eylemtas
eylemtheblog
49 posts
Fall in love. Maybe it doesn't have to be with someone. Fall in love with music, art, dancing in the dark, car rides at 1am, the glistening of the stars, the colours of the sun as it rises, the smell of flowers, the feeling of adrenaline that takes over your whole body and suffocates your lungs with joy, good friends who bring out your best, silence, noise, fall in love with the little things that make you feel most alive and find purpose. Fall in love with life.
Don't wanna be here? Send us removal request.
eylemtas · 1 year ago
Text
Tumblr media
Analog 📸🎞️🤍
5 notes · View notes
eylemtas · 1 year ago
Text
Tumblr media
memories..
1 note · View note
eylemtas · 1 year ago
Text
Tumblr media
/ Sakıp Sabancı Museum
1 note · View note
eylemtas · 1 year ago
Text
Tumblr media
By eylemtas
1 note · View note
eylemtas · 1 year ago
Text
Tumblr media
Green 💚☘️
0 notes
eylemtas · 2 years ago
Text
Tumblr media
By eylemtas
2 notes · View notes
eylemtas · 2 years ago
Text
Tumblr media
Sky 💙
2 notes · View notes
eylemtas · 2 years ago
Text
Tumblr media
By eylemtas
2 notes · View notes
eylemtas · 2 years ago
Text
Tumblr media
By eylemtas
1 note · View note
eylemtas · 2 years ago
Text
Tumblr media
Analog sevdamı biraz da burada paylaşım yaparak göstereyim…
1 note · View note
eylemtas · 3 years ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
1 note · View note
eylemtas · 4 years ago
Text
Bir Yaşam Tarzı Olarak Oblomovluk
Hepimizin içinde biraz olsun ‘’Oblomovluk’’ olduğunu biliyor musunuz? Bazıları bunu direkt olarak belli ederken, bazıları da saklayabildiği yere kadar saklıyor. Nasıl mı?
Özellikle tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüsün ortaya çıkmasının ardından kısıtlamalarla birlikte insanlar üretkenliğini yitirdi. Evet birçoğu eskiden -çok yoğun olduğu gerekçesiyle- bir türlü yapamadığı şeyleri yapmaya başladı, yarım bıraktığı işleri devam etmeye koyuldu, kitaplar okumaya başladı, filmler izledi, yemekler yaptı… Ancak çoğu bunu herkesin gözdesi ve bir türlü çıkamadığı o meşhur sosyal mecralarda paylaşmak için yaptı. Kabul edelim şimdi. Hepimiz herhangi birinin profilinden görüp özendik, yeni şeyler yapmaya karar verdik. Peki bunu kaçımız eyleme döktü? Kaçımız devam etti yapmaya? Açık olalım, hiçbirimiz! Bir gün yaptık, iki gün yaptık… Üçüncü gün ‘Ehh yeter’ moduna girdik ve kendimizi tembelliğe ittik. Bir de kış ayı gelince, çektik depresyon hırkalarını üzerimize, aldık telefonları ellere… Evin içinde tıkanıp kaldık! İyicene tembelliğe, hareketsizliğe alıştık. 
İşte bu esnada da devreye Ivan Gonçarov’un 1859 yılında yazdığı o meşhur romanı Oblomov giriyor. Rus edebiyatında bir Dostoyevski’nin Suç ve Ceza, Tolstoy’un Savaş ve Barış eserleri kadar ses getirmese de -özelikle kitabı okuyanlar için- ayrı bir yeri vardır Oblomov’un. ‘’Oblomov, adeta içimizden biri, herkes birer Oblomov’dur.’’ desem yanlış söylemiş olmam sanırım. Elbet kabul etmeyen çıkacaktır ve kendisini bu karakterle eşleştirmeyecektir ancak Oblomov’u herkes bilmeli ve tanımalı, Oblomovluk ne demek öğrenmeli!
Bu nadide eserin sahibi Gonçarov, yeni yaşam biçimleri ve insan tipleri ile soylular sınıfının gelenekleri arasındaki çelişkileri yansıtır eserlerinde. Doğu ve batıyı karşılaştırdığı Oblomov eserinde ise, resmen topluma ayna tutmuş diyebilirim. Eski ve yeni Rusya’yı anlattığı bu eserinde, doğu ve batıyı karşı karşıya getirmiş, Rusya’nın geri kalmışlığını vurgulamıştır. Kısaca örnek vermek gerekirse; eserde doğuyu yansıtan kişi Oblomov, batıyı yansıtan kişi ise Oblomov’un memur arkadaşı Ştolts’dur. Kitabı okuyanlar burada ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaktır. 
Ştolts ile anlatılmak istenen batı, Alman teknolojisinin ve medeniyetin simgesi olurken, Oblomov ile anlatılmak istenen doğu ise, yukarıda bahsettiğim gibi Rusya’nın geri kalmışlığı, tembelliği ve bir şey üretemediğidir. Daha detaylı bahsedecek olursam; hayata karşı ilgisiz olan Oblomov, hayal kurmayı çok sever ancak hayallerini gerçekleştirmeye çekinir. Yapmak istediği işler hep plan aşamasındadır. Bunu eyleme dökmeli mi yoksa olduğu yerde kalmalı mı, bir türlü karar veremez. Kafası oldukça karışık, bir o kadar da kararsızdır. Nitekim bunu Oblomov’un o meşhur hırkasından da anlayabiliriz. Eserdeki en önemli leitmotiflerdendir Oblomov’un hırkası. Yine doğuyu temsil eden bu hırkada, Avrupa izi yoktur. Üstelik hırkanın ne püskülü, ne de kafidesi vardır. Oldukça geniş bir hırkadır. Bu da yine üretkenliğin sıfır olduğuna dair bir kanıttır. Motifi tembellik olan eserde, bu hırkayla asillerin hiçbir şey üretmediğinin altı çizilirken, sürekli olarak bir toz bulutundan bahsedilmesiyle de vazgeçmişliğe değinilir. 
İşte Oblomovluk da budur. Ve söylediğim gibi herkesin içinde birer Oblomovluk vardır. Kaçımız kurduğu hayallerin peşinden gitti, kaçımız düşüncelerini eyleme döktü? Hemen hemen herkes yapmak istediklerinin farkındadır ve kuşkusuz herkesin gelecek için bir planı vardır. Çoğu kişi ise bunun sadece farkındadır. Aslında bir nevi uyuşukluk ve tembellik gibi görünse de, her şeyin farkında olmaktır Oblomovluk. Ancak farkında olmak yetmez, planlarını eyleme dökmekte bir adım atmak ve ilerlemek gerekir. İşte en büyük engel de burada başlar. Günümüzde de olduğu gibi. Hatta çağımızın toplumsal bir hastalığıdır bu maalesef ki! 
‘’Yüzyıllar yüzyılları izliyor ve yarım milyon tembel mıymıntı insan büyük bir uyuşukluk içinde pinekleyip duruyor’’ demiş Gogol. Haklı! Her ne kadar Oblomov’da ufaktan da olsa kendimizi görsekte, zaman zaman Oblomovluk bizi tesire altına alsa da, bu kafadan çıkmamız gerektiğinin farkındasınızdır umarım. Ancak sadece farkında olmanın yetmediğini de anlamışsınızdır. Ama şöyle bir şey var ki Gonçarov, Oblomovluk adı altında tüm dünyada bir terminoloji yaratmış. Öyle kolay kolay da bu tembellikten çıkmak zor gibi… Bunu öngörebilmek ise zor değil! 
1 note · View note
eylemtas · 4 years ago
Text
Tumblr media Tumblr media
Bazen anı kaçırmak istemezsin. 
3 notes · View notes
eylemtas · 4 years ago
Text
İçimizde Var Olan Kötülük: Sineklerin Tanrısı
Sineklerin Tanrısı, İngiliz yazar William Golding’in ilk ve en tanınmış romanıdır. Kitap 1954 yılında yayımlanmasına rağmen hala okurların ilgisini çekmeye devam ediyor. 
Golding’in ilk romanı olduğu için yaklaşık yirmiye yakın yayınevi bu kitabı basmaya yanaşmaz. Ancak Londra’da bir yayınevi pek istekli olmasa da, yeni editörlerinden Charles Monteith’in öyküyü çok beğenmesi üzerine yayımlanmayı kabul eder. Nitekim basılır basılmaz da, Golding büyük bir üne kavuşur.
R.M Ballantyne’ın 1858’de yazdığı ünlü çocuk kitabı Mercan Adası’nın çağdaş bir uygulaması sanılan Sineklerin Tanrısı, ıssız bir adada çocukların serüvenini anlattığı için çocuk kitabı olarak düşünülür. Hatta William Golding, kendine özgü alaycı kalemiyle, Mercan Adası’ndaki çocuklardan aldığı Ralph ve Jack adlarını Sineklerin Tanrısı’ndaki iki ana karakterin ismine verir. Ancak Sineklerin Tanrısı ne Mercan Adası kitabına benzer ne de bir çocuk kitabıdır.
Karakterlerin hepsinin erkek olması birçok kişinin, özellikle kızların, dikkatini çekmiş ve ‘Neden bir grup kızı anlatmadınız, neden hepsi erkek’ şeklinde soruları yöneltmiştir. Golding ise bir konuşmasında; ‘Ben insanları, toplumu küçültmek, düşürmek istedim. Bir grup erkek de, bir grup kıza nazaran daha düşük bir toplumsal grup. Bunun nedeni ne diye sormayın. Biliyorum, eşitlikten bahseden kadınlar bana kızacak fakat ortada eşitlik denen bir şey yok, kendilerini erkeklere eşit gören kadınlar ise sadece aptallık ediyorlar. Kadınlar erkeklere göre hep daha üstündüler ve böyle olmaya devam edecekler.’ şeklinde açıklama yaparak bu soruları yanıtlamıştır.
Kitabın ana temasına değinecek olursak, birden fazla olduğunu belirtmek gerekir. Ancak en belirgin olan, vahşiliğe yönelik insan dürtüsü ile onu kontrol altında tutmak ve en aza indirmek için tasarlanmış medeniyet kuralları arasındaki çatışmadır. Jack’in uygarlığı ve vahşeti temsil eden çatışmasıyla, Ralph’in iyilik ve düzeni temsil eden çatışması dramatize edilir. Birbirinden farklı ideolojiler, her çocuğun otoriteye karşı farklı tutumlarıyla ifade edilir. Medeniyet ve vahşet arasındaki uçurum romanın başlıca sembollerinden biri olurken, Ralph ile deniz kabuğu, Jack ile de Sineklerin Tanrısı ilişkilendirilir. Adadaki demokratik düzenin güçlü bir göstergesi olan deniz kabuğu, çocukların Jack ile çatışmasından sonra önemini yitirir ne yazık ki… Adadaki efsanevi ‘canavar’ ise, Jack’in diğer çocuklar üzerindeki otoritesinin bir sembolü olarak daha fazla önem kazanır.
Bu canavara inanmayan Domuzcuk adlı çocuk, böyle hayal ürünü yaratıklardan değil, ancak insanlardan korkulması gerektiğini söyler. Nitekim Simon adlı çocuğun da, canavarın dış dünyada değil, çocukların kendi içlerinde olabileceğini anlaması gibi… Golding, kitabını bir gazeteci ile tartıştığında Simon’un ‘İsa’yı andıran bir kişiliği’ olduğunu ve sezgileriyle gerçeği görebildiğini söylemiştir. Aynı zamanda Simon yalnız gerçeği değil, geleceği de bilir. ‘Bizden başka canavar yok belki’ diyen Simon, aslında ‘insanlığın başlıca hastalığını’ dile getirmek ister. İnsanların içindeki kötülüğü simgeleyen Sineklerin Tanrısı ise, aslında üstüne sineklerin konduğu ölü bir domuz başıdır…
Her toplulukta yapılması gerekenler bu adada yapılsaydı, ada gerçekten cennet gibi bir yer olabilirdi. Ancak her bireyin toplum olarak işbirliği yapmaktansa, bireysel arzularını yerine getirmeyi tercih etmesi kuşkusuz adayı cehenneme çevirir. Ralph topluluk ilkesini sembolize ederken, Jack’in ise bireycilik ilkesini sembolize ettiği apaçık ortadadır. Çocukların ‘canavar’dan korkarken, giderek daha acımasız ve şiddet içeren davranışları da oldukça ironiktir. Yavaş yavaş masumiyetini kaybeden çocukları gördükçe, onların normal bir bireyden farksız olduğu gerçeğiyle de yüz yüze kalınır. Belirli koşullar altında yetişkinlerin böyle davranması nitekim öngörülebilir ancak 6 ile 12 yaş arasında küçük çocukların vahşileşmesi, kan dökmesi ve acımasız olması, kötülüğün insan yaratılışında doğuştan var olduğunun bir kanıtıdır. Herkes çocukların birer melek olduğu kanaatındadır ancak gerçek bir gözle baktığımızda tıpkı yetişkinler gibi onların da birer insan olduğunu biliriz.
Hepimizde hem iyi hem de kötü içgüdü vardır. Golding ise, insanların tümüyle kötü olduklarına inanmaz. İnsanların hem dış dünyada hem de iç dünyasında iyilikle kötülüğün, aydınlık güçlerle karanlık güçlerin çarpıştığına inanır. Çoğu insan ise, maske takarak içindeki kötülüğü gizlemeye çalışır ve kötülüğü karanlık ile özdeşleştirir. Sineklerin Tanrısı kitabında da olduğu gibi… Yapılan tüm kötü eylemler gece saatlerinde gerçekleşir. Adeta kötülük gizlenmeye çalışılır. Ancak unutulan bir şey vardır ki o da insanın içindeki kötülüğün saklanılamaz olduğu ve sadece karanlıkta ortaya çıkmadığıdır.
Takındığımız maskelerin altında, hepimizin sakladığı bir yüz vardır. Bazıları bu durumu kimliklerini saklayarak kötülüğe kullanırken, bazıları da Jung’un ‘Persona’ (maske) kavramı ile ilişkilendirilebilir. Jung’a göre; her insanın bir personası vardır. İnsanın sosyal ilişkilerinde, aile hayatında ya da özel ilişkilerinde farklı olarak takındığı maskedir bu. Bir adamı çalıştığı iş yerinde gözlemleyen biri, onun güler yüzlü ve samimi olduğu sonucuna varabilir. Ancak aynı adam başka bir ortamda, iş yerindekinin tam tersi bir durum takınabilir. Bu sebeple her insanın bir maskesi olduğunu söylemeli ve maskenin bir obje değil de daha derin bir anlam taşıdığını ifade etmeliyiz.
5 notes · View notes
eylemtas · 4 years ago
Photo
Tumblr media
Hacksaw Ridge Film Analizi
Yönetmenliğini Mel Gibson’un yaptığı Hacksaw Ridge, yani Savaş Vadisi, 2016 yapımı biyografik bir savaş filmidir. II. Dünya Savaşı sırasında ateşli silah ya da herhangi bir savaş aleti taşımayı reddeden barış yanlısı Amerikalı revir görevlisi Desmond Doss’u konu alan bu film, Amerikan Film Enstitüsü tarafından 2016 yılının en iyi 10 filminden biri olarak seçildi. Oyuncu kadrosunda, Andrew Garfield, Sam Worthington, Teresa Palmer, Hugo Weaving, Rachel Griffiths ve Vince Vaughn gibi ünlü isimlerin yer aldığı Hacksaw Ridge, oldukça iddialı bir film olarak adından uzunca bir süre daha söz ettirecek gibi gözüküyor.
‘İnsanları öldürmeyi reddeden ve tek kurşun bile atmayan Desmond Doss, Amerikan tarihinde ‘Onur Madalyası’ alan ilk kişidir.’
Karakterlerden ve filmin konusundan bahsedecek olursak; Dört kişilik bir ailenin en küçük oğlu Doss, I. Dünya Savaşı sırasında en yakın arkadaşlarını cephede kaybetmiş gazi ve alkolik baba Tom, ev hanımı olan anne Bertha, kardeşiyle sürekli yarışan ve kapışan abi Hal… Küçüklüğünde abisi ile yaşadığı bir güreş müsabakası, Doss’un kaderini çizer ve aslında hikaye böyle başlar. Abisine gücü yetmeyen Desmond, eline aldığı taş ile Hal’in kafasını yarar ve onun ölümle burun buruna gelmesine sebep olur. Bu nedenden dolayı o günden beri şiddetten uzak duran Desmond, aynı zamanda babasının annesine silah çekmesinden sonra da eline silah almamaya yemin eder ve kendini inanca adar. Ancak her şey istediği gibi gitmez…
Bir gün bir adamın hayatını kurtaran Doss, onu arabayla hastaneye götürür ve orada hemşire Dorothy Schutte’den etkilenir. Kısa sürede birbirine aşık olan çift, sık sık buluşur ve Doss, sevgilisinden sağlık hakkında bir şeyler öğrenmeye başlar. O sırada, Amerika’nın güneyinde yaşayan bir genç olarak, Pearl Harbor saldırısı sonrası herkes gibi o da gönüllü olur ve cepheye gitmek için eğitime katılmak zorunda kalır. Vicdani retçi inançlarından dolayı sağlıkçı olarak hizmet vermeyi planlayan Doss, eğitime gitmeden önce Dorothy ile evlenmeye karar verir.
Çavuş Howell’in komutasında yer alan Desmond, fiziksel olarak üstün olmasına rağmen, tüfeğini eline almayı reddettiği için dışlanmaya başlar, saldırıya uğrar ve itaatsizlik ile suçlanır. Bu durumda devreye giren babası, oğlunun silah taşımama reddinin ABD anayasası tarafından korunduğunu belirterek suçlamaları düşürür ve erkenden Dorothy ile evlenmesini sağlar.
‘İnandığım şeye sadık kalmazsam kendimle nasıl yaşayacağımı bilmiyorum.’
77. Piyade Bölümü’ne atanan Doss, Okinawa Savaşı’na katılmak için Pasifik operasyonuna gönderilir ve ‘Hacksaw Ridge’ adındaki yerde Japon kuvvetlerini almak için görevlendirilir. Ancak bu savaşta, ABD ordusu yenik düşer ve çok büyük kayıplar verir. Doss ise, hiçbir silah kullanmadan arkadaşlarını hatta düşmanlarını bile kurtarmaya başlar. Sürekli olarak ‘Bir tane daha almama yardım et’ diye dua ederek, yaralanmasına rağmen herkesi kurtarmaya çalışır.
‘Lütfen tanrım, bir tane daha almama yardım et, bir tane daha almama yardım et’
I. Dünya Savaşı’nda, ABD - Japonya savaşı sırasında, vicdani retçi asker Desmond T. Doss’un sağlıkçı olarak savaşa gitmesi ve tek bir kurşun bile sıkmadan birçok askeri kurtarmasını konu alan filmi, ikiye bölmek gerekir. İlk yarısında, geleneksel biyografik film şablonları, Doss’un aile yaşantısı, çocukluğu, aşkı, hayatı ve askerlik süreci temel alınıyor. İkinci yarısında ise, tamamen savaş odaklı sahneler ve ani ölümler, şiddetli ve kanlı bir şekilde gözler önüne seriliyor.
‘Kaç hayat kurtardığı sorulduğunda, Desmond yaklaşık 50 dedi. Ancak tanıklar yüze yakın olduğunu söylediler ve yaklaşık 75’te karşılıklı bir anlaşma yaptılar.’
İnancın toplumsal değil, bireysel bir boyutta kalması gerektiğini düşündüren film, kendi gibi bireysel bir inanç anlayışına sahip olan Doss’un hikayesini çarpıcı bir gerçeklikle aktarıyor. Desmond’un sıra dışı mücadelesi ve olağanüstü hikayesi, izleyenlerde insani değerleri ve duyguları ortaya çıkartıyor. Filmin sonunda belgesel niteliğinde gösterilen gerçek hayatlar ile ‘Tanrım, bir tane daha almama yardım et.’ sözünü Doss’un kendi ağzından duymakta, insanı fazlasıyla derinden etkiliyor.
‘Duymadın mı? Dünyanın sonlarının yaratıcısı olan ebedi, Tanrı’dır. Yorulmayacak, yorulmayacaktır ve onun anlayışını kimse anlayamaz. Yorguna güç verir, güçsüzün gücünü arttırır. Gençler bile yorulur ve biter, genç erkekler tökezleyip düşer. Ama Tanrı’dan ümit edenler güçlerini yenileyecekler. Kartallar gibi kanatlarda uçacaklar. Koşacaklar ve yorulmayacaklar. Yürüyecekler ve bayılmayacaklar.’
Aynı zamanda nefes kesen sahneleri ile Hacksaw Ridge, izlediğiniz en iyi savaş filmlerinden biri olmayı da hak ediyor. 10 yıl sonra yönetmenlik koltuğuna oturan Mel Gibson’un, aslında bu kadar kaliteli bir iş çıkaracağını hepimiz bekliyorduk…
4 notes · View notes
eylemtas · 4 years ago
Photo
Tumblr media
Polisiye-Gerilim Romanlarını Sevenler İçin Öneri
Polisiye gerilim romanlarını okumayı seviyorsanız, bu yazım oldukça hoşunuza gidecek. Sizi etkisi altına alacağı ve finalinde katilleri birlikte yakalayacağınız kitaplardan bahsediyorum. Bazı kitaplarda katilleri hemen bulabilir ve olay örgüsünü çok çabuk çözebilirsiniz. Evet, bu mümkün. Ancak size önereceğim bu dört polisiye-gerilim romanında bambaşka bir dünyaya kapıları açacaksınız. Bir kere katili bulmanız neredeyse imkansız! Kurban, tuzak, cinayet, akıl almaz oyunlar, katil ve usta bir dedektif… Bunların hepsinin bir kitapta bütünleştiğini düşünün ve gerisini bana bırakın. Okurken sizleri fazlasıyla sürükleyecek bu kitapların isimlerini bekletmeden söylüyor ve kısaca anlatmaya başlıyorum.
Lisa Gardner - Saklambaç
Lisa Gardner - Kusursuz Tuzak
Harlan Coben - Oyunbozan
Harlan Coben - Asla Vazgeçme
Amerikalı bir yazar olan Lisa Gardner, gerilim romanlarının vazgeçilmez yazarıdır diyebilirim. İlk olarak yazarın ‘Saklambaç’ adlı kitabına değineceğim. Bu kitabı okurken, özellikle sonlara doğru yaklaşırken, elimden kitabı bırakamadım desem yalan söylemiş sayılmam. Şahsen ben, Gardner’in kalemini çok seviyorum. Bu nedenle de sizlere önermekten çekinmiyorum. Belki aranızda Lisa’yı bilen veya okuyan vardır, kim bilir. Okuyanlarınız eminim bana hak verecektir. Özellikle de bu kitaplarını… Okumayanlar içinse, birazcık konusundan bahsedeyim. Kitabın ana karakteri olan Bobby Dodge, Massachusetts'teki terk edilmiş bir akıl hastanesinin bahçesinde ortaya çıkarılan mumyalanmış altı ceset ile yeniden işe koyulur. Ellerindeki tek ipucu ise, ölü bir kadının boynunda asılıdır.
‘Ben daha yedi yaşındayken anlatmıştı babam, Dünya bir sistemdir. Okul bir sistemdir. Komşular bir sistemdir. Kasabalar, hükümetler ya da insan kalabalıkları keza. ‘Sistemi sevmek zorunda değilsin,’ diye devam ederdi babam nutkuna. İnanmak ya da aynı fikirde olmak zorunda da değilsin. Ama iyice anlayacaksın. Sistemi anlayamazsan hayatta kalamazsın.’
‘Aile de bir sistemdir.’ Annabelle Granger adlı bir kızın hayatı ile bu altı ceseti ilişkilendiren Bobby, zamanla Annabelle’nin geçmişinden kaçan bir kız olduğunu fark eder. Hayatı boyunca saklanan, sürekli yeni şehirlere giden ve sahte kimliklerle yaşamış olan Annabelle, bunu neden yapması gerektiğini ailesinden bir türlü öğrenememiştir. Ta ki bir gün, gazetede kendi isminde bir cesetin olduğunu görene kadar. Bunun üzerine Bobby’i bulur ve böylece macera başlar. Daha fazla bahsetmiyorum, çünkü spoiler vermek istemiyorum. Sadece kusursuz oyunları ile son derece iyi saklanan bir katilin ve cinayeti inceleyen başarılı bir dedektifin varlığını söyleyebilirim. Sonu sizi öylesine şaşırtacak ki kitabı okuduktan sonra uzak diyarlara dalacak ve ‘Nasıl ya?’ diye düşünüp duracaksınız. Ancak sizlere bu kadarını söyleyebilirim.
Lisa Gardner’in bir diğer romanından bahsedecek olursam, tek kelimeyle mükemmel. Konusu itibariyle de insanı oldukça etkileyen ‘Kusursuz Tuzak’, yazarın kurgusal zekaya sahip olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Kitapta yaşanan olayların gerçekten ağır ve yine elinize aldığınızda bırakamayacağınız türden bir roman olduğunu belirtmeliyim. Çünkü yazarın dünyada yaşanan en karanlık ve en karmaşık hikayelerden birini kaleme aldığını açıkça söyleyebilirim. Üstelik hem insanda gerilimi artırıyor hem de insana trajik bir hüzün katıyor. Çocuk tacizi, seri katil ve nasıl kaybolduğu anlaşılamayan kızları konu alan bu roman, güzel olduğu kadar ürpertici de. Kayıp hayat kadınlarını araştıran FBI ajanı Kimberly Quincy, olayın gizemli derinliklerine indikçe müthiş bir zekaya sahip olan psikopat bir katille çarpışmak durumunda kalır. Kimberly, katilin izini mi sürüyor yoksa katilin kusursuz tuzağına mı sürükleniyor, emin değildir. Nitekim sizlerde emin olamayacaksınız! ‘En çok da, ileriye bakmanın hayata devam etmenin önemini anlıyorlardı, çünkü eğer aynı noktada çok kalırsan pişmanlığın kaya gibi ağırlığı altında ezilme ihtimalin vardı.’ Tek nefeste okuyacağınız bu kitaptan da alıntı yaparak, Lisa Gardner’in kalemine son veriyorum. İki kitapta sıradışı ve alışkın olmadığımız olaylara ve karakterlere ev sahipliği yapıyor. Polisiye-gerilim kitaplarını okumayı seviyor ve keyif alıyorsanız, bu iki kitabı ve birazdan anlatacağım diğer kitapları okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Gelelim diğer yazarımızın eserlerine… Amerikalı gizem ve korku yazarı olan Harlan Coben, çözülmemiş olayları ile romanına başlayıp, esrarengiz kazalara ve cinayetlere yer vererek romanını tamamlıyor. ‘Oyunbozan’ adlı romanında başından sonuna kadar aksiyon ve gizemin hiç eksik olmadığını okuduğunuzda anlayacaksınız. Okuyanlar çoktan onayladı bile! Kariyerinin zirvesinde olan Myron, spor menajeridir ve Christian Steele’de menajerlik yaptığı genç oyunculardan biridir. Her şey yolunda giderken, herkesin ölü sandığı Christian’ın eski kız arkadaşından mesaj gelir ve olaylar karışmaya başlar. Ana karakter Myron ise, ailenin sırları ile birlikte cinayeti çözme peşine düşer. Böylelikle gelir olaylar silsilesi… Edgar Ödülü’ne layık gösterilen Coben, gerilim romanları arasında, en şaşırtıcı ve en karmaşık karakterine, Myron Bolitar’e can verdiğini de es geçmemeliyim. ‘Oyunbozan tam bir meydan okuma, başından sonuna kadar keyifli bir yolculuk ve son derece sürpriz bir son!’  -Maggie Griffin Yazımda son olarak, Harlan Coben’in ‘Asla Vazgeçme’ adlı kitabını yorumluyorum. Daha çok anne babaları ve öğretmenleri ilgilendiren bu kitap kısacası hayatın içinden bir roman… Doktor Mike Baye ve avukat eşi Tia, oğulları Adam’ın bilgisayarına program yükleyerek, hiç hoşlanmadıkları ebeveyn modeline bürünürler. En yakın arkadaşının intiharından sonra, Adam’ın değiştiğini düşünen anne baba, Adam’ın ne yaptığını, kimlerle konuştuğunu bu şekilde öğrenmeyi planlar. Ancak olaylar sandıkları gibi gitmez… ‘Asla Vazgeçme’ adlı bu roman, katil ve dedektif kurgusundan daha çok tahmin edersiniz ki biraz daha aileye yönelik. Sanmayın ki içerisinde cinayet yok, akıl almaz oyunlar yok! Tabii ki de var! ‘Sürekli korku duyarak yaşayan ve bu yüzden iyileşmek için ilaçlara başvuranlara ne demeli? Çünkü çizginin aslında ne kadar ince olduğu gerçeğini anlamıştır onlar. Korkuları gerçeği kabullenememekten değil engelleyememekten kaynaklanır.’ Başından beri söylediğim gibi, bu dört kitabı bir an önce okumaya başlayın ve öncesini ya da sonrasını düşünmeyin. Zaten buna vaktiniz kalmayacak. Bir çırpıda okuyacak ve kitap ne ara bitmiş anlayamayacaksınız! Benden söylemesi…
0 notes
eylemtas · 5 years ago
Text
Tumblr media
O portre bana bir oyunda duyduğum tuhaf dizeleri anımsatırdı. Hamlet’teydi sanırım. “Bir hüznün resmi gibi, kalbi olmayan bir yüz.” Evet, portre tıpkı böyleydi işte.
4 notes · View notes