Don't wanna be here? Send us removal request.
Photo
Barcelona’da Museo Frederic Marès’de bir rölyef çalışması vardır. Tuhaf bir yapıttır; müzenin giriş holünde yer alır (ya da Salgın öncesine dek burada durmaktaydı).
Yapıtın bilgilendirici plakasında sanatçının adı yer alır: Cabestany’li Usta. Cabestany olarak belirtilen isim aslen Pireneler Bölgesi’nde bir kasabanın adıdır. Bu kasabadaki Roman uslubunda inşa edilmiş Notre Dame-des-Anges Kilisesi’nde yer alan bir rölyef çalışmasını yapan heykeltraşa verilen isimdir Cabestany’li Usta. 12.yy’da yaşamış ve üretmiştir. İsmi bilinmemektedir. ��ylesine dikkat çekici ve özgün bir uslubu vardır ki, Katalunya, Navarre, Languedoc, Toskana bölgelerinde inşa edilen kiliselerde yapıtları saptanmıştır (bu bölgeler Batı İspanya’dan Kuzey İtalya’ya uzanan bir coğrafyayı işaret etmektedir).
Bahsettiğim plakada tarzının bir çeşit dışavurumcu güce sahip olduğu yazar. Bu tabir bana ilginç geldi; Dışavurumculuğun estetik ontolojisini açıp dökeceksek önümüze, bir çeşit, standard(lar)a, taşkınlık göstermeyen logosa, denge, sayılabilir ve çoğaltılabilir ölçülere işaret eden bir üretim alanından da bahsetmemiz gerekir elbette. Acaba 12.yy’da Avrupa’daki Roma kültür mirasının görsellik deposu ne oranda alımlanabilir durumdadır?:
12.yy’a tarihlenen ahşap Meryem ve İsa kompozisyonlarına bakıyorum; Gerçekçilik bir kaygı olarak var olduğunda ilginç sonuçlar verebilmektedir bu dönemde.
Barcelona rölyefi Sant Pere de Rodes Manastırı’nda bulunmuş ve buradan getirilmiştir. İsa’nın olasılıkla Petrus ve Yahya’ya suyun üzerinde yürüyerek göründüğü sahneyi canlandırmaktadır. Cabestany’li Usta’nın figürlerindeki ifade farklılıkları, profilden alınmış gözleri üç boyutlu bir şekilde yerleştirme tarzı, açıkça orantıları bilinçli bir şekilde çeşitlendirilmiş eller, parmaklar, ayakların ifade gücü sizce de sarsıcı değil mi? Kendinden emin bir şekilde Dışavurumculuk kavramına taşımakta bu yapıt bizi. Genel anlamda rölyefin kompozisyonu İsa’nın sergilediği mucizeye vurgu yapmamaktadır. İsa ayakta bir figür olarak havarilerle beraber kompozisyonda denge oluşturmaktadır; aralarında balıkların göründüğü göl suları ise deterministik bir amaç için oyulmuş bir dokudan fazlası değildir. Acaba Dışavurumculuk, Sanat, Sahneleme ve dolayısıyla Barok kavramları bizleri nereye götürecek?
0 notes
Photo
TIM BURTON’IN BAROK BATMAN’İ
Benim neslimin, 70’lerde büyüyen çocukların resimli romanlarla ilişkisinde Tay Yayınları çok önemli olmuştur. Dış dünyaya kapalı, döviz alınamayan, satılamayan, ekonomik olarak kendi kendine yetme mitosundan miras kalan temayüllerle yönetilen, ithalatın yerli endüstrisinin hammaddeden teknolojiye kaynağı olduğu, kültür ürünleri açısından da, “Demir Perde”nin hemen dibinde, “Delikli Muşamba Perde” ardındaki Türkiye Cumhuriyeti’nde, çocuk olanların büyürken okuduğu resimli romanları her zaman “Tay Yayınları” adlı firma basardı. Başka yayıncı firmalar da vardı tabii; ama özellikle Avrupa ülkelerinde, 50 ve 60’larda ünlü olan dizileri bu firma renksiz ve Türkçe olarak basardı. Gelgelelim bizler bu dönemde BATMAN ile hiç karşılaşmadık...
Sünnetimde bir akrabam bana bir oyuncak hediye etmişti: Batmobil ve arkasındaki treylerinde Batboat. Çok sevmiştim bu oyuncakları; ama hala “Batman Mitosu” ile bilişsel (cognitive) bir ilişkim yoktu bu oyuncaklarla yıllar sonra yollarımız ayrıldı. Şimdi en azından birisi, bir vitrinde, çalışma odamda duruyor...
Ortaokulda geldiğimde ülkemizi Dünya’dan ayıran “Delikli Muşamba Perde”nin delikleri giderek büyüyor, ülke küresel Neo-Liberalizm’in her yönden içine sızdığı bir coğrafyaya dönüşüyordu. Özal dönemiydi. Adaleli, süper güçlü erkek veya streç kostümlü seksi dişi süper kahramanlar yavaş yavaş ülke gençliği ile tanışıyordu. İlk Türkçe ve renksiz yayınlanan seri “Superman” idi...Belki kısa bir süre önce, belki de aşağı yukarı aynı dönemde “Superman” film dizisi İstanbul salonlarına da düştü.
Elbette ilgi duyduk; filmlere koşa koşa gittik. Superman aslında benim açımdan özdeşleşmesi kolay bir kahramandı. Benim de annem babam çocukken ölmüştü; çocukluğum da bu olayla bitmişti...Onun ise evi, kendi gezegeni yok olmuştu. Annesi ve babası onu kurtarmak için bir uzay gemisi ile Dünya’ya yollamışlardı. Bir çeşit ileri teknoloji ile (YZ) ölü babasının zihni ile konuşabilen bu kahraman nedense hiç ilgimi çekmemişti. “Atomik Kurukafa” ile savaşırken, binlerce voltluk elektrik bombardmanı altında bile fazla bozulmayan briyantinli/jöleli saçları, her zaman suçluyu emniyet mensuplarına teslim eden, aslında duygu yoksunu olan, ontolojik açıdan meleği andıran adaleli adamda bir şeyler “yolunda değildi”.
Benim Batman ile karşılaşmam Tim Burton’ın 1989 tarihli filmi ile oldu.
Burton’ın uslubu hakkında da yazmak lazım; ama burada konu bu değil. Hangi konuyu anlatırsa anlatsın, en korkunç hikayeler, tiplemeler, olaylar bile Burton’da masalsı, komik, ve bu şekilde algılanması adına abartılıdır; gerçeklikle ilişki set dekoru, tiyatro sahnesi anlayışına çok daha yakındır. Batman’i de böyle tasarlamış Burton ki, cani Joker sevimli, haylaz bir tipleme olup çıkmış onun filminde...
Aslında Joker ile, Burton da ele avuca gelmez, hem her yere ait olan, hem de hiçbir yere ait olmayan, destenin elde kalırsa sorunlu, kullanılırsa işe yarar, ama kullanıldığında da vaadi pek olmayan kartı ile özdeşleşen bir kişiliği tasarlamış filminde (DC Comics yayınlarında da öyle olmalı bu)...
Yani Şeytan’ın 20.yy günlük yaşamına yansımış biçimi...
Joker başına gelen kaza ile fizyonomisi bozulmadan önce, henüz bir gangster iken, Bruce Wayne’in anne babasını öldürmüştür. Batman de anne babasını kaybeden zengin çocuk Bruce Wayne’in büründüğü kişiliktir. Bu geçmişin içine yerleşmiş şiddet benim için çok daha çekiciydi; benimkileri aldığı için Tanrı’ya duyduğum nefreti bu karanlık kahramanın içine daha kolay yerleştirebilmiştim. Acının yarattığı nefret önce yaşıyorsa suçlunun üzerine uzanır; ama suçlu ölse bile başka kötülerin bulunması, cezalandırılması gerekir; ve bu ancak, biraz ve kısa süre için kalbi yatıştırır. Bu sefer de, acının ardındaki boşluk görünür; ve bu iyi değildir; hasta edicidir. Sonra yeniden bir kötü bulunması ve cezalandırılması süreci başlar; elbette ki şifa niyetine...Bu sürecin tümü, galiba uyuşturucu ataklarına da benzer (kullanmadığım için bilemem; ama literatüre göre bunu kabul etmek mümkün)...
Batman bir hayvanın totemik aurası ile sarmalamıştır kendini. Yarasaların aslen kör olduğunu biliriz. Şehirde yaşasak bile, en azından İstanbul’da, balkonda oturabildiğimiz bahar ve yaz gecelerinde, geceyarısı önümüzden hızla geçen kanatlı hayvanların %99’unun yarasa olduğunun farkında değilizdir pek; kuş zannederiz onları. Oysa çok karanlık hayvanlardır yarasalar. Gece avlanırlar; Doğa çok özel bir ses çıkarma ve algı yeteneği vermiştir bu hayvanlara. Bu alımlama mekanizması çalıştığında denizaltılardaki sonar ve açık havada çalışan radardan çok da farklı olmayan bir işletim ve algılama prensibi vardır bu yeteneklerini mümkün kılan organlarının.
Yarasa gören gözlerden çok daha yetkin biçimde algılar etrafı. Batman ise bu yeteneğin izdüşümüne denk gelecek şekilde sivil kimliğinin izin verdiği teknolojik harikalarla bir insanın yapabileceğinden kat kat fazlasını gerçekleştirmeye muktedirdir. Abartılı tasarım ve yeteneklere sahip otomobiller, uçaklar, tekneler kullanır. Bu araçlar herşeyden önce birer silahtırlar; tasarımları sıkça abartılıdır; sahiplerinin yarasa kimliğine uygun biçim ve plastiğe sahiptirler. Batman özel kostümü ve gereçleri sayesinde bir vahşi ormandan farklı olmayan şehirde damdan dama atlayarak gezer; uçar, süzülür. Bu kentin, “Gotham City” olarak “New York City”nin argodaki karşılıklarından üretilmiş kentsel mahal imgesi hakkında da birkaç kelime etmek gerekir. Sanırım bunu en iyi belgeleyebileceğimiz yapıtlar, “Weegee” takma adı ile bilinen, 1938 yılında polis telsizlerini dinleme lisansına sahip olan ilk sokak fotoğrafçısı Arthur Felling’in, kentin “üst katlarda” ve periferideki banliyölerde oturan orta sınıf ve üzerindeki burjuvalarının fazla bilmediği vahşi, acımasız, çirkin, şiddet ve istismar dolu gece hayatını belgelemek adına biriktirdikleridir.
Batman bu karanlık alemin, çirkinliğin müdavimidir. Onun parçası değildir; orada kendini tatmin eden, adalet dağıtan, acı çeken bir ruhtur. Batman’in “comic” olarak tarihçesine hakim değilim; sinemaya uyarlanan hikayelerinin çocuk ve gençleri de hedef müşteri/seyirci kılması nedeniyle, belki bu nedenle, Batman’in zalimce bir eylemiyle hiç karşılaşmadık. Lakin, karakterin yapılanışında hemen herkes Batman’in, jöleli sahte melek Superman ile hiçbir ilişkisi olamayacağını söyleyebilir. Batman olasılıkla geceleri karanlık-kötülük-suç-kurban dörtgeninde, denklem uygun şekilde kurulduğunda adaleti kendisi dağıtan, sorgusuz katleden bir karakterdir.
“Batman Returns” Tim Burton’ın aynı konuda ikinci filmidir. İlk filmde suçlu damgası ile öne çıkan Joker’in yerini bu filmde Penguen alır. Penguen’in öyküsü ise, arkasındaki trajediden hiçbir ödün vermeden anlatılır. Bir hilkat garibesi olarak doğan çocuklarını reddeden zengin anne ve babanın edimi ile güç, para ve teknolojiyi nerden edindiği belli olmayan karanlık bir karakter olarak şehre dönen kahramanın öyküsü bütünlüklü bir şekilde anlatılır. Hayvanat Bahçesi’nin bağlantılı olduğu yeraltı dünyasında beraber yaşadığı bu kuşların şamanik aurasına bürünen Penguen ile işbirliği yapan kötülük dolu iş adamı Max ile ilişkili başka bir öykü daha vardır.
Max’e duyduğu aşk ile ona karşı hayli zayıf olan sekreteri Selina, patronunun kendinden faydalanması ve istismarı karşısında bir şey yapamaz; hatta patronu onu ofis binasının penceresinden ölüme savurmasına rağmen…Selina intihar gibi gözükmesi gereken bu olayda ölmez; bedenini çeviren kedilerin arasında, penguen ve yarasalardan edinildiği gibi bir şamanik auranın yardımı ile değişim geçirir. Diktiği kostümle büründüğü kişilik Catwoman’dır. Selina önceleri öfkesini istismar edilen ve ezilen hemcinslerinin durumlarına müdahale ederek yatıştırmaya çalışır. Bu sırada Batman ile de döğüşür. Bruce Wayne ise onun kimliğini ve geçmişini öğrenince ona karşı tarif edemeyeceği bir yakınlık hisseder. Catwoman’ın öfkesi ve içindeki adalet çağrısını sonsuza dek yatıştırabileceği tek konum Max’in katledilmesi, öcünün alınmasıdır. Bu amaçla geldiği bir davette Bruce ile karşılaşır.
Dans ederler. Fonda, İngiliz Punk müziğinin ünlü isimlerinden “Siouxsie and the Banshees”in “Face to Face” adlı şarkısı çalmaktadır. İlginçtir ki, bu şarkıyı gruba sipariş eden Tim Burton’dır. Şarkıyı dinleyen ve sözlerini kaydeden birisi, normal şartlarda kanunu temsil eden Batman ile kanunsuz bir çizgide giden Catwoman’ın alt kimlikleri olmadan, seküler suretleri ile ettikleri dans ve aralarındaki erotik gerilim ile ilgili bir dizi referans olduğu fikrine kapılabilir. Oysa sözlerde başka türde bir trajedi gizlidir. Evet, bu dans da, ikilinin aralarındaki duygusal çekim de gerçektir. Lakin masum yüreklerinde, kötülüğün ve zalimliğin açtığı yaralar yüzünden aşka dair uzun soluklu bir yaşamın göveremeyeceğine, aksine herşeye rağmen bu yaraların sorumlusuna herşeyin ödetileceğine, bu ödeşmenin de her iki taraf için de ölümle biteceğine ilişkin yeterlice mesaj vardır şarkının sözlerinde. Grubun abartı, gerçeklik ve estetize edilmemiş hüzünlü müziği bu sözleri daha da çarpıcı hale getirir. Selina ve Bruce’un diyaloğunda ise herşey açığa çıkar. Bruce Selina için gelmiştir bu davete; ama Selina Max’i öldürmek için gelmiştir; silah olarak kendi vücudunu kullanacak, bu gösteriyi ölerek tamamlayacaktır. Tam bu anda seyirci bu ikilinin gerçek yüzlerinin ne olduğunu anlayamaz…Bruce ve Selina mı, yoksa Yarasa Adam ve Kedi Kadın mı gerçek yüzleridir? Maskeleri hangi yüzlerindedir?
Tim Burton bu mükemmel yapıtlarının mirasına, Warner Brothers’ın hikmet yoksunu vizyonu ile Joel Schumacher oturdu; ve Batman’in Christopher Nolan tarafından 2005 yılında saf bir Hollywood ürünü olarak diriltilişine kadar Burton’ın Barok yapıtları tüketim bağlamında çok zarar gördü. Borges, “Alçaklığın Evrensel Tarihi”nin 1954 basımının önsözüne şu satırları yazar:
Bütün olanaklarını bile bile tüketen (ya da tüketmeye çalışan)ve sonunda kendi parodisinin sınırına dayanan üslûbu barok olarak tanımlayabilirim.
Bu tanım herşeyden çok Burton’ın Batman ve Batman Returns’ü için geçerlidir. Bu konuda yazmaya devam edilebilir…Prodüksiyon tasarımı, ve genel anlamda yapıtların neden Barok olarak nitelendirilebileceği hakkında çok şey söylenebilir.
https://www.youtube.com/watch?v=zpaqBXc5MTk
3 notes
·
View notes
Photo
Au musée Frederic Marès de Barcelone, il y a un relief sculpté d’une plaque de marbre; vous pouvez le définir comme un bas-relief, aussi un relief pictural. Surnommé en Le maître de Cabestany, l’artiste-sculpteur anonyme du 12ème siècle a modelé cette pièce, ou on l’attribue à lui. Les experts du musée n’ont pas pu s’emmener d’écrire au placard informatif « un fuerte sentido expresionista » ; ou un fort sentiment expressioniste…
İl n’est pas facile pour nous d’imaginer la culture visuelle de 12ème siecle; surtout aux pays comme Catalogne, Languedoc, Navarre, meme Toscane, les geographies, dont l’art dans les architectures romanes contient les œuvres du Maitre ; les œuvres qui ont formé l’identité artistique de ce personnage au milieu d’une absence d’une signature, une source écrite et de n’importe quoi…En faites, dans tous ces régions on peut compter les importants centres historiques romaines comme Barcelone, Nîmes, Arles, Tarragone, etc…Je pense qu’il sera ridicule de se considérer un paysage dont le classicisme romaine dans l’art, surtout à la sculpture est un mystère ou un mythe munie d’une force deterministe visuelle. Voyez les deux statuettes de la Mere du Dieu avec Jesus, datant au 12ème siècle. Leur polichromie vive peut signifier à une restauration scientifique, mais ce qui importe pour nous, est le naturalisme a leur seine, conforme bien sûr au conformisme religieux.
Et comment interpreter le style du Maitre ? İl nous semble assez logique d’accepter que le Maitre a développé un style à pourvoir, à laisser des signatures incomparables aux surfaces des espaces architecturaux, sans-doute religieux, les saints domaines de logos, pathos et ethos, de l’existence humaine ; donc le terme « expressioniste » peut être bon dénominateur pour une analyse du style du Maitre.
La plaque de marbre est le rencontre du Jesus, qui marche sur les eaux du lac, avec les apôtres probablement Pierre Jean. La composition des trois personnages désigne une balance classique, malgre que les deux sont dans un bateau. Les eaux du lac sont traités comme une texture dont les poissons sont les motifs réguliers. Toutefois les faces, la physiognomie des personnages ont des charactéristiques bizarres, comme les traitages des yeux, des fronts, du cadre des faces, des cheveux…
#museofredericmares#museefredericmaresdebarcelone#maitredecabestany#maitre de cabestany#musee frederic mares de barcelone#maestro de cabestany
0 notes
Photo
1974 SONBAHARI - 4
MOBY DICK - 4
Hermann Melville’in Essex’i öyküsünden ilham alarak Moby Dick’i yazdığı iyi bilinir. Moby Dick 1851 yılında basılmıştır. Melville’in Owen Chase’in öyküsünü okumuş, bundan ilham aldığı kabul edilir. 2002 yılında, Christopher Rowley’in yönettiği dramatize bir belgeselde, Toronto Üniversitesi’nden Amerikan edebiyatı konusunda uzman Paul Downes Melville’in, Essex’in gerçek öyküsüne alegorik unsurlar katarak romanını yazdığını belirtir.
Howard’ın filminde ise Melville Nickerson’ın pansiyonuna gider; iyi bir ücret karşılığında Nickerson’dan Essex’in gerçek öyküsünü anlatmasını ister. Film, bu öykünün dökümüdür. Bu gerçekten vuku bulmuş olabilir mi? 1851 yılında Nickerson belki de denizdedir; ticari bir gemide kaptandır (Wikipedia’da yer alan biyografisine göre bu işi uzun süre yapmıştır); kuşkusuz pansiyon işletmek emeklilik uğraşıdır. Ne yazık ki, ne Chase’in, ne de Nickerson’ın kitaplarını okudum. Bunu bilmek şu an benim için mümkün değil. Howard’ın filminin senaryosunu « « Charles Lewitt, Rick Jaffa ve Amanda Silver » yazmış. Philbrick’in romanını esas almış olabilirler ; Chase ve Nickerson’ın özgün anlatılarına baktılar mı ? Baktılarsa ne kadarını kendi senaryolarına aktardılar? Filmin fazlaca Moby Dick’e yaslanması ile ilgili bir eleştiri de vardır. Howard‘ın filminin dramasının en temel unsuru nedir-diye düşünüyorum. Olaylar ne kadar sıradışı ve sarsıcı olursa olsun, filmin can alıcı yönü Melville’in karanlık ve soğuk bir gecede Nickerson’ın kapısını çalması, yaşadığı deneyim yüzünden alkol ve hayata küsmüşlüğün, utancın ve ketumiyetin içine saklanmış olan adamın sabaha dek Melville’e Essex’in öyküsünü anlatarak bir çeşit catharsis içine girmesidir. Web’de Melville’in Essex ile girdiği ilişkinin ne olduğuna dair bir bilgi bulunmuyor. Belki de Nantucket Tarih Derneği ile temas edildiğinde, bu konuya açıklık getirecek bilgiler edinilebilir.
Moby Dick şöyle başlar :
Ishmael deyin bana. Birkaç yıl önce-kaç yıl önce olduğu önemli değil - paramın azaldığı yada hiç kalmadığı bir sırada, karada da beni ayrıca bağlayan hiçbir şey olmadığı için, biraz engine açılayım, bu dünyanın denizlerini şöyle bir göreyim dedim. Ben böyleyimdir; böyle bulurum sıkıntıdan kurtulmanın, uyuşan kanıma hız vermenin yolunu. Baktım ki ağzımın tadı kaçmış, buruklaşmışım; baktım ki içime o soğuk Kasım yağmurları çiseliyor; baktım ki durup dururken tabutcu dükkânlarının önüne dikilip kalıyorum, ya da karşıma çıkan her cenaze alayının peşine takılıyorum; baktım ki içimi saran kasveti önleyemiyorum, o kadar ki, beni bazı ahlâk ilkeleri durdurmasa, mahsus sokağa çıkarak, onun bunun şapkasını, bile bile başlarından kapıp yere atacağım - işte o zaman bir an önce denize açılmanın zamanı geldi derim kendi kendime. Tabancam, kurşunum budur benim. Kato. filozofça bir gösterişle kılıcının üstüne atar kendini. Be-nse, sessiz sedasız bir gemiye binerim. Bunun da şaşılacak bir yanı yok. Hemen hemen tüm insanlar, bilerek bilmiyerek, yaşamlarının şu ya da bu anında denize benim duyduğum sevgiyi az çok duymuşlardır.
Moby Dick’in karakterleri çok ilginçtir. Yukarıdaki giriş paragrafında sadece macera için denize açılan bir gencin sözleri yoktur ; yaşamın önüne koyduğu seçeneklerin, olanakların az olduğu, köksüz, yurtsuz bir adamın hüznü de yok mudur ? Bana İshmael deyin…
Kimdir Ishmael ?
Ishmael, bizim gibi müslüman toplumların İsmail adıyla bildiği, Ehlibeyt’in İbrahim’in (Abraham) karısı Sare (Sarah)’den önce, Mısır’lı bir cariyeden, yani Hacer’den (Hagar) olma oğlu olarak bildiği karakterin adıdır. Kabe denilen mabedin kuzey-batı duvarının dibinde, alçak bir yarım dairesel duvarla tanımlanmış bir alan bulunur ve müslüman inancına göre İshmael ve Hagar’ın burada gömülüdür…İshak (İsaac), Sare’den olma ikinci oğludur İbrahim’in; ama makamının emanet edildiği oğul da o dur. Hacer ve İsmail Arabistan çölüne giderler (İsmail İsmaililer veya Haceriler denen, Arap kabilelerinin, yani sonrasının müslüman toplumlarının babasıdır). Başka bir deyişle bana İsmail deyin diye başlayan bir metin, kanımca, İncil referanslarına yaslanacağını, ve kahramanının bir marjinal, toplumdışı, yersiz, yurtsuz bir karakter olduğunu kabul ediyor olmalıdır.
Melville’in kurgusunda balina avında en önemli yeri tutan zıpkıncıları hatırlıyorum. Bu adamların her birisi bir kayıkta konuşlanmıştır; balinaya yakınlaştıklarında zıpkını savururlar; ve ipi sağlama aldıktan sonra yüzeyde can havliyle yüzüyorsa balina, kayığı çekerek tükenmesi için kayığın ardından sürüklenmesini sağlarlar; bazen de balina derine dalar; ipi salarak hayvanla bağın kopmamasına gayret ederler…Bu işi yapan karakterlerin tümü, romanda beyaz Avrupa’lıların aşağı seviyede, tekinsiz buldukları arkaik, “vahşi”, şamanist toplumlardan gelmektedir...Amerikan kızılderilisi, Afrika’lı, Pasifik okyanusundaki kabilelerden (filmde Avustralya Maori’si gibi canlandırılan, Ishmael’in dostu Queequeeg) veya yine Batı kültürüne yabancı gelen İran kökenlidir (veya Orta Doğu kökenli) bu karakterler. Gelgelelim, beyaz Avrupa’lıların sahip olmadığı bir durugörü, kehanet yetenekleri de bulunmaktadır. Bu « vahşiler » beyazları ikna edemeseler de, geleceği ve yaklaşan felaketi görebilmektedirler. Ahab ise, sosyopat, gizemli, mesafeli, ama adamlarını bu sefere ne için çıktıklarını unutturacak ve kendi nefretini elbise giyer gibi üstlerine almalarını sağlayacak kadar da kitleyi kontrol edebilen bir karakterdir; ve beyaz balinaya takıntılıdır. Nefretin bir toplulukta yaygınlaşması ve içselleştirilmesi için gereken her ne ise bunu bilir gibi görünür Kaptan Ahab…
Ahab, Yahudi-Hristiyan geleneğinde olumsuz bir fügürdür. Tanrı’nın emir ve iradesinden sapan bir Yahudiye kralıdır; en önemli uyarıları da Elijah’dan, ya da İslami gelenekteki Hz.İlyas’tan alır. Nitekim Moby Dick’te Ishmael ve dostu Queequeeg’i Ahab’ın gemisi ile yola çıkmadan uyaran berduşun adı da Elijah’dır. Tüm bu öğeler,Yahudi Hristiyan geleneğinde Modernliğin içinden geçen, ve bir göçmen diyarı olduğundan Modernizm’in en ihtiraslı inşacısı olacak Amerikan toplumu için önemli göstergeler olmalıdır. Nitekim romanda Starbuck adındaki ikinci kaptan, Ahab’ın tüm taşkın ve nevrotik hareketleri, kararları karşısında seferin kar amaçlı, ticari bir sefer olduğunu ona sürekli hatırlatan, aklın yolunu gösteren, evli ve çocuklu sıradan bir karakterdir. Ne gariptir ki, trajedinin son sahnesinde, Ahab’ın balinaya dolanan ölüsünü görünce kendinden geçerek onun tüm öfkesini, çılgınlığını üzerine alarak sandalları balinaya saldırtan ve felaketi mümkün kılan da yine o olur. Starbuck, ABD’nin en zengin şirket ve ailelerini barındıran Nantucket’lı balinacı bir ailenin adıdır.
Belki de Beyaz Balina’yı, bir süs havuzunda, Boğaz’ın sularında, gökyüzünde, ve düşlerinde gören insan sayısı düşündüğümüzden fazladır; kimbilir, ekranlarda, veya Cuma namazında vaaz veren Ahab’ın peşinden giden çok olmaz; ve belki de batan gemiden çocuklarını kurtarma kaygısı taşıyan pek çok insan vardır…
0 notes
Photo
1974 SONBAHARI - 3
MOBY DICK - 3
Zannedersem geçen yıldı; 2015 yılında ABD’de sinemalarda vizyona giren, “Ron Howard”ın yönettiği “In the Heart of the Sea” adlı film Web’den yayın yapan paralı medya kanallarında yayınlanmaya başladı. “Nathaniel Philbrick” adlı bir yazarın 2001 tarihli romanından uyarlanan filmi iki defa seyrettim. Moby Dick’in yazılışının ardındaki öyküye değindiğinden, yeniden heyecanlandım...
Bu öykü 19.yy’da büyük bir endüstri oluşturan balina avcılığı ile ilgili. Balina avcılığının 19.yy’daki önemini bugün anlamamız pek de mümkün değil. Balina yağının şehirleri, mahalleri aydınlatmada kullanılmasının nasıl bir nimet olduğunu, bugün için elektriğin gücünün birbirine karıştırdığı gece ve gündüzü, kentlerin gece yaşamını, yol ışıkları, dükkan vitrinleri ve panolarını aydınlatan parıltıyı içselleştirmiş bir kitle anlayabilir mi? Sanmam…Balinalardan çok şey elde edilmektedir. Yağ sadece aydınlatma için kullanılmaz; o dönem için henüz başlangıç seviyesindeki endüstriyel devrimin de yakıtıdır. “Baleen” adı verilen, dişsiz balinaların ağzındaki organik filtreler tekstil endüstrisinde, su geçirmez dokuların imalatında kullanılmakta, özellikle ispermeçet balinalarından elde edilen özel bir mum olan “spermaceti” ise kokusuz yanması nedeniyle lambalar ve mumlarda kullanılan pahalı bir malzemedir. Öykü ise, bu endüstrinin en önemli merkezlerinden olan, New York, Rhode Island’ın doğusunda, Nantucket adasından 1819 yılının 12 Ağustos’unda 21 kişilik mürettebat taşıyarak kalkan 3 direkli bir balina gemisinin, “Essex’”in son seferi üzerinedir. Balina gemileri balinaları avlayıp bu kargo ile dönmezler; balina gemiye alınır alınmaz parçalanır, yağı çıkartılır, eritilerek depolanır; bir anlamda, daha o dönemde balina gemileri birer fabrikadır. Essex’in öyküsü kısaca Wikipedia’da yer almaktadır.
Essex iyi avla depolarındaki fıçıları doldurmak için yaklaşık bir 1 yıl boyunca Atlantik’i güneye doğru geçer; fırtınalar atlatır; ve şansı yaver gitmez. Horn Burnu’nu döner ve Güney Amerika’nın Batı kıyıları boyunca kuzeye doğru Pasifik’te yol alır. Mürettebat rastladıkları diğer balina gemilerinden Güney Amerika kıyılarından 4700 km batıda, Pasifik’in ortasında, deniz trafiğinin çok az olduğu, ama verimli bir av bölgesinin bilgisini alır. Bu bölgede av zorlu geçer; gelgelelim, bir sürünün ortasında 4 kayıkla avlanan ekiplerden birisi, hasar alan bir kayığı tamir için gemiye döner. Bu esnada, olasılıkla yavrular ve dişilerden oluşan sürüden ayrılan bir erkek gemiye yaklaşır; uzun süre açıkta bekler. Akıl almaz büyüklükte bir ispermeçet balinasıdır bu. Mavi balinalar ortalama 30m boyundadırlar; ancak kaşalot da denen ispermeçet balinalarının bu boya ulaşmaları günümüzde mümkün değildir. Erkek balina aniden saldırır; burnuyla defalarca vurarak Essex’in gövdesinde delikler açar ve onu batırır. Gemi batarken alabildikleri az miktarda yiyecek, içme suyu, birkaç silah, sınırlı mühimmat, harita ve seyrüsefer cihazını 3 kayığa yükleyen ekip okyanusun ortasında kalakalır. En yakın kara olan küçük bir ada topluluğu 1900 km batıda, Güney Amerika kıyıları ise 3700 km uzaktadır. Mürettebat adalarda yaşayan “yamyam” kabilelerin korkusu ile uzak yolu seçer. 1 ay sonrasında kayıklar bir adaya çıkar. 3 denizci deniz kuşlarının yumurtaları, balık ve çok cılız da olsa bir su kaynağının bulunması nedeniyle bu adada kalmayı seçer. Diğerleri kayıklarla tekrar denize açılırlar. Bu kayıklardan ancak ikisinin yolcuları, Essex battıktan 3 ay sonra kurtarılırlar. Diğer kayık çok sonraları başka bir adanın sahilinde, içinde 3 iskeletle bulunacaktır. Geriye kalan toplam 8 kişidir. Bu 8 kişi, denizde geçen aylar boyunca birer birer ��len denizcilerin etlerini, organlarını kemiklerinden sıyırmışlar, cesetleri tekrar dikerek denize gömmüşler ve elde ettikleri insan etinden erzağı uzun zamana yayarak tüketmişler bu şekilde sağ kalmışlardır. Ölen denizciler azaldığında ise, aralarında kura çekerek bazılarını, rızasını alarak öldürüp yemişlerdir.
Essex’in öyküsünü anlatan, kurtulanlar tarafından yazılan iki metin bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi “Owen Chase” adlı ikinci kaptana ait olup, kurtulanlar Nantucket’a döndükten sonra açılan soruşturmalarda kullanılan metindir. 1821 yılında basılmıştır. İkincisi ise “Thomas Gibson Nickerson”a aittir. Nickerson, Essex’in miçosudur; yolculuk sırasında 14 yaşındadır. Bu sefer denize açıldığı ilk seferdir. Nickerson, 1876 yılında, 56 yaşındayken ve Nantucket’ta bir pansiyon işletirken bu yolculuğun öyküsünü yazar. Müşterilerinden birisi bu anıları basmak ister; ve özgün elyazısı tek kopyayı alır. Gelgelelim bu müşteri hayatında vuku bulan bazı karışıklıklar nedeniyle elyazmasını bir dostuna emanet eder. Elyazması yıllar sonra, 1960 yılında “Pen Yann” köyünde bir ailenin deposunda bulunur; ve başka bir ailenin eline geçer. Okuyanlar bu elyazmasını fantastik bir kurgu olduğunu düşünürler. Son sahibi elyazmalarını 1980 yılında Nantucket Tarih Derneği’ne teslim eder. Böylece Nickerson’ın öyküsü ancak 1980 yılında basılır. Yukarıdaki eskiz de, Nickerson’a aittir...
#moby dİck#mobydick#whaleshipessex#in the heart of the sea#nantucket#nantucketisland#thomasgibsonnickerson thomas gibson nickerson owen chase owenchase
0 notes
Photo
1974 SONBAHARI -2
MOBY DICK-2
Aradan yıllar geçti. İlkokulu bitirmiş, ortaokulun hazırlık sınıfına başlamıştım. O sene babamdan kalan kibrit koleksiyonundaki bir kapaklı kibrit dikkatimi çekti. İçinde birkaç tane çöpün kaldığı, eskiden restaurant, bar, café’lerde verilen tarzda bir kibritti. Üzerinde “Moby Dick-Piazza Tales” yazıyordu; ve işletmenin adresi Roma’daydı. Bu benim için ilginçti; zira, annem ve babamı kaybettikten sonra giderek daha asosyal, hareketsiz, okul ödevlerini yapmak ve sınavlara hazırlanmak için oturduğum masa başında bazen kendimi saatlerce başka şeyler okurken bulduğum zamanlardı. Ödev yapmak için kullanırken, ilgisiz maddeleri de okurken dalıp gittiğim “Hayat Küçük Ansiklopedi”yi unutamam. Orada görmüştüm bu ismi. Piazza Tales, yani Meydan Masalları; Moby Dick’in yazarı Herman Melville’in diğer bir önemli yapıtının adıydı. Bugün bu yapıtı hala okumamış olmaktan esef duyuyorum. Aynı seneydi sanırım; Türkçe hocamız Yarıyıl Tatil’inde bir kitap okuyarak analiz etmemizi istemişti. Bu ödev için, ben bu zor kitabı, Moby Dick’i seçtim. Lakin her öğrencinin yapacağı bir hileye başvurdum; özgün metni değil, basitleştirilmiş bir türevini okuyup ödevimi sundum. Lakin kitabın içeriğini yeniden hatırlamak için de bir fırsat olmuştu bu ödev...
0 notes
Photo
1974 SONBAHARI - 1
MOBY DICK-1
Babamla paylaşmaktan en çok keyif aldığım konulardan birisiydi Deniz. Herşey bunun içindeydi. Gemiler, daha çok transatlantikler, köpekbalıkları, balinalar, balık halindeki tezgahlar, Karaköy rıhtımı, Galata Köprüsü, Ankara’daki çocuklukta balık hali; Anafartalar Caddesi’nin kalabalığı...En çok sevdiğimiz şeylerden birisi de, 70’li yıllarda siyah-beyaz TRT ekranında oynayan “Yaşayan Deniz”, yani “Jacques-Yves Cousteau”nun belgesel dizisiydi. Babam beni hiç balığa götürmedi; ama yaşasaydı ve daha çok vakit geçirmek şansımız olsaydı, eminim bunu yapardı; ve ben 46 yıl önce izini kaybettiğim Deniz ile hala beraber olurdum. Bu kaybın dışında kalan tek şey deniz hikayaleri ve bir parça denizcilik öyküleri oldu...Bir de, Moby Dick elbette...
Moby Dick ile ilk kez karşılaşmam, yine babamla beraber seyrettiğimiz 1956 yapımı filmle oldu; aynı TRT ekranında, siyah-beyaz olarak seyretmiştik filmi. Sanırım oynadığı tarih 1974-1975 kışıydı. İlkokulun birinci sınıfını Ankara’da okuduktan sonra, göç ettiğimiz İstanbul’da okula başlamıştım o yıl. Evimizin eşyaları henüz gelmemişti. Televizyonumuz evin yatak odalarının birindeydi. Filmi orada seyrettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Nefes almadan seyretmiştim filmi. Birçok ikonik sahne kafama kazınmıştı; küçük, tüplü bir TV ekranından seyretmiş olmama rağmen...Oldukça vurgulu karakterlerin niteliklerini, ana kurgunun önemli döngülerini yaşıma göre hayli nitelikli bir şekilde belleğime yerleştirmiştim. Bir analiz yapacak bilgi, görgü ve olgunluğa sahip olmadığımdan, bunlar daha pek çok farklı şey gibi kişisel büyü dünyamın envanterine girmişti.
Bugün baktığımda, kanımca filmin dönemine göre, heyecan verici set tasarımlarıyla ve görsel sonuç babında bugün hala doyurucu gelen bir başarıyla çekildiğini söylemek mümkün görünüyor bana. John Huston’ın yönetmenlik belagatinden bahsetmek için filmi yeniden, bir yetişkin olarak izlemem gerek tabii. Gregory Peck’in filmdeki oyununun Kaptan Ahab’ın uzak, kötücül, uğursuz ama baştan çıkarıcı olması gereken karakterini tam yansıtamadığı yazılmış zamanında. Peck o dönemde 38 yaşındaymış; film piyasaya çıktıktan sonra 68 yaşındaki karakterinin resmedilen karizmasını canlandıracak birikime sahip olmadığını kendisi söylemiş. Oysa benim hayalimdeki Ahab hala Gregory Peck’in suretine sahiptir.
#mobydick#moby dick#herman melville#hermanmelville#mobydickthemovie gregory peck gregorypeck captainahab captain ahab
1 note
·
View note
Photo
THE DIG
Bilmiyorum Netflix’de dönen, 2021 çıkışlı THE DIG’i gördünüz mü?
Belli bir tarihsel dönemde geçen filmleri çekerken başarıya ulaşmanın bazı pratik yolları var mı bilmiyorum sinema öğretisinde. Gelgelelim bu filmde bir taşra peyzajı söz konusu olduğundan kolay yolu seçmemiş de olabilir yönetmen ve yapımcılar diye düşünüyorum.
Bir edebi dramanın kolaylığında süzülecek bir olay dizimi de yok pek. Öykü olarak anlatılan süreçte dramatik öğeler insanı çok da etkilemiyor.Lakin başka bir şey var filmde. Britanya peyzajının resimsel derinliğinde, aslında bu derinliğe gereksinim duymayan tematik bir kurgu var Ölüm üzerine... Bir arkeolojik buluntuyu ortaya çıkarmak ve korumak için gösterilen çabanın epik bir yanı var tabii; ama asıl olarak bu buluntu, yani 1000 yılı aşkın bir zamandır toprak altında olan bir gemi, mezar odası ve ölü bir kralın fiziksel alametlerini ortaya çıkarmaya çalışmak için bir araya gelen insanları, kırsal peyzajın tüm şiirselliğine rağmen saran Ölüm’ün kurtulması imkansız gölgesi var filmde. Kişilerin özel yaşamları hakkında derin bir bilgi vermiyor yapıt; geçmişleri üzerine ve hayatın zaman ve uzamda benliklerini nasıl yapılandırdığı üzerine edebi bir anlatım yok filmde. Ölüm’ün alametlerini toprak altından çıkarmak ve korumaya çalışırken, bu insanların kimi kendi ölümlerinin malumuna karşı ardında bırakacakları çocukları, kimi başlamak üzere olan Ölüm Fırtınası olan 2.D.S.’nın arifesinde aşkları, kimisi de tarihe yazılmasını hak ettikleri ama bunun gerçekleşmeyeceğini herkesin bildiği namları için acı çekmektedir. Bu yaşamların nasıl süreceğini, gelecek günlerin onlara ne getireceğini seyirci bilemez. Bu yüzden de filmin sınırlı bir alanda sahneye konan içeriği hüzünlü bir şekilde aslında kendi içine katlanır. Film hakkında popüler yayınlarda, anlatılan tarihsel kahramanların filmin sonu ile işaret edilen zamandan sonraki yaşamlarından özellikle bahsedilmesi rastlantısal değil sanırım. İnsan bu isimlerin, kendi içine kapanmış anlatının dışına çıkıp çıkamadıklarını bilmek istiyor.
1 note
·
View note