nde yapmıştı. Osmanlı’da bir Yahudi, birahanede sanat, Attilâ İlhan’la Maria’nın tanışmasından hayli zaman önce. Ama yetmedi sinemanın büyülü perdesi, önemsenmedi Weinberg’in İstanbul aşkı; 1917’de Romanya, Osmanlı’ya savaş açınca Weinberg, “düşman devlet vatandaşı” olduğu gerekçesiyle sınır dışı edildi. Bir şehir, bir Yahudi ve bir savaş; avuçlarda yüzbinlerce çarmıh acısı. Bir gün bütün filmler bitecek mi?
Yazımın burasında durup elimi pantolonumun arka cebine atıyorum. Bir bilet; üzerinde “Emek Sahnesi” yazıyor. Akşam vakitlerinde Tiyatro D22’de Özen Yula’nın güzelim oyunu ‘Kırmızı Yorgunları’nı izleyip Füsun Erbulak, Akasya Asıltürkmen, Barış Atay, Sezgi Mengi ve Pınar Yıldırım’ın oyunculuklarıyla nefeslenmişim. Sahnede üç kadın vardı; birinin kalbi, birinin aklı ve birinin hayatı paramparça. Ve iki erkek; aşka ya da ayrılığa yol bulamayan. Yer İstanbul’du, zaman şimdi. Fakat ‘Kırmızı Yorgunları’nın sırf adı ve cebimdeki dip koçanlı biletin üstündeki “Emek” kelimesi kederlenmeme kâfi; adaşı Emek Sineması yıkılmayı bekleyen bir aşk gibi, Maria Missakian ötede yapayalnız kaldı, Weinberg sürüldü. Işıklar kapandı bu akşam, salon boşaldı, bir yerlerde perdeler kapandı. Ama bulamıyorum, kırmızının en yorgun hali hangi hikâyemizde gizli? Bir gün bütün filmler bitecek mi? Ve vücudumda dolanan kan, neden yoruyor beni?
5 Nisan 2014 / Karşı Gazete
12 notes
·
View notes
Photo
"en güzel kaldırımı bozmak için ağzımda beklettiğim bir izmarit gibi dünya tüküreceğim en yakın zamanda.” -Kaan Koç
14 notes
·
View notes
Audio
Yine internette bulamadığım harika bir eserle karşı karşıyayız. Ellerimle kaydedip yükledim, kıymet bilin.
10 notes
·
View notes
Photo
Tavana asılı bakışların intihar eden gözlerinin eseridir, saat 6:45 dünya bir sabaha karışırken elinde telefon günaydın diyor sana üst üste atılmış tweetler. Tek muhattabın kelimeler ‘Çok Tanrılı Sularda’ kaybolmuşsun… #onurorhan sayesinde tanıdım onu bir gece yalnız bir köprüden karşı kıyıya geçerken… Yazdıklarını Karşı gazeteden #otdergisi ne doğru okudum, takip ettim kelimelerini, kaynağından çıkan kelimeler başucumda var oldu… Geceler doğuyordu bedenimde, uyumak anlamsızlaşıyordu. Uyuduğumda ise;
“düşlerimin semalarında hep aynı zenci tanrı; içtiğim sulardan bana sırf boğulmak kaldı” Kaybolduğum sularda boğulurken ben, lanetim solungaçlarımı sarıyordu, çektiğim acının başka bir acıyla birleşerek önüme gelmesine şaşıramıyordum. Garson soruyordu nasıl istersiniz?, diye ben bir waffle ı paylaşmayı düşünüyordum satır aralarında, hiç nefes almadan sıralıyordum ki; “Biraz Konuşmasak” diyordu konuşmasak ve waffle yiyip kalksak… Şiirlerin hikayesi olur mu? Şairin öyküsü koca bir devrim, mürekkebi yaşadığı acının tek tanığı, tanımak isterseniz onu çakmağının sesinden tanıyın, bir şiire can vermesinden ya da #pessoa okumalarından… Gözlerinden yansıyan acıyı göremediyseniz kaleminden damlayanı farkedin!!! Ey Okur Dostlar! Bir şiir kitabı değil, acıyla geçilen yollarda kalan ayak izleri, bedeninin duvarlarına çarpan var olma sesleri bunlar, okuyun okutun. Farzdır bize kaleme kağıt olmak, kalemi tutana yanaşmak… Sonra mı? Biraz sussak #birazkonuşmasak . (çiğdem çiçek 🎶🎶🎶)
3 notes
·
View notes
Text
E-BİLET'E HAYIR!
"Duygusal sömürü ancak insanlar ortak arzularını, artık tek taraflı ele geçirilemeyecek nesnelere yönlendirmeyi başarabildiklerinde son bulur- yani şunu anladıklarında: Gerçek yarar, kişinin kendisi kadar başkalarının da o yararın sahibi olmasını dilemesine bağlıdır."
Spinoza
İlk gittiğim maçı hatırlıyorum; evden "haftalık" harçlık aldığım zamanlar, biraz diretip bu kez parayı pazar değil de cuma sabahı alabilmişim. Sebebini henüz kimse bilmiyor, dilim lâl. Çünkü hem heyecanlı hem planladığım işe bir gizem katmanın keyfinde hem de yeniyetme bir gerilimdeyim. Çünkü o cuma günü Fenerbahçe – Galatasaray derbisi var ve hedefim o gün okuldan kaçıp maça gitmek. Hayatımda gideceğim ilk maçtı bu ve henüz ortaokul 2. sınıfta, 14 yaşında bir çocuktum.
Otoriteye 4 Gol
Üstümdeki "üniforma"nın bir kısmından kurtulup devletimin bana çizdiği zaman çizelgesini kırdım önce; gömlek ve kravatımı arkadaşımın çantasına koyup okuldan kaçtım. O saatlerde sivil olmam yasaktı ama "o saatlerde" sivil olmam kudretliydi. İyi geldi. Kadıköy'e bir trenle ulaştıktan sonra bilet aramaya başladım. Cebimdeki haftalığım kale arkasında maçı izlemeye yetecekti anca, üstelik biraz şanslı olursam stad köftesi ve ayran yer, bir de üstüne geri dönüş için yol paramı ayırırdım. Fakat risk almanın ve şartları zorlamanın çekici bir kaidesi vardır; madem yapıyorsun tam yap! Şansımı zorladım, yaklaşık 2 saat stad çevresinde dolaştıktan sonra asıl göz koyduğum tribüne gitme fırsatı buldum; eski maraton! Şimdi canlı yayın araçlarının konuşlandığı yerde, söylediğine göre "arkadaşlarını kalabalıkta kaybeden" bir adam elindeki 2 bileti gişe değerine satıyordu. Maraton biletinin gişe fiyatına bile param yetmediğinden duygusal bir pazarlığa giriştim o adamla; gri pantolonumu gösterip "okuldan kaçtım" cümlesine başvuruyor, yetmeyince "abi sen nerelisin?" muhabbetine dalmaya çalışıyordum. Büyüklerimden öğrendiğim tüm yolları bir başka büyüğü tavlamak için kullandım ve başardım. Cebimdeki bütün parayı çıkartırken avcumdan kayan bozuklukların bir kısmı kalabalıkta yere düştü. Eğilip aldım onları ve başımı kaldırdığımda bana uzanan kağıt parçası sanki cennete tek yön gidiş biletiydi; Fenerbahçe – Galatasaray, Maraton. Parmaklarımın arasındaydı bilet. Hayatımın en muzaffer ve mutlu anlarından biriydi o saniye. İnsanların coşkusu, sanki gökten Yunan tanrıları inse bölünmeyecek birliktelik, meşale kokusu ve karnımdan boğazıma kadar yükselen tanımlayamadığım basınç. Tutku. O gün okulu kıran, gömlek ve kravatını çıkartıp atan, bütün parasını bilete verip "tehlikeli" bir maça tek başına giren o ufaklık, otoriteye 3 gol atmıştı. 4. golüm ise uzatmaları bekliyordu ağlara kavuşmak için; maç çıkışında cebimde para yerine artık maddi karşılığı kalmayan bir maç bileti olduğundan trene kaçak bindim. Bunlar, 14 yaşındaki bir çocuk için büyük zaferlerdir. Ve çok daha büyük bir tecrübe; kitle kavramıyla o gün tanıştım ve o gün, benim kişisel yolculuğumda çok önemli bir rol oynadı. Benim gibi onbinlerce 14 yaş çocuğu bu şekilde maçlara girip kitle ve insanla tanıştı. O zamanlar güzeldi, Passolig'in, E-Bilet'in olmadığı zamanlar...
Taraftar – Seyirci Ayrımı
O günden çok önce Margaret Thatcher, 1979'de iktidara gelmişti İngiltere'de. Ve artık iyice kanıksadığımız neo-liberal politikaların adımlarını atarken işçi sınıfın en büyük toplanma yeri olan stadyumları da es geçmemişti. Ülkemizdekine benzer bir tabloyla, "Demir Leydi"nin partisi Muhafazakarlar'ın işçi sınıfıyla hiçbir ilgisi olmamıştı. Thatcher, sendika karşıtıydı ve işçi sınıfına güç ve hedef birliği veren her şeyi lanetliyordu. Ve üçüncüsü, bu kadının liderliğindeki Muhafazakar parti, tek önemli değerin para olduğu düşüncesiyle hareket ediyordu. Thatcher ve partisi, bugünkü "endüstriyel futbolun" temellerini atmak için kolları sıvadı ve "holiganizm" ile mücadele adı altında taraftar kavramına adeta savaş açıp "seyirci" kültürünü yarattı. Futbolla çok içli dışlı olmayanlara "taraftar-seyirci" ayrımını anlatmak zor olsa da birkaç cümle kurabilirim; taraftar, karşılıksız bir sevgi yaşadığı stadyumları, işyeri dışında bir sosyalleşme ve birliktelik alanı olarak görür. Seyirci içinse maçlar yalnızca bir haftasonu eğlencesidir ve sahadaki oyuncular onun "bilet parasının karşılığını" ödemekle yükümlüdür. Taraftar, omuz omuza olup hiçbir otoriteden korkmazken, seyircinin özgürlüğü cebindeki Passolig kartı ya da devlet büyüklerinin emirleriyle belirlenir. Taraftar 34. dakikada dilediği gibi bağırabilir fakat seyirci 34. dakikada "takımın sembol oyuncusunu" kötü bir pas attığı için ıslıklayıp alaşağı eder.
"Cehennemde Yan!"
Passolig'in çok benzeri birkaç yıl önce İtalya'da da uygulandı. Fakat tribünlerin boşalmasına yol açıp ardından sert taraftar protestolarını beraberinde getiren o meşhur kart "Tessera del Tifoso" 2012'de kaldırıldı. Bu noktada Thatcher öldükten sonra halkın dövizlere ve duvarlara yazdığı "Orospu Öldü" ve "Cehennemde Yan Maggie" cümleleri geliyor gözümün önüne. Bir de 14 yaşındaki çocukların stadyuma girişine imkan vermeyip taraftarları fişleyecek olan, tek bir bankaya hangi ihale usulü ile verildiği bilinmeyen ve baştan sonra özgürlük karşıtı olan e-bilet nam-ı diğer PassoLig var karşımda. Siyasilerden müzisyenlere, yazarlardan taraftarlara herkesin vaktinde tepki koyması gerek bu centilmenlik dışı harekete. Diyorum ki; bu maç böyle bitmez arkadaşlar, canını seven defansa gelsin!
Ot Dergi / Mayıs 014
2 notes
·
View notes
Text
Yabanca
güller birbirini eleştirirken camdan bakan annem tersyüz edilmiş çağındayız belki insanlığın benim ağzım senin yaralarında merhem ve sevdiğim kadınlar isa'yı ardından 5 kez bıçaklar, seninleyim meryem! jülieti sevmedim romeosuyla haspa ve hoppaydı baştan sona leyla bir çocuğu bırak iki dirhem süt bile vermedi mecnuna bu yüzden hırpalama sevdiğim ayaklarını sen, uzat balkonlar kıskansın tüyüne kibrit çakılmış kuşlar kıskansın göğüslerinle sen bak ne onursuz bir padişahsın çayımı içerim, suların bile buruk tadı saçların dökülmediyse içine zavallı böcekler cumhuriyetinde elinde sancağıyla ve kırılmış dişleri kudüsten buraya yol olmaz mı dersin ama babam da fay hatlarında ev kurmayı sever sen de bilirsin ve oğlun dünden bugüne kimseyi incitemedi anne, bir meryem sen değilsin, bir de başkası var onun da tenine vakitsiz atlar koşar, yaralı ağzıyla gökten kan tutar varislerim olursa belki kıçı kırık bir musa belki uzun ince ayşa onlara benden, iki meryemi çivilediğim birbirine bir güzel çarmıh kalır anca bu akşam pek hüzünlüydü gözlerime ulaşmadı bile yüreksuyum yoksunum şimdi bir trenin rayları silip götürmesinden dört telli bir çalgıdır yani şu tren yolu dedikleri de zaten, başka ne ki ya neşet ertaş ya david gilmour vurup durur gece gündüz değil miydi tanrıcılık dedikleri, dünyayı semerinde taşıyan bir öküz ah babam, ne benzerim ona kırılmak ve öfkelenmekte o tuzluğu sever limonsuz ruhuna dökmek için benim kalbimi silmeye bir elbezi yeter her yemekte güller yani, bırak birbirini yesin dursun anne senin halin gülün deldiği topraktan nice içimde kalmadı ne şiddet ne öfke, ben şimdi kendime bir iz bırakıp geliyorum çağları çağlayıp sana meryem! yatağı hazır et, suları soğut, iki sansürü sütleyip at memelerinden ne zaman belini tutsam, eğrilmiş sırtıyla yorgun ağlıyor annem elele dolaşsak caddelerde, kemikli bir avuçtur toz toprak elimde ve gözlerinde mezar böcekleri görüyorum bazen anla işte! karışıyor birbirine sen nerdesin nerde annem ben seni bu yüzden hiç gözlerim kapalı öpmedim öpemem meryem! 2008
9 notes
·
View notes