Text
30 Haziran ‘18
Zaman akmıyor, duvarların içindeki saatler aynı anı küçük parçalara bölüyor, geriye sadece beyaz kalana kadar. Alacalı bir asfaltın içinde hareket etmeye çalışıyorum, ritmim çeperimden asfaltın sınır bögelerine sızıyor. Kızıl parıltılar etrafımda hareket ediyor. Başka köy ve şehirlerin büyüleri, ve büyülerin çöpleri, külleri, küfleri arasında ilerliyoruz. Hayat hepimize iyi davranmamış. Bazılarımız kendilerini değerli hissedebilmek için daha vahşi yerlere girmek zorunda kalmış. Hayatında görmediği ve göremeyeceğini düşündüğü şatafatlı bir yaşayışın kırıntılarıyla büyülenmiş. Tüm o okulların ve tapınakların büyüleri arasında belki de en tehlikelisi. Özel, değerli ve güçlü olma hissi. Bir değerin, anlamın olduğu, bir şeyleri başardığın, boş yere nefes almadığın, haybeye yer ve zaman kaplamadığın. Bu büyüyü en iyi yapanlardan birinin evine yürüyoruz. Büyünün etkisini üzerinden çektiğini düşünüyor, ama daha çok bilinçli bölgesine ara ara bir yıldırım olarak çarpıyor gibi. Çekilirken de acımasız davranan büyülerden bu. Ne kadar içine girmiş ve işlemişse, giderken o kadar canını yakacaktır. Kulağa temel fizik gibi geliyor.
Sarılıyoruz. Seninleyken çenem düşüyor, diyor. Ne mutlu bana, diyorum. Aceleyle ayrılıyoruz. Ne kadar elinden tutabildim. Gerçekten dağ kulübesindeki yalnızlığına iyi gelebilir miyim, zaman bu sefer akacak mı yoksa hiç fark etmeden kendimizi bambaşka bir serüvende mi bulacağız. Kızıl parıltılar sönmüş, önce küle sonra toza dönüşmüş. Asfaltın içinde asılı kalmış. Yürürken saçlarımızın arasından ayıklamamız gerekiyor. Yolda insanlar birbirine sürtünüyor, bağırıyor, biraz sıcaklık hissetmek ve asfaltın öbür ucunda da yaşayan bir şeylerin olduğundan emin olmak için. Çünkü öyle bir an gelecek ki asfalt kaskatı kesilecek, o zaman hiçbir sıcaklık onun içinden geçip bir başkasına ulaşamayacak. Hala şansımız varken, hala görebiliyor ve duyabiliyorken.
Asfalt yine, yeni ve yeniden kararıyor.
0 notes
Text
14 & 18 Şubat ‘18
14
Yol boyunca midem bulandı, vücudum bir şeyleri dışarı atmaya çalışıyormuş gibi. Öyle bir anda, öyle bir yerden yaralanmışım ki gardımı almak ihtimaller dahilinde değilmiş. Hiçbir zaman değildi, yaraları bu denli kötücül yapan da zamanlamadaki başarılarıdır belki. Kendimizi nasıl her şeye hazırlıklı kılabiliriz? Tüm ihtimalleri nasıl kestirebiliriz? Farkında olmadan bir adamın koluna dayandım, birkaç kez düşme tehlikesi atlattım, aynı yollardan, aynı binalara, aynı karton kutulara yatan aynı evsiz –veya yataksız- adamlara hiç bakmadan geçtim. Sarıyer beyaz yakalı ve öğrencilerinin gündüz karbonhidrat ihtiyacını karşılayan barakanın önünde sıra vardı, poğaçadan bir sis, ekmek arası telaşlar, sabaha kadar sevişmelerimiz, sonra günün ilk ışıklarıyla boşalmalar, artçıl ışıklarla giyinip eve gitmen. Bir süre tüm uyaranlarda senden bir şeyler bulacağım, zeytinli açmalar zihnimin örümcek ağlarına bulanarak üzerimde boxer, kapüşonlu ve içimde günün zehrine kabaran bir huzurla kapının önünde koltuğun eğri büğrü kenarına oturup ayakkabılarını giymeni izlediğim görüntüye dönüşecek. Sonra dudaklarımdaki dudaklarına, koltuğa oturup bastıran uykuma rağmen geceyi bitirmeye direnmeme. Teoman’ın eski bir albümü var kulaklıklarımda, nedense “senden önce senden sonra” şarkısına uyandım bu sabah, albüm de iyi geldi aslında ama midem seslerin tanıdıklığının ötesinde bir şeyler bulmamı engelliyor. Nedir bu içimdeki, dışarı atamadığım? Aslında boşluk, fark etmeden seninle doldurduğum, içimdeki. Bir boşluktan nasıl kurtulabilirsiniz? Birinin açtığı boşluğu başka biriyle doldurabilir miyiz? –daha kaç vücut gerek bana, benim seni unutmama- Belki boşlukları, defoları, ezikleri, eksikleri unutmaktan başka bir yolu yoktur baş etmenin. Yürüyen merdivenlerde yürümeyerek mide bulantımı atlatmayı planlıyorum, belki önümdeki kadına geçer, o benden daha iyi baş eder, eminim bundan. Ne olursa olsun; aşk acısı, ayrılık sancısı, varoluş bunalımı, gelecek kaygısı, herkes hepsini benden daha düzgün yaşıyor. En asil duygular benim elime geçince ufalanıyormuş hissi nereden geliyor? Bu yüzden belki duygular üzerine bu kadar düşünmeye, onları çözümlemeye çalışmam ve bazen bokunu çıkarmam. Eline para geçmiş bir fakirin ne yapacağını şaşırması gibi, oysa hayatı o parayı arayarak geçmiş. Nasıl senin varlığına bu kadar güvenmişim, birden yok olunabiliyormuş işte hiçbir açıklama yapmadan. Neyi yanlış yaptım, neyi eksik neyi fazla bıraktım. Anı parçaları, hepsi gidişinle yabanıllaşmış. Yürürken bir geçit bulup fikrimin kıyılarına vuruyor.
18
Dört gün önce başlamışım bunları yazmaya, sonra araya bir şeyler girmiş, bırakmışım. Yine aklıma geldin, geri dönüp tekrar okudum, daha seyrek olsa da aynı yoğunlukla hissedebiliyormuşum hala. Ne tuhaf, önce kavrayamama, sonra üstüne şarkı yaparak romantize etme – bütün sözler acılar, bunalımlar, hüzünler üzerine olduğu için her seferinde ölümsüzleştirme, bir taraftan bunalımlarımdan bir şeyler çıkarıyorum diye sevinirken, bu da bir alışveriş-, sonra acıyı hissetme, sonra görece uzaklaşma, şimdi de tuhaf bir şekilde geri dönme. Ne kadarı bedensel hislerimle ilgili diyorum, ne bileyim şu an midemdeki bakteriler çocukluğumdan bir güne götürüyordur belki beni, aynı yorganın altında aynı elektriksel ışık gösterisine, çarpık aynaya dönmek için çırpınıyorumdur. U. gelecekti bugün, çocukluğum beni çağırıyordur, toplayamadığım hevesimi rafa kaldırıp bu yüzden kendimi yatağıma atıp yazmaya koyuluyorumdur. Rumdur da rumdur.
Gidişinle konum olan bağlanma biçimlerinden bahsedecektim, ne aptalca. Kimin kimi hayatına ne kadar soktuğu ve birini sokmasıyla diğerlerini ne kadar çıkardığını bu kadar büyük meseleler haline getirmemiz, bunların ne kadar saçma olduğundan bahsedip ağlarına düşmemiz. Seni fazla mı içime aldım, ya da dışarıda mı bıraktım, fazla mı bağlandım, uzak mı kaldım, fazla mı açıldım, kıyıda ayaklarımı mı ıslattım; düşününce sanki hepsi birden ama bunların hangisiydi seni inciten? Aptalca, düpedüz aptalca.
U.’yu çatıya çıkarma fikri iyi geldi şimdi, çatı beni heyecanlandırdı, ya da ilk geldiğinde senin oturduğun koltukta oturmayacak olması. Seninle içtiğimiz gibi sigara içmeyecek olmamız, neden şu an bu günlüğe devam etme ihtiyacı duydum, onu ve seni aynı cümlelere sığdırmak, karıştırmak, çözmek? Yine isim fakiri ve hislerle olan imtihanı, aklıma bu hislerden uzun uzun konuştuğum arkadaşlarımı getiriyor, sanırım onlar da benim gibi. “Hisler” herkesin gündemini bu kadar meşgul etmiyor, halbuki hislerin olmadığı bir gerçeklikte biz de yokuz. Planlar, idealler, hatıralar; hislerin kadim pusulası olmadan gri endüstriyel düzlükler sadece. Ama hisler, isimleri ya da resimleriyle ifade edilebilecek kadar tek boyutlu değil, çözülebilmeleri için üzerlerine düşünmek gerekiyor.
Günlüğün ikinci kısmında sana o kadar geri dönemediğimi fark ettim, hala canımı acıtıyorsun ama ışık gösterisinin daha küçük bir parçasısın belki artık. Belki bugün geçici olarak biraz daha uzak ve geniş bir yerden bakıyorum gerçekliğe ya da bilgisayarın başına oturarak öyle bakmayı başardım.
Güneşli, çocuklu, hamile kedili bir Pazar günü, meraklı komşularımı aşıp çatıya çıkabilirsem onu da daha geniş bir yerden görücem. Her zaman iyi gelir.
0 notes
Text
25 Ocak ‘18
Uyuyamıyorum, uyuyamayınca (uyku vaktini gündelik bok püsürle doldurabileceğim bir vakit olarak göremediğimden belki) düşünüyorum. Akla Descartes'ın meditasyonları gibi bir düşünme hali gelmesin, öyle eğilip yontulabilir bir düşünme değil bahsettiğim; daha subkortikal, ilkel, kaygılı, hatta belki paranoyak. Madem uyuyamıyorum ve kafam hiçbir şey yapmadan takip etmeye katlanamadığım düşüncelerle dolu dolu, ben de yazmaya çalışayım.
Ucu kendime değen her şeyi acizliğinin farkında olmayan bir şaka olarak duyuyorum. İşin kötü tarafı, niyeti dışında rahatsız edici bir şaka olması bunun. Bir çocuk düşünün, çer çöpten uzay mekiği yapmış kendine; olanca ciddiyetiyle tuşlara basıyor, birileriyle konuşuyor, bazen kısaca bir sonraki hamlesini düşünüyor, sesleri dinliyor, kokuları duymaya çalışıyor, bir kolu çekiyor, kol elinde kalıyor. Tuşlar, manivelalar, kollar karmaşıklaşmaya başlıyor sonra; çerçöptenuzaymekiğinin çerçöptenduvarları eğlencesini yitiriyor, ama yıkılmıyor da, olduğu yerde kalmakta diretiyor. Uzay mekiği çocuğun gerçeği oluyor, çocuk uzay mekiğinin içinde hapsoluyor, sıkışıyor sıkışıyor sıkışıyor. Şaka, uzay mekiğine dair her şeyin aslında çer çöp olması. Çocuk bir uzay mekiği modelinden, ya da uzay mekiği modelinin modelinden çatma bir yığının tam ortasında. Oyun tazeyken kendini kandırmak kolay ve zevkli, oyunu oyun yapan şey bu değil mi zaten? Ama zaman ve rüzgarına katıp getirdiği tüm haramilerinin varoluş amacı oyunları bayatlatmak. Öyle bir yerdeyim ki elimde inanabileceğim bir oyun kalmadı, oyalanabileceğim sağlam bir düş ya da karnıma bıçaklar saplanmadan varolmaya katlanabileceğim çerçöptenuzaymekikleri. Artık sadece kısa "kendini anlama" ya da "az raf ömürlü endüstriyel oyunlara kendini kaptırma" molalarını sarmalayan imdat çığlıkları var. Neden anlatıyorum, başka bilinç düzeylerinde kurup servis etmeye çalışıyorum ya da, şu an bunları uykusuz bir gecenin getirdiği duyguları kontrol altında tutmanın ötesinde hangi dürtüyle yazıyorum, şarkı sözleri neden? Çünkü imdat çığlıklarımın kafamın duvarlarına çarpıp geri dönerek yarattığı sonsuz dalgalanmaya karşı koymaya çalışıyorum, kafama bir delik açıp dışarı sızdırmaya çalışıyorum hepsini. Tam da burada bir de açmaz bekliyor beni, sızan çığlıkların duyulması da hiç duyulmayacak olması kadar korkunç olurdu. Bana kalan çığlıklarımla nasıl baş edeceğimi biliyorum en azından, paylaşılan çığlıklar (asla tam olarak paylaşılamayacağını bir kenara bırakırsak) elimi kolumu bağlıyor. Düşünsel raflarımda onları koyacak bir yerim yok, boşlukta öylece sallanıp yeni imdat çığlıkları yaratabiliyorlar.
Şimdi bi sigara içicem, sonra bi tur daha uyumaya çalışıcam, olmadı belki buraya geri dönerim.
0 notes
Text
26 Aralık ‘17.
Bugün ısıtmayan bir kış güneşi vardı dışarıda. Öyle şortumla kendimi fırına attığımda soğuğun daha önce bana hiç dokunmadığı, yerini bilmediğim bir yerden dokunduğunu fark ettim. Orası dün çığlık çığlığa boşalttığım yerdi belki, ya da her şeyimi ortaya döküp geri alamamamdan kalan boşluk. Biraz eksiğim bugün, yolda ağırlıksız, hacimsiz bir parçamı bıraktım. Belki düşünmeye yarayan tarafımı, ya da düşünce gücüyle komşu olan. Bu boşluk hissini daha önce de yaşadım ama zamanla boşluklar da basitliklerini kaybediyor olmalı. Ya da hiçbir his diğerinin tam aynısı değil ve ben onları anlayabilmek için gruplandırmaya ve birbirleriyle karşılaştırmaya çalışıyorum. Dünü bugüne, bugünü yarına bağlayabilmek için. Ama bugünde, şu anda bir şey var; dünden de yarından da olabildiğince uzak duyuyorum kendimi. Sonsuz bir şu anın içindeyim, soğuk mavi güneş boşluklarımda.
Böyle günleri özel adlarla, şarkılarla, renkler ve kokularla zihnimde tutuyorum. Bugün çok iyi bir "ertesi gün" olabilir mesela. Ertesi günlerde yalnızızdır, ama umutsuzluğu içinde eksik bir yalnızlık olmaz bu. Dolu dolu olduğumuz "önceki gün"ün boşluğunu içimizde taşırız. Zaman zaman o boşluğa döneriz, o boşluğu hisseder ve o boşluk üzerine düşünürüz. İçe dönük bir gündür. Ama bir taraftan zengindir de. O günle ilgili yazarken zorlanmayız mesela, ama birilerine anlatmak da bir o kadar zordur.
Vücuduma kazınmış izlerle -çünkü bazen hatırlamak için somut şeylere de ihtiyaç vardır- ve zihnimde uçuşan endişeli bir hafiflikle, bu ertesi günü ne yapıcam, işim bitince nereye koyucam gibi tuhaf düşünceler var aklımda. Yaptıklarımın sonuçlarıyla açık seçik yüzleşmemin de etkisi var bunda, süreç içinde kestiremediğim hasarlar ve daha bir sürü yara kendimde ve başkalarında açtığım, muhtemelen şu an görmediğim. O yaraları hissettim dün, ve artık yok saymak, görmezden gelmek o kadar mümkün görünmüyor. Keşke uzuvlarımızın göründüklerinden çok daha sert olduğunu fark edebilsek onları oraya buraya savururken. Belki daha az zarar verirdik o zaman, hem kendimize hem sevdiklerimize.
Isıtmayan güneş de battı şimdi, ertesi gün bitmek üzere.
0 notes
Text
22 Aralık ‘17
Alarm. Zihnim sesi önce uykumun diline çeviriyor, katmanlarına ayırıyor. Orada bile boş durmuyor, kafamın içindeki soğuk, hırçın sesler çevresini sarıyor. Direniyorum kalkmamaya ama huzur uykumda da değil, uykuyla uyanıklık arasındaki o neredeyse-mistik yerde değil en azından. - İç seslerimden kurtulurdum herhalde, demiştim, ütopik/distopik bir gelecekte istediğimiz karaktere bürünmemizi sağlayacak bir hap olsaydı. Bu kolaylıkla bulunabiliyor, demişti. Ben kurtulamıyorum. Sadece koma gibi uykularda, belki. Hiçliğin içinde, ya da en azından yazılı tarihe geçmeyen bir yerlerde, seslerin bir değeri yok, ya da duvarlardan gelen kaynama seslerinden farklı değiller. Fokurduyorlar, hissediliyorlar, bir ihtimal olarak varlar ama ben duvarların arasında, içindeyim. Huzurlu değilse bile, güvende. Belki çarenin hiçlik olmasının bir anlamı vardır. Kendinden kurtul, seni sen yapan şeylerden. Seni kendinden daha çok kim yaralayabilir? Sen varsan acı ve umutsuzluk da var. Varsan, ve yok olamıyorsan, o zaman ölmen gerekiyordur belki. Sonsuz sükuneti bulmanın tek yolu budur. Hiçbir şeyi görmek, duymak ya da kimseyle konuşmak zorunda değilsen, ne kadar kötü olabilir ki?- Yataktan kalkışımla evden çıkışım arasında buz gibi bir mavi var, sesler de aynı maviye eşlik ediyor. Titremiyorum, vücudumun her yeri ayrı ayrı buz kesiyor bile olabilir. Kaskatı, bu halinle duvarların ardındaki canavarlarla savaşamazsın. Göğsünü gere gere kavgaya giden biri hiç olmadım zaten. Bir kavgam olmadı, kaçışlarım sadece -belki-. Otobüse biniyorum, insanları görmüyorum. İlerlediğimi hissetmiyorum; bir hızım, yönüm yok. Sadece her saniye dibe biraz daha yaklaştığım bir uçurum, en kötü tarafı da geçmişimin uçurumun her zerresini tutuyor olması. Uçurumdan bahsedebilirim, uçurumun kitabını yazabilirim. Ama ne önemi var? Vefa, Unkapanı, Şişhane, hop, metroya biniyoruz, metrodan iniyoruz. Günün en kalabalık saatindeyim ama hala, etrafımda tek bir insan yok. Sıkışıklığım gözlerimi kaçırmamdan, kendi gözlerimden de başkalarının gözlerinden korktuğum kadar korkuyorum. Sonra ofisteyim, en azından sıcak, en azından bir süre kimseyle iletişim kurmam gerekmiyor. Karnım ağrıyor, yapmam gereken şeyleri yapmamak için her zaman bir bahanem var. Bir kişisel gelişim kitabı buluyorum, okumaya koyuluyorum. Neden şimdiye kadar kişisel gelişime burun kıvırmışım, kişisel gelişmekten korktuğum için mi? Korktuğum şeylere burun kıvırırım gerçekten. Neyi neden yaptığımı, söylediğimi, hissettiğimi anlama/anlayamamaya epey mesai harcıyorum. Belki böylece iç sesleri besliyor, kuvvetlendiriyorum. -Aynı alışkanlıklar, aynı takıntılar, aynı konfor- Kitabın ilk kısmı da bu konfor ve tanıdık sefaletten bahsediyor. Konfor dediysem de, arkana yaslandığında tüm derine yüzlerce bıçak gibi saplanan bir konfor. Ama tanıdığım bıçaklar, bana azami ne kadar zarar verebileceklerini bildiğim/kestirebildiğim cinayet aletleri. Onlardan kurtulduğumda gelecek bilmediğim bıçaklar, beni tanıdık sefalete tutunduruyor. Kokularını, tınılarını, yüzeylerinin yumuşak ve nasırlı yerlerini ezbere bildiğim/iz, bu yüzden onlara bir yabancının gözünden bakmaya cesaret edemediğimiz. Saat 11.25. Bugünlük bu kadar.
0 notes
Text
16 Eylül ‘17
Hayatımı küçük kısımlara ayırdığımda bu kısımları birbirinden ayıran ya da birbiriyle birleştiren ana temanın "endişe" olduğunu görüyorum. Bazen endişelerden ya da endişe fikrinden kaçmak, bazen endişeler üzerine düşünmek, onları çözümlemeye çalışmak ( ki bu durum yeni endişeler de yaratabiliyor) ya da en kötüsü: endişenin komuta ettiği bir organizmaya dönüşecek kadar pençesine düşmek. Kaynaklar, bağlamlar ve ürünler farklı olsa da kaynakları işleyen mekanizma sabit. Hal böyleyken endişenin kendisi üzerine düşünmek kaçınılmaz oluyor. Nereden geliyor bu endişeler, neye hizmet ediyor, nasıl kontrol edilemez boyutlara ulaşıyor?
İlk aklıma gelen "bilinmeyen" kavramı oluyor. Bilmediğimizden korkarız, bilmediğimizin bize yapabileceklerinden, kurup büyüttüğümüz her şeyi (bu düzenimiz ve ona dair her şey de olabilir, vücutlarımız, hayallerimiz, vizyonlarımız da) bizden alma ihtimalinden endişe duyarız. Dinler de yer yer buna cevap veren formüller değil midir? Ama dinin çıkmazı, çok büyük kitlelere olabildiğince basit bir şekilde cevap verebilme ve bunu yaparken huzuru bozmama, verili düzenin devamını sağlama gerekliliği belki. Kişisel bilinmeyenler, hayatın anlamı değil de tek tek hayatların değerleri ve potansiyelleri konusunda kolunun bağlanması bundan. Yani kolektif bir kaosu önlese bile bireysel endişelere karşı o kadar da etkili olamıyor, zira kendine hedeflediği alan süperego, ego değil.
En temel bilinmeyenlerden biri de "gelecek". Elimizde ona dair yürütebileceğimiz tek fikir: bugünkü "biz" in ihtiyaçları ve halet-i ruhiyesinin gerekli kıldığı (ya da gerekli olduğuna inandırdığı) geleceğe dair geçmiş deneyimlerimizi kullanarak oluşturduğumuz senaryolar. Bu senaryoların tahmin yürütebilme gücü de mevcut bağlamdan fazlasıyla etkileniyor. Kafamızın içindeki küçük bilim insanlarının bilgisayarları, her zaman aynı netlikle işlem yapamıyor; çünkü küçük politikacılarımız, üzerlerinde söz sahibi. Bu durumda "bilinmeyen gelecek" için kendi formüllerimize güvenmek de yersiz olur.
Endişe kaçınılmaz, ama aynı zamanda evcilleştirilebilir, üzerine düşünülebilir, bugünü hakimiyeti altına almasına izin vermemeye çalışılabilir. Endişe düşman değil, bir kaynak; insan evriminden süzülerek bize kadar gelen bir araç, işlenebilir bir kaya. Belki, bilinmeyeni bilinir kılmak için derimizin altında bizi sürekli dürten bir güç. Saatin tik takları gibi, onu sessizliğe katıp duymamak elimizde olan bir şey, ama saati yok etmek ihtiyacımız olan bir şeyden, birazcık çabayla kurtulabileceğimiz bir rahatsızlık uğruna vazgeçmek olurdu.
0 notes
Text
31 Ağustos ‘17
Son zamanlarda sıkça rastladığım bir kelime: "duyar". Tdk, "beden üzerinde uyarıldığında hızlı ve güçlü tepkilere yol açan" diye tanımlamış, "duyar bölge" diye örneklendirmiş. Bugünlerde kullanım alanı bedenselden psikolojik sulara (bu ikisinin birbirinden farklı şeyler olduğunu farz edersek tabii ama bu bambaşka bir konu) kaymış durumda. Yani birinin "duyar bölgesini" uyarmak için tensel olarak temas etmenize gerek yok; konuşarak, yazışarak, jest ve mimiklerle de birtakım "güçlü tepkiler" uyandırabilirsiniz. Buraya kadar sorun yok, hepimizin uyarılmaya açık birtakım duyar bölgeleri; yaşanmış, birikmiş hadiseleri ve peşlerisıra örtük, gömülü hisleri var. Geçmişlerimiz var, insanız çünkü. Yaşadıklarımızı yaşandıkları yerlerde bırakamıyoruz, sistemimiz öyle işlemiyor, bir bütün oluşturuyor ve ister istemez nahoş parçaları da bu bütüne katık ediyoruz. Bu nahoş parçalar, "güçlü tepkiler" uyandırabilecek "duyar" bölgelere dönüşüyor zamanla. Bu durumda insan olan ne yapar? Karşısındakinin duyar bölgesine basmamaya özen gösterir, o "duyar" ın gökten inmediğini, bir geçmişi olduğunu anlar, kendi "duyar"larını gözden geçirir, empati kurar. Lakin benim bu kelimeyle karşılaştığım bağlamlar böyle insani bir ilişkiden olabildiğince uzak. Duyarlar lince kadar gidebilen bir aşağılanmaya maruz kalıyor. Bununla en çok karşılaştığım yer de işe bakın ki "kurtarılmış bölgemiz" Boğaziçi Üniversitesi'nin gayrıresmi facebook öğrenci grubu. Bazı şeyler mizah malzemesi yapılmayacak kadar hassas ya da kutsaldır demiyorum, her şeyle dalga geçebilmeliyiz bence. Ama bu yapılan mizahın eleştiriden ya da sorgulamadan muaf olduğu anlamına da gelmiyor.
Peki duyar mizahı neden sorgulanmalı?
Kendi yaşantımızdan dengeli bir bütün yaratmak, hayatımız boyunca en temel uğraşlarımızdan biri ve kafamızın içindeki minik hücreler bu bütünü sabit tutmak için çabalar durur. Bu bütünü sabit tutmak daima olumlu bir çaba değil çünkü bütünlerimiz her zaman sağlıklı ya da uyumsal olmayabilir. Ama uyumsal olmayanı da sabit tutmaya, devam ettirmeye çalışırız çünkü bütünümüzü bozmak çok daha meşakkatlidir, bütünü yıkıp yeniden inşa etmeyi gerektirir ve bu sancılı bir süreçtir, çünkü o "bütün" aslında bizim psikolojik varlığımızdır, bizizdir. Bu bütün; dışarıdan, anlaşılamayan, anlam verilemeyen, yadırganan, tuhaf hatta komik bulunan bir yabancı maddeyi kabul etmemek için haliyle direnecektir. Yabancı madde sistem için potansiyel bir tehdittir, bütünü değiştirmeye çalışabilir. Bu yüzden onu safdışı bırakmak, ötelemek için bir şeyler yapmak gerekir. Yabancı maddeyi mizah malzemesi, dalga konusu yapmak onunla uğraşmamak için birebirdir. Çünkü artık ciddiye alınacak bir tarafı kalmamıştır, sadece tuhaf ve komiktir, onu anlamaya çalışmak gerekmez, sistem onca uğraştan kurtulmuştur. Ne kadar sert, o kadar iyi; ne kadar kalabalık, o kadar etkili.
"Duyar mizahı” yapalım tabii, aksini söylersem "inanmasan da saygı duyacaksın" basitliğine düşmüş olurum. Ama davranışlarımızın neye hizmet ettiğini düşünmeden, içgüdülerle hareket edersek bizi daha büyük yanlışlara düşmekten alıkoyacak bir iç ses kalmayabilir.
0 notes
Text
22 Ağustos ‘17
Çoğu zaman hayattaki kaçınma motivasyonumu olmak-istemediğim insan profillerinden kurup doğru yer - doğru zamanda kaldırdığım yerden çıkarmak üzere bekletiyorum. Olmak-istemediğim adam, çok çeşitli, bugün yolda görmüş olabilirim onu, direnemeyip, kaçamak ikinci bir bakış atmış; çok eskiden bir yüz olabilir, bir ses, bir dağınık oda, bir toz kokusu, bir cümle ve o cümlede üstü kapatılmaya çalışılsa da benim sezip sözü-açılmayan ardiyelere kapattığım hevesler, hamlık, düşüncesizlik, görüsüzlükler. Belki bir zaman, ardiyenin kapısı o kadar toz bağlayacak ki, içeriye attığım tüm bu parçalardan geriye kalan sadece bir huzursuzluk olacak, çürük bir koku. Çürümek, maddelere kendi adını, etiketini vermeyen bir güç. Çürümenin kaynağını hissedebilirsiniz; güneş olabilir, su olabilir, toz toprak olabilir, ya da çürüyen parçaların bir zamanlar ne olduklarına, nerelerde iş gördüklerine dair fikir de yürütebilirsiniz, ama çürümeyi koklayamazsınız. Huzursuzluk da öyle, huzursuzluklarını evcilleştirmeye çalışan tanıdıklarım oldu, varlar, kimileri çok da başarılı bu konuda, huzursuzluklara isimler takıp yanımızda dolaştırmanın biliminden bile bahsetmek mümkün. Benim huzursuzluklarım çoğu zaman baş edebileceğimden daha gürbüz, ya da ben onların yanında sıskayım, bir kez sıska kalınca küçülmeyle aramdaki oyuk genişliyor.
Olmak-istemediğim kişinin iç huzursuzluğu yalnız zamanlarda vuruyor, kendimi kelime yığınlarının altında bırakmaya meyilli olduğum zamanlarda. Kaçacak bir yerim kalmayan, kapana kısıldığım, kısılmayı kaldıramayıp belki gözlerimi kapatmaya, hayali konuşmalar yapmaya başladığım. Ama bu yalnız zamanlar bu duyguyu tek başına uyandıramaz. Yanıma olmak-istemediğim adamın çürümüşlüğünden bir tutam katmış olmam da gerekiyor. Her hareketimde, esintiyle burnuma geliyor o koku, kendi kokum, o zaman ve kendimi hareketsizliğe ya da nefes almamaya zincirliyorum.
Bugünlerdeki olmak-istemediğim adam, özünde iyi biri. Coşkun bir yaşama sevgisiyle dolu, hayattan koparabileceği anların ve asırların farkında ve bu heyecanı karnında, parmak uçlarında ve bileklerinde taşıyor. Her şeyi yapmak istiyor ama sonunda kendini tutulmamış sözlerden, tamamlanmamış zevklerden ve üzerine düşünülüp işlenmemiş hayallerden oluşan bir enkazın altında buluyor. Bazen tüm dünya ona karşı, bazen tek düşmanı kendisi, başka kimsenin umrunda değil. Kaçıyor, neyi varsa onu kullanarak, çalı çırpı da olur, gemiler, ordular ve kütüphaneler de, yeter ki bu enkazla uğraşmak zorunda kalmasın. Bir yandan tutunamayan, bir yandan şımarık çocuk. İki türlü de başarısız, tembel ve korkak.
Bilmiyorum, bu huzursuzluk beni nereye götürecek, kısa vadede nelerden kaçıp nelerin üstüne gitmeye çalışacağım. En kısa vadede bugün çalışmaktan kaçıyorum, önce yerleri süpürüp koca bir kase dondurma yiyorum, üstüne bu yazıyı yazıp televizyonda Game of Thrones izliyorum. Biraz daha uzun vadede, kısa süreliğine de olsa İstanbul ve eteklerindeki gaddar, tek tek parçalarını değil ama bütününü umursayan, bu doğrultuda tek tek parçalarını ezmede hiçbir sakınca görmeyen yaşantıdan. Daha uzun vadeyi henüz öngöremiyorum. Belki bu yazdıklarımı silik bir kılavuz olarak kullanabilirim.
0 notes
Text
8 Ağustos ‘17
Bugün üzerimdeki atmosferin tutsaklığından bir nebze sıyrıldığı bir gündü; güne rahar yatağımdan başka bir yerde sıkışık olarak uyanmamın payı olabilir bunda ya da devamında iç monologlarımdan sonunda onlara yabancılaşacak kadar uzaklaşmamın, bulutların gökyüzü hakimiyetini güneşten devralmasının, düz bir çizgide yürümeye çalışmadan ölçüde kalmamın. Bir çatıda üstümü örtüp geçen zamanı hikayeleştirerek izlerken bunu burada ve şu an yapıyor olmanın farkına vararak da aynı zamanda, kendimden uzak tutmaya çalıştığım incelikli gibi görünen ama düpedüz çetrefilli parçamın etkisinde, gökyüzünün, şehir gürültüsü ve ışıltısının, amaçlarım, hayallerim, sıkıcı parçalar ve hızlı geçen savruluşlarım, gençlik dizisi ya da yaşam çilesi ayrıntılar, yani çevremi saran geri kalan her şeyden uzaklaştım. Bu mekanizmanın hem tetiğini hem çilesini çeken ben. Uzaklaşıp yakınlaşan, kendine kızıp şaşıran, hem kendiyle baş başa hem kendinden asırlar boyu uzakta. Bir garip.
Hareket halinde olmanın yatıştırıcı bir etkisi var. Her zamanki içsel kaosun pek zarar vermeden sıyırıp geçmesini sağlıyor. Hareketin ne kadar içine katabiliyorsam kendimi, o kadar özgürleşiyorum. Ama hareketi olağanım yapmaya da büsbütün olumlu yaklaşamıyorum. Hareket, fark edişi kendiliğinden ihtimal dışı bırakıyor, unutturuyor, önemsiz kılıyor. Sürekli hareket halindeki bir düzenek, beni uzun vadede yerimden oynatamayacakmış gibi. Ya da büyük resimdeki hareket, ya da bu hareketin ancak ben durup onu bir çerçeveye oturtunca anlam kazanacağını bilmek, kısa vadedeki duraksamalarla mümkünmüş.
Hareket ve durağanlık arasında, harekete daha yakın bir gün.
Salı ve çarşambanın tam ortasında.
d�=
0 notes
Text
yan odadan gelen reklam sesinin arkasından.
Halk tv, çok değerli okurlarına kitap seti hazırlamış. Yan odadan gelen reklamdaki ses izleyicilerin değerini her cümlede vurguluyor, her cümle bir slogan edasıyla çıkıyor adamın ağzından. Bir misyonun parçası bu: çok değerli izleyicileri ve onların yakın çevresi, çoluk çocuklarını eğitmek, "daha aydınlık bir türkiye" için.
Bağırarak, tükürür gibi söylüyor
BİR!!!
çok değerli yazar Dostoyevski'den Yeraltından Notlar.
İKİ!!!!
büyük adam Kafka'dan yine pek mühim kitap Dönüşüm!
ÜÇ!!!
başka bir önemli kişiden bir başka ezbere kitap.
DÖRT!!! Uzayıp gidiyor.
BİT-Mİ-YOR!!
Yanında Atatürk imzalı çok şık anahtarlıklar veriyor.
Dostoyevski'nin (ya da "çok değerli yazar Dostoyevski'nin. Değerini neyle ölçtüğünü merak ediyorum. Bay Halk tv, okurken hissettiklerinle mi, sana açtığı anlam kapılarıyla mı, senin gibi bas bas bağıran dünyadan kaçıp Dostoyevski'de bulduğun huzur ya da yapay huzurlardan tükenip Yeraltından Notlar'ın buram buram huzursuzluğunu içine çekişinde mi? Sanıyorum ki hiçbirinde. ) anahtarlıktan daha değerli bir yanı yok. En azından Bay Halk tv'nin ses tonunda bu ayrımı duyamıyorum. Sanki bir haptan bahsediyor, okuyup topyekün bir türkiye olarak aydınlanıyoruz.
Soğuk, ruhsuz; kitapların kendilerini saflıkla açabilenlerin ruhuna değebildiği o açıklıktan, o yumuşak ve kırılgan yerden o kadar uzak ki. Hemen yan odamdan gelen sesten ben de bir o kadar uzak algılıyorum kendimi. Elimin altındaki kitabım ve ben, kendimizi ihanete uğramış hissediyoruz. Bu sertliğin boşluktan tenime akan tek varlık belirtisi olmasına, tenimin bu duyuş içinde yalnızlaşmasına dayanamıyorum. Elim masanın üstündeki defter ve kaleme uzanıyor; kitaplarla böyle ilişkilenmeyen insanlar var, diye yazmak istiyorum. Sarsılmaz bir betonarme aydınlığın verdiği erkek gururuyla kuru cümleler kurmayan birileri. Çok değerli yazar bilmemkim değil de, ruhsal sığınağım, barınağım, tımarhanem diyen birileri.
Yazmasam içimde büyüyecekti.Belki henüz yazacak kelimeleri bulamadığım diğer kesiklerle birleşip sıkılan dişler ve yenen dudaklar olarak geri dönecekti.
Belki de biraz safım. Ellerinin altında telif ödemeden yayınlayabildikleri klasik kitapları paraya dönüştürebilmelerinin yolu o kitapları Aydınlık Türkiye'ye götüren araçlar olarak pazarlamak. Çok basit bir stratejinin bana gülüp geçmekten daha yoğun şeyler hissettirmesine izin veriyorum. Hissetmem yetmiyormuş gibi bir de üstüne yazıp çiziyorum.
Yine de; ucuza getirilmiş kitapları pazarlamanın yolunun bu cümleler ve tavırdan geçmesi, bu inceliksiz formülün alıcı bulduğunu göstermez mi?
Bir fikir, bir kaynak ya da bir çığlık olarak aydınlık türkiye.
Andımızda, tebeşir kokulu tedirgin ilkokul sıralarında, boynumuzu kesen karbeyaz yakalıklarda, kollarımızı bağlayan suçluluk hissinde, özümsenememiş, içselleştirilememiş loş yarı-aydınlıklarda.
Avaz avaz bağıran halk tv reklamlarında.
Falanda, filanda.
0 notes
Text
sıradan kahramanın silik maceraları.
Sesler, görüntüler, uyuyamayan, ağız boşluğundaki evreni sıkıştırmaya çalışan zihnimin eskiden lanetleri ama bu aralar, birkaç gündür algılamaya çalışıyorum ve anlatmaya. Varolma ve var-etme mücadelesindeki yerimi ve bilinçli olarak şeyleri algılama takıntımı ve antik, fark edilmeyen yönelmelerimi. Anlamak istiyorum, tek istediğim bu, bir fırtına sonrası dinginlikteyim, hava da gri, liseyi hatırlatıyor, kendimi her sabah karanlığa kalkıp sınırlarının sertliğinden korktuğu için geri uykuya dalan deniz olarak algılayabiliyorum aynı gri gökyüzünün altında. Ama dinginim şu an, bulutlarım açılıyor gibi hissediyorum, büyüyorum ve kendime dair bütün eksikliklerimi kabul edebiliyorum çünkü eksikliklerimdeki ihtişamı, kahramanı görebiliyorum. Doyumsuz ve anları zamansızlıklarda kaybeden, sonra kaybettiği anların peşine düşüp onları yeniden yaratmaya çalışan ve kahramanlığı buradan gelen, buradan giden.
Sonra birdenbire ama sonsuza kadar esneyerek, parmaklarımın ucundaki sıvı, çocukluğumla kaynıyor, fokurduyor, yükseliyor, beynime vuruyor ve ben arkamı dönüyorum, o an göğüs gerebilirim, anlayamamayı, rastgeleliği kucaklayabilirim, anlamsızlığı sevebilirim. Bulutlar çekilince, ben sıvımın kimyasından altın plaklar üretince,,,
- başkalarının sesleri hep evimde hissettirdi, kan ter içinde uykulardan uyansam da, uykuyla uyanıklık arasındaki o yerde hissettiklerimi kelimelere dökmeye çalışmadan, içlerinde kaybolarak, o his, neyse artık, dibine kadar yaşamaya çalışarak, çünkü bir kelime, hele ki dilin evrimdeki ön kutularına, odanın güneş ve komşu gören kısımlarına çıkartıldığında,,, soluklaşacak, saflığı bozulacak çünkü akord edilmiş olacak, üç tane nokta halbuki, anlamlara gelecek.
- canım, seni hiçbir zaman sevmedim, yani senin kim olduğunu bilmiyorum, kasıkların ve parmakların ve kasıklarından dökülen terde ıslanmış kelimelerin, benim dilimde hiç anlam etmedi. kelimelerin, benim değildi ve paylaştığımız odaların sıvaları ikimize birden dökülmedi,,, geri alınan saatler bize geri verilmedi, üstünü çıkarıp uzandığın yatakta yanına uzanmadım, o ben değildim, o sen değildin, biz hiç birlikte değildik aslında. bunları itiraf edelim. seni hiç anlamadım, anlamaya çalışıp vazgeçtiğimde yetersizliğimden utandım,,, yanında çıplak kalmamın seninle hiçbir ilgisi yoktu, ben kıyafetleri hiç sevmedim zaten, hep yalınayak gezdim, giyinip kuşanmaktan hiçiçççiçiçiç keyif almadım,,, ama bunların hiçbiri şu an önemli değil, sevginin bunlarla ilgisi yok.
şu an, saflığım bağımsızlığını ilan ederken, ben olmuş bitmiş tek tek haller ve adı konulmamış bilimler arasında hızlı tren yolculuklarına çıkarken, duyar ama toplamazken,,, sıvıların kaynayıp taşmalarında yok olmaktan o kadar da korkmuyorum, ölüm o kadar da tuhaf değil şimdi. ölümü ve başarısızlığı seçebilirim,
başarıyı sarıp,
tabloları bükebilir,
sıvının içinde kendime yontamadığım zerrelerin katlanır koltuklarına atlayabilir,
yolculuklara çıkabilir,
İM.
0 notes
Text
çıılık
Elimin altında çığlıklar var, avucumu kapatabilirim ama yok olmayacak. Nereye sarılıyorsam bu çığlıklarıma çare, çığlıkların soru işaretlerine cevap oldukları için ya da neden kaçıyorsam çığlıklarımı daha dayanılmaz kıldıkları için. Belki de hayatımın tek gerçek mücadelesi, çığlıklarıma karşı olan ve bu uğurda verdiğim kayıplar milletimin, deniz milletimin, kutsal şehitleri. Elimin geri gitmesinde çığlıklar, dudaklarımın kenetlenip açılmamasında; zamanla açılan, çözülen çığlıklar da var, uğultu ve duvarlara çarpıp kendi sesinde her daim sarmaşık kalanlar da. Çığlıklar çeşit çeşit & dönem dönem şekil değiştiriyorlar; belki zamanlar, mekanlar & bilinçlerde yolculuk edersem birilerini bir zamanlar birtakım tımarhanelere kapatanlarla aynı ailedenler; aynı çığlıklar birilerini diken üstünde tutmuş, birilerini yolda tutup birilerini yoldan çıkarmış, birileri ölüp gitmiş. Çığlıklar doğuştan, aileler, akranlar, tokatlar ve tekmeler ve öğrenilen ve öğrenilemeyenlerden; hepsinden geçmiş,-i içinde biriktirip verimli bir ovaya dönüştürmüş. Ben verimli ovaların üstüne ülkeler kurmuşum & bu ülkeleri canım pahasına korumuşum.
Çığlığın götürdüğü ölümü bütün olarak düşünemiyorum, hem kahraman hem de kaybeden br tarafı var. Çığlıkların peşinden yaşamın da öyle. Yaşamanın da ölmenin da anlamsızlaştığı br araf. ÇIĞLIK. Şehirlerin her bir taşı bu çığlığın üzerine konmuş, sonra artçı sarsıntıları gizlemek için kasabalar inşa edilmiş. Bazen dünyadaki tüm kuşlar benim çığlığımı örtbas tmek için ötüyor. Bütün şarkıları çığlık atmak için söylüyor, bütün cümlelerimi komşular uyanmasın diye yazıyorum.
Vetocu gariban bir güç kafamın içinde, beni oradan oraya sürüklüyor. Dışarıya takılı kalıp içime çekiliyor, dönemsel yollar buluyorum. Bu drama, tüm dramaların içinde en anlamlısı çünkü seçilmiş kişisi olduğumuz görev bu. Kendi varoluşumuzu çözümleyip onu saran, ona değen çemberleri el yordamıyla aydınlatmak görevine getirebileceğimiz kimsemiz yok. Terör tam burada başlıyor & inceldiği yerden keskin bir çığlık kopuyor. Güneş doğdu, bilmiyorum bugün çığlıklarımın neresindeyim. Köşeyi dönünce, dönemeci geçince, bir yaz gelince & bir yaz bitince..
0 notes
Text
Haziran öğleden sonrası
Bir Haziran öğleden sonrası, Rumelihisarı betonarmeleri arasındaki balkonumda güneşi üstüme serpili kuş sesleri ve umursamaz hareketsizliğiyle iç ve dış yüzeylerimde duyabiliyorum. Etrafımda bir kutu boyadan çıkma renkli ama kuru binalar yükseliyor, balkonlarına girip çıkan insanlar, başka hayatlar üç yanımda açık binaların balkonlarında ve pencerelerinden görünen içlerinde akıyor, kafamda anlık senaryolar, sigaranın tüm varoluşum ve yüzeylerime akan ziftten pişmanlıklarına takılı kalıyor. Pişmanlık, gerisinde başka senaryoların, geçmiş kırıntılarının parçalarını da farklı ayrıntı dereceleri ve biçimleriyle bilincimin yüzeyine getirip bırakıyor, bazen yüzeyde asılı kalıyorlar, bazen taklalar atıp bağırıyorlar, bazılarına kafamı çeviriyorum, bazılarına dokunup bırakıyorum. Bilincime yükselen geçmiş kırıntıları, bir hissizlik içinde, ya da vakurluk, çok bir şey hissedemiyorum, belki güneşten, belki hazirandan, belki de kendi güneşlerim ve haziranlarım...
Bugün boş bir gün, farklı büyüklüklerdeki ve yer yer değişen biçimlerdeki döngüler olarak duyuyorum hayatımı şu an, yorgun ama işinde-gücünde açık-mavi İstanbul gökyüzü kırışıklıklarından arındırdığı kumaşıyla üstümde asılıyken, ben bir şeyler alıp bir şeyleri boşaltmanın çığlıklarıyla başa çıkmaya çalışırken, yaşamak ve beraberinde getirdiği yüzeye çıkan tüm duygularla yapacak bir şeyler ararken. Dün başkalarının hayatlarıyla, hikayeleriyle, varlıklarıyla dolu dolu bir gündü, bugün yalnız uyandım, sabah kahvemi yalnız içtim, ayaküstü birileriyle konuşurken bile kafamın içinde, yalnızdım. Yalnız olduğum günleri diğerlerine göre daha boş, ama bir taraftan kendimle dolu dolu olarak duyuyorum. Onlara da ihtiyacım var, bazen daha az ya da daha çok ama var. Hayatımı, duygusal-bilişsel-sosyal dünyalarımı, görüntüleri, dünyadaki konumumu ve bu konumdaki durumumu, diğer konumlarla bağlantılarımı bir bütün olarak görebilmem gerek, geçici ve saniyelik görüntüler ya da farkındalıklar çoğu zaman, bir sonraki ana taşınmaları zor, birkaç saniyeden uzun sürmeleri ise neredeyse dinsel; bunları çoğaltmak için, bir duygu durumunu, taşan ve hiç zorlanmadan gelen güzellikleri, bütünsellikleri görebilmek için tüketim dünyası içinde bir özne-nesne olmayı reddedebildiğim zamanlar. Fazlasını aramak, kolayını aramak; ama hiçbir zaman böyle kolay değil, bu kadar çabuk değil, bu kadar yoğun değil, edebiyat da bu kolaylıklardan değil, zerrelerdeki güzelliklerden çıkma çoğu zaman. Bu kendinle dolu tek-başınalıkları bu denli değerli yapan şey de bu zaten.
Aşiyan mezarlığının üstünde, bir uçurumun tepesine yerleşmiş bir kaya parçasına oturuyoruz, üç yanımızda ağaçlar, hemen arkasında boğaz, az ileride anadolu yakası, bebek, arnavutköy, boğaziçi köprüsü, gemiler, yük gemileri, yatlar, arap müzikli ışıl ışıl boğaz turu gemileri, ışıklar, ışıklar, ışıklar, hemen arkamızda rumelihisarı bizi koruyup kolluyor. Ekşi Batman kavunu, Akhtamar adası, Trabzon, Kayseri ve İzmir'deki ailelerin hikayeleri, tam burada, içimiz, dışımız ve ortamızın karışımı bir yamalı yerde. İzmir'de deprem olmuş, İstanbul'da da hissedilmiş, bir depremi en güzel izleyeceğimiz yerdeyiz. Önümüzde tüm şehir yıkılabilir, biz burada, onun ötesinde, dışında; bir şişe şarabımız ve uçuşan bilinçlerimizle bu depremden sağ çıkacak olanlarız, aşağıda İstanbul'un kuşaklar boyu ölüleri sarsıntıyı hafifletecek, ağaçlar ve adaçayı kokuları, altımızdaki kaya bizi insan-yapımı kargaşanın köşeli sarsıntılarından koruyacak. Sesler bile buraya yaza ait kokuların filtresinden geçerek geliyor. O filtrenin ötesinde İstanbul sürekli bir deprem, diyoruz. Bu depreme sürekli olarak başka hayatlar ekleniyor, birileri ilk kez boğaziçi köprüsünden geçip köprünün ardında bir yerlerde hayallerinin gerçek olacağını düşlüyor, birileri şehri ele geçirme planları kuruyor, birileri zengin olmaya, birileri güçlü olmaya, birileri meşhur olmaya çalışıyor, birileri denemekten yorulmuş, saklanıyor, kendine yorgunluğunu ve başarısızlığını unutturmaya çalışıyor, birileri dua ediyor, birileri yürüyor, düşünüyor, muhabbet ediyor, tartışıyor, öğreniyor, pes edip yeniden deniyor; her an bir mücadele, bir telaş, bir yetişme kaygısı, geride kalma arzusu; o an sadece biz izleyen konumdayız, depreme dahil değiliz, ayağa kalkıp önce ağaçların ve bira-şarap-çekirdek kabuğu-çeşitli izmaritler-icetea çöplerinin arasından geçtiğimizde, rumelihisarının etrafındaki merdivenlerden tırmanıp Aşiyan mezarlığının kapısını önce ayağımızla açmaya çalışıp -karşıdaki güvenlik görevlisi bizi gaza getirmeye çalışıyor, ayağınızla hızlıca vurun açılır, diyor, kapının açılması onun için sıradanın ötesinde bir şey olacak, ama istediğini veremiyoruz, kapıyı açamayıp tırmanıp demirlerin etrafından atlıyoruz.- sonra etrafından tırmanıp atladığımızda, insan içine, arabaların ve trafik ışıklarının dünyasına vardığımızda, yavaş yavaş depremi içimizde hissetmeye başlayacağız; önce minik kıpırtılar şeklinde, sonra belki depreme dahil olacağız, hatta bazen depremin kendisi olacağız, depremden kaçış yok.
Yine bir haziran öğleden sonrası ve her anını kendimle doldurmaya çalışsam da deprem burada, bende değil henüz, az ötemde, köşeyi dönünce, balkonumdan bakınca gördüğüm başka apartmanların başka dairelerinde, başkalarının hayatlarında ve yarın akşam Sabiha Gökçen havalimanından kalkacak olan uçağımda, bineceğim otobüsler için zamanında yetişmem gereken otobüs duraklarında ve dolduracağım akbillerde, geçeceğim köprüler, alışveriş merkezleri, cafe-restaurantlar ve x-ray cihazlarında, sonra yine evimdeyim, kendimdeyim, başkalarının kendimdeki yansımasındayım ve hayat güzel.
0 notes
Text
bir uzay sergüzeşti
Günaydın, burası gezegen dünya, ben de istilalı maymundan-şehirlilerden biri, zaman zaman gezegenin tam ortasına düşen, genellikle kenarında kalan bir mega şehirde, tam bir sezon finali yaşadığımı düşündüğüm sırada, yani düşünebiliyorken, düşünen yerlerimi yormadan; ya da uçlarını törpülemeden önce. Dönüp kendime "bir zamanlar düşünebiliyordum" diyebilecek miyim, soru sorabilecek miyim yine,,, AMA sorular sonra, önce istenilen bilgileri vermen lazım, evet,,, BURADA, biz, perdelerimiz olmadan yaşadığımızüçün, yaşayıpgidişimiz zaman zaman bir şova dönüşürdü, karşı pencerelerin ardında perdeleri -çoğunlukla- kapalı yaşayıpgiden maymunsular şovun belli kısımlarına tanık olur, belli kısımlarında başka şovlara odaklanırlardı, buraya, bu kocaman şehre gelirken ne istiyordum, bu anonimliği ve anonimliğin içindeki şovu mu, kapalı perdenin arkasındaki miydim, bir gün, nasıl olduysa, perdelerimi açtım, içeri bir ışık seli girdi, yerleri yalayıp ayak bileklerimizi gıdıkladı, TAŞTIK, zıplamalıydık, Bir de baktım ki dans ediyordum, -k, birlikte ilk uzay yolculuğumuzu hatırlıyor musun?, uzaylılar bu kadar sık gelmiyordu dünyaya o zamanlar, kedilerle sevişip geri dönüyorlardı, tohumlarını kedimiz çedar'ın içine bırakıyorlardı, çedar'ın gözleri etrafa ışık yayıyordu,,, BU uzaylılar evrenin neresine düşüyordu? bu deneyimin ne kadarını paylaştığımızı sorgulamak için birbirimize bakıyorduk ama uzaylılar düşüncelerimizde, nöronlarımızın geçmiş kazıntıların üzerinden akışındaydı, uzaylılar önce ruh-beden düalizmini işgal etti, sınırları büküp bizi içten fethetti, çedar eğleniyor gibiydi, biz şova devam ediyorduk, güneş sistemi yıkılmadan ilk uzay mekiğine atlayıp dünyaya geri dönüyorduk, GÜLE GÜLE andromeda, küçük macellan bulutu, ayçiçeği gökadası,,, tekrar görüşmek üzere, şimdilik hoşça kalın, Çedar pencereden bizi bekliyor, uzay mekiği bizi mezosferden barbunya sokağı numara 32'deki apartmanımızın çatısına ışınlıyordu, uzay mekikleri aradaki mesafeyi karbon otoyollarında değil, elektro-oto-yollarla alıyordu,,, arkamızdan geleceklerdi, telaşa gerek yoktu,,, ev sahibinin -evlerin sakinlerinin dışında, bir de sahipleri vardı, sahipler almanya'da yaşar, belli aralıklarla yapışkan aksanları ve birinci dünyadan bakışlarıyla istanbul'u ve bu şehirde sahip oldukları evleri tavaf ederlerdi- kapısının önünden parmak uçlarımızla geçip alt kata indiğimizde koşmaya başlıyorduk,
biraz özgürleşmek & kalıplara girmeden, biraz kaybolmak & haritalara bakmadan, biraz sokakları tartmak & sokakların götürmeyeceği koordinasyonları birleştirmek,,, tek gayemiz, ama metroyu kullanmak zorundaydık.
Lütfen, inenlere öncelik tanımalıy, -dık.
Kapının önünde bekleme yapmamalıy, -dık.
Orta kısımlara ilerlemeliy, -dik.
Hırsızlıklara karşı dikkatli olmalıy, -dık.
(((Babaannemin sabah ritüeli önce Müge Anlı ile Tatlı Sert programını (neresi tatlı bu programın?) açmayı içerir, bu sırada eller yüzler yıkanır, yataklar toplanıp ev gün-akışına neredeyse-hazır hale getirilir, kahvaltı hazırlıklarına girişilir, yanında birileri varsa biraz da muhabbet edilir, arka planda Müge Anlı elektrikli testereyle doğranıp bir belediye çöp konteynerine atılan kadının katilini bulmaya çalışırken kahvaltı eşliğinde tartışılan konular muhteliftir, konu belli aralıklarla elektrikli testereyle doğranan kadına (E.T.D.K., xx) gelir, evin dışı elektrikli testerelerini her an çantalarından çıkarmaya hazır psikopatlarla doludur, asla bilemezsin, asla emin olamazsın, artık aileler garantör değildir, aileler işlevini yitirmiştir. Uzaylılar darbe hazırlığında, -dır.)))
Sayın yolcularımız, Araba Tekeri Gökadası bu yöndeki son istasyonumuzdur, Anka Takımyıldızına gitmek isteyen yolcularımızın bu istasyonda aktarma yapmaları gerekmektedir. Dear passengers, ......... . . .. . . .. . . .. .. . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . .
koşuyorduk, sadece koşmamız gerekiyordu, uzaylılar hattın öteki ucunda bizi bekliyordu, birkaç tren kaçırdık, birkaçını yakaladık, metronun tozlu camına isimlerimizi kazıdık, terk edilmiş gezegenlerden zıpladık, bazı müptezel uzaylılar bize gezegenlerinin tapularını kiralamaya kalktı, uzay para birimlerinde de dünya para birimlerinde olduğumuz kadar çulsuzduk, elektrikler geliyordu, uzaylıların nöral titreşimlerini hissedebiliyorduk artık, bizim bir parçamızdılar, adem & havva'yı dünyaya bırakıp sonra beğenmeyip geri alanlarla aynı uzaylılar, onların elektriksel iksirleri, çözmeyi amaçladığımız şey, bilinç ve bilinçsizlik ve düşünce ağları, esirdik,,, ama farkında değildik.
((( ve gecelerin uzun-zamanlığından kaçmak için hep bir şeyler buldum, -maya çalıştım, bazen işe yaradı, bazen öksüz kaldım, bazen işe yararken etkisini yitirdi, sonrası-hissi kıvılcımlarını üstümde hissettim, yine elektrik ve bilmediğim, haritada yerini bulamadığım karışık-mekanlıklardan geçiyorlar, geceler hep uzun sürdü ama hep onları savuşturmanın bir yolunu buldum, yine bulurum, yine bulucam )))
gün aydınlandı, böğürtlen çayı rayihaları tavanda sarardı, gri gökyüzü elbirliğiyle elektriklerinden temizlendi, çatılar kana, yollar sele bulandı. Uzaylılar uzaylarına çekildi.
Herkese GÜNAYDIN.
0 notes
Text
saatler.
gündüz vakti bir düş ve kabus, yine oyalandım & yine aynı eski aşk ve takıntıya döndüm, yine bilindik bir geçmişle seviştim, yine kendimi açan&aşan şeyler söyledim ve yaptım ve yine dans ederken birilerine güvendim - dayandım. her hareketinde ellerimin, birilerinin kum birikintilerine yollar açtım sonu hep kendime çıkan çünkü kendimden çıkamam, ne yazarsam yazayım, kendimdeyim, kendimdenim ve kendim. hep kaçmaya çalıştığım şey buydu, kendim. bu aralar yazmıyorum da, bunu da yitirdim, sadece yaşıyorum ve pişman oluyorum ve kendime kızıyorum kendimi anlamadan, çoğu zaman anlamaya değil, üstünü kapatmaya çalışarak. çünkü bedenim - zihnim alarm veriyor, bir şeylere yönelip bir şeylerden kaçıyor, bir şeyleri kapatmaya, kapatmaya çalışarak aslında açıp özgür kılmaya çalışıyor, ben üstüne gitmiyorum, çünkü anlık mutluluk ya da mutsuzluklardayım ya da anlık takıntılarda, takıntılarımı da anlara yasladım.
grafiğmi nereden başlatırsam, ne tarafını doğu alırsam, ya da hangi aralıkları, somutlukları kullanacağımı seçersem; önüme bir şey çıkıyor-çıktı-çıkacak. ama her seferinde başka bir grafikle karşılaşmayı büyük resime bakarak anlamlandıramıyorum. iyi bir konumda mıyım, yani modern konformitenin yasalarıyla tarttığımız öğleden sonra bilinç-durumundan bahsetmiyorum, çok kolay olurdu, birkaç parametreyle, belki birkaç da kesik ve derin -birkaç damla kan sadece, damarlar hala derindeki fonksiyonlarını yerine getirebilirken, biz hiç farkına varmadan çok ötelere kan pompalayabilirken- çizginin de katılımıyla, arkamıza yaslanır ve işin içinden çıkabilirdik. ama bundan bahsetmiyorum, hiç bundan bahsetmiyorum, cangıl kurallarından bahsediyorum, gök cisimlerinin ve hücrelerin hükümlerinden. hücreler dileklerimi yerine getirebilirdi, hücreler beni buradan alıp, oraya götürebilirdi, hücreler bütünlük ve sağlamlık arayan öğleden-sonraki-beni sarsıp otoyollara fırlatabilirdi.
ve akşam, kasabadayım, nerede olursam olayım kasabadayım, burada yüzeydeyim ve ilk kez sigara içiyorum, sonra uzun yıllar sigaranın yalancı halesinden kurtulamıyorum, burada eski aşklara soru işaretleriyle yaklaşmıyoruz, onların içinde yaşıyoruz, burada günün saatlerinin bizi farklı biçimlerde düşündürmesinin nedenlerini sorgulamıyoruz çünkü saat hep on iki. burada güneş her zaman tepede ve ben her zaman çocuk kalıyorum. sormam, belki bir kısmını çözmem, güneşin kavurucu öfkesinden sıyrılmam mümkün değil, her şey çok yavaş, arkana yaslanıyorsun ve anlayamamak ellerini bağlıyor, öfkeleniyor ve sonra duruluyorsun, ne yaparsan yap, saat on iki, sınırlısın, güneş gölge olmayan yerleri parlatıyor, gölgeler hacimlerini bırakıyor, gölgeler kafanın üstünde, teninin altında, eriyor, gölgeler güneşin unuttuğu jokerlerini terliyor. biçimsiz gölgeler, biçimli rutubetler, planlı güneş ve plansız güneşlikler. hepimiz ölüyoruz, güneş biraz alıyor üzerimizden, korteksimizi sıyırıyor, saat bir olacak, biz göremeyeceğiz, çünkü on iki, ama olacak, ne boka yarayacaksa artık....
0 notes
Text
sevgili beyaz tavşan.
Bir süredir, belki hayatım boyunca, sana bu mektubu yazmayı düşündüm; duşta, sabahları omlet, akşamları içki hazırlarken, tuvalette, yürürken, aklıma cümleler geldi. Mektubun giriş, gelişme ya da sonuç bölümüne ne kadar da güzel oturacağını düşündüm bu başta ışıltı saçan, sonra anlamlarını ya da anlamsızlıklarından gelen güzelliklerini yitiren cümlelerin. Unutma, dedim kendi kendime; cümlelerimizi unutursak geriye neyimiz kalırdı ki? Şimdi, nedense, belki umutsuzluktan, belki anların gelip gözümün önünde patlamasından; bu mektubu yazmaya giriştiğimde fark ediyorum ki bütün cümlelerimi unutmuşum. Geriye donuk hareketleri kalmış sadece, bu mektup da bu donuk hareketlerden oluşuyor işte (rastgele bir biçimde bir araya getirildiklerinde ışıldayıp her şeyi hiçbir çaba sarf etmeden anlatabilme potansiyeli taşıyorlar ki tüm mektup, ya da herhangi bir şey, yazma çabalarım bu potansiyel rastgeleliği bulmakta). Rastgelelik her yerde, insan medeniyetimiz ve tüm çıkmazları onun; bu rastgelelik üzerine kurulu. Karmaşanın içindeki yapay düzenimizi tüm varlığımızla korumaya çalışan acınası yaratıklarız.
Nedenselliğe açtık ve en ufak bir açıklamaya –kesik çizgileri olan ya da yedi yana dizilmiş turuncu ve yeşil ışıltısız renkleriyle- ruhumuzu satmaya hazırdık. Beyin dalgalarımız bizi bir şekilde birbirimize bağlıyordu, o sırada değişime alışmak için sabit durmakla meşguldük, ağaçlar her gün biraz daha yeşillenebilirdi, biz balkonumuzdan, küçük yeraltımızdan, izleyebilirdik, umrumuzda değildi. Sonuç olarak; darmaduman olmayacaktık, iç organlarımız değişimin ritmine ayak uyduracak, bir sabitlik bulmaya çalışacaktı, biz ise ilerlediğimizi düşünecek, yanılacaktık. Sonra minik aydınlanmalara gözlerimizi açacak, kendimize şaşıracaktık. Geceleri sokaklar bu kadar sıcak bir turuncu muydu dün de ya da ondan önceki gün? Sen bir çakıl taşı gibi sabit dururken; tozun, toprağın ve kurumuş yaprakların yedi yanından kendi sonuçlarına – ve kendi açıklamalarıyla, farklı boyutların farklı rüzgarlarıyla bir şekilde kendilerini o an, senin yanındaki koordinatlarında bulan, farklı yerçekimi kanunlarına tabi giriş-gelişme-sonuç sarmallarıyla- akışı. Güneşin altında pıhtılaşmak, güzeldi; biraz okşaman gerekiyordu bir toz tabakasıyla kaplanmış girintilerini. Asıl gelmeye çalıştığım yeri unuttum kendimi otun bokun ihtişamına kaptırınca. Birkaç şey vardı. Defterimin kenarlarını doldurduğum irili ufaklı sarmallar gibi zihnimin kenarında köşesinde –her an silinmeye hazır- asılı bekliyorlar. Şimdi oldukça sistematik bir yol izleyip onları saklandıkları yerlerden çekip çıkarmayı deneyeceğim.
Ben hiç tatil yapmam, çünkü bir harikalar diyarında sağduyusu ve maceradan korkmayışıyla yolunu bulup ayakta kalmayı başarmış olmak bunu gerektirir. Geçici serüvenler ve hobilerin uyuşturucu etkisi beni ölesiye korkutur. Kaliteli bir hayat ruhumu otuziki yerinden bıçaklayıp belediyenin açtığı bir çukura fırlatıverecekmiş gibi hissederim. O zaman çılgın şapkacı ya da cheshire kedisi vitrin güzellerine dönüşecek, ben de onlarla fotoğraf çektirebilmek için sırada bekleyeceğim. Bu yüzden hep olduğum yerdeyim; adetyerinibulsundiye gülüşlerinde, katılmazsamyokolurum muhabbetlerinde.
1) Yazıya neden “biz” ve “-di’li geçmiş zaman” kipiyle giriş yaptığımı sorgulayacaktım. Ne kadar eğreti ve basmakalıp durduğumun farkında değil miydim? Eminim ki başka türlü de anlatabilirdim. Niye böyleydim? Neden romantik ya da ucuz ya da klişe samimiyetsizlikler barındıran; yani o köşesiz, yerçekimsiz yapaylıkta; yani bir şekilde, bir yönüyle gerçek olmayan ya da bana gerçek gibi gelmeyen cümleler kurduğumda; söylemiş, yazmış, işitmiş ya da düşünmüş bulunduğumda, kendi kendime kendi gözlerimi deviriyordum?Çok düşünmekten, hep düşünmekten; her bir boka ederinden fazla anlam yüklemekten; bir –di’li geçmiş zamana bile nasıl anlamlar yüklüyordum, nasıl suçlamalarda bulunuyordum!
Zamanım, kendi kendime geçirdiğim, belki de tek gerçek zaman olan, o yitik macerayı hatırlamaya çalışmakla geçiyor. Bazen bu planlanmamış ve belki hatta zorlama maceraya çıktığımı bilmem yüzüme bir tebessüm konduruyor, biliyorum ki insanlar o motorların yaydığı sıcakta buharlaşıp oradan oraya sürüklenirken ben farklıyım. Kendimi bu kirlenmemesi için plastiklerle kaplanmış dünyanın biraz da olsa dışında tutabiliyorum. Ya da işte, tutmak zorunda kalıyorum. Aksi takdirde başkalaşacağım, derim sertleşmeye ve saydamlaşmaya başlayacak. Ağır ağır ama birdenbire de aynı zamanda; pırıl pırıl, plastik kaplamamın ardında derimin tertemiz olduğu gerçeğiyle övünmeye başlayacağım. Bu yüzden otobüslerin gürültüsündeki, uzak kasabalardaki belediye anonslarındaki, ya da işte ne bileyim, tabaklarda kalmış yemek artıklarındaki komediyi bulmaya çalışıyorum hep; kendi kendime gülüyor, kimseye anlatmıyorum. Tabakları bilmediğim bir alfabenin harfleriyle süslüyor, duvarlardaki yüzlere isimler ve ayrıntılı (koşullu sürekliliklerde saklı) karakterler oturtuyorum. Bir yandan ise zihnim harikalar diyarını hatırlamaya çalışmakla meşgul, nasıldır şimdi?
2) derken üçüncü sarmalımın ne olduğunu çoktan unuttuğumu fark ettim. Bunun iki nedeni olabilir:
a) Üçüncü sarmal ben cümlelerin derinlerindeki samimiyetsizliklere gömülürken usul usul silinerek yok oldu.
b) Üçüncü sarmal zaten hiç varolmamıştı, tıpkı gördüğümüzü zannettiğimiz rüyalar gibi. İşin kötüsü – ya da en güzeli, ben kimim ki sıfatlar skalasında sağlam bir yere oturtuyorum onu- asla emin olamazsın. Bu seçeneğin (b seçeneği) varolduğunu bilmek ulaşabileceğin en son nokta olabilir(dir).
b.1) –di’li geçmiş zaman ne kadar samimiyetsizse, yeterlilik-ya-da-yerine-göre-olasılık-kipi o kadar doğal sanki (sankiler ve falanların altında kırgın ve bulanık, Oğuz Atay’ın görünür kıldığı çizgiler).
Posta kodunu bilmiyorum, deliğini hiç bulamadım. Ama bir katı sabitlik, hep katı sabitlik, o yılmaz ilerigiderlik. Belki bizim adreslere ihtiyacımız yoktur. Ben cevap verebiliyor muyum ki “neredesin”lere? Burada olmaya çalışıyorum, unuttuğumda yani aslında asla burada olamayacağımı, inan bana, çalışıyorum. Ama işte ne oradayım, ne burada; bir oradayım, bir burada.
3) derken aslında 2), zamanla alakalı bir şey(-di). Değişimin zamanla ilgili olduğu yanılgısına düşmemizle (bak, yine biz!). İşte o kuru yapraklar (bakınız yazının başlarında bir yer, çünkü metaforlarıma sadığımDIR, bir metafor bu devirde kolay bulunmuyor) yedi-bir-yanımda sürüklenirken, ve biz sürtünme kuvvetinin tüm imkanlarından faydalanır, bilmemkaç birimzaman önce de tam burada olduğumuzu fark ederken. Zaman çevremizde oluşturduğu anlamdan halesiyle bizi kendi uzayında oradan oraya taşır ama sıvılaşmaya, akmaya, hiiiç mi hiç tenezzül etmezken.
Bu da TAMAM.
Ve sonsöz niyetine, göçüp giden sarmallar zamanın anlamdan halesinde yok mu oluyor? Yoksa zamanın anlamdan halesi hiç varolmamış olmalarını mı gerektiriyor? Yazılıp silinmiş cevap kırıntıları burada, az yukarıda, bu cümleyi bir öncekinden ayıran sonsuz boşlukta; o zaman unutalım, şimdi.
0 notes
Text
ben babam ve g.
Ben araba kullanıyordum ve rüzgar çatımı uçurmakla tehdit ediyordu, bazen uyanıyor, o eski küçük battaniyenin içine sığmaya çalışıyordum. Battaniyeyi G’nin omzun sarmıştım yıllar önce ve şu an beni bilmediğim bir geceden koruyordu. Arabayı durduramıyordum, vites değiştirmek çok zordu. Gereksiz sinirleniyordum, annem-babam hiçbir şey söylemiyor, geçmesini bekliyorlardı sadece. Gereksiz sinirlenirken bile suçluluk hissediyordum, ne olursa olsun, hiçkimse üzülmesin istiyordum, bu yüzden tenhalarda öfkeleniyor, gizli gizli ağlıyordum. Arada bir, elimde olmuyordu işte. Peki babam? O da tenhalarda mı üzülüp ağlıyordu? Ben şoför koltuğundayım. Babamın da elinde olmayan zamanlardan, gözlerinin altına kalemle çizilmiş gibi gözyaşı torbaları. Elini tutuyorum. Korkma, geçecek; demek istiyorum. Sağ, salim. Nihayet ölmeyeceğiz. Sonunda yaşayacağız, ve hep beraber, demek istiyorum. Ama araba altımda homurduyor, ben de içten söyleyemiyorum her ne söylüyorsam. Sonra battaniyenin içine sıkışmaya çalışıyorum. İçimden, mutluyum ve az biraz da özgür, diye tekrarlasam da, kafamın içinde babalar ağlıyor. Ama babam, ağlamamıştı hiç daha önce. Gerçek olan hiçkimse ölmedi hayatımda. En azından şu anda, diye düzeltiyorum.
Uçma tehdidine direniyorum. Çatım kopup yükselebilir. Bir rüzgarlı gece gökyüzünde savrulurken uçak çıkışı denekler olabiliriz. Boşver baba, boşver G. Biz seviyoruz ve endişeleniyoruz. Gülüyoruz ama hemen arkasından buruluyor gülümsemelerimiz. Biz yaşayacağız. Bir yolunu bulup. Bir şekilde. Ama çizgi çizgi gözyaşlarıyla ama minör kahkahalarla. Ama yaşayacağız. Şimdilik bu kadar.
28.7.16
0 notes