Futurist,Dreamer ,PM,Marketing Professional,Digital Marketing,So-Lo-Mo,Screenager
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Yazdan Kalan Mekan Babylon Kilyos!
Bilenler, gelenler, yaşayanlar bilir... Sarıyer, İstanbul’un Karadeniz kıyısında yer alan küçük bir sahil kasabası gibidir. Ağırlıklı olarak Karadenizlilerin yaşadığı ancak son 10 yılda bir miktar artan yeni yapılaşma ile dokusu değişmiş de olsa, salaş balıkçılar, Karadeniz pidecileri ve yemekleri ile Karadeniz sahil şeridinin İstanbul’ daki bir parçasıdır.
Ben Sarıyer için “ Sarıyerim İstanbul’daki Cennetim” derim hep. Doğasıyla, havasıyla,yağmuruyla, fırtınasıyla İstanbul’daki en yaşanılası yerdir.
Aslında niye bu kadar Sarıyer’i anlattım derseniz, bilmeyenler gelmeyenler için bir miktar betimlemek istedim bu güzel yeri...Az önce söz ettiğim gibi sahil kasabası havasında olunca yazın kıyı şeridinde bir çok plaj da bulabiliyorsunuz.
Babylon Kilyos 2015 yazında Sarıyer ve İstanbullular ile buluşmuş yepyeni bir mekan oldu. Eskiden Dalia Beach olan bu mekanı cennete dönüştürüp İstanbul’da hafta sonu çok uzaklara gitmeden nefes alabileceğiniz bir mekan haline gelmişti...
Bu hafta sonu ise Babylon Kilyos’un kışlık mekanını keşfetmek için oradaydım ben. Sarıyer’in azıcık da olsa değişmiş dokusuna alternatif bir mekan sunmak için, İstanbul’un merkezine inmeden gidebileceğiniz yazdan kalma mekanın tam bir kış mekanına dönüştüğünü görünce sizlerle paylaşmak istedim. Mekan çok fazla tanıtıma başlamamış bu nedenle görmemiş ve duymamış olabilirsiniz.
İçeri girer girmez restoranın tam ortasında muhteşem bir şömine ile karşılaşıyorsunuz. Tavan yüksek, içerisi aydınlık ve ferah. Yemek yerken “Hırçın Kız” Karadeniz’i de rahatlıkla seyredebiliyorsunuz. :)
Menüsü oldukça zenginleştirilmiş... Karadeniz’in salaş balıkçı restoranlarından bir miktar daha modernize olmuş olsa da “Kendi Pidem” diye bir seçeneğiniz bulunuyor menüde.:) Her türlü balık ve mezenin yanı sıra , kırmızı et ,ev yapımı makarna ve sabahları kahvaltı servisi de yapılıyor. Fiyatlar İstanbul’un merkezinde Kanyon’da, Karaköy’de veya Nişantaşı’nda yiyeyeceğiniz yemek fiyatları ile hemen hemen aynı... Benim tercihim tabi ki İsli kaburga ve keçi peyniri ile “Kendi Pidem” oldu. :) Burada en sevdiğim şeylerden biri de eskiden Yeni Çarşı caddesinde Goethe enstitüsünün karşında olan ve şimdilerde yeni mekanına taşınan Kronotrop’un kahvelerinin Babylon Kilyos’ta da servis ediliyor olması...:) Bir fincan kahve içmek için artık Cihangir’e gitmemiz gerekmeyecek...
Hafta sonu İstanbul’un karmaşasından yorulanlar ve şehir dışına çıkmak istemeyenler buyursun Sarıyer’e gelsinler, her zaman kapımız açık... Belki bir Karadeniz pidecisi, belki bir Karadeniz balıkçısı belki de Sarıyer ile yeni buluşmuş mekan Babylon Kilyos’ta yollarımız kesişir sizlerle...
Sevgiler,
Jülide Karagöz
0 notes
Text
Mavi Kırmızı Barselona - 2
Sizlere daha önce Barselona seyahatimin çok uzun olduğunu ve bu nedenle birkaç yazıda toparlayabileceğimi yazmıştım.:) Son yazıma baktığımda 8 günlük gezimin sadece 1 gününün sonuna geldiğimi görebildim. Bu nedenledir ki daha kısa ve özet bir yazıyla geri kalan 1 haftayı anlatmak hem benim için hem de sizler için daha keyifli olabilir. ;)
Mutlaka Görülmesi Gerekenler :
Güell Parkı, Sagrada Familia, Joan Miro Müzesi, Montjuic Tepesi, Torre Agbar(gece gidilmeli), Museo Picasso ( İstanbul’daki sergiye gidenler için Barcelona’daki müze hayal kırıklığı olabilir. Çok fazla sayıda tablo ve eser göremeyebilirsiniz.Parc de la Ciutadella, Barceloneta ,Port Vell, Plaça Espanya, Barcelona Cathedral, Barri Gotic, El Born,El Raval, L’Eixample, Gracia, Glories,Tetuan, Urquinaona,Fontana,Jaume,Hospital de Sant Pau, Arc de Triomf...
Bu liste böyle devam eder. Şimdi buralardaki önemli detaylardan biraz bahsetmek isterim. Güell parkına gitmek istiyorsanız 30dk.’da bir 400 kişi içeri alındığını hatırlatmak isterim. Bir de biletlerini önceden alan tur grupları olduğunu düşünürseniz gittiğinizde bilet bulmama ihtimaliniz olabilir. Ben sabahtan gittiğimde online bilet almayı da denemediğim için gittiğim güne bilet bulamadım. Vaktim çok fazla olduğu için şanslıydım ve ertesi güne bilet aldım. Ancak önümdeki Alman çiftin şöyle bir talihsizliğine şahit oldum. Kendileri parayı ödediler ancak zaman ve tarihte anlaşamadıkları için ya da tam teyitleşemedikleri için başka bir müzenin girişiyle çakıştı ve sonradan fark ettiler,ertesi günde döndükleri için hem paraları yandı hem de Güell Park’ a giremediler ne yazık ki. Bu arada ispanyolların ingilizcesi çok zayıf anlaşmakta çok güçlük çekebilirsiniz. Tabi mobil telefonlar sayesinde google translate her yerde imdadımıza yetişebiliyor artık. :) Ben restoran sahibi çinli bir kız ile google translate üzerinden konuştum, malum 1 kelime ingilizce bilmiyordu ama hiç zorlanmadım...Bunu da söylemeden geçemeyeceğim...;)
Park Güell
Park Güell ‘e giderken turist bilgilendirme ofislerinde size yeşil hatta olan Vallarca üzerinden gitmenizi söyleyebilirler. Buradan da gidebilirsiniz. Ancak parkın 4 farklı kapısı var. Vallarca’dan gittiğinizde çok ciddi bir yokuş ile parka ulaşmak zorunda kalıyorsunuz. Yokuşun bir kısmında yürüyen merdivenler ile destek yapmış olsalar dahi benim gibi iyi yürüyen biri olarak bile bana zor geldi desem yalan olmaz. :) Bunun yerine size yeşil hatta olan Lesseps’te inip daha az yokuş olan başka kapısından parka gitmenizi öneririm. İnanın daha kolay olacaktır.:)
Park Güell gezisinde çok keyif alacağınızı düşünüyorum. Gaudi daha önceki yazımda da yazdığım gibi kendine ait sanat anlayışı ile farklılığını bir kez daha ortaya koymuş. Bu parkı yine Güell ailesinin istediği üzerine yapmış. Ben Güell park’ta uzun zaman geçirdim; hem bir önceki gün parkın içini doyasıya gezdim, oturdum, dinlendim, biletimi aldım hem de ertesi gün parka biraz erken gelip parkın dışından aldığım lezzetli sandviç ve portakal suyumla kahvaltı ettim...:) (Ekmeğin bir yarısı daha vardı ;) )
Sagrada Familia da Barselona’daki olmazsa olmaz görülmesi gereken yerlerden...Bir kilise düşünün ki yapımı 1882′lerde başlamış ve halen devam ediyor...Görmek istemez misiniz? Merak etmez misiniz hiç ? 2026-2028 yıllarında bitmesi öngörülüyor. Ben şahsen bittikten sonra da gidip görmek isterim.:) İçerisi de muhteşem, ancak burada da randevulu biletler ile giriş yapıyorsunuz. Mutlaka zamanınız kısıtlı ise online bilet alarak önceden hazırlık yapmanızı öneririm. Bu arada bilet alırken kuleler için de alın. Tabi yükseklik korkunuz yok ise çünkü daracık merdivenler ile yukardan aşağıya doğru baktığınızda resmen başınız dönüyor. Benim yükseklik korkum olmasına rağmen çıktım.:)
Sagrada Familia
Montjuic tepesi ise Akdeniz’in mavisinden daha da büyülenmek isteyenlerin mutlaka gitmesi gereken yerlerden... Buraya Barselona’nın merkezinden uzun bir teleferik seyahati ile direk çıkabilirsiniz veya benim gibi finikülere binip ardından kısa bir telefirik yolculuğu ile tepeye ulaşabilirsiniz. Montjuic tepesine çıktığınızda kaleye girmeden biraz kalenin çevresinde yürümenizi ve derin maviye doğru oturup Akdeniz’i izlemenizi tavsiye ederim. Benim aklıma Luc Besson’ın yönettiği ve Jean Reno’nun başrollerde oynadığı “Big Blue” filmi gelmişti bu güzelliği seyrederken... Montjuic tepesine gittiğinizde uğrayacağınız mekanlardan biri de Joan Miro müzesi olmalıdır. Miro da kendisine özgü bir sanat anlayışı ile tarihe ve sanata imza atarak aramızdan ayrılmış ressamlardan bir tanesi...
Montjuic
Montjuic tepesindeki turdan sonra finiküler ile merkeze geri dönebileceğiniz gibi otobüs ile İspanyol meydanına doğru da gidebilirsiniz. Bu bölgede İspanyol köyü ve Olimpik stadyumu da ziyaret edebilirsiniz. Ancak ben buraları özellikle gezmedim. Gittiğim her şehirde o şehre yeniden dönebilmek için görmediğim yerler bırakıyorum...Ya da yeniden geldiğimde sevdiklerimle de görebileceğim yerler kalmasını istediğim içindir belkide...
Parc de la Ciutadella, Barceloneta ,Port Vell birbirine oldukça yakın sayılacak yerler... Yine Ciutadella parkta da güzel vakit geçirebilir yem yeşillikler içerisinde uzun yürüyüşler yapabilirsiniz. Gittiğimde festival olduğu için çok şanşlıydım her yerde panayırlar kurulmuştu. Barceloneta sahile yakın bir bölge ve güzel bir havada giderseniz denize de gidebileceğiniz ücretsiz plajı var... Ben burada, sahildeki restoranlardan birinde paella yedim. Lezzetli, ancak porsiyonu inanılmaz büyüktü. Tek kişi olduğum için bitiremedim. İki kişi giderseniz tek bir paella söyleyebilirsiniz. Dünyanın her yerinde sahile doğru yaklaştığınızda fiyatlar hemen artıyor. Bunu da size hatırlatmak isterim...;) Port Vell ise İspanyol zenginleri ve dünyanın diğer milyonerlerinin yatlarını park ettiği muhteşem bir yer... :) Tam Port Vell’deki köprünün üzerinden geçerken siren sesleri duymaya başladıysanız bu biraz sonra köprüde yürüyemeyeceğiniz anlamına geliyor ve köprü ikiye ayrılıyor... Milyonerlerin yatlarından biri port’tan ayrılıyor demek:)
Parc de la Ciutadella
Gelelim Barri Gotic’e... Barri Gotic daracık sokakları ile, tarih kokan şehrin en tarihi bölgelerinden bir tanesi... Labirent gibi sokaklarda bir tam gün kaybolmak ve şehrin sizi gezdirmesini isterseniz mutlaka Barri Gotic... Benim vaktim çok olduğu için buralarda istediğim kadar gezebildim... Barselona gibi bir şehri rahat rahat gezmek isterseniz mutlaka 1 hafta gerekiyor. Ancak ben sadece gezilmesi gereken yerleri gezip şehrin içinde şehirli gibi olmayacağım turist gibi kalıp ayrılacağım derseniz 4 gün de yeterlidir. Ben şehirli olmayı tercih ettim...
Barri Gotic’te bir sokak...
Barri Gothic ile El Born birbiriyle iç içe geçmiş diyebiliriz. El Born, Barri Gothic’in daha sahil tarafında kalan kısmı... Sizlere Barcelona'da yemek yediğim yerler ile ilgili ayrı bir yazı yazacağım ancak El Born'da 1890'lı yıllardan kalma bir pastanede inanılmaz güzel dondurmalar yediğimi yazmadan geçemeyeceğim. La carrer de la Princesa sokağında olan bir mekan burası...
Şu anda farkettim ki yine uzunca bir yazım oldu; anladım ki Barselona en az 2 güzel yazıyı daha hak ediyor.:) Daha anlatacak ve paylaşacak çok şey var...
En kısa zamanda Mavi Kırmızı Barselona yazısı serisiyle devam edeceğim...
Sevgiler,
Jülide
3 notes
·
View notes
Text
Mavi Kırmızı Barselona!
Barselona’yı bana iki renk ile tarif et deseniz herhalde mavi ve kırmızıdan başka renkle anlatamazdım bu güzel şehri… Akdeniz’in mavisiyle büyülenmiş bir şehri; hızlı, hareketli ve hararetli insanlar ile anlatmaya çalıştığınızda ise kırmızı ilk akla geliyor. Aslında Barselona için Antalya’nın muhteşem denizi ile İstanbul’un kültürel ve tarihi dokusunun birleşmiş olduğu bir şehir de diyebiliriz. Ancak her Avrupa şehrinde olduğu gibi bizden çok daha medeni, çok daha düzenli ve tabi kendi kültürleriyle yoğurulmuşlar.
Bir ülkeye gittiğinizde medeniyet seviyesi kaldırımların asfalta yakınlığıyla genelde ters orantılı oluyor. Aslında şöyle, Barselona’da kaldırımlar ile asfalt arasında neredeyse sıfır kot düzeyi bulunuyor. Kaldırımların asfalta yakınlığı ne kadar az ise medeniyet seviyesi o kadar yüksek demek oluyor. :) İşte böyle bir şehir Barselona!
Sizlere çok uzun zaman kaldığım için ancak bir kaç yazıda anlatabileceğim bu güzel şehri…
18 Eylül yani ilk gün rötarlı bir uçak ile Barselona’ya olması gereken saatten çok geç bir saatte iniş yaptım. Tüm metro ve diğer ulaşım araçlarını kaçırdığım için şehre taksi ile inmek durumunda kaldım. El-prat havalimanı merkeze yaklaşık 18 km uzakta, bu nedenle taksi ile şehir merkezine gitmek isteğinizde genelde ortalama 35 Euro civarlarında ücret ödüyorsunuz. İki kişi gittiyseniz daha bile avantajlı olabilir. Ben tek gittiğim için tek başıma ödemek durumundaydım her şeyi. :)
Taksiye bindikten sonra yaklaşık 20 dk.’ da şehir merkezine gittim. Taksici beni otele yakın bir yerde indirdi, çünkü geldiği yönden yola giriş izni yoktu. Yaklaşık 4 dk’ lık bir yolda gecenin köründe valiz çekerek başladım macerama.:) Otele varıp odama yerleştiğimde saat gece 02.00’ leri bulmuştu. Ding Dong Express diye bir otelde kaldım. Aslında burası hostal tadında bir yer ancak benim odamda banyom vardı. Kaldığım yerde benim için en önemli olan odanın temiz olması ve banyosunun içinde olmasıdır. Bu nedenle beklentilerimi karşılayan bir yer olduğunu söyleyebilirim.
Ertesi sabah erken saatlerde 8 günlük gezime başladım. İlk gün 5 günlük sınırsız ulaşım kartı aldım. Bu kartları tüm metro istasyonlarından alabilirsiniz. Aslında planım 5 günlük Barselona kart almaktı. Ancak kart ile müzelere çok az indirimler ile giriş yapabiliyorsunuz. Stockholm’de aldığım şehir kartı gibi değildi. Bu nedenle sadece ulaşım için geçerli bir kartı almayı tercih ettim. Sonra otelime yakın olan Diagonal metro hattı ile Catalunya meydanına gittim. Burada La Rambla caddesinin hemen başlangıcında olan kafelerden birinde sabah kahvaltısı ile güne başladım. “Rambla” Arapçada nehir yatağı anlamına gelmektedir. La Rambla caddesi geçmişte Pirene dağlarının sel yatağıymış, zamanla kurumuş ve 2 km uzunluğunda dünyanın en ünlü ve hareketli caddelerinden biri doğmuş. Şu anda bir sel yatağı olmasa bile bu cadde üzerinde çok yüksek hacimli insan seli var diyebiliriz de… :)
CATALUNYA MEYDANI
Gittiğim gün 18 Eylül’de başlayan La Merce 2015 festivali ile tüm şehir şenlenmişti. Her yerde gösteriler, etkinlikler olduğu için çok şanslı olduğumu düşündüm… Kahvaltıdan hemen sonra Catalunya meydanına geri dönüp birkaç etkinliği izledim. Meydana yukarıdan bakmak istediğim ve daha önceden planladığım gibi El Cote Ingles mağazasının en üst katına çıkarak buradan kadrajıma güzel kareler yakaladım…
Bundan sonra La Rambla caddesini Catalunya meydanından aşağıya doğru gezmeye başladım. İlk olarak La Mercat Boqueria’ya gelmeden hemen önce caddenin sağ tarafında kalan, klasik müziklerin notalarını satan ve tarih kokan minik bir mağazada buldum kendimi. :) Burada her şey eski kokuyordu; eskiyi anımsatıyor, hatırlatıyordu… Bir anda zamanda yolculuk yaptığımı hissettim… Bu kısa zaman yolculuğunun hemen ardından an’a dönerek oradan ayrıldım… La Mercat Boqueria’ ya birkaç adımda vardım… Barselona bana renkli pazarları anımsatıyor demiştim hatırlarsanız, işte tam da anlattığım gibi o pazarlardan birindeydim artık. La Mercat Boqueria tam olarak nizami açık hava halk pazarı diyebilirim. Ancak halktan çok turistlerin uğrak mekanı haline gelmiş bir yer… Renkli renkli meyve suları, inanılmaz lezzetli taze meyveler ve deniz mahsulleri bulabileceğiniz bununla da kalmadı çikolatalar, şekerler satın alabileceğiniz bir yer La Mercat Boqueria… Ben çileği çok sevdiğim için çilekli bir smoothie içtim ve ayaküstü bir şeyler atıştırdım.
TARİH KOKAN MİNİK MAĞAZA
LA MERCAT BOQUERIA
LA MERCAT BOQUERIA
Daha sonra La Rambla’ dan aşağıya doğru yürümeye devam ettim ta ki Palau Güell’in sokağına gelene kadar. Palau Güell Gaudi’nin Güell ailesi için yaptığı malikânelerden bir tanesi. Palau Güell’ deki bu keyifli ziyaretimden sonra La Rambla caddesine çıkarak yolun hemen karşısındaki sokağa Placa Reial’a geçtim… Burada ise yine Gaudi’nin sokak lambalarını tasarlandığı, etrafında kafeler bulunan oldukça şirin bir meydan ile karşılaşıyorsunuz. Barselona’da Gaudi’nin mümkün olduğu kadar eserlerini görmeye çalışmanızı öneririm.
Gaudi kendine özgü sanat anlayışı ile şehrin tümüne iz bırakmış bir sanatçı… Gaudi’nin hayatını merak ediyorsanız lütfen buraya, Palau Güell’in detaylarını merak ediyorsanız lütfen buraya tıklayınız. :)
PALAU GÜELL
PALAU GÜELL
Bu arada La Rambla caddesinde yürürken caddenin hemen ortasında yine Katalan sanatçı Miro’nun renkli yer çalışmasını da görebileceğinizi de yazmak isterim…
Bu tarih ve sanat dolu gezintimden sonra artık limana doğru yaklaşmaya başladım… Kristof Colomb heykelinin hemen ardından Akdeniz yüzünü göstermeye başladı… Akdeniz, mavisiyle tüm şehri büyüleyen Akdeniz… Sahilde uzun bir süre oturdum, biraz huzuru dinledikten ve âşık olduğum Akdeniz’ e bir kez daha âşık olarak tekrar otele dönmek için yola çıktım… Dönüşte soluğu bir kahve içmek üzere La Rambla caddesi üzerindeki tarihi La Escriba pastanesinde aldım. Tabi ki bir kahve ile kalmadım. ;) Kahvenin yanında katalanya kremalı waffle yedim. ;) Katalanya kreması ve dondurması Barcelona’da her yerde bulabileceğiniz bir tat… Bu tarih kokan güzel Akdeniz şehri zaman zaman benim için gurme seyahatine de dönüştü desem yalan olmaz doğrusu…:)
LİMAN
ESCRIBA PASTANESİ- KATALAN KREMALI WAFFLE
Otelde bir miktar dinlendikten sonra Jaume semtindeki belediye binasında yapılacak olan ışık gösterisini izlemek için yine sokaklardaydım ben… Metro ile birkaç durak sonra Jaume’da inanılmaz bir kalabalığın içinde ama hiç rahatsız olmadan çok muhteşem bir gösteri izledim… Akşam çok geç saatlere kalmak istemediğim için gösteri biter bitmez Gracia caddesine geri döndüm. Yine Gaudi’nin yapmış olduğu Casa Batllo binasını gece kadrajıma aldım… Küçük bir yaramazlık olacak ve tüm tatilim boyunca geç saatte yiyeceğim akşam yemeklerinin başlangıcı olan gece yemeğiyle günümü finalize ettim. Yine günlük ortalama 21km civarlarında bir yürüyüş ile 19 Eylül gününe veda ettim Barselona’da…:)
LAZER GÖSTERİSİ -JAUME/ LA MERCE FESTİVAL 2015
CASA BATLLO- GAUDI
Sevgiler,
Jülide
2 notes
·
View notes
Text
ÖZGÜRLÜKTÜR SEYAHAT!
Seyahat özgürlüktür diye başlamıştım bu yılın başlarında hatırlarsanız… Planladığım birçok seyahat var demiştim sizlere ve bu yılın son seyahatine saatler kala tekrar yazmak istedim. Aslında belki de son seyahat olmayabilir de… Çok emin olmamakla beraber belki minik bir tatilim daha olabilir…:) Netleştiğinde sizlerle paylaşacağım…
Nasıl geçtiğini anlamadığım bir yıl oldu benim için 2015. Kendime ilk defa bu kadar zaman ayırdığımı düşünüyorum. Daha önceleri hep ya eğitim için ya da iş için seyahatlerim olmuştu ağırlıklı olarak. Fakat yıllar geçtikçe gördüm ki zaman çok hızlı geçiyor ve bir bakıveriyorsunuz yol yarılanmış. Dışarıdan ne kadar sağlıklı görünseniz de yılların yorgunluğunu hissediyorsunuz belki de… Uzun yollarda rahat rahat yorulmadan yürüyebilmek, keşke daha önceden gelseydim dememek için bu yıl gibi bundan sonraki tüm yılları kendime ayırıyorum artık. :) Maddi gücüm ve zaman problemim olmadığı sürece ben hep bir gezgin olacağım. Çok keyifli bir yıl geçirdim. Mutsuz zamanlarımı bile daha kolay atlattım… Güzel anılar biriktirdim, kadrajıma harika kareler yakaladım. Blogumu besleyecek güzel yazılar yazdım…:)
Bu seyahatimdeki destinasyonum daha önceki yazılarda da yazdığım gibi Barcelona! Barcelona deyince aklıma hep Woody Allen’in ‘Barcelona Barcelona’ filmi geliyor. Barcelona deyince aklıma Gaudi, Picasso, Miro geliyor. Barcelona deyince aklıma renkli pazarlar geliyor. Barcelona deyince aklıma FC Barcelona, Messi geliyor.Barcelona deyince aklıma Pedro Almodovar filmleri , Penelope Cruz geliyor. :)
Her şehrin bende bıraktığı bir iz oluyor. Londra benim için fantastik bir şehir, Stockholm kuzeyin incisi gönlümün tahtı olmuştu. Barcelona benim için ne olacak çok merak ediyorum… Döner dönmez sizlerle paylaşacağım güzel yazılarım olacak…
Sevgiler,
1 note
·
View note
Text
İspanyol Yazarın Hayat Felsefi Olabilecek Sözleri....
Çok da uzun zaman olmadı aslında Meryl Streep’in İspanyol yazar Jose Micard Teixeira’ın sözlerini benimseyerek yaşadığını söyleyeli… Sosyal medyada bir süre döndü durdu, hatta ilk zamanlar Meryl Streep’in sözleri olduğunu söyleyenler bile olmuştu. Okuduktan sonra biraz yaş almış ve tecrübe edinmişseniz bu sözlerin daha da anlamlı olduğunu göreceksiniz. Ben 20′li yaşlarda iken belki de hiç anlam ifade edemeyecek bu yazıyı şimdi okuduğumda; hayatımdaki bir çok duyguyu o kadar gerçekçi anlatmıştı ki, blogumda sizlerle paylaşmak istedim.
“ “I no longer have patience for certain things, not because I’ve become arrogant, but simply because I reached a point in my life where I do not want to waste more time with what displeases me or hurts me. I have no patience for cynicism, excessive criticism and demands of any nature. I lost the will to please those who do not like me, to love those who do not love me and to smile at those who do not want to smile at me. I no longer spend a single minute on those who lie or want to manipulate. I decided not to coexist anymore with pretense, hypocrisy, dishonesty and cheap praise. I do not tolerate selective erudition nor academic arrogance. I do not adjust either to popular gossiping. I hate conflict and comparisons. I believe in a world of opposites and that’s why I avoid people with rigid and inflexible personalities. In friendship I dislike the lack of loyalty and betrayal. I do not get along with those who do not know how to give a compliment or a word of encouragement. Exaggerations bore me and I have difficulty accepting those who do not like animals. And on top of everything I have no patience for anyone who does not deserve my patience”. Jose Micard Teixeira
“Bazı şeyler için artık sabrım yok"
Ukala biri haline geldiğim için değil, aksine hayatımda artık beni mutsuz eden ya da üzen şeyler ile vaktimi daha fazla kaybetmek istemediğim bir noktaya ulaştığım için…
Laf sokmalara, haddinden fazla eleştirilere ve hangi türden olursa olsun talep ve beklentilere artık sabrım yok.
Benden hoşlanmayan insanları memnun etmeye, beni sevmeyen insanları sevmeye ve bana gülümsemeyen insanlara gülümsemeye yönelik arzumu kaybettim.
Artık yalan söyleyen ve beni yönetmek isteyen insanlara bir tek dakika bile harcamak istemiyorum. Oyunların, ikiyüzlülüğün, sahtekarlıkların ve ucuz övgülerin olduğu ortamlarda bulunmak istemiyorum.
Çok bilmişliğe ve akademik ukalalığa tahammülüm yok. Aynı şekilde boş dedikodulara da bulaşmak istemiyorum
Uyuşmazlıklardan ve karşılaştırmalardan nefret ediyorum. Farklılıklardan, hatta zıtlıklardan oluşan bir dünyaya inanıyorum, bu nedenle katı ve toleransı olmayan olan insanlardan kaçınıyorum.
Arkadaşlıkta sadakatsizlikten ve ihanetten hoşlanmıyorum.
Birisine nasıl iltifat edileceğini ya da cesaretlendirmek için ne diyeceğini bilmeyen insanlarla bir arada olamıyorum.
Abartılar beni sıkıyor ve hayvanları sevmeyenleri kabullenmekte zorlanıyorum.
Ve her şeyin de üzerinde, sabrımı hak etmeyen hiç kimseye sabrım yok…”
Sevgiler,
Jülide
1 note
·
View note
Text
İki Arada Bir Derede Londra!
Uzun bir zaman oldu yine yazmayalı sanırım… Ben yine bir çılgınlık yapıp İngiltere vizem dolmadan Haziran ayında bir hafta sonu Londra’ ya kaçtım sessiz sedasız, mutlu ve huzurlu…
Bu defa bir yerlere yetişip görme telaşım olmadığı için çok keyifli bir hafta sonu geçirdim… Yine Cuma akşamı başladı maceram İstanbul ‘dan… Gece geç saatlerde kuş misali Londra’daydım… Cumartesi sabah Victoria Park’taki Pavillion kafe’de güzel bir brunch ile başladım güne… Ardından Victoria Park’ta uzun saatler boyunca çimlere yayıldım, bu defa şehri daha fazla hissetme ve yaşama fırsatım oldu. Şansıma hava günlük güneşlikti… Cumartesi boyunca hiç yağmur yağmadı.
Victoria Park
Akşamüstü Shoreditch civarlarındaydım, ardından güzel ve butik bir İtalyan restoranı olan Burro e Salvia Pastificio ‘da güzel bir yemek yedim. Az masası olduğu için mutlaka yer ayırtmanız gerekebilir benden size küçük bir tavsiye. :) Daha sonra Liverpool caddesinde uzunca bir yürüyüş yaptım. Ardından Sushi-Samba’ya geçtim. Sushi-Samba çok yüksek bir binada yer alıyor. Buradan tüm Londra’yı kuş bakışı görebiliyorsunuz. Gittiğimde akşam olduğu için inanılmaz güzel ve ışıl ışıl bir Londra manzarası ile karşılaştım.
Samba-Sushi
Samba-Sushi
Bu kısa hafta sonu gezim, biraz İstanbul’dan uzaklaşıp nefes almamı sağladı bana. Pazar günü saat 17:00’da Gatwick’ten İstanbul ’a en kısa zamanda yeni bir Londra seyahati hayaliyle geri döndüm.
Hafta sonu gidilen kısa tatiller yorucu gibi görünse de şehirden uzaklaşmak insana inanılmaz iyi geliyor, motivasyon ve enerji veriyor.
Bir sonraki seyahatime bugün itibariyle bir aydan az bir zaman kaldı. Bu seyahatim Barcelona’ ya olacak ve tam 8 günlük uzunca bir gezi…:)
En kısa zamanda yine yeniden görüşmek dileğiyle,
1 note
·
View note
Text
Fantastik Şehir Londra’ da 4 Gün!
Kısa bir aradan sonra yine yeniden Merhaba… :) Stockholm’daki keyifli tatilimden hemen 2 hafta sonra yine yollardaydım ben… Çok kısa bir ara ile bu seferki yolculuğum Londra’ya oldu.
Londra gerçekten kendinizi Alice Harikalar diyarında hissedebileceğiniz kadar fantastik bir şehir…
Yine bir Cuma akşamı iş çıkışında başladı maceram İstanbul trafiğinde havalimanına yetişebilmenin verdiği tatlı heyecan ve stres ile… :)
İstanbul’dan Londra’ya uçuş yaklaşık 3,5 saat sürüyor. Ben Heathrow havalimanına indiğimde, pasaport kontrolünden çıkmam ile saat 23:10’ ları bulmuştu. Bir el bagajı ile gittiğim için valizimi bekleme gibi bir durumum da söz konusu değildi. Burada önemli olan eğer taksi ile şehre inmeyecekseniz çok hızlı davranıp ya Heathrow ekspress ile ya da Picadilly Line metro hattını kullanarak merkez bir yere varmanız olacaktır. Ben ilk gidişim olduğu ve otelime daha yakın olacağı için önce Heathrow ekspresi sonrasında da Bayswater metro hattına aktarma yaparak otelime vardım. Ancak saat geç olduğu için hep son tren ve metroları yakalayabilmiştim. Aslında son metro ve hızlı treni yakalayamazsanız taksi ile de inebilirsiniz ancak Londra pahalı bir şehir. Yaklaşık 69 Pound yani 280 TL civarında tutuyor. Yine de tercih sizin. :) İlk gün saat 00:30 civarlarında otelime giriş yaptım, sabahtan da işte olduğum ve saat farkını da eklersek yaklaşık 22 saattir uyumuyordum. Bu nedenle hızlıca odama yerleşip yarına enerji toplama seansıma geçtim. Bayswater’ da Princess Square isimli 4 yıldızlı bir otelde kaldım. Bu 4 yıldızlı otel için Stockholm’de 5 yıldızlı otelde kaldığım ücreti ödedim. Beklenti Londra’daki oteller için çok yüksek olmamalı demişlerdi, gerçekten de öyle… Aslında kaldığım otel benim için yeterli düzeyde temiz ve kullanışlı bir odaydı. Kahvaltıyı her zamanki gibi otelde almadım. :)
16 Mayıs günü sabahın erken saatlerinde sokaklardaydım ben… Daha önceden listeme aldığım Soho’daki Breakfast Club’ da kahvaltı etmek için yola koyuldum. Önce Queenways metro hattı ile Marble Arch’ta inip Oxford Street boyunca yürüdüm. Google Maps’ ten pinlediğim Breakfast Club’ a kısa bir yürüyüşten sonra vardım. İçeri girdiğimde hiç beklemeden bir masaya oturabildim. Küçük ve şirin bir kafe. Benim tercihim kahvaltı için burada Eggs Benedict ve Portakal suyu oldu. :) Bu kahvaltı için 12 Pound ödedim. Breakfast Club’ tan çıkarken gözlerime inanamadım, uzunca bir kuyruk ve dışarıda bir dolu insan bekliyordu, iyi ki erken gelmişim diyerek istikametimi British Museum’ a doğru çevirdim. British Museum’u hakkını vererek gezmek isterseniz oldukça uzun bir zaman ayırmanız gerekebilir ve özel sergilerin olduğu kısımlar ücretli. Ben zamanım kısıtlı olduğu için sadece ücretsiz sergilerin olduğu bölümleri gezerek müze gezimi sonlandırabildim. Londra ulaşım ağı oldukça gelişmiş bir şehir, sokaklarda yürümek de inanılmaz keyifli ama inanın şehir yürüyerek gezilecek kadar küçük bir şehir değil… Mutlaka metro ve klasik 2 katlı kırmızı otobüslerine binmek durumundasınız. :) Kısa müze turumdan sonra müze çevresindeki sokaklarda yürüdüm, ünlü müzikallerin olduğu tiyatroların önünden geçtim… Bir akşam müzikale gitmeyi çok isterdim ancak kısıtlı vaktim olduğu için bir sonraki sefere bıraktım… Daha sonra ilk durağım Trafalgar Meydanı ve National Gallery oldu. National galeriyi hakkını vererek gezdiğimi düşünüyorum…:) Buna rağmen George Stubbs’ın Whistlejacket isimli tablosunu bir daha dünya gözüyle görmek isterim… :)
Breakfast Club / Eggs Benedict
National Galeri / George Stubb / Whistlejacket
National galeriden sonra Picadilly meydanına gitmeyi planlıyordum, gittim de ancak şarjım sıfırlandı ve o an itibariyle Apple Mağazası aramaya başladım. Uzunca bir yürüyüşten sonra mağazayı bulduktan ve telefonumu şarj ettikten sonra yol üstündeki 250 yıllık Hamleys oyuncakçı dükkanına uğradım ve uğramamla beraber kendimi kaybettim. :) Uzunca bir gezi ve alışverişten sonra malum mağaza 5 katlı;) Picadilly meydanına geri döndüm… Buradaki gezintimden hemen sonra Leicester meydanına geçtim… M&M mağazası burada yer alıyor. Mağazada kendimi kaybettiğim doğrudur... Aslında M&M mağazasından gelen hediyelerim oldukça fazlaydı bu nedenle bir şey almama gerek kalmadı ancak gezmek de inanılmaz keyifliydi… Buradan sonra İngilizlerin meşhur fish&chips’ini yemek için Leicester meydanında bir restoranta girdim… Oldukça lezzetli bir öğle yemeğinde sonra hemen bir sokak arkadaki China Town’a geçtim. China Town isiminden de anlayabileceğiniz gibi Çin mahallesi aslında. Çin’e gitmiş biri olarak beni çok etkilemedi ama yine de görebileceğiniz bir yer olabilir. Eğer uzak doğuya gittiyseniz listenizde sonlarda yer alabilir. Gezintimden hemen sonra tesadüfen sadece gezi ve harita kitaplarının ağırlıklı satıldığı bir kitapçıya girdim. Dünyanın her yeriyle ilgili gezi üzerine yazılmış kitaplar bulabiliyorsunuz. Burası da çok eğlenceliydi benim için… Ancak kitapçının bulunduğu caddenin ismini şu anda hatırlamıyorum ne yazık ki… Daha sonra Big Ben ve Houses of Parliament civarına gittim. Thames nehrinin kıyısında yaklaşık 40 dk. banklarda oturdum… İnsanları ve şehri izledim… Londra çok kozmopolit ve 365 gün 7/24 yaşayan şehirlerden… Bu yönüyle sadece İstanbul’a benziyor. :) Hareketli ve kalabalık bir yapısı var… İlk gündeki son duraklarım Buckingham Sarayı ve hemen yanındaki Green Park oldu. Buckingham Sarayı’na nöbet değişimine yetişemedim. Nöbet değişimi saat 10:00 – 11:00 civarlarında gerçekleşiyor. Yine gördüğünüz gibi epey bir gezdim ilk gün boyunca, güne erken başlamanın faydaları hep bunlar… ;)
Big Ben
17 Mayıs günü ilk planımda sabahtan Tower Bridge ve Tower Of London vardı… Sabahın köründe yine bomboş sokaklarda başladım yürümeye… Zamanım kısıtlı ve çok erken saatlerde gittiğim için Tower of London’a giremedim. Sadece dışından birkaç fotoğraf çekebildim. Şehir büyük ve gezecek çok yer olduğu için bir daha dönüp aynı yere uğrama şansınız da çok fazla olmuyor ne yazık ki… Buradan sonra Greenwich’e doğru yola koyuldum. Önce Tower Bridge’i geçerek biraz yürüdüm daha sonra Greenwich’ten geçen bir otobüse binerek Maritime müzesinin durağında indim. Burası gerçekten muhteşem bir yer, hava da şansıma çok güzeldi ve ben hayata sıfır noktasından yeniden başladım Greenwich’ te… ;) Greenwich’ te öğlene kadar vakit geçirdim. Ardından National History müzesine geçtim… Bu müzeyi de hakkını vererek gezdiğimi düşünüyorum. İnanılmaz güzeldi… Beni çok etkiledi. Babam yıllarca Mermer ve dekorasyon işiyle uğraştığı için Mineraller ve Taşlar bölümü de inanılmaz ilgimi çekti. Dinozorların olduğu bölüm ise muhteşemdi. Yaklaşık 2,5 saat boyunca süren gezimden sonra ünlü Harrods mağazasını gezmek için Knightsbridge ‘e geçtim. Harrods mağazasındaki gezim bittikten sonra Harrods ’ın içindeki Rotisserie restoranta güzel bir yemek yedim… Ardından hemen bir durak sonraki Hyde Park’ta yürüyüş yaptım… Daha sonra Shoreditch ve Liverpool caddelerinde gezdim… Ve ikinci günkü turumda bu şekilde sona erdi…:)
Greenwich
National History Museum
Ve son günüm… 18 Mayıs’a geldik… Bugün biraz yağmurlu bir gündü. İlk önce Saint Paul’s Kathedrali’ ne gittim. Ardından Camden Town’a geçtim. Camden Town çok turistik ve alışveriş yapabileceğiniz bir çok mağaza var. Gitmek için bir kaç metro hattı değiştiriyorsunuz. Camden Town’dan sonraki durağım Notting Hill ve ünlü Portobello caddesi oldu. Evet, burada yaşayabilirim, Notting Hill gerçekten çok keyifli bir semt…:) Notting Hill’de Julia Roberts ve Hugh Grant’ın ünlü filminin çekildiği kitapçıya da uğramadan dönmedim tabi…:) Yediğim en lezzetli Fish & Chips Notting Hill’ deki Duke of Wellington ‘da oldu. Daha sonra Oxford Street’e geri döndüm ve akşam geç saatlere kadar mağazalarda ve sokaklarda gezerek ve şehrin içinde kaybolarak geçirdim vaktimi… Uçağım ertesi sabah çok erken saatlerde olduğu için gece yarısı havalimanına gidip yaklaşık 4 saat orada geçirdim. Bu da farklı bir deneyim oldu benim için.:)
Notting Hill
Notting Hill filmindeki kitapçı...
Ben bütün seyahatim boyunca oyster kart kullandım. Zone 1 – Zone 2 hattını seçtim. İlk günkü kahvaltım haricinde bütün kahvaltılarımı Pret a Manger’da yaptım.
1 ay içerisindeki iki farklı ülkede yaptığım gezilerim bu şekilde sona erdi. En kısa zamanda yenilerini planlayacağım…:) Hep diyorum seyahat özgürlüktür, yenilenmektir, motivasyondur, mutluluktur, hayatı dolu dolu yaşamaktır…
Hayatınız bol sağlıklı ve seyahatli olsun…
0 notes
Text
Kuzeyin İncisi Gönlümün Tahtı Stockholm...
Herkese Merhaba,
Bana göre kısa bir aradan sonra belki çok düzenli blog yazanlara göre uzun bir aradan sonra yine tatil dönüşü, sizlerle paylaşmak istediklerim var. Hatırlasanız tam da gitmeden önce sizlere umarım Stockholm beni yanıltmaz gönlümün tahtı olur, kuzeyin incisi olarak kalbimde kalır demiştim ya, işte tam da öyle oldu. :)
Çok kısa bir tatil olmasına rağmen çok güzel anılar biriktirdim dönerken kendimle beraber getirdiğim… Yalnız gitmiş olmama rağmen keyifli ve unutulmaz 3 gün geçirdim.
Şehir hemen hemen her Avrupa şehri gibi düzenli, ulaşımda sorun yoktu. Çok kalabalık olmayan bir nüfusu var Stockholm’ün… İnsanlar inanılmaz yardımsever ve sıcakkanlılar diyebilirim. Evet yanlış duymadınız soğuk bir ülke olmasına rağmen…
Seyahatimin ilk günü saat 23 :30 civarlarında Arlanda Havalimanında başladı maceram. Hiç bilmediğim bir ülke ama indiğim ilk andan itibaren güven içinde hissettiğim nadir yerlerden biridir Stockholm. Öncelikle Arlanda Express ile 20 dk ‘da şehre gitme planım varken indiğimde yerel halkın Flygbussarna yani otobüslere doğru yönelmesi ile aniden fikir değiştirerek otobüs ile gitmeye karar verdim. Yaklaşık 40dk.’lık yolculuğumdan sonra yer ayırtmış olduğum Radisson Blu Royal Viking oteline vardım. Otelin konumu oldukça iyiydi. Hem ana terminale hem de metro istasyonlarına çok yakın ve merkezi bir yerdeydi. Saat 01:00 civarlarında odama yerleştikten sonra heyecanla yarın olmasını diledim.
1 Mayıs günü yani Stockholm’deki ilk günümde sabah çok erken saatlerde kalktım. İyi bir gezgin olduğum doğrudur, benimle seyahat edeceklerin de en az benim kadar yürüyüşü sevmesi sabah erken kalkması ve gün boyunca hayıflanmamasını beklerim. :) İlk istikamet otelin çok yakınlarında olan Stadhuset oldu. Çok hoş manzarası olan bu belediye binası turistlerin oldukça uğrak yeridir.Bu arada kendime 3 günlük Stockholm kart aldım. Bu kart ile sınırsız ulaşım ve tüm müzelere ücretsiz giriş sağlayabiliyorsunuz.Dolayısıyla çok avantajlı bir kart tavsiye ederim. (Sadece ABBA Müzesinde geçerli değil.) Ardından Gamla Stan’ e doğru yürümeye başladım. Sabah kahvaltısını otelde almadığım için aynı zamanda kahvaltı edebileceğim bir mekanın da arayışı içerisindeydim. Malum May Day yani 1 Mayıs olduğu için çoğu yer saat 10:00’da açılacaktı. Gamla Stan genel olarak İsveç’in eski evlerinin ve kraliyete ait binaların olduğu bir bölgedir. Burası eski şehir diyebileceğimiz bir tattadır. Daracık sokakları ile gezmeye doyamayacağınız, hediyelik eşyalar bulabileceğiniz bir yerdir. Ayrıca Nobel Huset yani Nobel Evi de (Müzesi) bu bölgede yer almaktadır. Sabah kahvaltımı, 1620 yılından beri olan eski tarihi bir binanın altındaki küçük bir kafede yaptım. Çok şahane krem peynirli bir sandviçi kahve ile taçlandırdım. :) Bu arada Stockholm’ de yiyecek içecek fiyatları nasıl diye sorarsanız bize göre inanılmaz pahalı, Türk parası pula döndüğü için bir sandviç ve kahveye 35 TL civarında bir rakam ödeyebiliyorsunuz.
GAMLA STAN…
Buradan sonraki ikinci durağım Skeppsholmen köprüsü ve bölgesi oldu. Stockholm’ün genel coğrafi yapısı, küçük küçük adaların köprüler ile bir birine bağlanmasından oluşan ve neredeyse suyun üzerine kurulmuş bir şehir diyebiliriz. Skeppsholmen da bu minik adacıklardan bir tanesi ve gezebileceğiniz müzeler oldukça fazla. Ben burada Moderna Museet’i gezdim. Buradaki turumdan ve bölgedeki minik gezintimden sonra istikamet Djurgarden oldu. Djurgarden; Nordiska, Vasa ve ABBA topluluğunun da müzesinin yer aldığı büyük bir yarım adacık. Burada açık hava müzesi ve Skansen da bulunmaktadır. Ancak hava biraz kapalı ve zaman zaman yağmur atıştırdığı için ben Nordiska, Vasa ve ABBA müzesini gezmeyi tercih ettim. Nordiska genel olarak İsveç kültürünü anlatan bir müzedir. Yemek sofralarından tutun da kullandıkları kumaş, giydikleri kıyafetlere kadar birçok ayrıntıyı sergilemişler. Kesinlikle görülmesi gerektiğini düşündüğüm bir yer. Moderna Müzesi ise yine birçok farklı serginin bulunduğu aslında İskandinav kültürüne sanki daha çok yakıştırdığım bir sanat anlayışını barındırıyordu. Beni en çok etkileyen bir başka müze de Vasa Müzesi… Muhteşem Vasa savaş gemisini ve hikayesini kesinlikle görmeniz gerekir diye düşünüyorum. Aslında Oslo’da bir Viking gemisi müzesine gitmişken İsveç’te farklı bir yere gitmenin daha cazip olduğunu düşünürken, Djurgarden bölgesinde nasıl olsa buraya kadar geldim diyerek girdiğim ve girdikten sonra dehşete kapılarak gözlerime inanamadığım bu savaş gemisi şaheserini herkesin ölmeden önce görmesi gerektiği kanaatine vardım…:) Cümlem çok uzun oldu biliyorum…
MODERNA MÜZESİ
ABBA MÜZESİ
METRO İSTASYONU
Yine bu bölgedeki ABBA müzesi de benim gibi ABBA sevenler için inanılmaz eğlenceli ve keyifle gezebileceğiniz bir yer. Bugün sabah kahvaltısından sonra yolda marketten aldığım bir çikolata ile geçiştirip tam ABBA müzesine gelmeden önceki bir restoranda inanılmaz lezzetli bir somon yemeği yedim. Somon yani İsveçlilerin tabiriyle lax ve püre İsveç sofralarının geleneksel yemeklerinden biridir bu arada. Kesinlikle tavsiye edebileceğim bir mekan Bla Porten… Bu yemeğe de tatlısıyla beraber yaklaşık 220 İsveç Kronu yani 70 TL civarında hesap ödedim. ABBA müzesinin ardından otelime yakın meşhur Dröttninggatan caddesinde biraz gezinti, espresso bar’ da kahve ve smoothie içtikten sonra otelime geri döndüm. Aslında 1 gün içerisine ne kadar çok şey sığdırmış olabileceğimi görmüş oldunuz. Ancak daha bitmedi, akşam otelimin hemen arka sokağındaki Ice bar’a gittim. Burası da benim için çok değişik bir deneyim oldu. İçeriye yaklaşık 20 kişilik gruplarla alıyorlar ve girerken uzun kürklü mont, pelerin gibi bir şey giyiyorsunuz, malum oturacağınız yer bile buzdan…:) İçeriye adım atmanız ile yüzünüze tokat gibi soğuk bir hava çarpıyor. Yanlışlıkla pelerin otururken yukarı azıcık çıkmış ise vay halinize…:) Buz yani! İçecek bardaklarınız bile buzdan… Ben yaklaşık 30 dk. burada vakit geçirdikten sonra, yarına enerji toplayabilmek için otelime geri döndüm.
İkinci gün sabah yine erkenden kalktım, Espresso barda sabah kahvaltımı ettim. Buradan sonraki istikametim Ericsson Globe oldu. Bir de Stockholm’u yukarıdan görmek istedim;) Bu küre biçimindeki şahesere ilginç bir açıdan asansör ile çıkarak kendimi bir anda lunaparkta gibi hissettim. İnerken çıkmaktan daha eğlenceliydi diyebilirim… Ericsson Globe’daki keyifli şehir panoramasından sonra ikinci durağım Södermalm bölgesi oldu. Burada güzel bir gezintiden sonra soluğu çok merak ettiğim Johan Nyström kahvecisinde aldım. Keyifli bir Karaköy kahvecisine benzeyen renkli masalarıyla rengârenk bir şehir olan Stockholm’u daha da renklendiren bu kahveciye kesinlikle gitmenizi öneririm. Benim buraları bulurken ki imdadıma sağ olsun Google Map yetişiyor. Gitmeden önce gitmek istediğiniz her yeri cep telefonlarınızdan işaretlemenizi öneririm. İnanılmaz vakit kazanıyorsunuz. Buradaki keyifli kahve ve İskandinav ülkelerinin vazgeçilmez Bulle’ sini yedikten sonra tekrar kendimi Sodermalm’ in güzel caddelerinde buldum… Bir ara haritayı bırakarak sokaklarda kaybolmak istedim, gezmediğim yer kalmadı, el yapımı minyatürlerin olduğu minik dükkanlar, parklar, kendimi kaybederek gezmeye başladım. Ardından Stockholm’un olmazsa olmaz restoranlarından olan Pelikan’ da dünyanın en lezzetli İsveç köftelerini yedim. :) Daha sonra tekrar eski şehre yani Nobel Müzesine doğru yola koyuldum. Saat 15:50 civarlarında Nobel müzesinin kapısından içeri girdim. Burası da küçük bir müze ancak şimdiye kadar Nobel ödülü almış ünlü edebiyatçıların, fizikçilerin videolarını izleyebileceğiniz, onlardan hatıra müzeye bağışlanan eşyaları bulabileceğiniz, ufkunuzu bir miktar daha genişletebileceğiniz ve bazen kısacık hayatlarına insanların ne güzel eserler bırakmış olduğunu görebileceğiniz bir yer… İçeriği gezmek çok fazla vaktinizi almayacaktır. Girmenizi tavsiye ederim. Müzeden sonra Gamla Stan sokaklarındaki minik alışverişlerimden sonra otelime geri döndüm. Küçük bir dinlenmeden sonra tekrar sokaklarda kaybolmak üzere yollara düştüm. Birkaç saat boyunca nehir kıyısında ve paralelindeki sokaklarda yürüyüş yaptım.
JOHAN NYSTRÖM
PELİKAN RESTAURANT
Ve son gün… Son gün yine erkenden sokaklardaydım ben. Malum günümü değerlendirmek istedim. Otelden biraz daha geç çıkmak istediğimin bilgisini verdikten sonra, valiz hazır nazır odanın içinde beklerken ben Stockholm sokaklarında yine Södermalm bölgesine doğru yürümeye başladım. Sabah klasikleşen kahvaltımdan sonra Skeppsholmen caddesi üzerinden Södermalm bölgesine ulaştım. Son gün hava günlük güneşlikti. Skeppsholmen caddesindeki banklarda yaklaşık yarım saat oturdum insanları izledim, huzuru dinledim ve mis gibi havayı hissettim. Daha sonra Sodermalm bölgesinden Gamla Stan’a doğru inanılmaz güzel fotoğrafları kadrajıma yakaladım. Ardından minik bir mola için turistik olmayan mahalle arasındaki Tartan kafe adında küçük bir kafede mola verdim. İsveçlileri anlamadığım dilleriyle dinledim. :) Ne kadar mutlu ve güvende olduklarını gördüm, hissettim… Saat 13:30 civarlarında otele geri dönerek valizimi aldım ve havalimanına doğru ruhum dinlenmiş, huzura kavuşmuş ama bir taraftan da hiç dönmek istemeyen halimle eve dönüş için yolculuğa başladım…
Stockholm’e gitmek bir tercih meselesi tabi… Ben İskandinav kültürüne hayran olduğum için önceliklerim arasındaydı. Avrupada daha turistik olarak yer edinmiş ve gezilecek bir çok şehir var … Çoğu zaman Roma, Londra, Paris, Amsterdam ve Barcelona bunların başını çekiyor. Ancak emin olun ki Stockholm de inanılmaz güzel bir şehir.
Beni yanıltmayarak gönlümün tahtı, kuzeyin incisi olarak kalbimde kaldığın için teşekkür ederim…
Stockholm ile ilgili daha detaylı bilgi almak isterseniz size önerebileceğim bir site ve instagram hesabı var.
www.visitstockholm.com
Instagram :@viewstockholm
Sevgiler,
Jülide
0 notes
Text
SEYAHAT ÖZGÜRLÜKTÜR...
“ Once a year go someplace you’ve never been before”
Dalai Lama
Bu sözü yıllardır ilke edinerek, zaman ve fırsat buldukça gerçekleştirmeye çalışıyorum… Yıl da bir kez daha önce hiç görmediğiniz biryere gidin sözünü bu yıl fazlasıyla gerçekleştireceğimi düşünüyorum.
Hatta bir değil kısmet ise tam üç tane seyahatim var benim… :) Çalışmadığım bir dönem ara verdiğim için onların da hakkını veriyorum bu sene… 2014 yılının son aylarında leylekleri havada gördüğüm de doğrudur…:)
Bu yıl yapacağım üç seyahatimden ikisini yalnız gerçekleştireceğim. Sanırım yaklaşık altı yıl oldu İsviçre’nin Cenevre şehrinde böyle bir tatil gerçekleştireli… O tatilimden sonra düşünüp taşınıp hayatımla ilgili güzel ve önemli kararlar almıştım, kendimi dinlemiş, var olduğum ortamdan azıcık uzaklaşarak farkındalığımı arttırmıştım belki de… Bu yıl da hayatımda önemli kararlar alıp, aynı 2009 yılındaki gibi beni bir adım daha ileriye götürecek güzel başlangıçlar olacağını hissediyorum. Tabi ki tatilim boyunca hayatımı sorgulamayacağım, zaten ben hayatı sorgulamayı bırakalı uzun zaman oldu. Nedenmiş, niyeymiş gibi soruları sormuyorum artık kendi hayatımla ilgili… Tüm tatilim boyunca almam gereken kararları da düşünmeyeceğim, görmek istediğim yerleri görüp farklı kültürlerin içine karışacağım… Ancak biliyorum ki döndüğümde farkındalığım bir kez daha artmış olacak…
Planlanmış olan destinasyonlara, vize başvuruları yapılmış, uçak biletleri alınmış, otel rezervasyonları tamamlanmış, seyahatlerimden bir tanesine de bir gün kalmış biri olarak kendimi inanılmaz mutlu ve şanslı hissediyorum…
Nisan ayının son günü yani yarın itibariyle başlayacak olan tatilimdeki ilk şehrim Stockholm olacak. İsveç benim uzun yıllardır hayranlıkla her konuda takdir ettiğim ülkelerden birisidir. İklim olarak soğuk bir coğrafyada olmasına karşın, insan hakları, eğitim, sağlık, refah düzeyi ile oldukça gelişmiş; insanların kendilerine verdikleri değer, gösterdikleri özen ve yaşam biçimiyle kesinlikle dünyadaki açık ara en yaşanılası yerlerden biri olabilir.
İskandinav ülkeleri genel itibariyle bu kültür ve refah seviyesine sahip ülkelerdir aslında, o soğuk coğrafyaların da bile kendilerine öyle güzel dünyalar kurmuşlardır ki hayatı doya doya yaşamayı bilen insanlardır. Bununla beraber her ne kadar soğuk bir ülke de yaşasalar da en çok seyahat edenler ve bilindik bilinmedik tüm tropik adaları ve sıcak iklimleri gezen bir toplumdur kendileri… İskandinav ülkelerindeki yaşam biçimini görmek, kültürünü tanımak isterseniz CNBCE ve e2 kanallarında yayınlanan, keyifle izleyebileceğiniz Norveç’in küçük ve sevimli bir kasabasında geçen ve diziye ismini veren Lillyhammer’ ı önerebilirim sizlere… Eminim siz de benim kadar beğeneceksiniz.
Benim bu ülkelere olan ilgi artışımın asıl başlangıcı; çocukluk arkadaşımın Norveç’te yaşamasıyla yaklaşık bundan 24 yıl öncesine dayanır. Ben 11 yaşındaki iken hayatıma giren ve hemen hemen her yaz tatilimi birlikte geçirdiğim arkadaşımın, kendi ülkesindeki yaşamını anlatmasıyla bu ülkelere sempatim her geçen yıl giderek artmıştır. 1990’lı yılların başında sadece birkaç ansiklopedi, almanak ve coğrafya kitabından okuyabildiğim, birkaç atlasın haritasından bakabildiğim Norveç, İsveç, Danimarka ve Finlandiya, 1990’ların sonunda internetin hayatımıza girmesiyle uzmanlık alanlarım içine giren ülkeler arasında olmuştur. :) İskandinav ülkelerindeki ilk seyahatimi; 2010 yılında Norveç’in başkenti olan Oslo’ya giderek gerçekleştirmiştim. Oldukça huzur veren, sessiz, sakin ve barış içinde yaşanılan bir şehirdi Oslo… Her ne kadar Kasım ayında -7 dereceyi görmüş de olsak güzel bir yedi gün geçirmiştim. Oslo genel olarak beni hiç şaşırtmamıştı ve beklentilerimi karşılayan bir şehir olmuştu benim için…
Stockholm da umarım beni yanıltmaz ve İskandinav ülkelerinin incisi olarak hayatımda yer almaya devam edecek güzel bir deneyim yaşatır bana kalacağım üç gün boyunca… Umarım hayallerime bir adım daha yaklaştırır beni…
Bu tatilimi farketmeden ihtiyacım olabilecek en iyi zamana planlamışım, kırgınlıklarımın, kalp kırıklıklarımın olacağı bir zamana farketmeden, bilmeden...
Diğer seyahatimle ilgili bilgileri bir sonraki yazımda paylaşacağım…
Sevgiyle kalın,
Jülide
0 notes
Text
YENİ YIL GÜZEL PLANLAR İLE BAŞLAR!!!
Kendime güzel planlar ve hedefler koyarak başladım yeni yıla… Bunları da sizlerle paylaşmak istedim. Belki ilham alırsınız sizlere defaydam dokunsun istedim.
Önce her şey hayal etmekle başlar, hayal edip istemekle,sonra planlarsınız, yazarsınız, sonra bir bakmışınız ki bütün taşlar doğru yerlere oturmuş ve siz yapmak istediklerinizi yapıyor halde bulursunuz kendinizi.
Çalışmadığım bir dönemde 2013 yılında; kendime bir seyahat planlamıştım, gidermişim gitmezmişim hiç düşünmemiştim, sadece gitmek istemiştim, hayal etmiştim.
Hemen planlama yapmıştım, fazladan da millerim vardı biletimi almıştım tam da 11 ay sonrasına… Booking.com’ dan ücret ödemeden o tarihlere yer ayırtabilmiştim. Sonra bıraktım hayalimi akışına…
Birkaç ay sonra işe başladım, ardından hayalimi ve planımı, bu güzel keşfimi birlikte paylaşmak isteyeceğim birkaç dostumla paylaştım. Bir zaman sonra kendimizi hayalimiz içinde buluverdik…
O yüzden diyorum hayal edin, hayal ettiklerinizi yazın, yazdıklarınızı planlayın, bir bakmışınız evren size hepsini sunuyor…
Benim bu yıl ki planlarıma gelecek olursak; hayatta en çok yapmak istediğim şeylerden biri dünyayı gezmek… Yeni yerler görmek, keşfetmek, farklı kültürler ile bir araya gelmek…
2014 yılında bu yıl için kendime söz vermiştim; daha çok yer keşfetmek, güzel yerler görmek için… Bu yıl için pek güzel birkaç seyahat planım var…
İlk seyahatimi Nisan sonu itibariyle gerçekleştireceğim. Bir diğeri Mayıs ayının ortalarında olacak. Son seyahatimi de Eylül ayında daha uzun bir tatil olarak planlayacağım.
Şu anda gideceğim destinasyonları paylaşmıyorum, sürpriz olsun, heyecan olsun, merak olsun diye… Sadece küçük bir ipucu olsun, hepsini yurt dışına planladım.
Bu yıl kendime koyduğum hedeflerden biri ise bloğuma daha çok vakit ayırmak olacak. Yaklaşık 6 yıldır açık olan bir blog olarak çok fazla vakit ayıramadığımı düşünüyorum.
Bu yıl bloğumun yılı olsun, daha çok anı , fikir ve güzellikler paylaştığım bir yer olsun istedim.
Yeni yılın ilk ayı ile birlikte yeni bir yaş almam ve eskilere göre yolu yarılamam sebebiyledir ki, 2015’te daha çok sağlıklı beslenmem ve yediklerime özen göstermem gerektiğini düşünüyorum.
Uzun zamandır sağlıklı beslenmeye özen gösteriyordum, genelde dikkat etsem de beslenmediğim zamanlar da olmuyor değildi.Yeni yılın ilk ayı ile birlikte yeni bir yaş almam ve eskilere göre yolu yarılamam sebebiyledir ki, 2015’te daha çok sağlıklı beslenmem ve yediklerime özen göstermem gerektiğini düşünüyorum.
Bu nedenle 2015 yılı bol sebzeli, meyveli, detox çaylı ve günlük minimum 2 lt su içerek geçirdiğim bir yıl olacaktır. :)
Yeni yılın ilk aylarında herkese güzel hayaller kurabileceği, hayallerini gerçekleştirebileceği bir yıl olmasını dilerim…
Sevgilerimle,
Jülide
0 notes
Text
İtalya’da 5 Roma’da 4 Floransa’da 1 Gün…
Roma, gidip de dönmek istemediğim, kalıp da gelmek istemediğim, bakıp da doyamadığım, dönerken yine gelmek istiyorum dediğim bir şehir oldu benim için. Tam olarak 5 gün geçirdiğimiz İtalya’da, inanın 5 gün çok az bir zaman dilimi. Niye diye soracak olursanız Açıkhava müzesinden farksız bir yerde buluyorsunuz kendinizi… Gezmekle bitiremeyeceğiniz kadar çok tarihi yerler, müzeler var. Bir de bizim gibi 4 gün Roma ve araya 1 gün de Floransa’yı gezmek isterseniz siz düşünün artık 5 günün nasıl geçtiğini…
Havalimanı Selfiesi
İlk gün uçaktan 10:00 sularında indik. Otele taksiyle gitmeyi tercih ettik. 3 kişi olduğumuz için gayet mantıklı bir karar olmuştu. Ancak gittiğimiz gün Roma’da grev olduğu için birçok yol kapalıydı. Bu nedenle İngilizce anlaşmakta güçlük çektiğim taksi şoförümüz bizi bir metro istasyonun önünde bıraktı. Neyse buradan valizlerimizle birlikte metroya binerek öğlen otelimize yerleşebildik. Ardından Air-italia ile gelen bir grup arkadaşımız daha vardı, onlarla da buluştuktan sonra 5 Kadın 5 Günlük İtalya maceramız başlamış oldu. Otelimiz via Macao’ daydı, metro istasyonuna ve ayrıca tüm metroların kesişimi olan Termini istasyonuna da oldukça yakındı. Roma’da metroda kırmızı ve mavi hat olmak üzere 2 hat bulunuyor. Genellikle gidilecek yerlerin çoğuna kırmızı hat üzerinden ulaşılabiliyorsunuz. Mavi hattan bir yere gitmek isterseniz Termini’ ye uğrayarak da aktarma yapabiliyorsunuz. Öncelikle ilk durağımız olan Collosseo’ya gittik, çevredeki restoranlardan birinde öğle yemeğimizi yedik. Ardından kendimizi Collosseo’da bulduk. Havalimanından Roma- Pass aldığımız için (35 Euro) Collosseo’ya girmek bizim için oldukça kolay oldu. Roma – Pass ile 3 gün boyunca sınırsız metro ve 2 müze girişiniz ücretsiz!!! Ayrıca seçtiğiniz müzeye sıra beklemeden öncelikli olarak giriş yapabiliyorsunuz. Collosseo’ dan hemen sonra Foro Romano’ ya ve ardından Palatino’ ya geçtik. Buraları hakkını vererek gezmek istiyorsanız yaklaşık en az 2,5 saatinizi ayırmanız gerekiyor. Buradaki gezimizden sonra soluğu birkaç metro durağı sonraki İspanyol Merdivenlerinde bulduk. İspanyol Merdivenleri ve Meydanı Roma’nın oldukça önemli meydanlarından biri ve her daim kalabalık. Bizim buradaki tercihimiz Antico Caffe Greco oldu.
Caffe Greco Roma’daki en güzel Tiramisu yiyebileceğiniz ve en güzel sıcak çikolata, Cappucino içebileceğiniz kafelerden sadece bir tanesi… Şiddetle gitmenizi tavsiye ederim. Son olarak otelin yakınındaki bir pastaneden dondurma yiyerek ilk günümüze veda ettik…
İkinci günün sabahı, ayın son haftasındaki Pazar gününe denk geldiğinden kendimizi Vatikan’daki Pazar ayininde bulduk. (Her ayın son pazarı Vatikan’a giriş ücretsiz.) Saint Pietro Kilisesi Roma’da en büyülendiğim yerlerden biri oldu. Oldukça ihtişamlı bir yapıt diyebilirim. Giderseniz kesinlikle görmeniz gereken yerler arasındaki listede olmalı... Ayin gününde Papa Franciscus’u da görme şansımız da oldu. Vatikan müzesi oldukça kalabalık olduğundan girme şansımız olmadı ne yazık ki. Bu duruma her ne kadar üzülsek de Roma’ya son gelişim olmayacağını düşünürsek, tekrar görme şansım olacak demektir. Buradan sonra Villa Borghese bahçelerine gittik. Villa Borghese bahçeleri vaktiniz var ise bisiklet kiralayarak ya da uzun yürüyüşler yaparak çok keyifli bir gün geçirebileceğiniz bir yer. İçinde hayvanat bahçesi de var. Villa Borghese bahçelerindeki galeriyi gezmek isterseniz mutlaka önceden bilet almalısınız yoksa bizim gibi bilet kalmadığı için gezemeyebilirsiniz. Bu bahçelerin içinden yürüyerek Pincio bahçeleri ve tepesine geliyorsunuz. Pincio tepesinden güneşi batırmanızı ve vaktiniz var ise orada en az 1 saat geçirmenizi öneririm. Pincio tepesinden aşağıya doğru indiğinizde Piazza Popola meydanına geliyorsunuz. İtalya’da en çok sevdiğim şeylerden biri de meydanlar oldu. Her yer keyifle oturup saatlerce vakit geçirebileceğiniz meydanlarla dolu.
Bugünümüze bir arkadaşımızın önerisi üzerine İspanyol merdivenlerinin hemen kesişimindeki sokaklarda yer alan küçük bir restoranda akşam yemeğimizi yiyerek ve ardından müptelası olduğumuz Caffe Greco’ da sıcak çikolata içerek veda ettik.
Vatikan- Saint Pietro Kilisesi
Pincio Tepesi’nden Piazza Popolo’ya bakış…
Üçüncü günümüzde ise yürüyerek Pantheon ve Piazza Navona’ya doğru yola koyulduk. Pantheon ve Piazza Navona birbirlerine oldukça yakın yerler. Pantheon Saint Pietro Kilisesi’ den sonra en çok etkilendiğim tarihi mekanlardan bir tanesi oldu. Buradaki gezimizi Tiber nehrinin kıyısından Travestere bölgesine ve buradan Vatikan’a doğru yürüyerek tamamladık. Sonraki durak Sant’Angelo kalesi oldu. Ardından İspanyol merdivenlerinin olduğu meydana geri döndük. Yemekten önce Pompi’de bir Tiramisu kesinlikle tavsiye ederim. Ancak yine de en güzel Tiramisu Antico Caffe Greco’daydı.
Akşam yemeğimizi ise Pizza Ciro isimli bir mekanda yedik. Benim tercihim deniz mahsüllü pasta oldu. Kesinlikle sizlere önereceğim bir mekan…
Dördüncü günümüzde ise yolculuk Floransa oldu… Termini’ den bindiğimiz tren ile yaklaşık 1:15 dk.’ da Floransa’ya vardık. Biletleri önceden internet üzerinden alırsanız daha uygun fiyata bilet bulabilirsiniz. Biraz kuzeye çıktığımız için yavaş yavaş soğuğu hissetmeye başladık. Floransa oldukça şirin ve güzel bir şehir. Gelir gelmez şehri yukarıdan görebileceğimiz Michelangelo tepesine çıktık. Buradaki en güzel deneyimim Ferrari kullanmak oldu diyebilirim. Hiç aklımda yokken tepeye ilk çıktığımız anda iki tane Ferrari bana doğru bakıyordu. Önce bir hevesle kiralamak istedim ancak sigortası olmadığını duyunca vazgeçmiştim. Ancak arabanın içine oturmam ile hayatta bazen risk almak gerekir diyerek kullanmaya karar verdim. İyi ki de kullanmışım… Keyifli bir Floransa manzarası ve ardından Ferrari deneyimi ile Floransa’nın merkezine doğru yürümeye başladık. Yukarıdan aşağıya inmemiz oldukça kolay oldu. Yaklaşık 15 dk bile sürmeden yürüyerek merkeze inebildik. Merkeze indikten sonra Ponte Vecchio adı ile bilinen meşhur eski köprüye doğru yol aldık. Köprüyü geçer geçmez küçük bir kafe’de bir şeyler atıştırdıktan sonra, Palazzo Vecchio girmeye karar verdik. Palazzo Vecchio ‘yu gezdikten sonra biraz Floransa sokaklarında dolaştık, ardından unutulmaz bir akşam yemeği yediğimiz Trattoria Zaza’ya gittik. Akşam saat 23:00 civarlarında tekrar otelimize döndük.
Beşinci ve son günümüzü Roma’da alışveriş yaparak ve son bir kez İspanyol merdivenleri’ nde Pompi’ de dondurma ve Tiramisu yiyerek , Piazza Navona ve via Nazionale caddelerini gezerek geçirdik. Unutulmaz beş günün ardından hüzünlü ve büyülenmiş bir şekilde bir daha Roma’ya gelme sözü vererek Roma’dan ayrıldık…
Sevgiler,
Jülide
0 notes
Video
youtube
The Anatomage Table (Stanford Anatomy tarafından)
3D, digital
0 notes
Video
vimeo
Touch Surgery , ipad, apple, digital
0 notes
Video
Fazıl Say Gezi Parkı Klip - İnsan insan (miniekran tarafından) ^
#direngezi #direntaksim #direntürkiye #occupygezi
0 notes
Video
youtube
How brilliant and innovative IDEA ! (Abhishek Patiyal tarafından)
0 notes
Video
Exclusive Invisible Mercedes Car Probably one of the best adverts in recent times. Leaked videos (Protemplates tarafından)
0 notes