Gördüm kuşağımın en iyi beyinlerinin çılgınlıkla yıkıldığını, histerik çıplaklıkla açlıktan geberdiğini. Zenci sokakların şafağında gördüm onları, bozuk kafalarıyla mal ararken
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
İki Yaka*
Kimseye ait olmayan zamanın içinde, boşluğun karanlık havasını üfleyen derin bir orman varmış. Ormanın doğu ve batı yakası iki şehirden, ortası ise kocaman bir hiçlikten ibaretmiş. hiçliğin sonu yok sanılsa da aslında hiçliğin sınırlarında akan bir boşluk nehri varmış. Boşluk nehrini ormandaki kimse görmese de, nadiren esen soğuk bir rüzgarla nehri hissederlermiş. Nehrin ötesinde ne olduğunu kimse düşünmezmiş çünkü delireceklerini bilirlermiş.
Hiçlik ormanı öylesine uçsuz bucaksızmış ki doğu yakasının batı yakasından, batı yakasının da doğu yakasından haberi olmazmış. Bir yakada güneş doğarken diğer yakada batar, bir yaka yaz güneşiyle kavrulurken diğer yaka soğuktan donarmış. Batı yakasının bereketli topraklarına karşılık doğu yakasının toprakları alabildiğine çorakmış. Zaman nasıl bir şeyse, iki yakada da farklı akarmış. Doğu yakası insanları çatık kaşlı olur, konuşmaktan çok haz etmezlermiş. Gülmek nedir bilmezler, hep kavga ederlermiş. Çorak topraklarında meyve olmadıkça aç kalır, daha da sinirlenirlermiş. Onlar sinirlendikçe sevgisiz kalır, sevgisiz kaldıkça güneşi kızdırırlarmış. Güneş kızdıkça toprağı kurutur, kuruyan toprak dayanamaz, çatlarmış. Çatlakların arasından şeffaf renkli ince bir duman yükselir, doğu yakasının yollarında dolaşırmış.Batı yakasını insanları her yıl sulu sulu, rengarenk bir sürü meyve yermiş. Yedikçe gülümser, gülümsedikçe konuşur, konuştukça anlaşırlarmış. Anlaştıkça birbirlerini sever, güneşi de sevindirirlermiş. Güneş sevindikçe tatlı bir ışık yayarmış toprağa, toprak parıldarmış.
İki yakanın en yüksek yerlerinde uzun, geniş, gösterişli birer saray bulunurmuş. Batı Yakası’nın tok yatan insanlarına karşılık Doğu Yakası insanları açlıktan daha da sevgisiz hale gelirken, iki yakanın da saraylarında her gece ziyafet sofraları kurulurmuş. Doğu Yakası halkı bu duruma alınacak değilmiş çünkü halkı aç yatarken aç kalacak saray insanları masallarda bile olmazmış.
Zamansızlığın birinde Batı Yakası’nda kara kış, Doğu Yakası’nda ise bezgin yaz ayları yaşanırken, Doğu Yakası güneşi öylesine kızgınmış ki kupkuru topraktan tek bir meyve bile yetişmemiş. Meyve yetişmedikçe halk aç kalmış, aç kaldıkça kızmış, kızdıkça sevgisiz kalmaya devam etmiş. Kuruyup çatlayan topraktan yükselip, yakanın yollarında dolaşan şeffaf renkli sıcak duman öylesine hiddetlenmiş ki, sonunda yakanın en tepesine kadar çıkıp sarayın pencerelerinden içeri girmiş. Bir daha da hiç çıkmamış. Soyluların tok yattıkları her gecenin başında yatak odalarına girip onların döllerini kurutmuş. Halk aç yattıkça yükselen her duman, soyluların doğmamış çocuklarını yavaş yavaş öldürmüş.
Saray halkı olanlardan habersiz her gece ziyafet sofralarını kurmaya devam etmiş. Sofra kuruldukça yemiş, yedikçe azmış, azdıkça düzüşmüşler. Dört prensin dört güzel karısı bir türlü hamile kalamayınca da haremdeki kadınları düzmeye devam etmişler. Koca haremden tek bir kadını bile hamile bırakamayan prenslerin hikmetinden ve döllerinden sual olunmazmış. Bu yüzden hamile kalamadıkları için saraydaki kadınları suçlamışlar ve bir karar vermişler. Daha önce hiç yapmadıkları bir şey yapıp halkın arasına karışmışlar ve kadınları sıraya dizmişler. Damızlık gibi içlerinden en büyük memeli ve doğurgan olanlarını seçip saraya götürmüşler.
Sarayın prensleri sırayla damızlıkları düzüp, onları da hamile bırakamayınca hepsini kapı dışarı etmişler. Sarayın damızlık, halkın ise aç kadınları kapıdan çıkar çıkmaz, sarayın her gece tok yattığını bağırmaya başlamışlar. Onlar bağırdıkça halkın kulakları küçülmüş. Öylesine küçülmüş ki yılan olmuşlar. Sürüne sürüne oradan uzaklaşmışlar. Kadınlar, kimsenin onları dinlemediğini fark ettiklerinde, kısık sesle saray prenslerinin dölsüz olduklarını konuşmaya başlamışlar. Onlar fısıldadıkça halkın kulakları büyümüş. Öylesine büyümüş ki kedi olmuşlar. Çıkan her tıkırtıyı duyar olmuşlar.
Zaman dururken ya da ilerlerken, yakanın bütün kedileri sarayın dölsüz olduğunu öğrenmişler. İnsanken dayandıkları açlıkları, kediyken dayanılmaz bir hal almış. Huzursuz olmuşlar. Huzursuz oldukça koşmaya başlamışlar. Koştukça koşmuş, önlerine gelen her şeyi devirmişler.
Saraylılar kedilerin içeri girmemesi için kapı ve pencereleri sıkı sıkı kapatmışlar. Sarayda bir tek kral, yakada devrilecek hiçbir şey kalmadığında sıranın tahtına geleceğini biliyormuş. Kediler tırmandıkça taht sallanmış. Taht sallandıkça hastalanan kral sonunda yataklara düşmüş. Vaktinin çoğunu uyuyarak geçirmiş. Her gece başka başka kabuslardan ter içinde kalırken, uyandığında bu kabuslardan hiçbirini hatırlamamış. Kral ölünce tahta kimin geçeceği ise bir bilinmez olarak sarayın koridorlarında dolaşmaya devam etmiş.
Zaman zamansızlıktan daha yaman çıkmış, hızla geçmeye devam etmiş. Günlerden bir gün kral yine ter içinde hasta yatağından uyanmış. Bu kez gördüğü şeyi hatırlıyormuş ama bunun bir düş mü yoksa kabus mu olduğuna bir türlü karar verememiş. Sarayın prenslerini çağırıp onlara gördüğü şeyi anlatmaya ve bunun bir düş mü yoksa kabus mu olduğunu sormaya karar vermiş. Prensler yatağın karşısında dizilip kralın anlattıklarını dinlemeye başlamışlar.
Kral uykusunda, yaşlı kız kardeşinin boşluk nehri’ne gittiğini ve saraya döndüğünde hamile olduğunu görmüş. Yaşlı hala bir erkek çocuğu doğurmuş ve bu çocuk doğar doğmaz saraya ışık saçmaya başlamış. Dölsüzlüklerinden mucizelere inanmaya başlayan prensler, yaşlı halalarının hamile kalacağı düşüncesine hemen inanmışlar. Heyecanla birbirlerine sarılıp daha önce kimsenin gitmediği boşluk nehrine gitmeye karar vermişler. Çocuk ışık saçarken yaşlı halanın rahminden simsiyah bir zift yayılmış ve bütün sarayı kaplamış. Kral, prenslerin heyecanını görünce bu siyah ziftten onlara hiç bahsetmemiş. Gördüğü şey artık bir düşten ibaretmiş. Prensler arabalarına ağırlıklarından fazla yiyecek yükleyip, boşluk nehrine doğru yola koyulmuşlar. Orada eline erkek eli değmemiş halalarını düzecek birini bulacaklarına emin olmuşlar.
Gittikçe gitmiş, bir yere varamamışlar. Ne boşlukta, ne de hiçlikte bir yerlerde durmuşlar. Yanlarında sadece üç elma kaldığını fark ettiklerinde ise haykırmışlar. Onları yalnız bir sokak çocuğu duymuş. Ne boşlukta ne de hiçlikte yaşadığından daha önce kimsenin görmediği sokak çocuğu sese doğru yürümüş. Yanlarına vardığında prensler bunun bir mucize olduğunu düşünmüşler. Gözlerinden yayılan ışığı gördüklerinde ise bunun bir mucize olduğuna emin olmuşlar. Yanlarında kalan üç elmadan birini vermişler. Sokak çocuğu elmayı gördüğünde bunun bir mucize olduğunu düşünmüş. Bir ısırık alıp elmayı çiğnemeye başladığında ise bunun bir mucize olduğuna emin olmuş.
Sokak çocuğu elmayı bitirdiğinde, daha önce yiyeceklerini kimseyle paylaşmayan prenslerin kalan iki elması çoğalıp bin olmuş. Arabalarına binip sarayın yolunu tutmaya başladıklarında yanlarında sokak çocuğu da varmış. Gittikçe gitmiş, sonunda saraya varmışlar. Sarayın kapısında prensleri bekleyen soylular, sokak çocuğunu görünce çok sevinmişler. Onu baştan aşağı süzdüklerinde ise midelerinde oluşan ekşimeyi hemen hissetmişler.
O gece prenslerin dönüşü şerefine düzenlenen ziyafete sokak çocuğu çağırılmamış. Onun yerine hamamda temizlenmiş, yeni kıyafetler için ölçüleri alınmış ve yatacağı yatak gösterilmiş. Sokak çocuğu ilk kez doyduğu için mi, vücudunun mis gibi kokmasından mı yoksa bu yattığı yerin yumuşaklığından mı bilmeden; yüzüne koca bir gülümseme yerleştirip kafasını yastığa koymuş. Koyar koymaz uyumuş. Uyandığında yanı başında duran renkli kıyafetlere dokunmuş. Hepsi pamuk kadar yumuşakmış. Onları giyinip daha önce hiç bakmadığı aynadan kendini bakmış. Yakışıklı olduğunu görmüş. Yakınlaşıp gözlerinin ta içine bakmış. Neden burada olduğunu düşünmüş. Bir şey bulamamış. Yatağına oturup zamanın geçmesini beklemiş.
Sokak çocuğu zamanla tanışırken, üç kere çalınan kapının ardından yaşlı bir kadın belirmiş. Sokak çocuğuna onu kahvaltıya beklediklerini söylemiş. Sokak çocuğu, kahvaltı ne demektir bilmese de, soru sormadan yaşlı kadının arkasına takılmış. Merdivenlerin başına geldiklerinde tüm soyluların gözleri onların üzerindeymiş. Sokak çocuğunun parlayan gözlerine bakarken daldıkları rüyalardan, yaşlı halanın çelimsiz bacaklarına bakınca uyanmışlar. Bu dölsüz sarayda, yaşlılıktan belki artık rahmi bile olmayan hala, nasıl bir erkek çocuğu doğuracakmış? Susmuşlar. Kralın hikmetinden sual olunmayacağından, içlerinden konuşmaya devam etmişler. Merdivenler bitmiş, sokak çocuğu ve hala sofraya oturmuşlar. Soylular sokak çocuğunun gözlerindeki ışığı yakından görünce, ilk kez çaresiz olmadıklarını hissetmişler. Yine de ona baktıklarında midelerinde başlayan ekşime, bir türlü geçmemiş.
Sokak çocuğu kahvaltıdan sonra uyuduğu odaya geri dönüp yatağına uzanmış. Gözlerini kapatıp kahvaltıdaki çeşit çeşit yiyecekleri düşünmüş. Hepsini tek tek gözünün önüne getirip tatlarını kafasına kazımış. Gözlerini açtığında tek düşündüğü şey neden burada olduğuymuş. Düşünmüş, düşünmüş, yanıt bulamamış. Gözlerini kapatıp yeniden kahvaltıda gördüğü yiyecekleri düşünürken gerçeklikten uzaklaşmış. Zaten gerçeklik neymiş ki? Buna hiç kafa yormamış. Gözlerini açtığında bir düşün içinde olduğuna eminmiş. Derken kapı üç kere çalınmış. Bu kez kapının ardındaki adamı tanımıyormuş. Bu adam ona bu güzel kıyafetleri diken adammış. İçeri girip sokak çocuğunun saçlarını taramış, ona kokular sürmüş ve kan yapıcı yiyecekler yedirmiş. Ardından onu uyuduğu odadan çıkarmış ve uzunca bir koridorun başında bırakmış. Sokak çocuğu kaygısız ve yavaş adımlarla koridoru yürümeye başlamış. Koridorun sonundaki altın ve gümüş işlemeli büyük kapıya varmış. Elini yumruk yapıp kaldırdığında, kapıya vurmasına gerek kalmadan kapı açılmış. Kapının ardındaki yaşlı halaymış. Onu içeri alıp yavaşça soymaya başlamış. Sokak çocuğu itiraz etmemiş. Çırılçıplak yatağa uzandığında, hiç utanmamış. Yaşlı hala soyunurken onun vücudundaki buruşuklukları izlemiş. Birbirlerinden ne kadar farklı olduklarını düşünmüş. Hala çırılçıplak yanına uzandığında ise eşitlenmişler. Daha önce ikisinin de eline başka el değmemiş. Düzüşmüşler.
Uyandıklarında, halanın solgun yaşlı yanakları olgun bir elma kadar kırmızıymış. Kalkıp aynaya bakmış. Kendisiyle yüzleşmiş. Burnundan bir nefes alıp ciğerlerine doldurmuş. Ciğerinden taşan hava vücudu gibi buruşuk olan hücrelerine bir şans daha vermiş. Erkeksizlik suratına bir tokat indirmiş. Solgun yanakları daha da kızarmış. Sanki daha önce hiç yaşamamış gibi, yaşlandığı için bakireliğini suçlamış. Aynayla kavga etmiş. Daha önce hiç kendine ait olmamış gibi, yenilenmiş aidiyetliğini hemen orada, erkeğine teslim etmiş. Yaşlılıktan artık kanamayan halanın karnı çok geçmeden büyümeye başlamış. Bebek büyüdükçe hala yorulmuş, yoruldukça yataya uzanıp gözlerini kapatmış. Halanın gözlerini kapattığı her an, sokak çocuğu parlayan gözlerini tavana dikip neden burada olduğunu düşünmüş. Bir türlü yanıt bulamamış.
Yaşlı halanın karnı burnuna geldiğinde, saraydaki tedirgin sevinç yerini sadece tedirginliğe bırakmış. Kral, gittikçe daha da derinden uyuduğu uykularından bir daha hiç uyanmamış. Babalarının ölümüne üzülmeye vakti olmayan prensler, oturup bundan sonra kimin tahta geçeceğini tartışmaya başlamışlar. Hiçbirinin asil soylarını devam ettirecek bir çocukları olmadığı için, kimin tahta geçeceğine bir türlü karar verememişler. Sonunda, tahtın önünde bir düello yapmaya karar vermişler. Düellonun galibi, yani saraydaki üç prensi de öldürmeyi başaran prens kral olacak, halanın muhtemel erkek bebeğini de kendine oğul, tahtına varis yapacakmış. Kılıçlarını kuşanıp tahtın önünde toplanmışlar. Daha önce hiç kılıç kullanmadıklarından, birbirlerine bakakalmışlar. Ellerindeki kılıçlarla kıyım yapmak isteyen ancak ölümden de en az dölsüzlükleri kadar korkan prensleri izlerken, tüm zamansızlıklarda kafasına takılan sorusuna cevap bulmuş. Her sokak çocuğunun gözlerindeki ışık kadar parlayan gözleri, bu cevapla öylesine şiddetle parlamış ki, tıpkı bir lazer gibi bakan herkesin gözlerini ağrıtmayı başarmış. “Meğer burada, bu sarayda, bu korkak zebanilerin cehennemi, kendi düş bahçemde bulunmamın tek sebebi…” diye geçirmiş içinden. Gözlerindeki ampuller öylesine ısınmış ki, patlayıp alev almışlar. Sokak çocuğu en büyük prensin elindeki kılıcı alıp tek hamlede kafasını uçurmuş. Sonra diğerini, bir diğerini ve en son kalan prensi de. Hepsinin kapasını tek bir kılıç darbesiyle uçurmuş. Kralın tahtına doğru yürümüş. Tacını takıp oturmuş. Sarayın soylu kadınları ağlama ve bağrışmalarla tahta doğru yürürken, kral yerinden sakinden kalkıp onların da kafalarını uçurmuş. Soyluların tek tek yere yığılan kafasız bedenlerinin arkasından ayakta kalan tek soylu, yaşlı hala olmuş. Sokak çocuğu kral, sımsıkı tuttuğu kılıcına göz ucuyla baktıktan sonra kafasını kaldırıp yaşlı halayla göz göze gelmiş. Eğer hala tek bir feryat edecek olursa, onu da kılıçtan geçirecekmiş. Hala yavaş yavaş tahta doğru yürürken, gözünü kraldan hiç ayırmamış. Gözlerinden bir ırmak gibi boşalan yaşları görünce kral, yaşlı halayı da kılıçtan geçirmek için hazırmış. Hala tahta yaklaştığında, gözyaşlarını silip eğilmiş. Sokak çocuğu kralın ayaklarına dudaklarını koymuş ama öpmemiş. Kafasını kaldırıp gözlerinin içine bakmış. “kralım çok yaşa!” demiş. Sokak çocuğu kralın gözlerindeki ışık, bir daha hiç yanmamak üzere ebediyen sönmüş.
Doğu yakasında sokak çocuğu kralın tahta çıkışı için eğlenceler düzenlenirken, batı yakası çoktandır süren bir sessizliğin en orta yerindeymiş. Henüz genç sayılabilecek krallarının hasta yatağında yatması, batı yakası halkını derinden etkilemiş. her gün sarayın kapısını aşındıran şifacılar krala ne olduğunu bulmaya çalışsalar da, başarılı olamamışlar. Sessizlik büyümüş. Büyüye büyüye delirtici bir hal almış. Her sabah hasta kralın yanında uyanan kraliçenin beynine bir mızrak gibi saplanmaya başlamış. Sessizlik büyümüş. Kocaman olmuş. Kraliçenin beynine saplanan mızraklar büyümüş. Kocaman olmuşlar. Zaman, sessizlikten ve pek tabi mızraklardan daha yaman çıkmış. Geçip gitmiş. Kraliçe bir sabah kafasına saplanan mızrağı çıkarmaya çalışırken, kralın öldüğünü fark etmiş. son gücüyle kafasında mızrağı çıkarıp, feryat etmiş. Yaka’da hüküm süren sessizlik, bu feryat ile son bulmuş. Kraliçe, kocasının ölümünü en içinde hissetse de, beklemenin yükünü omuzlarından atmış. Zaman mı daha yaman yoksa beklemek mi? Bunun üzerine düşünmemiş. Gördüğü tek adamı sevmiş, sessizce beklemiş, beklemekten nefret etmiş, içten içe ölmesini istemiş ama yine de onu sevmeye devam etmiş. tüm bunlar kraliçenin kafasını oldukça karıştırmış. Mızrağı çıkardığı yerden akan kanları temizlemiş. İpek bir kumaşla kafasını bağlayıp tanıdığı tek adamı toprağa gömmüş. Sonunda dayanamamış, delirmiş.
Kraliçe saraya döndüğünde, saray halkının konuştuğu tek şey kimin tahta çıkacağıymış. Aslında tek bir oğlan çocuğu olan kralın evladı öylesine küçükmüş ki kimse onun kral olmasını istememiş. Bu küçük oğlan çocuğu da kral olmayı hiç istememiş ama hiç kardeşi olmadığından tahta çıkmaktan başka çaresi kalmamış. Tacını takıp küçük pelerinini boynuna bağladıktan sonra geçip tahta oturmuş. Ayakları tahttan yere değmiyormuş. Bu herkesi güldürmüş. Yalnız içerinden biri varmış ki, kralı tahtta görür görmez ona aşık olmuş. Bu kişi, kraliçeden başkası değilmiş. İçinden çıkardığı evladını tahtta görünce, onunla yeniden tanışmış. Böylece tanıdığı ikinci adam oğlu olmuş. Oğlunu, kocasından daha çok sevmiş çünkü artık deliymiş. Ayakları tahttan yere değmeyen kral ise yakanın işleriyle ilgilenmek yerine bütün vaktini tahtında oturup sıkılarak geçirmiş. Bereketli topraklar üzerine kurulmuş bu sarayda, kimse kralın yokluğunu fark etmemiş. Kral hiç konuşmamış, sadece dinlemiş. Kim ne dediyse dinlemiş, kimsenin sözünü kesmemiş. Kral dinledikçe düşünmüş, düşündükçe anlamaya çalışmış ama bir türlü bu insanları anlayamamış. Batı yakası sarayında duyulan en son şey, kraliçenin feryadı olmuş. Artık sarayı saran sessizliğin bir adı yokmuş. Kimse hasta olmadığından, kimse de ölmemiş. Kraliçe ve kral, başka bir çareleri olmadığı için birbirlerini çok sevmişler. Yine başka çareleri olmadığı için bu delirtici sessizliğin sebebi olarak yine birbirlerini suçlamışlar. İçlerinde kavgalar etmişler. Her kavganın sonunda birini öldürmüşler. Ölsün istemişler. Biri ölsün ve bu sessizlik bitsin istemişler. Yine de başka çare bulamamış, sevmeye devam etmişler.
Batı yakası kralı ilk kez tahtına oturduğunda, doğu yakası kraliçesi yaşlı hala ışıl ışıl bir oğlan çocuğu doğurmuş. Doğan bu oğlan çocuğuyla birlikte tahtı daha da sağlamlaşan sokak çocuğu kral, bu oğlan çocuğunu öylesine sevmiş ki, onu koruyamamaktan çok korkmuş. Her gece uykusunda kafasını koparttığı prensleri görmeye başlamış. Kafasız prensler onu öyle rahatsız etmiş ki uyku uyuyamaz olmuş. Saraydaki herkes uyurken tahtına geçip oturmuş. Oğlunu nasıl koruyabileceğini düşünmüş durmuş. Sonunda boşluk nehrine doğru yola koyulmaya karar vermiş. Oğlunu alıp arabaya binmiş. Gittikçe gitmiş. Boşluk nehrine varamamış. Sonunda ne boşlukta ne de hiçlikte bir yerde, biricik oğlunu bırakıp saraya geri dönmüş. Ne boşlukta ne de hiçlikte, oğlunu kimsenin bulamayacağından eminmiş.
Saraya döndüğünde doğruca artık kraliçe olan yaşlı halanın odasına girip soyunmuş. Hızla kraliçeyi de soyup düzmeye başlamış. kraliçe, kralın oğlunu neden boşluk nehri kıyılarında bıraktığını merak etmiş. kral her içine girdiğinde ve tekrar çıktığında, bu soru kanında dolaşmaya devam etmiş. uyandığında, yanakları tıpkı ilk günkü gibi kırmızıymış. Kalkıp aynaya bakmış. Kendisiyle yüzleşmiş. Burnundan bir nefes alıp ciğerlerine doldurmuş. Ciğerinden taşan hava bu kez vücudu gibi buruşuk olan hücrelerini şüpheyle doldurmuş. Sevgisizlik suratına bir tokat indirmiş. Solgun yanakları daha kızarmış. Sanki tüm ailesini o katletmiş gibi, kendini suçlamaya başlamış. Aynayla kavga etmiş. Arkasını dönüp gözlerini uykudaki krala dikmiş. Baktıkça bakmış. Sonunda onu görmemeye başlamış. Hücrelerine dolan şüphe, kralı göremediğinde konuşmaya başlamış. Şüphe konuştukça kraliçe dinlemiş, dinledikçe düşünmüş, düşündükçe düşünmüş, yine de kralın onu neden öldürmediğini bulamamış. Onu çok sevdiğinden mi, karnındaki oğlandan mı yoksa dudaklarını ayağına sürdüğünden mi, bir türlü karar verememiş. Daha önce hiç görmemiş gibi, gözlerini daha sıkı kapatmış. Artık hiçbir şeyi görmemeye başlamış.
Kral uyandığında, kraliçenin yanaklarında beliren kırmızılığa uzun uzun bakmış. Baktıkça hatırlamış, hatırladıkça unutmak istemiş. O unutmaya çalıştıkça kraliçenin karnı büyümüş, karnı büyüdükçe kral hatırlamış. Kraliçe yorgun düşüp gözlerini kapattığında, kral gözlerini tavana dikip düşünmüş. Düşündükçe düşünmüş. Yine de kraliçenin neden dudağını ayaklarına değdirdiğini bulamamış. Onu çok sevdiği için mi, karnındaki oğlandan mı yoksa sadece korktuğu için mi, bir türlü karar verememiş. Sonunda bu şüphe, ikisinin de hayatını cehenneme çevirmiş. Günden günde karnı büyüyen kraliçe, bir daha hiç kralla düzüşmemiş. Kraliçenin ikinci mucizesinin bir kız çocuğu olmasını dileyen kral, haremdeki kadınlarla gününü gün etmiş. kralın başka kadınların koynunda geçirdiği her gece kraliçe gözlerini daha sıkı kapatmış. Hiçbirini görmemiş. Görmeye görmeye görünmez olmuş. Kız çocuğunun doğduğu günden sonra da, kraliçeyi bir daha gören olmamış.
Zaman geçmiş, zamansızlık durmuş. İkisi de kendilerini unutturmuşlar. Batı yakası kralının bacakları uzayıp tahttan yere değdiğinde, doğu yakası prensesi de ayaklanıp yürümeye başlamış. Kral, bu kız çocuğunu en az oğlu kadar sevmiş. O kadar sevmiş onu koruyamamaktan çok korkmuş. Her gece uykusunda kafasını koparttığı soylu kadınları görmeye başlamış. Kafasız kadınlar onu öyle rahatsız etmiş ki, yine uyku uyuyamaz olmuş. Bir gece yine saraydaki herkes uyuduğunda, tahtına geçip oturmuş. Kızını nasıl koruyabileceğini düşünmüş durmuş. Sonunda sarayın en güzel odasına kalın kilitler takmaya, pencerelerini çivilemeye ve odanın zemini kaz tüyü yastıklarla kaplamaya karar vermiş. Kızını bu odada büyütecek, dışarıyla hiç tanıştırmayacakmış. Çok geçmeden odanın yapılması için emir vermiş. Saray çalışanları gece gündüz demeden çalışmışlar. Sonunda küçük prensesin penceresiz, kapısız, yumuşak yastıklarla dolu bembeyaz bir odası olmuş. Konuşmaya başlayıp dışarısı hakkında sorular sormaya başlayınca, kral prensesi bu bembeyaz odaya götürüp kapısını sıkıca kapatmış. Prenses, odaya ilk girdiğinde bir masalın içinde olduğunu anlamış. Bembeyaz duvarlara bakmış, sonra kendini kuş tüyü minderlerin üzerine atmış. Uyumuş, uyanmış, kapısını çalan olmamış. Sıkılmış, kafasından hikayeler uydurmuş. Sonra hepsini duvarlara anlatmaya başlamış. zaman zamansızlık olmuş, sonra hepsi kaybolmuş. Güneş doğunca iyiden iyiye parlayan duvarlar yüzünden gündüz gözlerini açamaz olmuş. Geceleri uyanıp duvarlarla konuşmuş. Onlara hikayeler anlatmış. Sonra sıkılmış. Öylesine sıkılmış ki artık gözlerini geceleri de açmaz olmuş. Yalnız kralın değil, zamanın, zamansızlığın ve yalnızlığın da esiri olmuş. Derin uykular uyumuş, uyurken büyümüş.
İki yakanın görünen ve görünmeyen kilitli kapılarının ardında prenses ve kral, yaşamak nedir bilmeden yaşamaya ve yalnızlık nedir bilmeden yalnız kalmaya devam etmişler. Güneş doğunca gözlerini açmış, güneş batınca kapatmışlar. Kendilerinden başka kimseyle konuşmamış, düşünmüşler. Bir gün doğu yakasında doğan güneş batı yakasında batarken, prenses gözlerini alan beyazlıktan kurtulmaya çalışmak için gözlerini kapatmış. Bunu hep yaparmış fakat bu kez gözlerini kapatınca daldığı uykudan bir düşle uyanmış. Hayatında hiç düş görmeyen prenses bu düşe çok heyecanlanmış. Kalkıp duvara bakmış. Gördüğü bu düşü duvara bile anlatmamış. Gözlerini kapatıp, kendine hikayeler anlatmaya devam etmiş. Birini anlatmayı bitirince hemen yeni bir tane uydurmuş, uydurur uydurmaz kendine anlatmış sonra da can kulağıyla dinlemiş. Yalnız bir hikayeye o kadar çok gülmüş ki, kendinden ve duvardan başka birine de anlatmak istemiş. Bu en komik hikayesiymiş. O kadar komikmiş ki içi kıpır kıpır olmuş. Birkaç defa denese de bir daha gözlerini kapatamamış. Üzerinde incecik bir entariyle, çorap bile giyinmeden yalın ayak, odanın kilidini açmış. Ayak ucuyla sessizce geçtiği merdivenlerini inerken onu hiç kimse görmemiş. Yalnız sarayın kapısını yavaşça açarken, kraliçeye yakalanmış. Kraliçe görse de görmek istemediğinden, ona hiçbir şey söylememiş. Prenses kapıdan çıkmış. Hiçlik ormanına doğru yürümeye başlamış. kısacık bir andan sonra hiçliğin tam ortasındaymış. Bir ateş yakıp hikayesini hiçliğe anlatmaya başlamış. boşlukta olmayı, hiçlikte olmaya tercih edermiş.
Doğu yakasında yükselen güneş parıldadıkça batı yakası zifiri karanlığa bürünmüş. Kral hiç açmak istemediği gözlerini açtığında, daha önce bilmediği bir duygu hissetmiş. Bu duygunun adını bir türlü koyamamış ama onu yiyip bitirmeye yetmiş. Yerinden hiç kalkmadan, babasını hayal etmeye başlamış. O çeşit çeşit saçlar giydirmiş, dişlerini bozmuş düzeltmiş, sivri bir burun yapmış sonra şişirmiş… kafasında bir sürü adam yaratmış ama hangisi babası karar verememiş. Tahtının önünde duran kapının kilidini açıp saraydan çıkmış. Hiçlik ormanına doğru yürümeye başlamış. Yürürken babasını merak etmeye devam etmiş. bu merak içini yiyip bitirmiş. İçi kalmamış. Asırlar sonra hiçliğin tam ortasındaymış. Siyah bir ağacın siyah gölgesine uzanıp, gökyüzünü izlemeye başlamış. Babası sivri burunlu, kıvırcık saçlı, kısa boylu olanmış. Üstelik çok da komik adammış. O kadar komikmiş ki ona hiç bilmediği hikayeler anlatmış. kral bu sayede gülmeyi öğrenmiş. Gülerken babasını çok sevmiş, sevmeyi öğrenmiş. Boşlukta olmayı, hiçlikte olmaya tercih edermiş.
Prenses hikayesini anlattıktan hemen sonra başka bir hikaye daha anlatmış. sonra başka bir tanesini, diğerini, hepsini anlatmış. bunca zaman duvarlarla konuştuğunu ne varsa söylemiş. Sonra sıkılmış. Kafasından yeni hikayeler uydurmuş, onları da anlatmış. yorgun düşüp ateşin yanına uzandığında, aklına gördüğü düş gelmiş. Heyecanla yerinden kalkıp hiçliğe gördüğü düşü anlatmaya başlamış. o söze başladığında, bu bir masal denemesi olduğunu için hiçlikte yankılanmayan ses yankılanmaya başlamış ve kralın kulağına gitmiş. Kral, prensesin anlattığı düşe kulak kabartırken sanki daha önce bu düşü görmüş gibiymiş. Yavaşça yerinden kalkıp sesin kaynağına doğru yürümüş. O yürürken prenses yaklaşan ayak sesleriyle irkilmiş. Kral prenses ile arasındaki son ağaç dalını kaldırdığında prenses, yüzüne vuran ışığa çok şaşırmış.
Hiçliğin ortasındaki bu karşılaşmadan sonra zaman akmaya ve durmaya devam etmiş. Zamansızlık hiçlik ormanına uğramasa da, saatler kimseye ait olmamaya devam etmiş. Hiç konuşmadan ateşin başında oturmuşlar. Prenses anlatmaya kral ise susmaya başlamış.
Prenses krala bildiği tüm hikayeleri anlatmış. önce en komik olanlarından başlamış. kral bu hikayelere gülmüş, prenses ise ömründe ilk defa birini gülerken görmüş. görür görmez ona bakmış. Gözlerini ondan alamamış. Bu yabancıyı babasına çok benzetmiş ama daha önce babasını hiç görmemiş. Evrende babasından başka kimse yok gibiymiş. Günden güne, kafasını karıştıran bu yabancıya bağlanmış. Belki de bu yabancı, babasının ta kendisiymiş.
Prenses konuşurken, kral sessizliğinin ardında hayaller kurarmış. Hikayelerden, en çok da komik olanların içinden babasını ararmış. Bu hikayeler sanki babasına ait gibiymiş. Oysa daha önce hiç babasından hikaye dinlememiş. Evrende babasından başka kimse yok gibiymiş. Günden güne, sivri burunlu, kıvırcık saçlı, kısa boylu adamı unutmaya başlamış. belki de babası burada, hiçliğin en orta yerindeymiş.
Hiçlikteki her zamanki anlardan birinde, yani sıcak ve sarı ateşin yanında prenses konuşurken ve kral susarken, etraflarını beyaz ışık saçan böcekler sarmaya başlamış. nereden geldiklerini bilmedikleri bu böcekler prensese, odasının delirtici beyaz duvarlarını hatırlatmış. Başını kralın omuzuna yaslayıp ağlamaya başlamış. daha önce hiç ağlamadığı için gönlünden bir serçe havalanmış. Kral prensesin saçlarını okşamış. Prenses kralın babası olmadığı anlamış.
Kafası karışmış. Ağlamakla gülmeyi bir türlü birbirinden ayıramamış. Böceklerin beyaz ışıklarını görmemek için gözlerini kapatmış, kapatır kapatmaz uykuya dalmış. Bu hiçlikteki ilk uykusuymuş.
Prenses günlerce uyurken, kral babasının hiçlikte olmadığını anlamış. Hayal kurmaktan öylesine yorulmuş ki, prensesin yanına uzanıp uykuya dalmış. Uyandıklarında ikisi de hiçlikteki vakitlerinin dolduğunu anlamış. Prenses doğu yakasına, kral ise batı yakasına doğru yola koyulmuşlar. Hüzünlü değillermiş.
O günden bu güne ne kadar zaman geçti bilinmez. Belki az önceydi belki çok sonra. Zaman geçti, zamansızlık durdu, prenses miş’li geçmiş zamandan kurtuldu. Yine de her fırsatta geçmişi hatırladı. Geçmişten bir türlü kurtulamadı. Kaz tüyü minderlerine uzanıp, tavanı izlemeye başladı. Uzun uzun baktığı tavana bir ayna yerleştirdi. Duvarlara komik hikayeler anlatıp gülmeyi denedi. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, kral gibi gülemedi. Ne yazık ki prenses, gülmeyi hiç öğrenemedi. Aklına başka hikaye gelmeyince, duvarlara hiçliği anlatmaya başladı. Anlattıkça anlattı, yine de eksik kaldı. Bu kez üzerine kalın kıyafetler giyinip saraydan çıktı. Hiçliğe gidecek, orada kralı bulacaktı. Bulur bulmaz ona her şeyi anlatacaktı. Anlattıkça koşacak, koştukça kaçacak, kaçtıkça kurtulacaktı.
Sarayın kapısından çıkıp hiçliğin ortasına geldiğini ana kadar prenses, zamanı hiç hissetmedi. Kralı hiçliğin ortasında bulamayınca, ormanın öte tarafına doğru yürümeye devam etti. Zaman sanki ellerindeydi, kısacık bir andan sonra ormanın sonuna varacağına emindi. Günler, aylar, mevsimler geçti. Prenses yürüdükçe yürüdü. Zamanı, boşluğu ve hiçliği düşündü. Düşündükçe bir yabancıya dönüştü. Zamana, boşluğa ve hiçliğe bir türlü alışamadı. Kralın yanına vardığında ona bunu anlatacaktı ama artık çok yorulmuştu. Gördüğü ilk ağacın dibine uzandı. Gökyüzüne baktı. Gökyüzü karanlıktı. Zamansız bir rüzgarla kucağına siyah bir yaprak düştü. Bu yaprak, gerçek miydi?
Yıllar asırlara dönüştüğünde, prenses batı yakası sarayına varmıştı. Sarayı gördüğünde hiç heyecanlanmamıştı çünkü anlatacağı her şeyi unutmuştu. üstelik artık dönecek bir yeri de kalamamıştı. Saraya varıp kapısını üç kere yumrukladı. Açan olmadı. Geri dönüp sarayın merdivenlerinde oturdu. Uzun uzun etrafa baktı, hiçbir şey göremedi. Kalkıp hiçliğin ortasına doğru yürümeye başladı. Göz açıp kapayıncaya kadar, hiçliğin en orta yerindeydi. Bir ateş yakıp hiçliğe anlatmaya başladı. Bunların hiçbiri, gerçek değil miydi?
15 notes
·
View notes
Text
İki Yaka*
Kimseye ait olmayan zamanın içinde, boşluğun karanlık havasını üfleyen derin bir orman varmış. Ormanın doğu ve batı yakası iki şehirden, ortası ise kocaman bir hiçlikten ibaretmiş. hiçliğin sonu yok sanılsa da aslında hiçliğin sınırlarında akan bir boşluk nehri varmış. Boşluk nehrini ormandaki kimse görmese de, nadiren esen soğuk bir rüzgarla nehri hissederlermiş. Nehrin ötesinde ne olduğunu kimse düşünmezmiş çünkü delireceklerini bilirlermiş.
Hiçlik ormanı öylesine uçsuz bucaksızmış ki doğu yakasının batı yakasından, batı yakasının da doğu yakasından haberi olmazmış. Bir yakada güneş doğarken diğer yakada batar, bir yaka yaz güneşiyle kavrulurken diğer yaka soğuktan donarmış. Batı yakasının bereketli topraklarına karşılık doğu yakasının toprakları alabildiğine çorakmış. Zaman nasıl bir şeyse, iki yakada da farklı akarmış. Doğu yakası insanları çatık kaşlı olur, konuşmaktan çok haz etmezlermiş. Gülmek nedir bilmezler, hep kavga ederlermiş. Çorak topraklarında meyve olmadıkça aç kalır, daha da sinirlenirlermiş. Onlar sinirlendikçe sevgisiz kalır, sevgisiz kaldıkça güneşi kızdırırlarmış. Güneş kızdıkça toprağı kurutur, kuruyan toprak dayanamaz, çatlarmış. Çatlakların arasından şeffaf renkli ince bir duman yükselir, doğu yakasının yollarında dolaşırmış.Batı yakasını insanları her yıl sulu sulu, rengarenk bir sürü meyve yermiş. Yedikçe gülümser, gülümsedikçe konuşur, konuştukça anlaşırlarmış. Anlaştıkça birbirlerini sever, güneşi de sevindirirlermiş. Güneş sevindikçe tatlı bir ışık yayarmış toprağa, toprak parıldarmış.
İki yakanın en yüksek yerlerinde uzun, geniş, gösterişli birer saray bulunurmuş. Batı Yakası’nın tok yatan insanlarına karşılık Doğu Yakası insanları açlıktan daha da sevgisiz hale gelirken, iki yakanın da saraylarında her gece ziyafet sofraları kurulurmuş. Doğu Yakası halkı bu duruma alınacak değilmiş çünkü halkı aç yatarken aç kalacak saray insanları masallarda bile olmazmış.
Zamansızlığın birinde Batı Yakası’nda kara kış, Doğu Yakası’nda ise bezgin yaz ayları yaşanırken, Doğu Yakası güneşi öylesine kızgınmış ki kupkuru topraktan tek bir meyve bile yetişmemiş. Meyve yetişmedikçe halk aç kalmış, aç kaldıkça kızmış, kızdıkça sevgisiz kalmaya devam etmiş. Kuruyup çatlayan topraktan yükselip, yakanın yollarında dolaşan şeffaf renkli sıcak duman öylesine hiddetlenmiş ki, sonunda yakanın en tepesine kadar çıkıp sarayın pencerelerinden içeri girmiş. Bir daha da hiç çıkmamış. Soyluların tok yattıkları her gecenin başında yatak odalarına girip onların döllerini kurutmuş. Halk aç yattıkça yükselen her duman, soyluların doğmamış çocuklarını yavaş yavaş öldürmüş.
Saray halkı olanlardan habersiz her gece ziyafet sofralarını kurmaya devam etmiş. Sofra kuruldukça yemiş, yedikçe azmış, azdıkça düzüşmüşler. Dört prensin dört güzel karısı bir türlü hamile kalamayınca da haremdeki kadınları düzmeye devam etmişler. Koca haremden tek bir kadını bile hamile bırakamayan prenslerin hikmetinden ve döllerinden sual olunmazmış. Bu yüzden hamile kalamadıkları için saraydaki kadınları suçlamışlar ve bir karar vermişler. Daha önce hiç yapmadıkları bir şey yapıp halkın arasına karışmışlar ve kadınları sıraya dizmişler. Damızlık gibi içlerinden en büyük memeli ve doğurgan olanlarını seçip saraya götürmüşler.
Sarayın prensleri sırayla damızlıkları düzüp, onları da hamile bırakamayınca hepsini kapı dışarı etmişler. Sarayın damızlık, halkın ise aç kadınları kapıdan çıkar çıkmaz, sarayın her gece tok yattığını bağırmaya başlamışlar. Onlar bağırdıkça halkın kulakları küçülmüş. Öylesine küçülmüş ki yılan olmuşlar. Sürüne sürüne oradan uzaklaşmışlar. Kadınlar, kimsenin onları dinlemediğini fark ettiklerinde, kısık sesle saray prenslerinin dölsüz olduklarını konuşmaya başlamışlar. Onlar fısıldadıkça halkın kulakları büyümüş. Öylesine büyümüş ki kedi olmuşlar. Çıkan her tıkırtıyı duyar olmuşlar.
Zaman dururken ya da ilerlerken, yakanın bütün kedileri sarayın dölsüz olduğunu öğrenmişler. İnsanken dayandıkları açlıkları, kediyken dayanılmaz bir hal almış. Huzursuz olmuşlar. Huzursuz oldukça koşmaya başlamışlar. Koştukça koşmuş, önlerine gelen her şeyi devirmişler.
Saraylılar kedilerin içeri girmemesi için kapı ve pencereleri sıkı sıkı kapatmışlar. Sarayda bir tek kral, yakada devrilecek hiçbir şey kalmadığında sıranın tahtına geleceğini biliyormuş. Kediler tırmandıkça taht sallanmış. Taht sallandıkça hastalanan kral sonunda yataklara düşmüş. Vaktinin çoğunu uyuyarak geçirmiş. Her gece başka başka kabuslardan ter içinde kalırken, uyandığında bu kabuslardan hiçbirini hatırlamamış. Kral ölünce tahta kimin geçeceği ise bir bilinmez olarak sarayın koridorlarında dolaşmaya devam etmiş.
Zaman zamansızlıktan daha yaman çıkmış, hızla geçmeye devam etmiş. Günlerden bir gün kral yine ter içinde hasta yatağından uyanmış. Bu kez gördüğü şeyi hatırlıyormuş ama bunun bir düş mü yoksa kabus mu olduğuna bir türlü karar verememiş. Sarayın prenslerini çağırıp onlara gördüğü şeyi anlatmaya ve bunun bir düş mü yoksa kabus mu olduğunu sormaya karar vermiş. Prensler yatağın karşısında dizilip kralın anlattıklarını dinlemeye başlamışlar.
Kral uykusunda, yaşlı kız kardeşinin boşluk nehri’ne gittiğini ve saraya döndüğünde hamile olduğunu görmüş. Yaşlı hala bir erkek çocuğu doğurmuş ve bu çocuk doğar doğmaz saraya ışık saçmaya başlamış. Dölsüzlüklerinden mucizelere inanmaya başlayan prensler, yaşlı halalarının hamile kalacağı düşüncesine hemen inanmışlar. Heyecanla birbirlerine sarılıp daha önce kimsenin gitmediği boşluk nehrine gitmeye karar vermişler. Çocuk ışık saçarken yaşlı halanın rahminden simsiyah bir zift yayılmış ve bütün sarayı kaplamış. Kral, prenslerin heyecanını görünce bu siyah ziftten onlara hiç bahsetmemiş. Gördüğü şey artık bir düşten ibaretmiş. Prensler arabalarına ağırlıklarından fazla yiyecek yükleyip, boşluk nehrine doğru yola koyulmuşlar. Orada eline erkek eli değmemiş halalarını düzecek birini bulacaklarına emin olmuşlar.
Gittikçe gitmiş, bir yere varamamışlar. Ne boşlukta, ne de hiçlikte bir yerlerde durmuşlar. Yanlarında sadece üç elma kaldığını fark ettiklerinde ise haykırmışlar. Onları yalnız bir sokak çocuğu duymuş. Ne boşlukta ne de hiçlikte yaşadığından daha önce kimsenin görmediği sokak çocuğu sese doğru yürümüş. Yanlarına vardığında prensler bunun bir mucize olduğunu düşünmüşler. Gözlerinden yayılan ışığı gördüklerinde ise bunun bir mucize olduğuna emin olmuşlar. Yanlarında kalan üç elmadan birini vermişler. Sokak çocuğu elmayı gördüğünde bunun bir mucize olduğunu düşünmüş. Bir ısırık alıp elmayı çiğnemeye başladığında ise bunun bir mucize olduğuna emin olmuş.
Sokak çocuğu elmayı bitirdiğinde, daha önce yiyeceklerini kimseyle paylaşmayan prenslerin kalan iki elması çoğalıp bin olmuş. Arabalarına binip sarayın yolunu tutmaya başladıklarında yanlarında sokak çocuğu da varmış. Gittikçe gitmiş, sonunda saraya varmışlar. Sarayın kapısında prensleri bekleyen soylular, sokak çocuğunu görünce çok sevinmişler. Onu baştan aşağı süzdüklerinde ise midelerinde oluşan ekşimeyi hemen hissetmişler.
O gece prenslerin dönüşü şerefine düzenlenen ziyafete sokak çocuğu çağırılmamış. Onun yerine hamamda temizlenmiş, yeni kıyafetler için ölçüleri alınmış ve yatacağı yatak gösterilmiş. Sokak çocuğu ilk kez doyduğu için mi, vücudunun mis gibi kokmasından mı yoksa bu yattığı yerin yumuşaklığından mı bilmeden; yüzüne koca bir gülümseme yerleştirip kafasını yastığa koymuş. Koyar koymaz uyumuş. Uyandığında yanı başında duran renkli kıyafetlere dokunmuş. Hepsi pamuk kadar yumuşakmış. Onları giyinip daha önce hiç bakmadığı aynadan kendini bakmış. Yakışıklı olduğunu görmüş. Yakınlaşıp gözlerinin ta içine bakmış. Neden burada olduğunu düşünmüş. Bir şey bulamamış. Yatağına oturup zamanın geçmesini beklemiş.
Sokak çocuğu zamanla tanışırken, üç kere çalınan kapının ardından yaşlı bir kadın belirmiş. Sokak çocuğuna onu kahvaltıya beklediklerini söylemiş. Sokak çocuğu, kahvaltı ne demektir bilmese de, soru sormadan yaşlı kadının arkasına takılmış. Merdivenlerin başına geldiklerinde tüm soyluların gözleri onların üzerindeymiş. Sokak çocuğunun parlayan gözlerine bakarken daldıkları rüyalardan, yaşlı halanın çelimsiz bacaklarına bakınca uyanmışlar. Bu dölsüz sarayda, yaşlılıktan belki artık rahmi bile olmayan hala, nasıl bir erkek çocuğu doğuracakmış? Susmuşlar. Kralın hikmetinden sual olunmayacağından, içlerinden konuşmaya devam etmişler. Merdivenler bitmiş, sokak çocuğu ve hala sofraya oturmuşlar. Soylular sokak çocuğunun gözlerindeki ışığı yakından görünce, ilk kez çaresiz olmadıklarını hissetmişler. Yine de ona baktıklarında midelerinde başlayan ekşime, bir türlü geçmemiş.
Sokak çocuğu kahvaltıdan sonra uyuduğu odaya geri dönüp yatağına uzanmış. Gözlerini kapatıp kahvaltıdaki çeşit çeşit yiyecekleri düşünmüş. Hepsini tek tek gözünün önüne getirip tatlarını kafasına kazımış. Gözlerini açtığında tek düşündüğü şey neden burada olduğuymuş. Düşünmüş, düşünmüş, yanıt bulamamış. Gözlerini kapatıp yeniden kahvaltıda gördüğü yiyecekleri düşünürken gerçeklikten uzaklaşmış. Zaten gerçeklik neymiş ki? Buna hiç kafa yormamış. Gözlerini açtığında bir düşün içinde olduğuna eminmiş. Derken kapı üç kere çalınmış. Bu kez kapının ardındaki adamı tanımıyormuş. Bu adam ona bu güzel kıyafetleri diken adammış. İçeri girip sokak çocuğunun saçlarını taramış, ona kokular sürmüş ve kan yapıcı yiyecekler yedirmiş. Ardından onu uyuduğu odadan çıkarmış ve uzunca bir koridorun başında bırakmış. Sokak çocuğu kaygısız ve yavaş adımlarla koridoru yürümeye başlamış. Koridorun sonundaki altın ve gümüş işlemeli büyük kapıya varmış. Elini yumruk yapıp kaldırdığında, kapıya vurmasına gerek kalmadan kapı açılmış. Kapının ardındaki yaşlı halaymış. Onu içeri alıp yavaşça soymaya başlamış. Sokak çocuğu itiraz etmemiş. Çırılçıplak yatağa uzandığında, hiç utanmamış. Yaşlı hala soyunurken onun vücudundaki buruşuklukları izlemiş. Birbirlerinden ne kadar farklı olduklarını düşünmüş. Hala çırılçıplak yanına uzandığında ise eşitlenmişler. Daha önce ikisinin de eline başka el değmemiş. Düzüşmüşler.
Uyandıklarında, halanın solgun yaşlı yanakları olgun bir elma kadar kırmızıymış. Kalkıp aynaya bakmış. Kendisiyle yüzleşmiş. Burnundan bir nefes alıp ciğerlerine doldurmuş. Ciğerinden taşan hava vücudu gibi buruşuk olan hücrelerine bir şans daha vermiş. Erkeksizlik suratına bir tokat indirmiş. Solgun yanakları daha da kızarmış. Sanki daha önce hiç yaşamamış gibi, yaşlandığı için bakireliğini suçlamış. Aynayla kavga etmiş. Daha önce hiç kendine ait olmamış gibi, yenilenmiş aidiyetliğini hemen orada, erkeğine teslim etmiş. Yaşlılıktan artık kanamayan halanın karnı çok geçmeden büyümeye başlamış. Bebek büyüdükçe hala yorulmuş, yoruldukça yataya uzanıp gözlerini kapatmış. Halanın gözlerini kapattığı her an, sokak çocuğu parlayan gözlerini tavana dikip neden burada olduğunu düşünmüş. Bir türlü yanıt bulamamış.
Yaşlı halanın karnı burnuna geldiğinde, saraydaki tedirgin sevinç yerini sadece tedirginliğe bırakmış. Kral, gittikçe daha da derinden uyuduğu uykularından bir daha hiç uyanmamış. Babalarının ölümüne üzülmeye vakti olmayan prensler, oturup bundan sonra kimin tahta geçeceğini tartışmaya başlamışlar. Hiçbirinin asil soylarını devam ettirecek bir çocukları olmadığı için, kimin tahta geçeceğine bir türlü karar verememişler. Sonunda, tahtın önünde bir düello yapmaya karar vermişler. Düellonun galibi, yani saraydaki üç prensi de öldürmeyi başaran prens kral olacak, halanın muhtemel erkek bebeğini de kendine oğul, tahtına varis yapacakmış. Kılıçlarını kuşanıp tahtın önünde toplanmışlar. Daha önce hiç kılıç kullanmadıklarından, birbirlerine bakakalmışlar. Ellerindeki kılıçlarla kıyım yapmak isteyen ancak ölümden de en az dölsüzlükleri kadar korkan prensleri izlerken, tüm zamansızlıklarda kafasına takılan sorusuna cevap bulmuş. Her sokak çocuğunun gözlerindeki ışık kadar parlayan gözleri, bu cevapla öylesine şiddetle parlamış ki, tıpkı bir lazer gibi bakan herkesin gözlerini ağrıtmayı başarmış. “Meğer burada, bu sarayda, bu korkak zebanilerin cehennemi, kendi düş bahçemde bulunmamın tek sebebi…” diye geçirmiş içinden. Gözlerindeki ampuller öylesine ısınmış ki, patlayıp alev almışlar. Sokak çocuğu en büyük prensin elindeki kılıcı alıp tek hamlede kafasını uçurmuş. Sonra diğerini, bir diğerini ve en son kalan prensi de. Hepsinin kapasını tek bir kılıç darbesiyle uçurmuş. Kralın tahtına doğru yürümüş. Tacını takıp oturmuş. Sarayın soylu kadınları ağlama ve bağrışmalarla tahta doğru yürürken, kral yerinden sakinden kalkıp onların da kafalarını uçurmuş. Soyluların tek tek yere yığılan kafasız bedenlerinin arkasından ayakta kalan tek soylu, yaşlı hala olmuş. Sokak çocuğu kral, sımsıkı tuttuğu kılıcına göz ucuyla baktıktan sonra kafasını kaldırıp yaşlı halayla göz göze gelmiş. Eğer hala tek bir feryat edecek olursa, onu da kılıçtan geçirecekmiş. Hala yavaş yavaş tahta doğru yürürken, gözünü kraldan hiç ayırmamış. Gözlerinden bir ırmak gibi boşalan yaşları görünce kral, yaşlı halayı da kılıçtan geçirmek için hazırmış. Hala tahta yaklaştığında, gözyaşlarını silip eğilmiş. Sokak çocuğu kralın ayaklarına dudaklarını koymuş ama öpmemiş. Kafasını kaldırıp gözlerinin içine bakmış. “kralım çok yaşa!” demiş. Sokak çocuğu kralın gözlerindeki ışık, bir daha hiç yanmamak üzere ebediyen sönmüş.
Doğu yakasında sokak çocuğu kralın tahta çıkışı için eğlenceler düzenlenirken, batı yakası çoktandır süren bir sessizliğin en orta yerindeymiş. Henüz genç sayılabilecek krallarının hasta yatağında yatması, batı yakası halkını derinden etkilemiş. her gün sarayın kapısını aşındıran şifacılar krala ne olduğunu bulmaya çalışsalar da, başarılı olamamışlar. Sessizlik büyümüş. Büyüye büyüye delirtici bir hal almış. Her sabah hasta kralın yanında uyanan kraliçenin beynine bir mızrak gibi saplanmaya başlamış. Sessizlik büyümüş. Kocaman olmuş. Kraliçenin beynine saplanan mızraklar büyümüş. Kocaman olmuşlar. Zaman, sessizlikten ve pek tabi mızraklardan daha yaman çıkmış. Geçip gitmiş. Kraliçe bir sabah kafasına saplanan mızrağı çıkarmaya çalışırken, kralın öldüğünü fark etmiş. son gücüyle kafasında mızrağı çıkarıp, feryat etmiş. Yaka’da hüküm süren sessizlik, bu feryat ile son bulmuş. Kraliçe, kocasının ölümünü en içinde hissetse de, beklemenin yükünü omuzlarından atmış. Zaman mı daha yaman yoksa beklemek mi? Bunun üzerine düşünmemiş. Gördüğü tek adamı sevmiş, sessizce beklemiş, beklemekten nefret etmiş, içten içe ölmesini istemiş ama yine de onu sevmeye devam etmiş. tüm bunlar kraliçenin kafasını oldukça karıştırmış. Mızrağı çıkardığı yerden akan kanları temizlemiş. İpek bir kumaşla kafasını bağlayıp tanıdığı tek adamı toprağa gömmüş. Sonunda dayanamamış, delirmiş.
Kraliçe saraya döndüğünde, saray halkının konuştuğu tek şey kimin tahta çıkacağıymış. Aslında tek bir oğlan çocuğu olan kralın evladı öylesine küçükmüş ki kimse onun kral olmasını istememiş. Bu küçük oğlan çocuğu da kral olmayı hiç istememiş ama hiç kardeşi olmadığından tahta çıkmaktan başka çaresi kalmamış. Tacını takıp küçük pelerinini boynuna bağladıktan sonra geçip tahta oturmuş. Ayakları tahttan yere değmiyormuş. Bu herkesi güldürmüş. Yalnız içerinden biri varmış ki, kralı tahtta görür görmez ona aşık olmuş. Bu kişi, kraliçeden başkası değilmiş. İçinden çıkardığı evladını tahtta görünce, onunla yeniden tanışmış. Böylece tanıdığı ikinci adam oğlu olmuş. Oğlunu, kocasından daha çok sevmiş çünkü artık deliymiş. Ayakları tahttan yere değmeyen kral ise yakanın işleriyle ilgilenmek yerine bütün vaktini tahtında oturup sıkılarak geçirmiş. Bereketli topraklar üzerine kurulmuş bu sarayda, kimse kralın yokluğunu fark etmemiş. Kral hiç konuşmamış, sadece dinlemiş. Kim ne dediyse dinlemiş, kimsenin sözünü kesmemiş. Kral dinledikçe düşünmüş, düşündükçe anlamaya çalışmış ama bir türlü bu insanları anlayamamış. Batı yakası sarayında duyulan en son şey, kraliçenin feryadı olmuş. Artık sarayı saran sessizliğin bir adı yokmuş. Kimse hasta olmadığından, kimse de ölmemiş. Kraliçe ve kral, başka bir çareleri olmadığı için birbirlerini çok sevmişler. Yine başka çareleri olmadığı için bu delirtici sessizliğin sebebi olarak yine birbirlerini suçlamışlar. İçlerinde kavgalar etmişler. Her kavganın sonunda birini öldürmüşler. Ölsün istemişler. Biri ölsün ve bu sessizlik bitsin istemişler. Yine de başka çare bulamamış, sevmeye devam etmişler.
Batı yakası kralı ilk kez tahtına oturduğunda, doğu yakası kraliçesi yaşlı hala ışıl ışıl bir oğlan çocuğu doğurmuş. Doğan bu oğlan çocuğuyla birlikte tahtı daha da sağlamlaşan sokak çocuğu kral, bu oğlan çocuğunu öylesine sevmiş ki, onu koruyamamaktan çok korkmuş. Her gece uykusunda kafasını koparttığı prensleri görmeye başlamış. Kafasız prensler onu öyle rahatsız etmiş ki uyku uyuyamaz olmuş. Saraydaki herkes uyurken tahtına geçip oturmuş. Oğlunu nasıl koruyabileceğini düşünmüş durmuş. Sonunda boşluk nehrine doğru yola koyulmaya karar vermiş. Oğlunu alıp arabaya binmiş. Gittikçe gitmiş. Boşluk nehrine varamamış. Sonunda ne boşlukta ne de hiçlikte bir yerde, biricik oğlunu bırakıp saraya geri dönmüş. Ne boşlukta ne de hiçlikte, oğlunu kimsenin bulamayacağından eminmiş.
Saraya döndüğünde doğruca artık kraliçe olan yaşlı halanın odasına girip soyunmuş. Hızla kraliçeyi de soyup düzmeye başlamış. kraliçe, kralın oğlunu neden boşluk nehri kıyılarında bıraktığını merak etmiş. kral her içine girdiğinde ve tekrar çıktığında, bu soru kanında dolaşmaya devam etmiş. uyandığında, yanakları tıpkı ilk günkü gibi kırmızıymış. Kalkıp aynaya bakmış. Kendisiyle yüzleşmiş. Burnundan bir nefes alıp ciğerlerine doldurmuş. Ciğerinden taşan hava bu kez vücudu gibi buruşuk olan hücrelerini şüpheyle doldurmuş. Sevgisizlik suratına bir tokat indirmiş. Solgun yanakları daha kızarmış. Sanki tüm ailesini o katletmiş gibi, kendini suçlamaya başlamış. Aynayla kavga etmiş. Arkasını dönüp gözlerini uykudaki krala dikmiş. Baktıkça bakmış. Sonunda onu görmemeye başlamış. Hücrelerine dolan şüphe, kralı göremediğinde konuşmaya başlamış. Şüphe konuştukça kraliçe dinlemiş, dinledikçe düşünmüş, düşündükçe düşünmüş, yine de kralın onu neden öldürmediğini bulamamış. Onu çok sevdiğinden mi, karnındaki oğlandan mı yoksa dudaklarını ayağına sürdüğünden mi, bir türlü karar verememiş. Daha önce hiç görmemiş gibi, gözlerini daha sıkı kapatmış. Artık hiçbir şeyi görmemeye başlamış.
Kral uyandığında, kraliçenin yanaklarında beliren kırmızılığa uzun uzun bakmış. Baktıkça hatırlamış, hatırladıkça unutmak istemiş. O unutmaya çalıştıkça kraliçenin karnı büyümüş, karnı büyüdükçe kral hatırlamış. Kraliçe yorgun düşüp gözlerini kapattığında, kral gözlerini tavana dikip düşünmüş. Düşündükçe düşünmüş. Yine de kraliçenin neden dudağını ayaklarına değdirdiğini bulamamış. Onu çok sevdiği için mi, karnındaki oğlandan mı yoksa sadece korktuğu için mi, bir türlü karar verememiş. Sonunda bu şüphe, ikisinin de hayatını cehenneme çevirmiş. Günden günde karnı büyüyen kraliçe, bir daha hiç kralla düzüşmemiş. Kraliçenin ikinci mucizesinin bir kız çocuğu olmasını dileyen kral, haremdeki kadınlarla gününü gün etmiş. kralın başka kadınların koynunda geçirdiği her gece kraliçe gözlerini daha sıkı kapatmış. Hiçbirini görmemiş. Görmeye görmeye görünmez olmuş. Kız çocuğunun doğduğu günden sonra da, kraliçeyi bir daha gören olmamış.
Zaman geçmiş, zamansızlık durmuş. İkisi de kendilerini unutturmuşlar. Batı yakası kralının bacakları uzayıp tahttan yere değdiğinde, doğu yakası prensesi de ayaklanıp yürümeye başlamış. Kral, bu kız çocuğunu en az oğlu kadar sevmiş. O kadar sevmiş onu koruyamamaktan çok korkmuş. Her gece uykusunda kafasını koparttığı soylu kadınları görmeye başlamış. Kafasız kadınlar onu öyle rahatsız etmiş ki, yine uyku uyuyamaz olmuş. Bir gece yine saraydaki herkes uyuduğunda, tahtına geçip oturmuş. Kızını nasıl koruyabileceğini düşünmüş durmuş. Sonunda sarayın en güzel odasına kalın kilitler takmaya, pencerelerini çivilemeye ve odanın zemini kaz tüyü yastıklarla kaplamaya karar vermiş. Kızını bu odada büyütecek, dışarıyla hiç tanıştırmayacakmış. Çok geçmeden odanın yapılması için emir vermiş. Saray çalışanları gece gündüz demeden çalışmışlar. Sonunda küçük prensesin penceresiz, kapısız, yumuşak yastıklarla dolu bembeyaz bir odası olmuş. Konuşmaya başlayıp dışarısı hakkında sorular sormaya başlayınca, kral prensesi bu bembeyaz odaya götürüp kapısını sıkıca kapatmış. Prenses, odaya ilk girdiğinde bir masalın içinde olduğunu anlamış. Bembeyaz duvarlara bakmış, sonra kendini kuş tüyü minderlerin üzerine atmış. Uyumuş, uyanmış, kapısını çalan olmamış. Sıkılmış, kafasından hikayeler uydurmuş. Sonra hepsini duvarlara anlatmaya başlamış. zaman zamansızlık olmuş, sonra hepsi kaybolmuş. Güneş doğunca iyiden iyiye parlayan duvarlar yüzünden gündüz gözlerini açamaz olmuş. Geceleri uyanıp duvarlarla konuşmuş. Onlara hikayeler anlatmış. Sonra sıkılmış. Öylesine sıkılmış ki artık gözlerini geceleri de açmaz olmuş. Yalnız kralın değil, zamanın, zamansızlığın ve yalnızlığın da esiri olmuş. Derin uykular uyumuş, uyurken büyümüş.
İki yakanın görünen ve görünmeyen kilitli kapılarının ardında prenses ve kral, yaşamak nedir bilmeden yaşamaya ve yalnızlık nedir bilmeden yalnız kalmaya devam etmişler. Güneş doğunca gözlerini açmış, güneş batınca kapatmışlar. Kendilerinden başka kimseyle konuşmamış, düşünmüşler. Bir gün doğu yakasında doğan güneş batı yakasında batarken, prenses gözlerini alan beyazlıktan kurtulmaya çalışmak için gözlerini kapatmış. Bunu hep yaparmış fakat bu kez gözlerini kapatınca daldığı uykudan bir düşle uyanmış. Hayatında hiç düş görmeyen prenses bu düşe çok heyecanlanmış. Kalkıp duvara bakmış. Gördüğü bu düşü duvara bile anlatmamış. Gözlerini kapatıp, kendine hikayeler anlatmaya devam etmiş. Birini anlatmayı bitirince hemen yeni bir tane uydurmuş, uydurur uydurmaz kendine anlatmış sonra da can kulağıyla dinlemiş. Yalnız bir hikayeye o kadar çok gülmüş ki, kendinden ve duvardan başka birine de anlatmak istemiş. Bu en komik hikayesiymiş. O kadar komikmiş ki içi kıpır kıpır olmuş. Birkaç defa denese de bir daha gözlerini kapatamamış. Üzerinde incecik bir entariyle, çorap bile giyinmeden yalın ayak, odanın kilidini açmış. Ayak ucuyla sessizce geçtiği merdivenlerini inerken onu hiç kimse görmemiş. Yalnız sarayın kapısını yavaşça açarken, kraliçeye yakalanmış. Kraliçe görse de görmek istemediğinden, ona hiçbir şey söylememiş. Prenses kapıdan çıkmış. Hiçlik ormanına doğru yürümeye başlamış. kısacık bir andan sonra hiçliğin tam ortasındaymış. Bir ateş yakıp hikayesini hiçliğe anlatmaya başlamış. boşlukta olmayı, hiçlikte olmaya tercih edermiş.
Doğu yakasında yükselen güneş parıldadıkça batı yakası zifiri karanlığa bürünmüş. Kral hiç açmak istemediği gözlerini açtığında, daha önce bilmediği bir duygu hissetmiş. Bu duygunun adını bir türlü koyamamış ama onu yiyip bitirmeye yetmiş. Yerinden hiç kalkmadan, babasını hayal etmeye başlamış. O çeşit çeşit saçlar giydirmiş, dişlerini bozmuş düzeltmiş, sivri bir burun yapmış sonra şişirmiş… kafasında bir sürü adam yaratmış ama hangisi babası karar verememiş. Tahtının önünde duran kapının kilidini açıp saraydan çıkmış. Hiçlik ormanına doğru yürümeye başlamış. Yürürken babasını merak etmeye devam etmiş. bu merak içini yiyip bitirmiş. İçi kalmamış. Asırlar sonra hiçliğin tam ortasındaymış. Siyah bir ağacın siyah gölgesine uzanıp, gökyüzünü izlemeye başlamış. Babası sivri burunlu, kıvırcık saçlı, kısa boylu olanmış. Üstelik çok da komik adammış. O kadar komikmiş ki ona hiç bilmediği hikayeler anlatmış. kral bu sayede gülmeyi öğrenmiş. Gülerken babasını çok sevmiş, sevmeyi öğrenmiş. Boşlukta olmayı, hiçlikte olmaya tercih edermiş.
Prenses hikayesini anlattıktan hemen sonra başka bir hikaye daha anlatmış. sonra başka bir tanesini, diğerini, hepsini anlatmış. bunca zaman duvarlarla konuştuğunu ne varsa söylemiş. Sonra sıkılmış. Kafasından yeni hikayeler uydurmuş, onları da anlatmış. yorgun düşüp ateşin yanına uzandığında, aklına gördüğü düş gelmiş. Heyecanla yerinden kalkıp hiçliğe gördüğü düşü anlatmaya başlamış. o söze başladığında, bu bir masal denemesi olduğunu için hiçlikte yankılanmayan ses yankılanmaya başlamış ve kralın kulağına gitmiş. Kral, prensesin anlattığı düşe kulak kabartırken sanki daha önce bu düşü görmüş gibiymiş. Yavaşça yerinden kalkıp sesin kaynağına doğru yürümüş. O yürürken prenses yaklaşan ayak sesleriyle irkilmiş. Kral prenses ile arasındaki son ağaç dalını kaldırdığında prenses, yüzüne vuran ışığa çok şaşırmış.
Hiçliğin ortasındaki bu karşılaşmadan sonra zaman akmaya ve durmaya devam etmiş. Zamansızlık hiçlik ormanına uğramasa da, saatler kimseye ait olmamaya devam etmiş. Hiç konuşmadan ateşin başında oturmuşlar. Prenses anlatmaya kral ise susmaya başlamış.
Prenses krala bildiği tüm hikayeleri anlatmış. önce en komik olanlarından başlamış. kral bu hikayelere gülmüş, prenses ise ömründe ilk defa birini gülerken görmüş. görür görmez ona bakmış. Gözlerini ondan alamamış. Bu yabancıyı babasına çok benzetmiş ama daha önce babasını hiç görmemiş. Evrende babasından başka kimse yok gibiymiş. Günden güne, kafasını karıştıran bu yabancıya bağlanmış. Belki de bu yabancı, babasının ta kendisiymiş.
Prenses konuşurken, kral sessizliğinin ardında hayaller kurarmış. Hikayelerden, en çok da komik olanların içinden babasını ararmış. Bu hikayeler sanki babasına ait gibiymiş. Oysa daha önce hiç babasından hikaye dinlememiş. Evrende babasından başka kimse yok gibiymiş. Günden güne, sivri burunlu, kıvırcık saçlı, kısa boylu adamı unutmaya başlamış. belki de babası burada, hiçliğin en orta yerindeymiş.
Hiçlikteki her zamanki anlardan birinde, yani sıcak ve sarı ateşin yanında prenses konuşurken ve kral susarken, etraflarını beyaz ışık saçan böcekler sarmaya başlamış. nereden geldiklerini bilmedikleri bu böcekler prensese, odasının delirtici beyaz duvarlarını hatırlatmış. Başını kralın omuzuna yaslayıp ağlamaya başlamış. daha önce hiç ağlamadığı için gönlünden bir serçe havalanmış. Kral prensesin saçlarını okşamış. Prenses kralın babası olmadığı anlamış.
Kafası karışmış. Ağlamakla gülmeyi bir türlü birbirinden ayıramamış. Böceklerin beyaz ışıklarını görmemek için gözlerini kapatmış, kapatır kapatmaz uykuya dalmış. Bu hiçlikteki ilk uykusuymuş.
Prenses günlerce uyurken, kral babasının hiçlikte olmadığını anlamış. Hayal kurmaktan öylesine yorulmuş ki, prensesin yanına uzanıp uykuya dalmış. Uyandıklarında ikisi de hiçlikteki vakitlerinin dolduğunu anlamış. Prenses doğu yakasına, kral ise batı yakasına doğru yola koyulmuşlar. Hüzünlü değillermiş.
O günden bu güne ne kadar zaman geçti bilinmez. Belki az önceydi belki çok sonra. Zaman geçti, zamansızlık durdu, prenses miş’li geçmiş zamandan kurtuldu. Yine de her fırsatta geçmişi hatırladı. Geçmişten bir türlü kurtulamadı. Kaz tüyü minderlerine uzanıp, tavanı izlemeye başladı. Uzun uzun baktığı tavana bir ayna yerleştirdi. Duvarlara komik hikayeler anlatıp gülmeyi denedi. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, kral gibi gülemedi. Ne yazık ki prenses, gülmeyi hiç öğrenemedi. Aklına başka hikaye gelmeyince, duvarlara hiçliği anlatmaya başladı. Anlattıkça anlattı, yine de eksik kaldı. Bu kez üzerine kalın kıyafetler giyinip saraydan çıktı. Hiçliğe gidecek, orada kralı bulacaktı. Bulur bulmaz ona her şeyi anlatacaktı. Anlattıkça koşacak, koştukça kaçacak, kaçtıkça kurtulacaktı.
Sarayın kapısından çıkıp hiçliğin ortasına geldiğini ana kadar prenses, zamanı hiç hissetmedi. Kralı hiçliğin ortasında bulamayınca, ormanın öte tarafına doğru yürümeye devam etti. Zaman sanki ellerindeydi, kısacık bir andan sonra ormanın sonuna varacağına emindi. Günler, aylar, mevsimler geçti. Prenses yürüdükçe yürüdü. Zamanı, boşluğu ve hiçliği düşündü. Düşündükçe bir yabancıya dönüştü. Zamana, boşluğa ve hiçliğe bir türlü alışamadı. Kralın yanına vardığında ona bunu anlatacaktı ama artık çok yorulmuştu. Gördüğü ilk ağacın dibine uzandı. Gökyüzüne baktı. Gökyüzü karanlıktı. Zamansız bir rüzgarla kucağına siyah bir yaprak düştü. Bu yaprak, gerçek miydi?
Yıllar asırlara dönüştüğünde, prenses batı yakası sarayına varmıştı. Sarayı gördüğünde hiç heyecanlanmamıştı çünkü anlatacağı her şeyi unutmuştu. üstelik artık dönecek bir yeri de kalamamıştı. Saraya varıp kapısını üç kere yumrukladı. Açan olmadı. Geri dönüp sarayın merdivenlerinde oturdu. Uzun uzun etrafa baktı, hiçbir şey göremedi. Kalkıp hiçliğin ortasına doğru yürümeye başladı. Göz açıp kapayıncaya kadar, hiçliğin en orta yerindeydi. Bir ateş yakıp hiçliğe anlatmaya başladı. Bunların hiçbiri, gerçek değil miydi?
15 notes
·
View notes
Text
hikayenin tek kazananı
ankara'daki ilk yazımda, sabaha karşı yağmur çiselerken tanışmıştık. yanıma gelirken cebindeki son parayı taksiye vermişti. sarılmıştık. yeni uyanan şehrin sokaklarında yürürken, beni çalıştığı yere götürmüştü. gün iyice aydınlandığından, parti çoktan bitmişti. içeri girdiğimizde arkadaşı fuat ile tanışmıştım. çiçeklerin yanındaki tekli koltukta oturuyordu. kendinde değildi ve ne yaptığını bilmiyordu. yüzünden iğrenmiştim. belki uyumaya ihtiyacı var diye düşünmüştüm. onu gerçekten sevecek birine ya da hiçbir şeye. belki de hiçbir şeye ihtiyacı yoktur fuat’ın. birer kahve içtikten sonra fuat'ı uyuyakaldığı tekli koltukta bırakıp çıkmıştık. şehir kalabalıklaşmış, bozkır güneşi ensemizi yakmaya başlamıştı. sakarya'dan nefes bar'a doğru yürüyorduk. evi nefes bar'ın bir arka sokağındaydı. bir ankaralı için stratejik bir konumda oturuyordu. eve girdiğimizde o doğruca duşa girerken ev arkadaşı balkonda çamaşır asıyordu. bir sigara yakıp balkona çıktığımda, elinde onlarca tişörte karşılık yalnızca üç mandal vardı. “kimsesizim” demişti ev arkadaşı, çocuk esirgeme kurumundan çıkalı birkaç yıl olmuş. duştan çıktığında odasına gitmiştik. odasındaki hiçbir şey ona ait değildi. birlikte ona ait olmayan yatakta uzanmış, hemen uyuya kalmıştık. * deprem doluydu içi. sevişmekten ter içinde kaldığımız anlarda dahi içimdeki enkazları görmüyordu. birlikte geçirdiğimiz günlerde, yazın sanki daha hızlı geçiyormuş hissi uyandıran zaman, sadece ona iyi gelmiyordu. beni en güçlü sanıyordu. oysa sabaha karşı son parasıyla yanıma gelmeseydi, ne yapardım bilmiyorum. * bir öğleden sonra o derin uykulardayken özgür ile son buluşmamız için evden çıkmıştım. özgür, benim için önemli biriydi ve dönmemek üzere çin'e yerleşiyordu. buluşacağımız yere gittiğimde masada kocaman bir kaktüs vardı, iki bira söylemiştik özgür, kasetten radiohead dinlediğimiz sabahların birinde, bana kavanozdaki boynu bükük kaktüsü verirken "ne yaptıysam toprağa kök salmadı. senin olsun. eğer bunu canlandırırsan giderken sana kocaman bir kaktüs veririm" demişti. eve gider gitmez kaktüsü dikmiş, su vermiş ve balkonun en çok güneş alan yerine koymuştum. boynu bükük kaktüs, iki ay içinde büyümüştü. işte bu yüzden, birbirimizi bir daha hiç göremeyeceğimiz masada otururken, kaktüs de bizimleydi. ne konuştuğumuzun bir önemi yoktu. ikimiz de bunu çok iyi bildiğimiz için anlamı olmayan birçok şeyden bahsetmiştik. biralarımız bitince masadan kalkmış, sokakta son kez sarılmıştık. özgür’ün yanağına kocaman bir öpücük kondurduktan sonra sokağın sonunda onu görmüştüm. göz göze geldiğimiz ilk anda koşar adam uzaklaşmıştı. elimdeki koca saksıyla peşinden gitmeye çalışsam da yetişememiştim. soluklanmak için durduğum duvar dibinde onu aramak için telefonu çantamdan çıkardığımda, beni nasıl bu kadar kısa süre içinde her yerden engelleyebildiğine şaşırmıştım. artık eve dönmekten başka çarem kalmamıştı. yine de onu son görüşüm olduğunu bilseydim, kapısına dayanırdım. * yaz bitmek üzereyken ben ankara'dan gideli birkaç gün olmuştu. o günden sonraki ilk konuşmamızda yardım istemişti. benden sonra ev arkadaşı ile birlikte eroin içmeye başladığını anlatmıştı. günlerdir eroin bulamadığı için kendini çok kötü hissediyormuş. "korkunç ağrılar çekiyorum. kurtar beni!" "ailenin yanına dön ve tedavi ol. onlara her şeyi anlat ve iyileşmek istediğini söyle" diyebilmiştim sadece, ağlamak geliyordu içimden. bu son konuşmamız değildi belki ama son gerçek konuşmamızdı. birkaç kere arayıp ailesinin yanına gittiğinden emin oldum, bir daha hiç konuşmadık. * bugün, kırık bir kutunun altından küfür gibi önüme düşen fotoğraf yüzünden, ona her şeyi anlatmak zorundayım. telefonu elime aldım. çok geçmeden açtı "nasılsın?" "çok iyiyim. hukuk fakültesine başladım. üçüncü sınıfa geçtim hatta. bir köpeğim bile var" dedi bunları anlatmasa da iyi olduğunu biliyordum çünkü sesindeki masum telaşı daha önce hiç duymamıştım. çok uzatmadan konuya girdi. "iyi ki batmışım en dibe. ev arkadaşım artık sokakta ama ben iki yıl sonra avukat olacağım. eve dönmeseydim bunları hiçbiri olmayacaktı. teşekkür ederim" hiçbir işe yaramadı onu aramak. iyi olduğuna sevindiğimi söylemekten başka bir şey yapamadım. oysa anlatacaktım ona. "en güçlü ben değilim" diyecektim. "keşke hiç gitmeseydin, hep yanımda kalsaydın. birlikte çözüm bulsaydık tüm olanlara" diyecektim. “üstelik gitmeni söylediğim için, nefret ediyorum kendimden” telefonu kapattım. onun iyi olmasına sevinmekten başka çarem yoktu. kendime bir kahve yapıp fotoğrafa bakarken, duvar dibinde ona ulaşamayıp eve döndüğüm anları hatırladım. bir kez daha bırakıp gitmek istemedim. telefonu elime aldım ve ara tuşuna basmadan birkaç kere prova yaptım: "kurtar beni!" "kurtar beni!" "kurtar beni!" aradım. daha bir kere bile çalmadan açtı. "ben de seni arayacaktım. söylemeyi unuttum" dedi. -neyi? -fuat -... -ölmüş. atmış kendini
7 notes
·
View notes
Text
Yalnız
bir sabah uçsuz bucaksız sessizliklerle dolu bir pazar sabahı balkona çıktın çıkar çıkmaz balkon olmak istedin
biraz sonra kuş sesleri sardı her yanı belki kuş cıvıltısı olurdun bir doktor ya da öğretmen kafanı uzatıp aşağı baktın vazgeçmiş olmayı istedin
perdelerin açıktı soyunurken veyahut ağlarken gece yarıları odanın bir köşesine saklanırdın ama bilirdin ne kadar saklanırsan saklan bir çift göz mutlaka pencerenin ardından seni izlerdi çünkü böyle olmasını isterdin
oturup ince bir sigara yaktın kendinden kaçtın ne balkon olabildin ne kuş cıvıltısı ne doktor ne öğretmen ne de bir vazgeçen kafanı uzatıp gökyüzüne baktın kimse duymasın diye sessizce kendinle konuşmaya başladın ama biliyordun ne kadar sessiz olursan ol bir çift kulak mutlaka balkonun ardından seni dinlerdi çünkü böyle olmasını isterdin
5 notes
·
View notes
Text
*
güneşe sırtını vermiş her zaman yaptığın şeyleri yapıyordun üstelik balkondaydın bahar gelmişti balkona sonra da yaz gelecekti sabahtan yarı çıplak denize uzanıp kalabalıkları hiç duymayacaktın akşam olup plaj boşalınca dalgalar yükselecekti hınçla sen dalgaları yarıp yüzecektin dalgalara karşı tek başına
yine aynı şeyleri yapıyorsun sırtını güneşe vermiş üstelik balkondasın yaz gelince akşamüzeri yarı çıplak bedeninle denize giriyorsun aklına uyuduğun yataklar geliyor unuttuğun kokular kuma uzanıyorsun kum sırtına yapışıyor ölüm geliyor aklına anlam ararken anlamsız kalıyor olan her şey gibi ölmeyi de manasız buluyorsun
sırtını güneşe verip her zaman yaptığın şeyleri yapmaya devam ediyorsun üstelik bu kez yaz gelmiş
5 notes
·
View notes
Text
Yıkım
Biraz yürümek için dışarı çıkmış, uzun zamandır görmediğim birini görmüştüm, sonra başka birini, başka birini daha. Sonunda dağılmıştım. Eve hiç gitmek istemiyordum. Sokakta kalayım, sokak benim olsun, bir isyan başlatayım, bütün eski tanıdıkların ellerine birer meşale tutuşturup “yakın” diyeyim. Terk edilenleri, dışlananları, bizim olmayanları. Yakın hepsini, bütün eski tanıdıkları. Hatta beni de yakın tam burada, bir daha yolda yürürken öylesine, sizinle karşılaşmak istemiyorum Eve mi gitseydim koşar adım, kaçıp gitseydim şu caddeden. Biraz yokuş çıkıp parkta yalnız başıma mı otursaydım yoksa? Bir yer bulmalı saklanacak, herkesten uzakta, herkesle birlikte. Şu boş arazi, orada mı otursaydım yoksa? Şu duvarı geçebilir miyim ki? Geçerim! Geçtim. Sote bir yer bulup saklandım, sokağın sesi yanı başımdaydı ama kimse beni görmüyordu. Herkesten uzakta, herkesle birlikte. Burası tam bana göre bir yerdi. Bir sigara yakıp öylece durdum. Az sonra duvardan birinin atladığını gördüm. Önce biraz korktum ama ne olabilirdi ki? Burası o kadar da ıssız değildi. Hem benim de yapacak daha iyi bir işim yoktu. “Merhaba” dedi duvardan atlayan adam “Oturabilir miyim?” Yerimden hiç kıpırdamadan başımla onay verdim. Yüzüne bakmak istemiyordum. Yanıma oturdu. Cebinden küçük bir kağıt çıkarıp sarmaya başladı -Ne bu? -Tarım ilacı. Biraz değişik -Sarılmaz o pet şişe yok mu? -Yok İtiraz etmedim. Büyük bir nefes çekip bakışlarımı boş araziden hiç ayırmadım. Çaresizlikti bu. Gece yarıları saklanıp tarım ilacı içmek. Yarım yamalaktı ama. Tarım ilacı içiyorsak gulu gulu yapmalıydık. Umarım hiç konuşmazdı adam, şu sigarayı dönüp kalkardı buradan. Umarım hiç tanımazdım onu, olur olmadık yerlerde karşılaşmazdık sonra. Günün birinde eline bir meşale tutuşturup, beni yak demek zorunda kalmazdım. Duvardan atlar evime giderdim, bu hikaye de burada biterdi
3 notes
·
View notes
Text
Hiçlik ve Gerçeklik
Yürüyordum yollar boyu. Sokakların içinden, binaların yanı başından, kaldırımdan hiç ayrılmadan, arada sırada kaldırıma park etmiş araçlara söve söve; yürüyordum yollar boyu Sıradan bir salı günü isteksiz adımlarım okula gidiyordu. Ruhum ise ayaklarımdan ayrı, geziniyordu bir yerlerde. Okula gitmek zorunda değildi, ayakları da yere basmazdı zaten Hava basık, nemli ve sıcaktı. Ağaçlar çiçek açmaya başlamıştı, çimler ıslaktı. Herkes çaresiz. Bahar havası şehirde süzülürken güneş beni üzüyor, yıpratıyordu Yürümeyi bırakıp topraklara uzanmak istedim. Kalbim alabildiğine kıpırtısız, dünya sıkıcı, zihnim ise karmaşıktı. Binalar yanımdan geçmeye devam ediyor, asfalt gittikçe siyahlaşıyordu. Yokuş aşağı indiğim merdiveni istemiyordum ayaklarım altında, gitsin istiyordum. Yavaşça kaybolsun, yer diye bir şey olmasın, ben adım attıkça ruhum gibi boşlukta süzüleyim istiyordum Asfalt durduğu yerde duruyordu, ben de okula yürüyordum işte. Uçsuz bucaksız dağlar varken dört duvar da vardı. Yıldızlar ve demir parmaklıklar. Bazen hiç, bazense gerçek. Olan her şey oluyor, birden yağmur boşalıyordu üstüme, bu kez ruhum benimle. Yani hepsi gerçek Yürüdükçe yürüdüm, ıslandıkça ıslandım. Ayaklarım da gitmek istemedi okula. Ruhumu da alıp eve gittim, pencereyi açtım. Yağmur sesi berrak bir havayla odaya dolarken kendi ellerimde mahvettiklerimi bu kez mutfak dolabına anlatıyordum. Hiçliğin tam ortasındayım. Zaten, gerçek nedir ki?
4 notes
·
View notes
Text
bugün işe gitmedim
uyandım. telefonu elime aldım -bir ekmek bir de sigara alabilir miyim? -tabi -kolay gelsin -adresi söylemediniz ne fark eder ki? belki bankacı sokak 17 numara belki camino real 100. belki göklerdeyim şimdi belki yerin dibinde. sahi, neredeyim ben? -bankacı 17 numara -hemen gönderiyorum abla yataktan çıktım, yanımda bir yabancı. uyurken onu izleyip güzel bir hikaye çıkarmak istedim, yapamadım. aklım ekmek ve sigaraydı. izleyip uğruna hikaye yazmak istediğim adamı da tanımıyordum zaten. yataktan çıktım. salona gidip çakmağı elime aldım. gözüm sigarayı aradı, bulamadım. doğru ya bitmişti. kapı çaldı. sonunda gelmişlerdi sigarayı poşetten çıkarıp yaktım. uzun bir nefes çekip kanepeye oturdum. odamın kapısı aralandı, yabancı uyanmıştı. kafasını uzatıp “günaydın” dedi. “bugün boş musun?” bugün boş muyum, değilim. fakat boşluktayım. ayaklarım yere değmiyor. -hayır işlerim var -ne işin var? -hayal kuracağım kapıdan çıktı yabancı. üstelik hiç ses yapmadı. gidişini sevdim yabancının ama yine bir hikaye çıkaramadım. biliyor muydu yabancı, boşlukta olmanın en kötü yanını. bence koşamamaktı, koşup gidememek. kapıyı kapatıp sessizce çıkamıyorum yabancı, sen nasıl yapabiliyorsun? gidip kahve yaptım, bir yudum içtim. telefonum çaldı. arayan patronumdu. açmak istemezdim ama ne fark ederdi ki? açtım -neredesin? yine mi aynı soru.. -evdeyim -saat kaç? ne zor bir gündü böyle. kaç saattir buradaydım ki? peki saat kaçtı? hep birlikte zamanın akmasını engellersek ölümsüz olabilir miydik patron? olamazdık değil mi? zaten ölümsüz olsak ne olacak ki? ölmeyip ne yapacağız patron? -cevap ver! doğru ya, sen öleceğini bile bile her sabah dokuzda dükkan açan adamsın -bir -peki neden hala işe gelmedin? -uyuyakalmışım -bir daha gelme! gelmem. uyurum hep. ben uyurken birileri tüm gece gözünü kırpmaz. birileri kalkar, birileri sigara sarar, bir nefes çeker, yanındakine verir, bu döngü böyle devam eder. insan değişir, sigaralar değişir, yataklar, yabancılar, patronlar, dükkanlar… hepsi değişir, yerine yenisi gelir, bu döngü böyle devam eder ve sen dükkan açarsın patron! oysa ben bilirim, herkes bilir. ürkütücü heybetin ve büyük dükkanın ile, sen de boşlukta küçücük bir noktasın kahve yapıp hayal kurmaya başla
9 notes
·
View notes
Text
Ankara’da güneş yok bugün, yağmur var. Akşam kar yağabilirmiş. Saat sekizi beş geçiyor, bütün mahalle uyanmış ama güneş daha doğmamış. Uyandım. Sen kapanmış uyuyordun yanımda, dün çok sarhoş olup bayılmıştın, gözlerini biraz açtın. Yanın sıcacık, etraf karanlıktı. Saat sekize beş vardı. Bütün mahalle uyanmıştı ama güneş doğmamıştı. Yataktan kalkıp bi sigara yaktım, okula geç kaldım * Ne kuş kadar hafifim ne vinç kadar ağır. Boşlukta da değilim koşmak da istemiyorum. Güneşsiz bir Ankara gününde durağa yürüyorum işte * Güneş doğarken kapılar sonsuz kere açılıp kapandı. İnsanlar gelip gittiler bazıları durdu bazıları beklediler. Belediye otobüsünde, yol bitmek bilmedi yine
6 notes
·
View notes
Text
Parkın girişinde oturdum, düşündüm biraz Kendimle kalmak istedim insanları izledim. Eski evimi düşündüm eski evlerimi. Eski şehirlerimi düşündüm eski insanlarımı eskileri... Yazın kavruldum kışın üşüdüm. Sonbaharda yaprakları izledim baharda çimlere uzandım, gülümsedim. Özlüyorum her şeyi, an’da kalma işi bana göre değil, özledim yine işte Kalbim çarpmıyor diye mi geçmiş hep aklımda şu sıralar yoksa sonbahar diye mi? Uzandım biraz başka bi yatakta, kalbim kıpırtısız.
4 notes
·
View notes
Text
Yazdan Kalma Notlar
‘ Bu kez en derin sessizliğe uyandım. Yataktan kalkıp bir sigara yaktım, balkona gittim. Uçsuz bucaksız düzlüğe, kısa sarı otlara, uzaktaki evlere, çukurlu yola, bütün olanlara bir de kendime baktım. Öylece baktım. Bir tekne hayal ettim uzakta, bozkırın en orta yerinde. Bir de kocaman bir deniz. Göğe baktım sonra tam karşıya. Soyundum, attım kendimi suya ‘ Sekizinci sigaramı ıssızlığa yaktım. Hatırlamaya devam ettim. Etraf sessizken sigara içiyor, hatırlıyordum. Geçen kışı, geçen yazı, geçen kışları ve yazları, giden insanları, duran insanları, hiç gelmeyen insanları ve insanları. Hatırlıyordum ama unutmak istiyordum.Yazın kavrulmamış gibi plajda, kışın donmamış gibi ayazda, her şeyi unutmak istiyordum
5 notes
·
View notes
Text
Ankara'dan giden herkesin bir cebinde dönüş bileti vardır
Hepsi geri döner
5 notes
·
View notes
Text
Sen Uyurken Bomba Patlamıştı
Şehirdeki ilk günlerimde bir kitap evinde tanıştık. Apartman girişinin üç kat altında kömür ve odun yığınlarını geçtikten sonra önüne çıkan eski tahta bir kapının ardında yaşıyordu. Evde parlayan tek şey onun gözleriydi. Çok düşünmeden yanına taşındım Her şey olabilirdi Burası yok olmak için mükemmel bir yerdi Umursamadım Mevsimlerden bahar iken penceresiz yatak odamızda menekşe kokuları, dışarıda ise kızgın bozkır güneşi... Geceleri mum alevi ya da cılız bir ampul ışığı, ben, o ve yanımızda istediğimiz her şey İlk defa ondan önce uyandığım bir akşam üstü giyinip evden çıktım. Şehir merkezine kadar yürüdüm. Yürürken düşündüm, vardığımda ise kararımı çoktan vermiştim: yerin en dibinde de olsak, cılız bir ışık yetecekti. Sonra gürültü Korkunç bir gürültü koptu Kulakları sağır eden, tek seferde duyup irkildiğin bir gürültü değil. Dalga dalga yayılıp biraz sonra sesin kaynağını tam yanında hissettiğin garip bir gürültü. Yanı başımdaki camlar tuzla buz oldu, insanlar çığlıklarla etraftaki dükkanlara girmeye başladı. Şehir buz kesilmiş, her yeri panik kaplamıştı, düşünmeden koştum ben de, bulduğum ilk yere sığındım. Bomba patlamış, şehrimizin göbeğinde insanlar ölmüştü Saatler sonra gitmek zorundaydım. Herkes sığındığı yerden gitmek zorundaydı. Dışarı çıktım. Her yer çok karanlık, ıssız, sessiz ve gürültülü, telaşlı ve soğuktu. Yürüdüm, yürürken hiçbir şey düşünecek halde değildim, o ana kadar yaşananlara çok tepki verememiştim fakat ana caddeye çıktığımda beni saklanacağım deliğe götürecek tek bir araba bile bulamadım. Kaldırımda oturup ağlarken koşmak isterdim ya da uçmak. En iyisi taksiye binmekti Eve vardığımda penceresiz yatak odamızdaki uyku sessizliği devam ediyordu, menekşelerin kokusunu ise alamadım. “Uyan” dediğimi hatırlıyorum “Uyan şehrimizi patlattılar” Uyandı. Ona ne kadar korktuğumu anlatırken bu evde, bu yatağın içinde ilk defa üşüyordum. Gözlerim dalıp gitti uzaklara, fark ettim: penceresiz sabahlar, ışıksız geceler, sessiz çaresizliğimiz ve birbirimiz de dahil olmak üzere istemediğimiz her şey dalga dalga yayılıp en sonunda yanı başımızda şiddetlenmişti. Evdeki tek pencere tuzla buz olmuş, içeri soğuk girmeye başlamıştı. Kararımı değiştirip kapıdan çıktım. Koşmak istiyordum, koştum Bir gün uçmayı deneyecek, o eve de bir daha geri dönmeyecektim Nefes nefese kalıp durdum, koşmak için fazla yorgundum En iyisi taksiye binmekti
10 notes
·
View notes
Text
Kapıdan içeri girdi. Burada olmaktan mutlu değildi, yaşadıkça uzaklaşmıştı benden. Kara kış için ısı yalıtımım, hırsızlar için kamera sistemim ve ucuz kiram olmasa kaçıp giderdi fakat kaçıp gitmeler için artık çok geçti, yine de sonbaharda duvarlarımı boyatırdı belki. İstediği renk boyalardan beyaza dönmek zordu, ev sahibi de çıkacağı zaman beyaz istiyordu duvarları. İşin içinden çıkamadı. Yine de belki boyatırdı bu sonbahar. Ne denizden sırılsıklam çıkmıştı ne hiç durmadan günlerce koşup aradığı yeri bulmuştu. Kötü rüyalardaki gibi, kendini boşluğa bırakmış ancak yere çakılmamıştı. Hızla aşağı inmeye devam ediyordu. Bunları düşünmek istemiyordu. Yerinden kalktı, ısıtıcıya su koyup sert bir kahve yaptı, koltuğa oturdu. Ne sahiplenip yayılabildi koltuğa ne de köşesine büzüşüp tedirgin oldu. Bu koltuk çünkü, her şeyi görmüştü. Tıpkı benim gibi. Yerdeki parkeler, kapı eşikleri, damlatan tuvalet musluğu, ortadaki küçük masa gibi. O da her şeyi görmüştü. Sevgiden heyecanla atan kalbine söz geçirmeye çalışırken nefretten kör olan gözlerini açmaya çalıştı. Yapamadı. Dün gece bomboş bir yolda sokak lambasının altında bacaklarını karnına çekip ağlamıştı. Bildiklerini unutmak, düşündüklerini yapmak, özlemeyi de bir kanara bırakıp sahil kenarına yerleşmek istiyordu. Fincanı eline aldı, bir yudum kahve içip ayağa kalktı, pencereye yürüdü, perdeyi biraz aralayıp dışarıya baktı. Kendi hizasındaki arabalara, dar yola, sağlı sollu parklara, apartmanlara, pencerelere, balkonlara ve insanlara baktı. Artık sıkılmıştı. Biraz yüksekte olmayı hayal etti. Biraz yüksekte olup gökyüzüne de bakabilmeyi, iç geçirdi. Ben de isterdim yüksekte olmayı, alınmadım. Tüm bunların yanında neyse ki küçük bir balkonum vardı. Bu bahar rahat bir sandalye ve küçük bir masa bile koyabilirdi, sabaha karşı bir tek atıp sonra yatağa gömülebilirdi. Her bahar avare geçerdi nasılsa. Mutlu olacak bir şeyler bulup aklını da kaçırabilirdi. Balkonumda ya da çimlerin üzerinde belki bir kaldırım taşında. Öyle ya da böyle, buralarda her bahar avare geçerdi Hayal kurmanın da ötesinde buzdolabını açarken, sıcak bir duş alırken ya da gelecek bahar balkona alacağı küçük masaya düşünürken, zihninin boşluklarında düşüyor fakat çakılmıyordu. Bu yataklı koltuk, eski halılar, büyük beyaz kitaplık, kitaplar, duvardaki Picasso tablosu, yemek masası, tabureler ve ben yerli yerinde durmaya devam ettikçe o ne çakılacaktı ne de basabilecekti yere. Pencereden baktıkça koşmak, koşup ıssız bir yola girmek, bir sokak lambasının dibinde bacaklarını karnına çekip ağlamak istiyordu. Bu böyle olmayacaktı. Koltuğu biraz yerinden oynatmak, eski halıları atmak, büyük beyaz kitaplığı maviye boyamak, kitapları en sevdiklerinden başlayıp teker teker dizmek, duvardaki tabloyu biraz daha yukarı çivilemek, yemek masasını ortadan alıp duvara dayamak, tabureleri ise iç içe geçirip kaldırmak, bir daha da görmek istemiyordu. Bu böyle olmayacaktı, her şeyi öylece bırakıp taşınmak lazımdı, iç geçirdi. Alçak zeminimin ayakları olsaydı ben de koşmak, koşup taşınmak isterdim kendimden Alınmadım
8 notes
·
View notes
Text
Yalnız kalmak mı daha zor, yalnız gitmek mi, yoksa yalnız dönmek mi? Avucunun yarısı kadar şehriyeyi tencerede kavururken yine de yaptığın ��orbanın fazla gelmesi mi daha zor yoksa evde oturacak yer bulamayıp geceyi duvar dibinde bir minderde geçirmek mi? Otobüsler mi yalnız daha zor olur yoksa trenler mi? Günlerdir çalışmaktan çok yorulmuş, sessizliğin en dibinden evime doğru yola koyulmuş gidiyordum. Anahtarı kapıya soktum, iki kere çevirdim, kapıyı önce biraz kendime çektim sonra eve doğru ittirdim. İçeri girdiğimde bu kez “oh” çekemedim. Soyundum, duşa girdim, çıktım, kahve yaptım, giyindim, ayak üstü kahvemi içtim, bir sigara yaktım, beklemeye başladım. Kimse gelmeyince de dışarı çıktım. Hamburger yedim, kafayı çektim, evime girdim, birkaç saat ayılmayı bekleyip televizyon izledim, ayıldım, eşyalarımı topladım. Sabaha kadar temizlik, yayıntıları çöpe atma, etrafı düzenleme gibi işlerle uğraştım. Sabah da evin her odasında tütsü yaktım, valizimi aldım, çıktım Taksi, otobüs, uçak derken yorgun argın yarı baygın Aydın’a gitmek için İzmir’de trene bindim. Koltuğa oturur oturmaz uyumuşum. Uyandığımda yeni yapılmakta olan bir tren istasyonu ve kocaman kaktüsler gördüm. Yanımdaki adama nerede olduğumuzu sordum. Aydın’ı çoktan geçmişiz. Hızla kalktım yerimden, dışarı çıktım, tren gitti, bi sigara yaktım, etrafıma baktım ve birkaç gün önce o tren istasyonunda yalnızlıktan vazgeçtim Damien Rice - Amie
8 notes
·
View notes
Text
Elleriyle Yüzünü Kapatıp Sıkıldı
Bütün gece gözüne uyku girmemişti. Gün doğarken balkona bile çıkmadı. Elleriyle yüzünü kapatıp biraz daha sıkıldı. Yatağında uzanmaya devam etti, sıkıldıkça sıkıldı. Şehrin sabah telaşları başladığında ise pencerenin önüne gitti. Soyunmaya başladı. Kendine bir türlü uzaktan bakamıyordu Uyandığında akşam olmak üzereydi. Hava bulutlu ama sıcaktı. Giyinip çıktı. Bir saat kadar sahile yürüdü. Ara sokaklardan birine girdi, rastgele bir yere oturdu, bi bira söyledi, tütün sardı, yaktı, birasından bir yudum aldı, kafasını kaldırdı sonra tekrar indirdi, ellerini kavuşturup ayırdı, sağ bacağıyla biraz masayı salladı, düşündü, taşındı, ağlamak istedi, masaya on lira koydu, kalktı, bara yöneldi, tuvaleti sorup yolu bulduğunda içeri girip işedi. Bardan çıkıp arkadaş olacağı insanlar aradı, bulamadı. Sarhoş olmak için çıkmıştı evden, belki bir masanın üzerinde dans ederken bulurdu kendini. Vazgeçti. Taksiye atlayıp evine gitti, evinde sarhoş olacaktı Bardağa biraz viski ve üç buz koydu. Geniş koltuklarına kuruldu. Aradan üç saat geçti. Onu anlayan bir kedi vardı eskiden, bu kedi geldi aklına birden. Onu anlayan bir adam da vardı eskiden. Bu da aklına geldi. Kapıyı adam açtı, neredeyse çıplaktı. Kedi adamın çıplak bacaklarının arasından geçip kapıdan dışarı çıktı, adam kediyi tutup kucağına aldı. Masada iki sigara yaktı, birini birlikte içtiler. Adam ellerini çıplak omuzlarına uzattı. Boynuna doğru parmaklarını gezdirdi, biraz ovdu. Ayağa kalkıp bu kez omuzlarını öpmeye başladı. Boynuna kadar biraz öptü. Kedi yerde uzanmış duruyordu Apartman kapısı sertçe kapandığında aklına bu kez eskiden çok eğlendiği arkadaşları geldi. Kapıyı en sevdiklerinden biri açtı. İçeri girip iki üç yeni insanla tanıştı ve eskiden tanıdıklarıyla konuştu işte. Üç tur sigara döndü. Herkes çok komik şeyler söylüyordu. Güldükçe gülesi geliyordu susturamıyordu kendini. Sesi her yerde yankılanıyordu. En sonunda evden gitmesini istediklerini söylediler. Eski dostlarını rahatsız ettiğinin farkında değildi. Sokağa çıktığında bu kez aklına hiçbir yer gelmedi. Yürüdü, yürüdü, sahile gidip oturdu. Hava tüm gün bulutluydu zaten, gece buz gibi bir rüzgar vardı sahilde, çok üşüdü. Yanı çok sıcak olan bir adam vardı eskiden. Bu geldi aklına Kapıyı adam açtı, sessizce. “Bana ilham verdiğin için teşekkürler, sabaha karşı kapına dayandığım içinse özür dilerim” Uyuyakaldı. Öğlene doğru gözlerini henüz tam açamamışken elinde kahveyle içeri girdi. Küçük bir sigara da sarmıştı. Kahveden iki yudum aldı, sigarayı birlikte içtiler. Hazırlandı, kapının önünde uzunca sarıldılar. Evden çıktı. Biraz yürüyüp otobüse bindi, üç durak önce inip evine gitti. Kapıyı açıp içeri girdi. Geniş koltuğuna yayıldı. Biraz televizyon izledi biraz düşündü Elleriyle yüzünü kapatıp sıkıldı.
6 notes
·
View notes
Text
Başlıksız Boşluklarım
Akşama doğru uyandım. Fazla vakit kaybetmeden giyinip denize doğru yola çıktım. Yürürken yol üzerindeki küçük bara girip soğuk kahve istedim ve bardağı önüme koyana kadar bana kahveyi yapan barmeni izledim. Kahvemi alıp iskeleye kadar yürüdüm. Çantamdan havlumu çıkarıp iskeleye serdim. Ayaklarımı denize sarkıtıp oturdum. Arkamda kalan otelden güzel müzik sesleri geliyordu. Denize baktım. İskeleye, taşlara, insanlara, arkama, sağıma ve soluma da baktım. Hatta kafamı kaldırıp gökyüzüne bile baktım. Her şeye baktım. Sonra bir sigara yakıp kahvemden bir yudum aldım. Çalan şarkılarla yerimde sallanıp dans etmeye başladım. Sarkıttığım ayaklarımı bir ileri bir geri sallayıp durdum. Kahvemi içmeye devam ettim. Biraz güneşte yandım biraz rüzgarda uzandım. Bir şarkı çaldı. Kalktım, şortumu giyindim, çantamı sırtıma taktım, havlumu topladım, terliklerimi ayağıma geçirip ve otele doğru yürümeye başladım. Otelin sahiline girdiğimde çalan şarkıyı çok net duyabiliyordum. Terliklerimi çıkarıp ayaklarımı suya soktum, belli belirsiz dans ederek denizin kenarında biraz yürüdüm. Sonra geri dönüp sahilden çıktım. Yürüdüm, yürümeye devam ettim. Biraz daha yürüdüm. Yürürken güleç bir kadın ve iki küçük çocuğunu kumda oynarken gördüm. Bir de köpekleri vardı. Kadının ve çocukların etrafında dönüyor, arada bir suya girip dalga gördüğünde ise korkup karaya kaçıyordu. Biraz daha ilerde orta yaşlı iyi vücutlu bir kadın vardı. Sahil boyu bu iki kadından başka kimseler yoktu. Havlumu bu iki kadının tam ortasına serip denize koştum. Diz kapaklarıma kadar denize girip bağırarak şarkı söylemeye başladım. İki kere kendi etrafımda döndüm, şarkı bitince arkama baktım. Şemsiyeler, çimler ve yengeçler. Hepsi gitmişti. Tekrar denize dönüp biraz koştum. Sonra da kendimi suya attım. Güneş batmak üzereyken biraz kulaç attım. Deniz öylesine dalgalıydı ki beni görmüyordu. Suyu birazcık bile bölemiyordum. Canım sıkıldı. Kafamı suya sokup bir süre nefes almadım. Sonra geri dönüp karaya yüzdüm. Denizden çıktım. Oysa hiç çıkmak istemezdim. Güneş yeni batmışken eve doğru yola koyuldum. Aşık olunca Tom Waits dinlenir özleyince MFÖ. Yaz sakinleştirir kış kızdırır. Söylediğin en aptalca şey bile, yaptığın küçük bir şaka, sarhoşken bağırdığın cümleler, en ciddi sözlerin, bütün yalanların... Hepsi kafamın içinde yankılanırken boşluğun en orta yerindeydim. Ayaklarımı yerden ayıran bir boşlukta. Koşamayacak kadar yüksekte, uçamayacak kadar alçakta olan ayaklarım. Ah bu ayaklarım, bir de dolduramadığım boşluklarım. Anahtarı sokup bir kere çevirdim. Çantamı yere koyup mutfağa girdim. Önce buz kalıplarına su doldurdum sonra da buzluğa yerleştirdim. Çaydanlığa azıcık su koyup ocağı yaktım. Çaydanlığı ocağın üzerine koydum. Suyun kaynamasını beklemeden banyoya girdim. Kısa bir duşun ardından bu küçük banyodan çıkarken bambaşka bir hava soludum. Mutfağa gidip ocağı kapattım. Tezgahın üzerindeki dolaptan bira bardağı alıp yıkadım. İçine toz kahvelerden döktüm ve biraz şeker, bir parmak kadar sıcak suda kahve ve şekeri erittikten sonra soğuk süt döküp bardağı buzluğa koydum. Soğuk kahve yapmayı barmen çocuğu izlerken öğrendim. İlk denememin de başarılı olmasını çok istedim. Yukarı, terasa çıkmak üzere, mutfağın lambasını kapattım. Terasa girdiğimde yarı çıplak uzanmış gökyüzünü izliyordun. Önce sarıldın sonra dudaklarını boynuma dayandın. Biraz kokladın sonra öptün sonra da beni daha sıkı sarıp dilini boynumda gezdirmeye başladın. Yavaşça doğrulup bacaklarımı araladın. Kilodumu sıyırıp parmak uçlarını gezdirmeye başladın. Sağ diz kapağımdan kasıklarıma kadar öptün. Bacaklarımı biraz daha açtın. Önce dilini sonra dudaklarını hissettim. Kafanı kaldırıp biraz doğruldun. Düğmeni açıp pantolonunu dizlerine kadar indirdin, bacaklarımı biraz daha açıp hiç beklemeden içime girdin. Önce biraz sarsılsam da sen içimde hareket etmeye başladığında tam orada yaşatmak istedim seni. İçimde. İnlemelerim son bulduğunda, terden sırılsıklam olmuşken yıldızlara bakıp bir sigara döndük. Biraz sakinleşince aşağı inip buzluktan bardağı ve buzları çıkardım. Kahveyi daha küçük bir bardağa koyup içine buz doldurdum. Yukarı çıkıp tekrar terasa girdim. Kahveden bir yudum aldım, ilk denemem başarılıydı, bir sigara yaktım. Burada işte, bu terasta, yalnızdım. Seni en son gördüğümde ise “Seninle birlikteyken hayalini kurduğum her şey gerçek oldu” demiştin. “Hayalini kurduğum masa, masa oldu. Sandalye, sandalye” Hiçbir şey anlamıştım. Ne sen yarı çıplaktın ne de ben öylece uzanmış bacaklarımı öpmeni izliyordum. Bir duvar dibinde oturmuş en acı tütünleri içiyorduk. Birbirimize dokunmamıştık bile. Oysa bu terasta, bu yıldızların altında bu gece, sen yarı çıplak uzanırken yanına kıvrılmayı ne çok isterdim.
5 notes
·
View notes