Dünyayi anlamli ve olumlu bir degisime tasima yolculugumuz yoldan çikanlarla degil davasina inanan kararli onurlu insanlarla olacaktir …Devrimyolcusu
Don't wanna be here? Send us removal request.
Photo
Antik Çağ’dan Kalma Bir Kurum Olarak Evlilik Antik Çağ, evliliğin başlangıç tarihi olarak bilinir, yaklaşık 6 bin seneye tekabül eder. Evlilik kurumunun ortaya çıkmasında özel mülkiyetin varlığı temel bir etkiye sahiptir. Evliliğin (ailenin), özel mülkiyetin ve devletin varlığı birbirleriyle doğrudan bağlantılıdır. Evliliğin ortay çıkmasıyla birlikte kadınlar, hayatın birçok alanından dışarı itilmiş, alınıp satılmış, erkeğin ev işlerini yapan, onun seks ihtiyacını karşılayan ve onun soyunun sürmesi için çocuk doğun nesneye dönüştürülmüşlerdir. Gerek topluma egemen olan ahlakın oluşturduğu engeller gerekse de kadının ekonomik olarak erkeğe bağımlı hale getirilmesi nedeniyle kadınlar bu durumu kabul etmek zorunda kalmışlar; bu da evliliklerin çoğu zaman ömür boyu sürmesine yol açmıştır. Eskilerin, “Eski evlilikler ne güzeldi, ömür boyu sürerdi, insanalar bir yastıkça yaşlanırlardır” diyerek imrendikleri durumun tercümesi: Kadının bu çaresizliği, mahkûmiyetidir. Evlik, Antik Çağ’dan kalma bir mirastır, hâlâ varlıklarını sürdürse de yapısal değişikliklere uğramıştır. Ev dışı üretimin dışına itilen kadınların yeniden üretime dâhil olmalarıyla birlikte, o zaman kadar zapturapt altında tutulan kadınlar hayatın her alanında kendilerine yer açmak için bedeli ağır mücadelelere girişmişler ve erkek egemen kültürün baraj kapaklarını patlatarak hayata karışmışlardır. Kadınların ekonomik olarak erklere olan bağımlılıklarının azalmasının yanı sıra, tüketim kültürünün ve internetin hayatımızda tuttuğu yerin artmasıyla kadınların hapsedildikleri sınırlar da değişmeye başlamıştır. Günümüzde evlilik hâlâ rağbet görüyor olsa da gerekçeleri geçmişte olduğundan farklıdır. Mesela artık kadın da kendi ihtiyaçlarını karşı tarafa dayatabilmekte, yalan söyleyerek de olsa dışarıda gizli bir hayata sahip olabilmekte, ayrı bütçesini oluşturabilmekte, gerektiğinde alıp çantasını gidebilmektedir. Bu durum yeterince güçlü olmasa da günbegün güçlenmektedir. Bir erkek uydurması olan “ailenin kutsiyeti, soyun devamı, mülkün güvence altına alınması” gibi gerekçelerin yerini, eşit olmasa da iki tarafın da gündelik çıkarlarını ifade eden gerekçeler almıştır. En önemlisi de “bir yastıkta kocama” efsanesi artan bir biçimde önemini yitirmeye başlamıştır. Olgular maddi koşullar uygun olduğu için hayat bulurlar, onları var eden maddi koşullar artık ortadan kalktığında da tarih sahnesinden çekilirler. Miadını doldurmuş olanda ısrar, çarpıklık ve çürüme demektir, zaten olan da budur. Mesela din bunun en bildik örneğidir; çağın dışına itilmesi gerektiği halde varlığını sürdürmekte ısrar ettiği içindir ki “Altı Kaval Üstü Şişhane” hayatlara şahit olmaktayız. Tıpkı dinler gibi evlilik de artık kendisini var eden koşullar sahip değildir, bunda ısrar, tarihin tekerleğini geriye doğru döndürmekte ısrardır. Muhtemelen yüz yıl sonra evlilik, “bayağılık” ile eş anlamlı anılacaktır. Marilyn Yalom’un “Evli Kadının Tarihi” kitabından bir pasajla bitireyim: “Erkeğin taşınabilir malı, onun muhtaç, soyunun devamının meşru aracı, çocuklarının bakıcısı, aşçısı ve ev hizmetkârı olarak ev kadınlığı, artık çoğu kadının tiksindiği bir roldür; buna rağmen bu antik yükümlülüklerin belirli y��nleri hâlâ kolektif bilinçaltımızda korunmaktadır. Çoğu erkek hâlâ karısından bu hizmetleri beklemekte ve çoğu kadın bunları yerine getirmek istemektedir. Günümüzde buna başkaldıran kadınlar, aslında bütün bu tarihe de başkaldırmaktadırlar. Bu bakımdan onların neye başkaldırdıklarını ve buna karşı çıkan düşmanlarının neyi korumaya çalıştıklarını anlamak önemlidir.
5 notes
·
View notes
Link
Şenoğlu: Direniş odaklarını toplumsal temelde birleştirirsek faşizmi yıkabiliriz
İSTANBUL (NADİYE GÜRBÜZ)
22 HAZİRAN 2021 SALI
HDK önceki dönem Eş Genel Sözcüsü Sedat Şenoğlu, HDP'ye, devrimci, sosyalist güçlere yönelik süren tasfiye saldırısı ve İzmir'de yaşanan faşist katliamın ne anlama geldiğine ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Faşizmin krizinin ezilen emekçi halklar, kadınlar, gençler, ekolojistler, Kürtlerin mücadelesinin birleşmesiyle derinleşeceğini söyleyen Şenoğlu, faşizmin yıkılmasının bu mücadelelerin toplumsal temelde birleşmesiyle mümkün olacağına işaret etti.
Halkların Demokratik Kongresi (HDK) önceki dönem Eş Genel Sözcüsü Sedat Şenoğlu ile HDP'ye yönelik faşist katliam saldırısını, rejimin kodlarını ve devlet geleneklerini, bu yönelim anlamını ve yapılması gerekenleri konuştuk.
2015 7 Haziran seçimleri ve Gezi ayaklanması dönemini hatırlatan Şenoğlu, 7 Haziran sürecini, "Türkiye'nin en temel politik özgürlük sorunlarına, faşist, kapitalist iktidarın yarattığı krizi halklar lehine çözme, halkçı demokratik rejim inşa etme arayışında olan güçlerin bir araya gelişiyle açığa çıkan siyasi bir moment" olarak tanımladı.
Devletin kendi bekası için tehdit olarak gördüğü bu sürecin ardından geliştirilen saldırılar karşısında, toplumsal direniş güçlerinin beklenen düzeyde yanıt veremediğine işaret eden Şenoğlu, bugün bakımından durumu değiştirecek olanakların daha fazla olduğuna dikkat çekti.
Rejimin toplumda rıza üretemediğini, krizinin derinleştiğini, ittifak güçlerinin kırılganlaştığını ve çatışma halinde olduğunu söyledi. Şenoğlu, devrimcilere, sosyalistlere, Kürtlere ve HDP'ye dönük tasfiye, yok etme saldırısının nedenini, rejimin krizini derinleştirecek, toplumsal mücadele öznelerini birleştirecek potansiyel taşımasına dayandırdı.
Şenoğlu, HDP'ye yönelik saldırıda Deniz Poyraz'ın katledilmesinin ardından açığa çıkan öfke ve toplumun birçok kesiminden gelen tepkileri hatırlatarak, "Örgütsel olarak yetmezliklerimiz olduğu çok açık. Fakat bunu çok hızlı bir şekilde gidebiliriz. Toplumun öncü güçlerinin sorumluluğu; kadınların, gençlerin, ekoloji mücadelesi yürütenlerin, Kürtlerin vb. arayışlarını, itirazlarını, direnişleri birleştirmektir. Çözüm gücü buradan çıkacak" diye konuştu.
HDK önceki dönem Eş Genel Sözcüsü Sedat Şenoğlu'nun sorularımıza verdiği yanıtlar şu şekilde:
SAVAŞ REJİMİ CUMHURİYET DÖNEMİNE DAYANIYOR
2014'te MGK toplantısındaki 'çöktürme planı' kararları ve 2015 Haziran seçimlerindeki yenilginin ardından uygulamaya sokulan savaş konsepti bugüne kadar farklı biçimlerde devam etti. Buradan ve devletin genel kodlarından bakarak bugün yaşanan süreci nasıl okumalıyız? Senin atıfta bulunduğunun MGK kararları ve savaş konseptinin ilan edilmesinin resmi tarihi 2014 ama öncesi 2011'lere kadar uzanıyor. Savaş, çöktürme planı dediğimiz hazırlığın Arap halk ayaklanmaları ve onun Suriye'ye yansımasıyla birlikte gündeme geldiği biliniyor.
Bu rejimin 2014'ten bugüne ne yapmak istediğini anlayabilmemiz için, Türkiye'deki faşist şeflik rejiminin, bir devlet yapılanması olarak baştan sona savaş rejimi olarak inşa edilmiş olduğunu görmemiz lazım. Bunu gözden kaçırırsak, şu an halihazırda devlette iktidar gücü olmuş AKP-MHP blokunun, bu güçlere ait bir dönemin sorunlarıyla karşı karşıya olduğumuz düşünülebilir. Bu böyle değil. Yüzyıllık cumhuriyet rejiminin temelinde bir savaş rejimi gerçeği var. Osmanlı'dan alınan bir gelenek bu.
7 HAZİRAN SONUÇLARINI REJİM VARLIĞINA TEHDİT OLARAK ALGILADI 2015 Haziran seçim yenilgisi, HDP'nin büyük siyasi zaferiyle ortaya çıkmış koşullar, bu rejimin varlık nedenini tehdit eden çok tarihsel bir gelişmeydi.
7 Haziran seçimleri, Türkiye'nin en temel politik özgürlük sorunlarına, faşist, kapitalist iktidarın yarattığı krizi halklar lehine çözme, halkçı demokratik rejim inşa etme arayışında olan güçlerin bir araya gelişiyle açığa çıkan siyasi bir momentti. Devlet orada kendi bekası bakımından yaşamsal, güncel bir tehdit gördü. Bu tehdit baskıcı devletin varlık nedenine yönelik olduğu için, devlet geleneğini temsil eden bütün partiler, kurumlar, oluşumlar bir araya geldi. Haliyle çöktürme planı dediğimiz konsept dar anlamda bugünkü iktidarın etrafında kümelenmiş ittifaktan oluşmuyor. Sözde AKP iktidarına karşı pozisyon alan, muhalefet ettiğini söyleyen CHP gibi burjuva güçlerinde içinde olduğu daha geniş bir ittifakla karşı karşıyayız. Bu çöktürme planı çok geniş bir sistem aklı, olanaklarıyla yürütülüyor.
7 Haziran seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı büyük siyasal halk aydınlanması ve Gezi'de kendini halk ayaklanmasında ifade eden gelişim mantıksal sonuçlarına ulaştığı ölçüde, bu rejim çok köklü, radikal, siyasal, toplumsal dönüşüm, yıkımla karşı karşıya kalacaktı. O nedenle bu tehdidi yaratan güçleri tasfiye edici, yok edici güncel bir strateji inşa ettiler.
2015 İLE BENZER BİR SÜREÇTEN GEÇİYORUZ
HDP İzmir İl örgütüne yönelik bir katliam saldırısı yaşandı. Farklı farklı dönemlerde, farklı biçimlerde katliam saldırılarıyla karşı karşıya geliyoruz. Bu dönem bakımından neden böyle bir yönelim içerisine girildi, ne amaçlanıyor? Deniz Poyraz yoldaşı saygıyla anıyorum, halklarımıza, ailesine başsağlığı diliyorum.
Şöyle bir karşılaştırma yapabiliriz; HDP'ye yönelik saldırı somutunda Deniz'in katledilmesinin bize ilk çağrıştırdığı şey, 7 Haziran 2015 seçimlerinde çıkan sonucu iktidarın kabul etmemesi ve topluma savaşı, çatışmayı dayatması, sonrasında 1 Kasım seçimlerinde kendi iktidarını pekiştiren sonuçlara vardırması.
Aynı değil ama çok benzer bir süreçten geçtiğimizi söyleyebiliriz. Benzer yanları neler: Çok ciddi bir ekonomik kriz var. Rejim içindeki ittifak güçlerinin çatışması, o gün Fethullah Gülen cemaati ile AKP ittifakı etrafında çatışma sürüyordu. Rejim o zaman çok derin bir siyasal ve toplumsal meşruiyet sorunu yaşıyordu. Bugün de bunlar var.
İktidar kendi varlığını tehdit altında hissediyor. İktidarın göstermelik de olsa anayasal reformlara gitme olanağı ve böyle bir aklı yok. Seçimleri kaybederse iktidarı bırakma gibi bir görüş açısı da yok. Tam aksine yapabildiği en mutlak olan şeyi yapmaya çalışıyor. Seçimli faşizm, iktidar değişimi tiyatrosunu oynayamaz hale gelince, seçimsiz iktidarın altyapısını oluşturmaya yöneliyor. Toplumu buna mecbur bırakma, topluma dönük şiddetin her türlü biçiminin artması, her türlü hak gasbının en son sınırına kadar götürülmesi, bu rejimi tehdit eden direniş odaklarının hem içeride, hem Ortadoğu'da, hem Suriye'de tasfiye edilmesi şeklinde bir kurgu ve strateji uyguluyor.
REJİM ARTIK TOPLUMDA RIZA ÜRETEMİYOR 2015'te bunu bir şekilde başarabilmelerinin koşulları vardı. Toplumsal direniş tasfiye olmadı ama 7 Haziran hamlesini de güçlendirecek sonuç üretemedi. Bugün durum çok farklı, rejimin toplumda rıza üretme olanağı kalmadı. Rejimin içinde olduğu krizin çok temel sonucu olarak ittifak güçleri arasındaki kırılganlık çatışma haline dönüşmüş durumda. Bu durum, toplumsal direnişin yanı sıra onları iradesizleştiren bir sonuç doğuruyor.
Üçüncü olarak, rejimin kendi varlığını ikame etmeye dönük emperyalistler arasındaki rekabetten yararlanan konjonktürde ciddi değişiklikler var. Biden ile yapılan görüşmede de belli boyutlarıyla yansımıştı. Her taraftan sıkışmış bir rejim ve iktidar gerçeğiyle karşı karşıyayız yani.
ÖNCÜ GÜÇLER TOPLUMSAL DİRENİŞLERİ BİRLEŞTİRMELİ
Yaşanan sürece müdahale için neler yapılmalı, nasıl bir mücadele perspektifi kurulmalı? Türkiye'nin emekçi sol güçlerinin toplamı, direnişi, talepleri ve amaçlarını toplumsallaştırma bakımından kendi tarihsel rollerini oynayamıyorlar. Sorun ve sıkıntı budur.
Esas itibariyle toplumun her kesimi; hak talep eden, ezilen, sömürülen, mağdur olan, işkenceden geçirilen, öldürülen, kadınlar, gençler, ekolojik yıkımla yüz yüze kalanlar, emekçiler, zaten bu zulüm düzenine karşı tepki halinde, arayış içinde. Kendi akıllarıyla, yaşadıkları deneyimlerin acılarıyla yüzleşerek, cesaretli bir şekilde yapabildikleri neyse ortaya koyuyorlar.
Toplumun öncü güçlerinin sorumluluğu; bu arayışları, itirazları, toplumun öncü güçlerinin de dahil olduğu direnişleri birleştirmek... Sadece siyasal temsiliyetler, partiler üzerinden birliklerle yetinmemek, bütün bu direnişleri toplumsal bir ağ, örgütlenme, ilişkileniş içerisinde bir araya getirecek, birbirini güçlendirecek, birbirinin sorunlarını sahiplenecek ilişkiler, örgütler sistemi içerisinde buluşturmaktır. Çözüm gücü buradan çıkacak.
Bu parçalılık rejim bakımından bu büyük bir olanağa dönüşüyor. Demek ki hak, mücadele, eşitlik, adalet, özgürlük talebini toplumsal temelde inşa etmeliyiz. Direnirken, itiraz ederken aynı zamanda toplumsal kurtuluşun ilişkilerini de inşa etmek gerekiyor. İşte bu dayanışmayı toplumsal düzeyde, sorunun yaşandığı yerde, anında inşa etmek gerekiyor. Böyle bir siyasi ortaklaşma, birleşik bir önderlik ve öncülük topluma sunulduğunda, toplumda büyük bir karşılık bulacaktır.
Bizim 7 Haziran 2015 dediğimiz siyasi başarı tam buradan çıktı. HDK'nin büyük toplumsal paradigması, programı, toplumsal örgütlenme fikriyatı HDP'nin siyasi olarak öncüleşmesini besledi. Büyük bir siyasi başarı elde edildi. Ama o seçim sandıklarına yansıyan siyasi başarı, yeni yaşam dediğimiz, kadın özgürlükçü, eşitlikçi, ekolojist ilişkiler, toplumsal temelde örgütlenemediği için bu büyük potansiyel, meclislerle, uygun biçimde ağlarla bir araya getirilemediği için sönümlendi.
Biz aynı şeyi daha pratik, daha yığınsal olarak Gezi'de de yaşadık. Gezi'nin, Türkiye'deki sol, sosyalist, ilerici, devrimci harekete tarihsel eleştirisi buydu. Bugün bu ihtiyaç o kadar yaşamsal ki.
HDK paradigmasından baktığımız zaman, toplumsal dayanışmayı, direnişi örgütleme, üçüncü seçenek dediğimiz sistem dışındaki halkçı seçeneği örgütleme ihtiyacı o kadar yaşamsal ki, yapacağımız şey son derece açık. Hayatın bize söylediği şey son derece net.
HDP'ye dönük tasfiye, yok etme saldırısı, HDP böyle bir misyonu temsil ettiği, onun siyasi öznesi olduğu için gündeme geliyor. Keza kadınların birleşik hareketine bu rejimin bu kadar düşmanlaşması, İstanbul Sözleşmesi'nden çıkması, kadın cinayetlerini teşvik etmesi, orada kadın özgürleşmesi temelindeki toplumsal özgün hareketin var olmasından doğuyor.
Aradan geçen 5 yıl içerisinde zaman olarak kaybettiğimiz bir dönem var. Örgütsel olarak yetmezliklerimiz olduğu çok açık. Fakat bunu çok hızlı bir şekilde giderebiliriz. Çelişkilerin kendi dinamiği, halklarımızın, ezilenlerin talepleri, hareketi bunu potansiyel olarak olanaklı kılıyor.
Faşizmin yıkılması dediğimiz siyasi hedefi bir anın durumu gibi düşünmemeliyiz. Mesele göreceli daha uzun erimli bir hazırlığın, faşizmin çürümesinin, iç krizinin açığa çıktığı anda, güçlü halk müdahalesini örgütlü bir şekilde yapabilecek hazırlığı yürütüp yürütmemektir. Toplumun demokratik ilkeler, eşitlik, özgürlük temelinde örgütlenmesi meselesidir. Bunun bütün dinamikleri var.
TOPLUMUN BİRLEŞİK SİYASAL ÖZNE OLMA İSTEĞİ Deniz Poyraz'ın katledilmesinden sonra ortaya çıkan tepkide görüyoruz ki, çok ciddi bir halk öfkesi, arayışı var, büyük bir cesaretle katledilmesine karşı yapılan eylemlere kitleler dahil oldu. Bir öncesinde Newroz vardı, 8 Mart vardı... Bu toplumsal birlik arayışının, toplumun birleşik siyasal özne haline gelme isteğinin güçlü olduğu çok veri var önümüzde.
TOPLUMSAL GÜÇLER BİRLEŞİRSE FAŞİST REJİM YARIN DA YIKILABİLİR Bu toplumun sosyalistleri, demokratları, ilericileri, antifaşist, özgürlükçü güçleri olarak, bu toplumsal kaynaşmayı sağlayacak hamleleri yapmak, yüzümüzü topluma dönmek, onun her anı, çelişkisi içerisinde kendimizi inşa etmektir. Bizim Gezi'den ve 7 Haziran'dan beri kaybettiğimiz zaman budur. Böyle güçlü tarihsel deney var. Bu deneyimi bir akla ve iradeye çevirebildiğimiz ölçüde bu rejim yarın da yıkılabilir. Ama bunu başaramazsak bu rejim 30 yıl da sürebilir.
Kendi tarihsel misyonumuza bu tip ölçülerden bakmalıyız. Ve tabii ki umutlu olmak için çok neden var. Bu toplum pratik olarak umudu, eylemi, itirazı üretiyor. Ama bu umudu örgütlü, birleşik güce çevirmek için her türlü fedakarlığı yapmalı, kendimizi değiştirmeli, yenileyebilme gücünü sağlamalıyız.
2 notes
·
View notes
Photo
Korkunç bir şey. Tokat’ın Almus ilçesinde Alevilerin yaşadığı köylerin Sağlık Bakanlığı logolu bir haritada fişlendiği ortaya çıktı.
5 notes
·
View notes
Photo
Maraş Katliamı Maraş’ta bitmedi!
Maraş katliamı davasına katılan üç müdahil avukatın üçü de katledildi. Ceyhun Can 10 Eylül 1979’da, Halil Sıtkı Güllüoğlu 3 Şubat 1980’de ve Ahmet Albay 3 Mayıs 1980’de öldürüldü.
Davalar 23 yıl sürdü. 22 kişi idam (İdam edilenler kışkırtılmış sivillerdi, asıl kişiler değil), 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1-24 yıl arasında ceza aldı.
1991’de çıkan TMK ile ceza alanların bir kısmının cezası yattığı yıllara sayılarak ertelendi, diğerleri serbest kaldı. Katliamda birinci dereceden rol aldığı belirtilen 68 kişiye ise hiç ulaşılamadı. Zamandan yararlanıp çoğunu habersizce çıkartıp, yurt dışına diğer katliamlar için özellikle Madımak Katliamına hazırlık için gönderdiler. Maraş katliamının baş aktörü Ökkeş Kenger daha sonra adını Ökkeş Şendiller olarak değiştirdi ve ANAP ile BBP ittifakı tarafından milletvekilliği ile ödüllendirilip, TBMM’ye sokuldu.
Ve Kılıçdaroğlu 19 Aralık 2020’de bu teröristlerin peşine düşmek yerine, bu teröristleri “komando kamplarında” eğiten, eline silah veren ve katliamların gerçekleşmesini bizzat sağlayan Türkeş’in evine giderek destek ve dostluk mesajları vermiştir. Umarım sizlerle bir gün bir yerlerde karşılaşmayız.
0 notes
Text
DEVŞİRME TÜRKÇÜLÜK, DEVŞİRME TÜRKLER
Bu fotoğraf da gördüğünüz katillerin hiçbirisi Türk değil. Ama Türklük ve İslam söz konusu olduğunda en büyük Türkçü ve İslamcı kesiliyorlar milletin başına. Bu nasıl olur demeyin? Devşirme Türk bunlar. Devşirmelik bir Osmanlı ve Bizans sistemidir. Aynı zamanda derin bir ilişkidir, derin devlet ilişkisi.
Konuya girmeden devşirmeler üzerine bir kaç önemli nokta:
1)- Agos gazetesinin Türkiye Ermenisi genel yayın yönetmeni Hrant Dink 19 Ocak 2007'de Rum kökenli Türkiye vatandaşı Ogün Samast adlı devşirme tarafından öldürüldü. Devletin ağırlık Noktalarında, Milli Güvenlik Strateji Belgesi adıyla alınan bir kararla, Hrant'ın katilleri devşirmeler, BBP adlı paravan olarak kullanılan bir partide eğitilmişler. Muhsin Yazıcı'nın deyimiyle,''birileri tarlayı sürmüş''.
2)- Hrant Dink, Alparslan Türkeş'in Ermeni kökenli olduğunu, (1915-18 yıllarındaki Ermeni Tehciri sırasında ailesinin öldüğünü) ve Kıbrıs'dan göç gelen bir çift tarafından evlat edinilen Sivaslı bir Ermeni yetimi olduğunu iddia mişti... _(Bu iddiaya karşı ise Türkeş'in dedesinin Kayseri'den Abdülaziz tarafından Arazi anlaşmazlığı nedeniyle Kıbrıs'a sürgün edilen birisi olduğu iddia edildi. 1860 larda Abdülaziz'in Kayseri sürgünleri nedense Rumlardı, öyleyse Rum kökenli olmalı, ki bunu iddia edenler bu işin altını üstünü düşünmeden bir yalan uydurmuşlardı.)
3)- AlparslanTürkeş 1934 yılında İstanbul-Gebze-Tuzla'da bir adres gösterilerek Türk Vatandaşlığına geçer. Yanlış anlamadınız: Türkeş, 1934 yılında Türk vatandaşı olur. Burada büyük bir Ermeni yetimhanesi vardır. Hrant Dink'de burada kalmış bir yetimdi. Türkeş'in Ermeni yetimi olduğunu bu yetimhanenin kayıtlarına dayanarak iddia eder. Ama bu iddia sonrası bu yetimhane ortadan kaldırıldı.
4)- Alparslan Türkeş ismi onun gerçek ismi değildir; Feyzullah ve Ali gibi en fazla çoçukluk ismi olan ve yer değiştiren bir kişilik olarak görülür. Aslını unutturmak için bunu bir yöntem olarak seçmiş olabilirler. Askeri Lise ve Harp Okulunda okutulan Türkeş 1948'ler de ABD'ye özel harb yani iç savaş eğitimi alması için 16 subay ile birlikte gönderilir. Bu 16 subay daha sonra kontrgerilla tartışmalarında ismi ön planda olan subaylardır.
5)- Munis Tekinalp (Moiz Kohen) en ünlü Türkçülerdendi, (devşirme türkçü anlayın) ve Nihal Atsız ile Alparslan Türkeş'i parlatan şahsiyetti.
6)- Osmanlı döneminin ilk Türkçüsü; fikirlerinden dolayı Çarlık Rusyası'nda barınamayan Osmanlı'ya gelen, ama Osmanlıda da ''devrimci milliyetci'' fikirlerinden dolayı barındırılmayan Yusuf Akçura'dır, ki türkçü düşüncelerini 1905'de Mısır'da yazdığı ''Üç Tarzı siyaset'' adlı makalesinde açıklar: Osmanlıcılık, Yeni Osmanlıcılık ve islamcılık akımları çökmüştür. Şimdi Türkçü fikirlerin zaman��dır ve Demokratik bir ulusal devlet yaratılmalıdır. Akçura, Rusya'da Lenin ile aynı mahallede yaşamış, arkadaşlığı olan aydın bir kişilik; bir Kazan Türkü idi. Devrimci-Demokratik Milliyetciliğin ve Türkçülüğün temsilcisidir. Bu yüzden devşirmeler ve ırkçılar onu sevmedi, öldürmek istediler.
-Sonra Ziya Gökalp türkçü fikirlere sarılır (1912) ama Gökalp devşirme bir turancı idi; Yunan yalancı ideası Helenizm gibi anavatan ve öz vatan fikri olmayan hayali bir ''kızıl elme ve turan ülküsü'' geliştirdi, İttihatçı ve Terakkicilerin (birlik ve ilerleme partisi) idologu idi ve turancılık edebiyatı Osmanlının çöküş edebiyatı oldu, Gökalp bir devşirme idi, ayakları ve kaynağı bu topraklarda değildi, ayaklar yere basmıyordu. Sonuçta devşirmelerin hayali turan ideolojisi Osmanlıyı çökertti.
7)- Bu fikirleri, 1905 doğumlu Nihal Atsız devraldı. Gümüşhane Midi kökenliydi ama en katı türkçü fikirleri savunuyordu. Hitler'in anti Komünizm adlı ırkçı-faşist ideolojisinden çok etkilenmiş, Hitler ile duygusal-düşünsel bir yakınlık kurmuş, Hitler hayranı olmuştu; saçlarını bile Hitlerin kuaföründen çıkmış gibi kestiriyordu, ki Hitler yenilince aldığı sert eleştiriler konusunda, faşist olduğunu reddedecek, türkçüyüm diyecekti. "Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri" adlı makalesini yayınlayarak yer ve kült isimlerinin değiştirilmesinde ırkçı-yıkıcı rol oynadı.Türkiyat Mecmuası, Orhun ve Ötüken gibi bilinen tüm ırkçı dergiler ona aittir. Kafasında bir türkçülük ideası vardı, öz vatan, ana vatan fikri dışında bir turan ideali savunuyordu, tıpkı yalancı Yunan ideası yani Platon'un yalancı ideası, mutlak idealizm gibi. Neredeydi bu turan veya Mutlak İdea? İdelerin Göğünde mi? Ama Atsız'ın, ''öz yurdunda garipsin, özyurdunda parya'' gibi turan dışı gerçekçi nesnel söylemleri de vardı, bu yüzden Sansaryan Han'da solcu Aydınlar ile aynı dönemde tabutluklar da kaldı. Irkçılık davasında yargılandı. M.Fuat Köprülü, Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şâik Gökyay, Pertev Nâilî Boratav, Nihad Sâmi Banarlı , Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi araştırmacılar ile hocalık veya arkadaşlık ilişkisi vardı ama ırkçı fikirlere kaydıkça hepsinden ayrıldı. Başkurt Devrimi'nin önderleri ve türkçüler Zeki Velidi Togan ve Abdülkadir İnan gibi isimleri de nedense destekleme gereği duymuştu.
-Bu dönem yani 1945'ler ABD Emperyalizminin Türkiye'ye Marssal Yardımları ile Trumann Askeri Doktrinini yani Sovyetlere karşı savaşı kabule zorladığı yıllardı: İçinde Alparslan Türkeş gibi önemli bir devşirmeninde olduğu 16 Subay ABD'ye Özel Harb yani iç savaş eğitimine gönderildi.
8)- Ama tam bu dönemde devşirilip Askeri Lise ve Harp Okulunda okutulan Türkeş, Atsız'ın yanına bilinçli olarak bir karanlık el tarafından sokulur. Irkçılık Davası hemen öncesinde olur bu. Atsız bundan sonra bütün enerjisini Türkeş'e karşı harcayacaktır. Zaten ileride bu karanlık el bu defa devşirme Devlet Bahçeli'yi Türkeş'in yanına yerleştirir. Durum aynen Kurtlar Vadisi'nde olduğu gibidir. Bölükbaşı'nın Partisi bunların hesaplaştığı alan olur. CKMP'nin 1965 Adana Kongresinde Türkeş, Atsız yanlılarına karşı kongreyi alır. Büyük çatışma çıkar. Türkeş İstanbul'a kadar öldürülmek için takip edilir ama yakalanamaz, çünkü karanlık bir el onu hep korumaktadır.
Atsız istese Türkeş'i bir kaşık su ile boğar ama başka büyük karanlık güçler devrededir. Atsızın attığı türkçü temel üzerine devşirme Türkeş öyle görkemli islamcı binalar kurar ki Atsız kahrından ölür. Ama bir farkla, Türkeş Atsızın türkçü fikirlerini reddeder, Türk - İslam Sentezi fikrini geliştirir: Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar müslümanız der.Bu söz, Türk İslam sentezi teorisinin özetidir. Atsız ise orduda iken Arap kökenli bir Türkiye subayına selam vermediği için ordudan atılmış bir ultra türkçü isimdi; Türkeş ile Atsız çok farklı politik kişiliklerdir. 180 derece zıt düşünceleri vardır. Atsız, Abdülhamit, Halim Paşa ve M. Akif gibilerin ortaya attığı siyasi İslamcı ideolojiye ve Türkiye'nin islamcılaştırılmasına şiddetle karşı çıkmış ve bu ideolojik akımın karşısında dik durmuştur. Ve Türk-İslam sentezini savunan Ülkücüleri daima terslemiştir, ortak çalışmadan çıkarmıştır. Sadece Türkçülüğün savunucusu olmuştur. ''Ben ne faşistim, ne demokratım. Ben, yabancı kaynaklı hiçbir fikri benimsemeye tenezzül etmeyecek kadar gurura malik bir Türk’üm'' demiştir''.
9)- Ama Türkçüler içinde Yusuf Akçura dışında demokratik milliyetciliğe ve ulusculuğa vurgu yapan olmamıştır. Akçura ileri görüşlüdür. Bu yüzden devşirme Türkçüler onu Büyük Ada'ya hapsetmiş, kendisine ölüm korkusu ve cehennem yaşatılmış ama savaşı kaybeden Osmanlı esirlerini kurtarmak için onu Rus Devrimi Lideri Lenin ile görüşmek ve esirleri almak için Rusya'ya göndermişler, başarılı şekilde esirler getirilmiştir.
10)- Devşirmeleri uzatabiliriz, sayıları öyle çok ki!!! Örnek mi? Mehmet Ağar: Elazığ kökenli Ermeniler, Ağar ile akrabalık ilişkisi kurarlar. Tehcir sırasında bunun ailesini ittihatcı Celal Bayar koruyor. Ağar'ın babası Bayar'ın yanında C. Başkanlığı köşkünde çalışıyor. Ağar Köşkte doğuyor. İyi yetiştirilmiş bir İç savaş uzmanı, özel harbci. İç savaş için insan yetiştirilir demeyin, türkiye bütçesi bu özel harbe gitti. Ayrıca Siyasal Bilimlerde Mahir Çayan ile birlikte öğrenci ve kendi deyimiyle Mahir Çayan ile futbol oynamış ama Çayan, Ağar'ı kendi çevresinden uzaklaştırıyor. Çayan o yıllarda Beşiktaş Gençlerde futbolcu aynı zamanda.
11)- Ağar sonraları Korkut Eken ile birlikte Türkiye'yi rayından çıkaran katliamlar ve uyturucu kaçakçılığı ile tanındı. Korkut Eken ise, ben Afyon Lisesi'nde okuduğum 70'li yıllarda, onun ismi gazetelerde Güney Doğu Anadolu MİT Bölge sorumlusu olarak parlatılırdı. O zamanlarda henüz Kürt hareketi yoktu ve Korkut Eken Kürt köylülerini yakalamış halde ya da askeri tatbikat altında askerlerin hayvancılık yapan kürtlerin çadırlarını basan, dağıtan grubun en önünde gözükürdü. Dedim ya, türkiyeyi rayından çıkaran insanların başında Eken ve Ağar gelir. O yıllarda Afyon köylerinde de Jandarma baskısı vardı ve bu uygulamalar benim hep nefretimi çekerdi. Korkut Eken operasyonlarda ülkücüleri kullanan ilk devlet görevlilerindendi. Bunların başında Alaattin Çakıcı gelir. Aynı dönemde Ağar ise devşirme Süleyman Soyluyu devşirir.
Devşirme sistemi, amacı için herkesi kullanır, ama bir devşirme için görev kutsaldır ve yalnız bir başka devşirme ile çalışır. Son zamanlarda devşirme kültürü bütün topluma yaydılar, herkes devşirmelerin yalanları ile kandırılıyor, bunların başındada Yörük gençleri geliyor. Toplumda tarih bilinci öyle zayıflatıldı ki, Yörük internet siteleri, tamamı bu devşirme kültürü yayıyor. Bu konuda bir tartışmaya kendilerini kapatıyorlar ve devşirmelerin hegemonyası altına yatıyorlar.
12)- Alaattin Çakıcı ailesi daha Trabzon'da derin devlet ile ilişkide olan, doğru dürüst türkçe konuşamayan, sonra İstanbul Gültepe'ye göç etmiş, Rum kökenli bir aile. 1960'lı /70'li yılların Gültepesi'nde aile epey bir araziye el koyar ve buradan elde ettiği rantı ticarete, kahvehaneye ve otele yatırarak sermaye olarak palazlanır. 1970'lerde gelişen devrimci hareket karşısında derin devlet uyuyan hücrelerini uyandırır ve Çakıcı ailesini devrimcilere karşı kullanır. Aile Gültepe'de ali kıran baş kesen kesilir milletin başına; haraç alma, insan kaçırma, tehdit sıradanlaşır. Ve Devrimci Sol Güçler Çakıcı'nın ailesini cezalandırır. Çakıcı o zaman tıfıl bir çocuktur. Ama yetiştirilip derin devletin önemli bir operasyonal unsuru olur. Katliam, adam kaçırma, uyuşturucu, kadın ticareti gibi tüm pis işlerin adamı olur. Derin devletin kendi İç çatışmalarında öldürülmek istenir ama Gladio onu hep korur. Ben 2002 Kandıra F Tipi B blokta en arkada en dip hücrede tutuluyordum, Çakıcı Koridorun başında süngerli odada keyf çatıyordu. İlişkilerine de epey bir tanıklığım var. Ecevit hükümeti zamanında başbakan yardımcısı devşirme Bahçeli onu hapisten kurtardı, ama kirli mafya işlerden tekrar yakalandı. Bahçeli onu şimdi tekrar tahliye ettirdi. Şimdi onu derin devletin merkez komitesine aldılar. Bu fotoğraf onun fotoğrafı. Derin devlet girişeceği katliamların başına önce Sedat Pekeri getirmişti. Peker'de bir alevi devşirmesi idi ama o daha çok Avrasyacı gruba yakındı, Veli Küçük ile daha iyi anlaşıyordu, oysa şimdi su başlarını Nato_Gladio tekrar tutmuştu. Bu yüzden onu sorunlu şekilde görevden alıp Çakıcı'yı yerleştirdiler. Sedat Peker can güvenliğim yok diye yurt dışına kaçtı.
DEVŞİRME TÜRKÇÜLÜĞÜN TEORİSİNİ KİM YAPTI?
Kim bunlar? dediğimizde karşımıza büyük bir yanar döner, esfeli safiline inmiş, eli kanlı, vicdansız, ahlaksız, bozuk ve fersude tiplerden oluşan o bildik gürüh çıkıyor. Ziya Gökalp, Alparslan Türkeş, Bahçeli, M.Ağar, S. Soylu, vb. leri. Hiçbirisi Türk değil. Ama hepsi birer ideolojik olarak aşırı ve ırkçı türkçülüğü savunuyorlar. Neden? 1944 Irkçılık davasında baş sanık olan Midili Nihal Atsız'ın Türkeş ile kavgası ilginçtir. Ermeni kökenli olan ama ailesi 1915 sonrası tehcirde yok olduğu için müslümanlaşmış Rum bir aile'de yetiştirilen, bütün devşirmeler gibi Türkle ilgili olması açısından ''Türkeş'' soy ismi verilen Alparslan Türkeş yani 27 Mayıs'ın şiddete aç, kana doymaz devşirme subayı Türkeş, CKMP içinde Nihal Atsız ve ekibini devirdiğinde, yaşlı Atsız şöyle demişti: ''Sen Türklüğü bitirmek ve türkçüleri kovmak için içimize gönderildin''. Peki Türkeş'i kim gönderdi. Türkeş, bundan önce NATO'da görevlidir. Ona bu görevi NATO-Gladio vermiş olabilir mi? Mümkün. Çünkü yukarıda saydığım Devşirmelerin hemen hepsi bugün Türkiye'de Gladio-Nato'cu klik olarak adlandırılıyorlar. Çünkü Türkeş bu yıllardan sonra, ABD'nin parasıyla Türkiye'de Komünizm ile mücadele adı altında sivil faşistlerden devşirip eğittiği, yarı resmi paramiliter komandolar ile Devrimci Gençleri katletmeye başladı. Ve Amerikan emperyalizmi adına çok önemli rol oynadı. Aynı zaman diliminde Saadi Nursi Komünizm ile Mücadele Derneklerini kurmuş, Amerikan Büyükelçiliği desteğiyle faliyet yürütüyor, Fettullah Gülen gibi devşirme unsurları eğitiyordu. Bu anlamda Türkeş ile Gülen ikiz kardeş gibidir. Aynı günlerde paralel yürüyen Akıncılar Derneği içinde Tayyip Erdoğan güruhu da, Devrimci Gençlere karşı, Amerikan 6. Filosunu desteklemek için Kanlı Pazar olaylarını tertipliyorlar, devrimcileri katlediyorlardı. Türkiye büyük bür dönüşümün içindeydi. Bütün karanlık güçler özgürlük yanlılarına karşı birleşmişti. Bu saydığım olayların hepsi aynı merkezli örgütsel faliyetlerdi. Ama önemli rol Türkeş'in rolüydü.
DEVŞİRME TÜRKÇÜLERİN EL KİTABI YA DA DEVŞİRME TÜRKÇÜLÜĞÜN TEORİ KİTABI
Türkeş görevlendirildiği faliyet gereği kendisine bir kitap yazdırıldı. Adı Dokuz Işık. İşte orada Devşirme TürkçülüğünTteorisini yaptı. Açık açık yazdı: '' Türkçülük fazilet ve şuurdan gelir '' dedi. Bu tanım tüm devşirmelerin cesaretini bine katladı. Devşirmeler psikolojik ve ideolojik gıdasını bu kitap ile aldı. Türk kökenli olmayan devşirmeler böylece şuur yani bilinç ve fazilet gereği türk oluvermişti: Türkün, türk olması için türk soyundan gelmesine gerek yoktu. Devrimci hareket bu devşirme teoriye karşı mücadele etti, ama nedense sol içinde D. Perinçek gibi şaibeli devşirme isimler bu teoriyi destekledi. Oysa Türklük dendiğinde, kendilerince hemen bir ırk düşüncesi ortaya atıyorlardı ama köken dendiğinde türklük şuurdan gelir demişlerdi. Gerçekte bunların ideolojik yapılarına göre olması gereken ise ''türklük belden gelir'' olmalıydı şuurdan değil. Alparslan Türkeş kendi devşirmeliğini ve Ermeniliğinin üzerine örtü çekmek için, bunu uydurmuştu ama iyi uydurmuştu teoriyi. Yıllarca Türk gençleri bu uydurmaya inandı, bunu kendi sırtlarına tabela olarak astılar, plakaları, kimlikleri yaptılar. Hemen belirtelim, dünyada bilim insanlarınca kanıtlanmış saf bir ırk yok, haliyle bunların şuurdan çıkaracakları bir ırk kavramı da, öncülleri ırkçı teoriler gibi tutmazdı. Aynı dönemde Anadolu ve Rumeli'de tarikatlar aynı role soyundu, kendilerini çok eski dini tarikatlara ve şeyhlere dayayan vilayetnameler yaydılar, şeyhler icat edip uydurdular. Onlarda aynı şeyi söylediler: Şeyhlik bize belden değil, elden geldi. Bu benzerlik de çok ilginç. Oysa aynı dönemde Devrimciler Türkiye'nin bağımsızlığı ve demokratikleşmesi için bedel ödüyorlardı. Bu saydığım feodal artıklar devrimcilere çelme taktılar ve ülkenin gelişmesi önünde duvar ördüler. Bu günlerin sonucu olarak ülke bugün diktatörlüğe ve despotluğa evrildi.
Türkeş'in Ermeni kökenli bir bebek olarak devşirilme düşüncesine, Hrant Dink, Tehcir'de ermeni çocuklarının akıbetini araştırırken ulaşıyor. Yoksa biz Türkeş'i Kayseri-Kıprıs arasında yaşayan, sonradan türk vatandaşlığına geçmiş rum kökenli biri olarak biliyorduk. Onun Türkeş soy ismini alması bile onun türk olmadığını gösterir. Çünkü soy isim kanunu sırasında türklük ile ilgili soy isim alanların hiçbirisi türk değildir. Bunlar merkezi olarak ve bilinçli verilmiş soy isimlerdir. Bir türkün, türklük propagandası yapmaya ihtiyacı olamaz, çünkü o türk zaten. Oysa türk olmayan devşirme Türkler psikolojik olarak hep rahatsızdırlar ve türke türk propagandası yaparlar. Türke türk propagandası yapan hiç bir kimse türk ve türk kökenli değildi, olmadı.
Devşirmelerin hayatı da psikolojik olarak çok karışıktır: Kürt Ziya Gökalp intihar eder. İntihara bağlı ölür. Türkeş, 65 yaşında iken genç bir kızla evlenir, evliliği önce yalan söyleyip yalanlarlar, seval türkeş'e kendi gazetelerinde ''başbuğuma hizmet için yanındayım'' dedirtirler, bunu resmi ideolojik yayınları Hergün gazetesinde yazarlar ama çocukları olur, kendi içlerinde bile Türkeş'in evliliği infial olur, ahlakilik sorgulanır. Bahçeli ise yanar döner tiplerin ve devşirmelerin şahıdır; Anadolu halkı Bahçeli gibi fersude tipler için şunu söyler. Ne sırtı belli ne karnı, ne anası belli ne babası. Gerçekte dedesi Rum ve Ermeni eşkiyalara bağlı olarak halka kan kusturur ve asılır. Bahçeli, bütün bunların psikolojisi altında kin ve öfke dolu bir hayat sürer. Bütün devşirmelerin ortak bir yanı utanmazlıklarıdır. Bahçeli'de utanmaz birisidir: Para vererek hakkında ''Türkmen Beyi'dir diye kitap yazdırır. Bahçeli için hangi bilgiye ulaşırsanız ulaşın karşınıza hemen şu bilgi çıkar: Ailesi CHP'li idi. Bu çok büyük bir yalandır. Bahçeli'nin ailesi değil CHP, tam tersine 1950'ler sonrası CHP düşmanı bir ailedir. Devşirmeler CHP'yi sevmez. 1923 sonrası CHP türkçü uygulamaları devşirmelere yer vermez onları dışlar. Bu yalan Bahçeli gibi bir devşirmeyi meşrulaştırmak için uydurulmuş bir yalandır. Birde, hayatında bir kız tanımış o da solcu imiş, denir. Bu da büyük yalan. Tayyib Erdoğan ailesinin geçmişi de eşkiyadır ve halk düşmanı bir kültüre sahiptir, onun da aslı Rum ama o kendisini ve ahaliyi Gürcüyüm diyerek aldatır, yakın dönemde müslümanlaşmış olmalarından dolayı psikolojik olarak kendini herkesten daha çok müslüman görür. Bu devşirmelerin en önemli bir özelliği de kendilerini herkesten daka yüksek Türk, herkesten daha fazla müslüman görmeleridir. Bunlar aslında türk olmayan türkçü, müslüman olmayan islamcılardır. Bu da şunu gösterir; devşirmelik bir kültür ve yaşam biçimi haline gelmiştir: Bir faşizm ve despotluk gibi bir ideolojik devşirme sistem doğurmuştur. Bütün toplum ve Türk Tarihi bu devşirme ideolojinin rengiyle boyanmak isteniyor. Başarılı da oluyorlar.
Özet olarak:
Devşirmelik bir Osmanlı ve Bizans sistemidir. Küçük hıristiyan çocuklar ufak yaşta ailelerinden zorla koparılıp alınırlar, öz kimlik ve kültürleri onlara unutturulurdu; eğitilirler ve yeteneklerine göre ya Yeniçeri olarak orduya ya da bürokrasiye alınırlardı. Tüm Osmanlı vezirleri-azamları ile ricali bu devşirme sisteminden gelme devşirmelerdir. Bundan dolayı Osmanlı Türkçe konuşan halkı aşağılardı, türkün bir değeri yoktu. Bunların en ünlüleri Veziriazam Pargalı İbrahim Paşa idi. Roma'nın yıkılışı ile Doğu Roma'ya yani Bizans'a kaçmış ünlü rum ailelerdendi. Bugünün Türkiyesinde de, Derin Devlet aynen bu Devşirme Sistemi üzerine çalışır. Eski Rum-Ermeni bir çok aile, ki onlar çok katliam ve korku gördüler, doğrudan derin devlet ile ilişkililerdir ve derin ilişkiler kirli insanlarını bu ailelerden topluyorlar. Trabzon, Tokat, Kayseri, Erzurum gibi sayısız eski Rum ve Ermeni merkezler eskiden beri derin devletin devşirme alanlarıdır. Daha yenilerde islamı kabul etmiş bu merkezler psikolojik olarak en iyi müslümanın kendileri olduğunu sanıyorlar. Öyle sayısız il ve ilçeler varki insan bu devşirme kültür karşısında şaşırıp kalıyor. Sözgelimi Trabzon Of ilçesi. Burası tarihde türk göçü almamış en koyu hıristiyan merkezlerden birisi, sonradan islamı kabul etmişler, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da Türkleşmiş bir yer. Ama gel gör ki tüm imamlar sanki buradan çıkmış gibi, Of ilçesi Türkiyeye ve Avrupaya imam ihraç eden bir yer olmuş. İşte devşirmelerin başarısı diye ben buna derim. Kim bu devşirmeler? Bu başarı nereden geliyor?
“Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’den başka milletlere arada yanlış bir din anlayışıyla Araplara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırkdaşlarının etkisiyle Arnavutlara özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken ‘kavmi necip’ deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türkler, ikinci planda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyorduk.''
Osmanlı devşirme sistemidir ve Türkler orada İdrak-ı bi İdrak'dır. İdraksız Türk yani.
Bayram Kaya
2 notes
·
View notes
Photo
''Martinovcu kaosun kaynağı nerede aranmalı? Demokratik ve sosyalist dönüşümlerin birbirleriyle karıştırılmasında, burjuvazi ile proletarya arasında yer alan halk tabakasının, yani yoksul kent ve köy nüfusundan oluşan küçük-burjuva kitlenin, yarı-proleterlerin, yarı-iş adamlarının rolünün unutulmasında, minimum programımızın gerçek anlamının anlaşılamamasında (ki bunlar, burjuva devletine yönelik sosyalist taleplerdi) ... Aslında, bu programdaki tüm ekonomik ve politik reformları, cumhuriyet, halkın silahlandırılması, kilise ile devletin birbirinden ayrılması, tüm demokratik özgürlükler, kararlı ekonomik reformlar taleplerini hatırlayın. Bu reformların, alt sınıfların devrimci-demokratik bir diktatörlüğü olmaksızın burjuva toplumunda hayata geçirilmesinin imkansız olduğu anlaşılmıyor mu? Burada yalnızca burjuvazi karşısındaki proletaryanın değil, her tür demokratik dönüşümün aktif motorunu oluşturan alt sınıfların söz konusu olduğu açık değil mi? Bu sınıflar, proletarya artı küçük-burjuva bir yaşam sürdüren milyonlarca ve milyonlarca kentli ve köylü yoksul demek.'' (Lenin, aktaran A. Rosenberg, Bolşevizm Tarihi, Habitus Kitap, sf. 42-43)
2 notes
·
View notes
Text
Lenin yaşadı, yaşıyor, yaşayacak” [AK-47 Fabrikası, Macaristan 80’ler]
Birinci Dünya Savaşı esnasında
San Karlo’daki İtalyan hapishanesinin
Ağzına kadar asker kaçağı, eşkıya
Ve berduşla dolu bir hücresinde
Sosyalist bir asker silinmez bir kalemle
Duvara şu yazıyı yazdı:
“Yaşasın Lenin!”
Yarısı karanlıkta olan hücrede
Duvarın üst kısmına
Tavana yakın yere yazılan bu kelimeler
Güçbela fark ediliyordu.
Ama gardiyanlar yazıyı gördü
Tehlikeli cümleyi silmek için
Bir boyacı gönderdiler hücreye
Ellerinde fırça, bir kova beyaz boya ile.
Fırça yazının yüzünü örtse de
Bu sefer duvara kalemle değil, yazıldı tebeşirle:
“Yaşasın Lenin!”
Sonra başka bir boyacı geldi,
Tüm boyayı sürdü duvarın her yerine.
Yazı silinmiş gibiydi.
Ama ertesi sabah
Duvardaki nem kuruyunca
Yeniden gösterdi yüzünü:
“Yaşasın Lenin!”
Bu sefer gardiyanlar
Bir taş ustasıyla girdiler hücreye.
Usta geçti duvarın karşısına, elindeki raspa ile.
Bir saat boyunca harf harf kazıdı cümleyi.
Işıl ışıl parladı duvarda iş bitince.
Taşa sinmişti bir kez, ele geçiremezdi onu kimse.
“Yaşasın Lenin!”
Asker ustaya baktı ve ona
“Dilersen yıkabilirsin duvarı” dedi çaresizce.
-Bertolt Brecht
7 notes
·
View notes
Text
SIVEREK'TEN GELEN ÖLÜM HABERLERİ..
Diyarbakır Valisi "2 tavuk için adam öldürür,2000 koyun kesip barış yemeği verirsiniz" dedi.
Kızdık nasıl oyle der diye haklıydı.
Aysun Kayacı"Benimle bir çobanın oyu bir degil"dedi kızdık protesto ettik.
Karadenizli bir ögretmen"Karadeniz de hiç Şeyh yok neden hep doğuda,sizin memleketinizde var",dedik ma biz sayılı müslümanlar'danız.
Hayal kuran birimiz incelediği arabayı begendin mi diye soran kişiye" keşke ağam böyle bir araba alsa da bende yıkasam" dedik.
Kızımız,bacımız kendi istediği birine kaçtı namus meselesi dedik" iki kat başlık parası alınca sulh sağlandı"
Para bir yerde temizledi.
Şehirlerden köye dönen paralıya toplum olarak koşar adım yaklaştık,övdük baştacı yaptık,"bu parayı nerden getirdin"diye sormadık.
Çalması hak yemesi ilgi alanimizda olmadi,haksız kazancı cok sevdik,çalamayana beceriksiz ise yaramaz dedik.
Yol verme yuzunden gencecik cocugu(Sidar)i vurduk,kimse ya ne oluyoruz demedi.
Adam öldürüp,haksızlık yapanları hapisten cikista omuzlarda karşıladık,baş köşeyi onlara verip,saygınlık kazandirdik.
Önce faizle para verip,sonra intihara kadar olaylara sebep olduk,ortada ne arpa vardi ne araba.
Yılbaşında silahların pasını attik,belki Tsk'nın envanterinde bile olmayan silahları yılbaşı karmaşasına denedik.
Bir zamanlar başörtüsünü attığında kavgayı ölümleri durduran,silah sıkmanın en buyuk ayıp olduğu kadınların başını taşla ezmeye başladık.
Hergün birbirimizi öldürüyoruz,gecerli bir sebebimiz yok lakin iyi sebepler buluyoruz.
Bir iste ustayız,taziyelerde boy gösterme,ve rahmet dileyen sosyal medya paylasimlarinda..
Niye sormuyoruz ne oluyor bize?
Hasan Yeşiltaş..
4 notes
·
View notes
Text
instagram
1 note
·
View note
Text
"Hangi genç yazdıysa alnından öpeyim. Hiç haksız da değil"...
"Gençlik gelecek gelecek Sosyalizm"
Bir genç yüreğin gözüyle kuşak çatışmasının iyi bir resmî ve karşılaştırılması yapılmış. Bildiğimiz ve konuştuklarımızı bir biriyle bağlantılı ve yazı formatında ele almış. Zaman ayırıp iki dakika okursanız yaşamınızda bir karşılığı olacağına inanıyorum
MUHTEŞEM BİR YAZI........
Ben 21 yaşında bir üniversite öğrencisiyim. Yazılarınızı fırsat buldukça okuyorum.
Yazılarınızda sık sık “Gençlik nereye gidiyor?” türünden yakınmalarınız oluyor? Gençlik derken herhâlde lise ve üniversite öğrencilerini kastediyorsunuz. Bu durumda ben de nereye gittiğini çok merak ettiğiniz o grubun bir üyesiyim.
Madem bu ülkede yaşayan insanları gençler ve yetişkinler olarak ikiye ayırdınız, ben de siz yetişkinlere bazı sorular sormak istiyorum.
Bir köşe yazarı olarak gençlerin nereye gittiğinden çok, yetişkinlerin nerede durduğuyla ilgilenmeniz gerekmiyor mu?
Ülkenin başını belaya sokan olayların başaktörleri genelde gençler mi, yoksa yetişkinler mi?
Bu ülkede yüz binlerce öğrenci tek bir soru fazla yapabilmek için dirsek çürütürken, birileri sınav sorularını ve sorularla birlikte gençlerin hayallerini çaldı ve geleceğimizi çürüttü. Bu soruları çalanlar lise öğrencileri miydi?
15 Temmuz’u planlayanlar kaçıncı sınıfa gidiyordu?
Milletin yüzüne baka baka yalan söyleyen siyasetçiler hangi üniversitede okuyor?
Sanatçı kimliğiyle her türlü ahlaksızlığı yapanlar ergen mi?
Din adamı sıfatıyla ekranlara çıkıp inancıma ve değerlerime küfredenler kaç yaşında?
Sinemada 7 yaş üstüne uygun olarak işaretlenmiş filmde bel üstüne çıkamayan yapımcılar kaç doğumlu?
Lütfen artık gençliğe laf söylemeyi bırakın da yetişkinlere bakın ve “Sizler bu ülkenin geleceğisiniz!” gibi klişe sloganlardan vazgeçin.
Çünkü sizler bu ülkenin bugünüsünüz. Siz yaşadığınız günü bile kurtaramazken, yarınları kurtarma işini niçin bize ihale ediyorsunuz?
Kimin elinin kimin cebinde belli olmadığı, çarpık ilişkilerle dolu dizilere reyting rekoru kırdıran sizlersiniz. Kan damlayan, şiddet kusan senaryoları siz yazdırıyorsunuz.
Evlilik gibi kutsal bir müesseseyi, evlilik programlarında virane bir gecekonduya dönüştüren yine sizsiniz.
Youtube fenomenlerini seyrediyoruz diye ağlaşıyorsunuz. Ama o fenomenlere film çektirip parayı götüren sizlersiniz.
Siz gece kulüplerinde kavga eden futbolcuları el üstünde tutarken, okul koridorlarında kavga eden öğrencileri disipline gönderemezsiniz.
Bir yandan her türlü rezilliği özgürlük olarak sunan, cinsiyetsiz bir toplum özlemiyle yanıp tutuşan yazarların kitaplarını okurken, bir yandan ailenin öneminden bahsedemezsiniz.
Yetişkinler para hırsıyla sürekli inşaat yaparak şehri betona boğarken, gençlerden geleceği inşa etmelerini bekleyemezsiniz.
Alttan bir sürü dersiniz var, bize üst perdeden ahlak dersi veriyorsunuz!
Size bir şey söyleyeyim mi? Yeni nesil pırıl pırıl. Hiçbir sıkıntı yok. Asıl sıkıntı, yeni nesle eski nesilleri unutturan yetişkinlerde.
Son iki yılda kaç tane Türk filmi çekilmiş ve geçmişimizi anlatıyor. Kitapçıların çok satanlar rafındaki kitaplardan kaç tanesi gençlere ecdadını sevdirmek için yazılmış acaba?
Siz dedelerinizin emanetine sahip çıksaydınız, biz de yarınları emanet olarak kabul ederdik belki. Ama şu durumda hiç emanet alacak durumumuz yok! Kusura bakmayın!
Geçmişini unutturduğunuz bir nesle, gelecekten ödev veremezsiniz!
Bu yüzden aranızda, “Yeni nesil şöyle, yeni nesil böyle!” diye konuşup durmayı bırakın!
“Senin yaşında Fatih İstanbul’u fethetmişti!” diyerek demagoji de yapmayın! Evet, 21 yaşındayım. Ama Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta değilim.
Çünkü benim babam II. Murad değil, hocam da Akşemseddin değil.
Zaten İstanbul da artık Fatih’in fethettiği İstanbul değil.
Kalın sağlıcakla...😢
Not : Biz fosilleşmiş Dinazorlar aradan çıkarsak gençlere ayak bağı olmazsak herşey düzelecek.
3 notes
·
View notes
Link
Kültür Sanat programi "Karalama Defteri"nin bu haftaki konuğu Yazar #FirazBaran ...
0 notes
Text
Garbis Altinoglu
İbrahim Kaypakkaya Adının Anımsattıkları
21-22 Nisan 2009
Uzun süre açık ya da gizli, bilinçli ya da bilinçsiz bir sansürün ya da aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere bir tür susku komplosunun kurbanı olan İbrahim Kaypakkaya'nın adı son yıllarda daha çok duyulur oldu. Bu değişikliğin hem olumlu, hem de olumsuz nedenleri ve sonuçlarından söz edilebilir. Ama önce şu saptamayı yapmalıyız: Kendisini Türkiye devrimci hareketiyle duygudaşlık içinde gören ilerici-devrimci aydınlarımızın ve kamuoyumuzun 1960'ların sonu ve 1970'lerin başı Türkiyesi'nin üç ana radikal devrimci örgütü ve onları simgeleyen önder kadrolar (THKO/ Deniz Gezmiş, THKP-C/ Mahir Çayan ve TKP (M-L)/ İbrahim Kaypakkaya) arasında kendilerini en uzak hissettikleri isimler TKP (M-L) ve İbrahim Kaypakkaya olmuştur. Olduğu kadarıyla ilerici-devrimci sanat ve edebiyata da yansıyan bu belirgin ilgi farklılığının nedenleri üzerinde ne söyleyebiliriz? Bunda, 1970'lerde ve kısmen 1980'lerde, devrimci hareketin hemen hemen tüm bileşenlerinde gözlenen -ve izlerine bugün de rahatlıkla rastlayabileceğimiz-sektarizmin ve dar grupçuluğun yadsınamaz bir payı vardır. Her devrimci grup ve onun yakın çevresi "doğal olarak", kaynaklandığını ileri sürdüğü ana devrimci örgütü ve onun liderini yüceltme eğiliminde olacaktı. Bir başka neden olarak, Kaypakkaya'nın -bu değerlendirmenin ne derece haklı olduğundan bağımsız olarak- bir "köylü devrimcisi" olarak algılanmasını zikretmeliyiz; devrimci hareketin öteden beri esas olarak, sanayinin ve kültürün merkezi olan büyük kentlerde yoğunlaştığı, kapitalizmin görece gelişmiş olduğu, bir devrimci köylü hareketi geleneğinin bulunmadığı ve ilerici-devrimci aydınlarımızın büyük kentleri "ileri" olanla, köyleri ve kasabaları "geri" olanla özdeşleştirme eğiliminde olduğu bir ülkede bu algılamanın Kaypakkaya'nın yerini görmezden gelmeye katkıda bulunması, kabul edilmese de bir yere kadar anlaşılabilir. Son olarak, Kaypakkaya'nın çizdiği "kırlardan kentleri kuşatma" yolunu izleyen ve bugünün Türkiyesi'ni hala yarı-feodal olarak değerlendiren örgütlerin, O'nun diktiği yapıta neredeyse tek bir tuğla bile ekleyememiş, O'nun düşüncesini son derece sığ, dar ve mekaniksel bir tarzda yorumlamış ve yaşama geçirmeye çalışmış olmalarının sonuçlarından söz edebiliriz; devrim ile karşı-devrim arasındaki belirleyici çatışmaların büyük kentlerde, fabrikalarda, işçi semtlerinde, liselerde ve üniversitelerde yoğunlaştığı 1970'lerin ikinci yarısının ve 1980'lerin,1990'ların ve 2000'lerin Türkiyesi'nde Kaypakkaya'nın Maoist yanılgılarında direten ve hatta bu yanılgıları derinleştiren devrimci grupların işçi sınıfı ve ilerici-devrimci aydınlar ve kamuoyu katında ciddi bir etki yaratmasını beklemek nesnelerin doğasına aykırı olurdu.
Ancak İbrahim Kaypakkaya'nın sözünü ettiğim türden bir sansürün ya da susku komplosunun kurbanı haline gelmesi/ getirilmesinde bu ve benzer -deyim yerindeyse taktiksel- kaygı ve duyarlılıkların rolü ister istemez sınırlıdır; bunun asıl ve belirleyici nedeni, O'nun ortaya koyduğu ve Türkiye devrimci hareketinin geleneksel zaaflarıyla hesaplaşmanın yolunu açan radikal devrimci görüşleridir. Bunları kabaca söyle özetleyebiliriz:
1) Egemen devlet ideolojisi Kemalizme karşı açık ve uzlaşmaz bir tavır alma, Kemalizmin işçi sınıfına, diğer emekçilere ve Kürt halkına düşman niteliğini sergileme ve onun ilericiliğine ilişkin safsata ve yanılsamaları kesin bir tarzda reddetme,
2) Kürt işçilerinin Türk ve diğer etnik gruplardan işçilerle ortak sınıf örgütlerinde biraraya gelmesi gerektiğini savunmayı ihmal etmeksizin Kürt ulusu üzerindeki ulusal zulme karşı açık ve uzlaşmaz bir tavır alma ve bu ulusun ayrılma ve ayn devlet kurma hakkını kayıtsız-koşulsuz bir biçimde kabul etme. (Kaypakkaya'nın Maoizmin etkisiyle bu iki yaşamsal konuda aldığı tutumun içinde barındırdığı bazı ciddi hata ve eksiklikler, bu tutum alışın tarihsel değerini azaltmamaktadır.) Buna Kaypakkaya'nın 1972'de kaleme aldığı "Türkiye'de Milli Mesele" adlı yazısında, o yıllarda bir tabu olan "Ermeni sorunu"na, geçerken de olsa değinmiş olmasını ve · Ermenilerin 1915'de ve 1919-20'de kitle halinde katledildiklerini, Türk burjuvazisinin gerek İttihat ve Terakki döneminde ve gerekse Cumhuriyet döneminde Ermeni ve Rumların maddi varlıklarını yağmalayarak palazlandığını söylemesini eklemek gerek. Böylece O, görece erken bir tarihte Türk burjuvazisinin ve onun devletinin en "duyarlı" olduğu konulara neşter vurmuş oluyordu. Radikal bir eylem çizgisine sahip olmalarına rağmen dönemin diğer iki devrimci örgütünün bu iki yaşamsal konuda egemen burjuva ideolojisinden kopamamış olduklarını ve özellikle de Kemalizmi yücelttiklerini biliyoruz. Örneğin, teorik duruşu bakımından THKO'na göre daha ileri
konumda olan THKP-C'nin lideri Mahir Çayan, Kaypakkaya'nın "Türkiye' de Milli Mesele" adlı yazısıyla aynı yıl kaleme aldığı Kesintisiz Devrim II-III adlı yapıtında şöyle diyordu:
"Kemalizm, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizmin özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizmi bir burjuva ideolojisi, veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır.
"Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur." Çizgisinin özü, öncü savaşının bir versiyonu olan Çayan'ın bir yandan Marksizm-Leninizme sahip çıkarken bir yandan da Kemalizme anti-emperyalizm, solculuk ve ulusal kurtuluşçuluk yüklemesi, onun mesajına son derece eklektik bir nitelik kazandırmaktadır. Bu da, devrimci hareketin bugün son derece zayıf bir konumda olmasından yararlanan Türk Solu gibi, Kemalizmi sosyalizmle sözümona bağdaştırmaya çalışan neo-faşist, anti-komünist ve anti-Kürt dergilerin Deniz Gezmiş'in, Che Guevara'nın ve hatta Mustafa Suphi'nin yanısıra Mahir Çayan'a da sahip çıkmaya girişmelerine olanak vermektedir.
1920'lerden 1960'lı yılların ikinci yarısına kadar uzanan dönemde devrimci düşünce ve eylemin odağı olarak kabul edilen TKP'ne gelince, onun bu iki yaşamsal sorunda (Kemalizm ve Kürt-Türk sorunu) kötü bir sınav vermiş olduğu biliniyor. Türk burjuvazisi onyıllardır sürdürdüğü Kemalist propaganda ve biçimlendirme kampanyası sayesinde, egemen sınıflar ve onun devletiyle arasına mesafe koyma bilinci zayıf olan ilerici-devrimci aydınlarımızı pro-Kemalist ve anti-Kürt bir konuma getirme konusunda önemli bir başarı elde etmişti. (Bu saptamayı yaparken Kemalizmin, 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayan Jön Türk hareketinden, hatta daha öncesinden bu yana ilerici aydınlarımızın devlete yaslanma, devletle barışık olma geleneğinden yararlandığını unutmamalıyız.) Türk burjuvazisinin bu alandaki en büyük destekçisi ise, objektif olarak bu kampanyanın bir uzantısı konumunda bulunan TKP ve onun sosyal-şoven ve sol- Kemalist çizgisiydi. Ülke ölçeğinde ideolojik-siyasal etkisi her zaman son derece sınırlı, hatta ihmal edilebilir düzeyde olmuş olan TKP, ne yazık ki 1960'Iarın sonlarına kadar uzanan dönemde ilerici¬devrimci aydınlarımızın ve kamuoyumuzun ve daha da beteri, 1971 devrimci hareketinin onlarla entellektüel etkileşim içinde olan nüvelerinin dünya görüşünün ve siyasal duruşunun oluşumunda etkili oldu. Böyle olduğu içindir ki, devrimci hareketin ana gövdesinin - Kaypakkaya'nın tezlerinin ilk kez yardığı- bu ideolojik kuşatmadan ve Kemalist ve sosyal-şoven önyargılarindan yarım-yamalak ya da formel bir tarzda da olsa kurtulabilmesi için iki faşist darbe döneminin (12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980) yaşanması, 1984'de Türk burjuva devlet aygıtına ağır darbeler indiren ve onun kirli yüzünü açığa çıkaran bir Kürt silahlı direnişinin patlak vermesi
gerekti.
Burjuva liberallerinin özellikle Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını burjuvazi için zararsız figürler olarak göstermeye ve onların devrimci mirasını evcilleştirmeye girişmeye cüret etmelerinin altında işte bu zaaf, özellikle de THKO'nun ve kısmen THKP-C'nin Kemalist yanılsamaları ve abartılı ulusal kurtuluşçuluğu yatmaktadır. Ancak, ilkel milliyetçi ve saldırgan reflekslerinden bir türlü kurtulamayan ve özgüvenden ve esneklikten yoksun, kaba ve vahşi Türk burjuvazisinin görünür gelecekte bu doğrultuda fazla bir mesafe alamayacağını söyleyebiliriz. (PKK'nın liderlerinin yıllardır "barış" ve "Kürt-Türk kardeşliği" adı altında Kürt ulusunun enerjisini ve dinamizmini kendilerinin hizmetine sunmayı ve dolayısıyla onlara bir çeşit gençlik aşısı yapmayı ve payanda olmayı önermelerine rağmen Türk egemen sınıflarının siyasal kabızlıklarını bir türlü aşamadıkları ve Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal'e kıyasla sözcüğün olumsuz anlamında birer amatör düzeyinde kaldıkları gözönüne alınsın.) Kaypakkaya'ya gelince ben burada sadece, O'nun teori ve eyleminin böylesi manipülasyon ve çarpıtmalara hiç de elverişli olmadığını, dolayısıyla O'nun, egemen sınıfların sonugelmez bir aforozuvla onurlanacağını belirtmekle
yetineceğim.
Günümüzde Kaypakkaya'nın adı bir yandan da yer yer ölçüsüz bir kahramanlaştırma ve putlaştırma ediminin konusu olmaktadır. Kaypakkaya'nın daha çok tartışılır olmasıyla bu eğilim, TKP (M-L) kökenli örgüt ve çevrelerin ötesine geçmeye başlamakta, adeta bir Kaypakkaya modası yaratma çabasına dönüşmektedir. Ekim 2006'da kaleme aldığım "Bir İbrahim Kaypakkaya Değerlendirmesi" başlıklı yazımda bu konuda şunları söylemiştim:
"Türkiye devrimci hareketinin, özellikle kendisinin izinden giden ya da gittiğini ileri süren örgüt ve grupların İbrahim Kaypakkaya'ya ilişkin değerlendirmelerinin çoğuna belirgin bir anti-diyalektiksel ya da mekaniksel yaklaşım damgasını vurmuştur. Canlı diyalektiğin yerine ölü metafiziği geçiren bu değerlendirmeler, Kaypakkaya'nın içinde yaşadığı ve devrimcileştiği dünya ve Türkiye ortamını hesaba katmamakta ve dahası, O'nun düşüncelerinin görece kısa siyasal yaşam süresi içinde geçirdiği önemli değişiklikleri dikkate almamaktadırlar ... Bu anti-Marksist yaklaşım, sözkonusu örgüt ve grupları, Ibrahim Kaypakkaya'yı kusursuz ve eksiksiz bir devrimci önder, hatta bir çeşit devrimci evliya düzeyine yükseltmeye ve O'nun görüşlerini, neredeyse Marksizm-Leninizmin son sözü ve tartışılması olanaksız aksiyomlar olarak görmeye götürmektedir. Bunun da ötesinde, bu Kaypakkaya'yı putlaştırma ve O'nun adı etrafında içi boş bir ajitasyon yürütme faaliyeti, sözkonusu örgüt ve gruplar tarafından, genel plandaki zaaflarının ve Türkiye devriminin stratejik sorunları bağlamında sergiledikleri yerinde sayma ve kısırlığın üzerini örtmenin bir aracı haline getirilmiştir."
Özelde TKP (M- L) kökenli örgüt ve çevrelerin ve genelde devrimci kamuoyunun bir bölümünün içi boş bir ajitasyon düzeyine inen Kaypakkaya'yı yüceltme ve idealize etme eğilimi ve pratiğinin bu örgüt, çevre ve kişilerin kendi zaaflarını, eylemsizliklerini ve gerilemelerini örtmek için kullandıkları bir ritüele dönüştüğü yolundaki saptamama ciddi bir itiraz getirilebileceğini sanmıyorum. Örgütsüz "Kaypakkaya sempatizanları"nın çoğu için ise böylesi bir yaklaşım, göklerden Türkiye devrimci hareketini içinde bocaladığı can çekişme sürecinden çekip çıkaracak bir kurtarıcı bekleme ruh haline denk düşmektedir.
Ancak içinde bulunduğumuz Türkiye ve dünya koşullarında, sorunun daha da karmaşık bir nitelik taşıdığını gözardı edemeyiz. Uzun sözün kısası günümüzde; Kaypakkaya, Çayan, Gezmiş gibi tarihsel devrimci figürler etrafında oluşturulan devrimci mitolojinin olumlu bir yanının olduğu yadsınamaz. Kapitalizmin gençliği; bireyciliğin, boşvermişliğin, hedonizmin, maddi ve manevi uyuşturucuların ve sahte mutlulukların girdabına sürüklediği bir ortamda tutarlı devrimciler böylesi olumlu örneklerin öne çıkarılmasından rahatsızlık duyamazlar. Amiyane bir anlatımla, "Varsın gençlik Madonna'lardan, Michael Jackson'lardan, Mirkelam'lardan etkileneceğine devrimci kahramanlardan etkilensin!" diyebiliriz. Tutarlı devrimciler, olduğu kadarıyla bu türden bir etkilenmeyi olumlu bir doğrultuda geliştirmek, ona devrimci bir içerik kazandırmak ve onu gerçek bir devrimci eğitimle birleştirmek için çaba harcarlar; yani bu İbo (ve Mahir, Deniz) hayranı gençlere ve işçilere geleceğin kapitalizmde değil komünizmde olduğunu, 1971 çıkışının kahramanlarının mesajına kulak vermenin emperyalizme, faşizme ve militarizme karşı savaşımı gerektirdiğini, gerçek kahramanın kitleler olduğunu, kendi örgütüne sahip olmayan işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçilerin bir hiç derekesinde olduğunu ve asıl önemli olanın kitlelerin kahramanlığıyla öncü devrimcilerin kahramanlığını bir potada birleştirebilecek bir komünist örgüt yaratmak olduğunu vb. anlatırlar.
Bu bağlamda Kaypakkaya adının bize, yakın ve uzak geçmişin büyük devrimci kavgalarını ve bu kavgalar sırasında öne çıkan devrimci kahramanları unutmamayı da anımsattığının altını çizmek gerek. Dimitrov, III. Enternasyonal'in 1935 yılında yapılan Yedinci Kongresi'nde yaptığı bir konuşmada gerek kitlelerin ve gerekse kadroların eğitimi için devrimci kahramanlık örneklerini öğrenmenin ve öğretmenin ne denli önemli olduğunu şu sözlerle anlatıyordu:
"Fakat birçokları, hatta siz Kongre delegeleri arasında bazıları, Romanya demiryolu işçileri davasının ayrıntılarını, Almanya'da faşistler tarafından idam edilen Fiete Schultze'nin davasını, yiğit Japon yoldaş İtsikava'nın davasını ve proleter kahramanlığının muhteşem örneklerinin görüldüğü daha birçok davayı biliyor mu? (. .. )
"Proleter kahramanlığının böyle değerli örnekleri halka mal edilmeli, saflarımızda ve işçi sınıfı içinde korkaklığın, burjuvalığın ve her türlü çürümüşlüğün karşısına konulmalıdır. İşçi hareketinin kadrolarını eğitmek için, bu örnekler yaygın bir şekilde kullanılmalıdır." (Savaşa ve Faşizme Karşı Birleşik Cephe, İstanbul, Aydınlık Yayınları, 1978, s. 184-85)
Türkiye devrimci hareketi ve Türkiye işçi sınıfı, gerek daha öncesinde ve gerekse de özellikle 1960'Iarın ikinci yarısından bu yanaki tarihi içinde bünyesinden küçüksenmeyecek sayıda yiğit ve gözüpek kadro ve militan çıkarmıştır. Aynı husus, 19. yüzyılın sonlarından bu yana Osmanlı-Türk gericiliğine karşı savaşan Kürt halkı için daha da fazlasıyla geçerlidir. Bugünkü devrimci kuşaklar tarafından bilinmemekle kalmayan bu unutulmaya terkedilmiş kahramanların bir çoğunun adlarının devrimci hareketin tarihini inceleyen kitaplarda ve ansiklopedilerde bile geçmemesi, sadece acı verici olmakla kalmamaktadır. Bu, ne yazık ki sadece Türkiye toplumunu değil, onun bünyesinden çıkan ve bir anlamda onu yansıtan Türkiye devrimci hareketini de büyük ölçüde etkileyen belleksizlik hastalığının ne denli kronik bir nitelik taşıdığını da göstermektedir. Herhalde bizleri işitiyor olsaydı Kaypakkaya, genç izleyicilerine, kendisinin adı üzerinde bu kadar çok duracaklarına ve kendisine ağıtlar yakacaklarına, Türkiye devrimci hareketinin tarihini - Osmanlı geçmişine de uzanarak- derinlemesine incelemelerini, adları unutulmaya terkedilmiş diğer halk ve proletarya kahramanlarının devrimci mirasına aktif bir biçimde sahip çıkmalarını öğütlerdi; dahası O bu genç kuşaklara, kendisini ortaya çıkaran 1960'lar sonu ve 1970'ler başı Türkiye ve dünya bağlamını anlamaya çalışmalarını ve kendisinin ortaya koyduğu, ama geliştirmeye fırsat bulamadığı devrimci düşünce ve saptamaları eleştirel-devrimci bir bakış açısıyla ele almalarını, kendisini aşmaya çalışmalarını ve kendisinin ve çağdaşı devrimcilerin hatalarından öğrenerek sınıf savaşımının engin denizine atılmalarını salık verirdi.
Lenin,
"Tarihte hiçbir sınıf, hareketi örgütleme ve yönetme yeteneğine sahip siyasal önderlerini, ileri temsilcilerini yaratmadan egemen olamamıştır" diyordu. Yaşadığı can çekişme ve kendi kendini tasfiye sürecinden çıkabilmek ve yeniden ayağa kalkabilmek için Türkiye devrimci hareketi İbrahim Kaypakkaya'nın gözüpekliğine, ileriyi görme yeteneğine, sürekli öğrenme tutkusuna, teorik ve siyasal üretim yapma kapasitesine, teorisiyle pratiğini birleştirme iradesine sahip önderlere, Marksizm-Leninizmle donanmış yeni Kaypakkaya'lara her zamankinden daha fazla gereksinim duyuyor.
1 note
·
View note
Photo
SABANCILARIN ADANA’DA ZENGİN OLMA HİKAYESİDİR -Osmanlı Devleti’nin çökmesi ve arkasından Fransızların Çukurova’yı işgali gerçekleşti. -Fransızlar Adana’dan ayrılırken Kayseri’nin Akçakaya köyünden Hacı Ömer Efendi Adana’ya geliyordu. -Atatürk’ün istekleri doğrultusunda Kayserililer Adana’da sanayi alanında çalışmalar yapmak üzere görevlendirdiler. Ve devlet desteği aldılar. Kayserililerin ve bu arada Hacı Ömer Sabancı’nın Adana’da zengin olmaları 1919 yılında Sivas Kongresi esnasında planlandı. -Adana’da Ermeni ve Rumlardan kalan fabrikalar ve araziler yok pahasına Kayserililerin ve Sabancıların eline geçti . -Sabancılar , Taşköprü’nün başını tuttu. Gelip geçenlerin malını satın alarak zengin oldular. Uzak diyarlardan gelen kervanların develeri çan sesleri ile girdi şehre… olanca heybetiyle ayakta durmaya çalışan Taşköprüsü, altından gürül gürül suların aktığı Seyhan nehri… ve az ilerde gökyüzüne yükselen minareleri, camileri, hanları,hamamları, konakları ile tarihi Adana şehri…Görenleri ve yaşayanları büyüleyen tarihi şehir… Nice acıları, felaketleri, sevinçleri yaşamıştı tarih boyunca. Develerin çan sesi çalarak şehre girmesi bir başkaydı, beraberinde nehrin akışını seyretmek ve hayallere dalmak. Toroslara yağmur ve kar yağışının azaldığı zamanlarda nehir yatağına çekilir, suları azalar, ayaklarında küçük göller oluşur… Su birikintilerinde karabalıklar, pullu balıklar, kaplumbağalar, yılanlar birbirleriyle oynaşarak yaşardı “vraklayarak, vıcırdayarak”.Köprünün ayaklarına yaslanmış iki tekerli küçük arabalar yerinde sessizce duruyordu. Daha birkaç gün önce aynı arabalar köprünün üzerinde yıldırım hızıyla insan taşımışlardı istasyon taraflarına doğru. Söz konusu olan Adana Ermenilerinin şehirden kaçışı, terk edişi, uzak diyarlara gitmesi idi. Tarihin zaman halkasından önemli bir bağ kopmuş, savaş birilerine acı bedelini ödetmişti. Aralık 1921 tarihinde. Kara tren çuf çuf sesleri arasında sirenlerini de acı acı öttürerek ayrıldı şehirden. Gidenler gözyaşları dökerek el salladılar geride kalanlara… Aynı günlerde son kara trenin Adana’dan ayrılmasını kulaklarıyla duyan henüz 15 yaşının içindeki Kayserili delikanlı Ömer’in adımları da ses çıkardı Taşköprü üzerinde. Yanında amcası Ahmet vardı. Kayseri’nin Akçakaya köyünden gelmişlerdi Adana’ya bin bir umutla… Aslında şehirden ayrılanlar ve şehre yeni gelenler arasında yakın ilişkiler vardı geçmişte… Birbirlerini iyi tanıyorlardı. Ömer, Adana’ya gelirken taa Kayseri’de yakınları kulaklarına fısıldamışlardı “Gidiniz, Adana’ya, orada fabrikalar var, çiftlikler var yeni sahiplerini bekleyen”. Sadece Ömer gelmiyordu Kayseri’den Adana’ya, hemşerileri büyükleri olarak bildikleri Nuh Naci Bey Sivas Kongresinin yapıldığı Eylül 1919 tarihi içinde Mustafa Kemal’den söz almıştı: Milli mücadelenin kazanılması halinde Adana’daki sınai ve tarım tesislerinin işletilmesi için tüccarlara, işcilere ihtiyaç olacaktı. Ve onları da Kayserililer karşılayacaktı. Tarihin akışı da doğrulamıştı Mustafa Kemal’i… Adana’ya gelen Kayserililer, şehirde atıl durumda bekleyen Simyonoğlu Fabrikası’nı “yok fiatına” aldılar, çalıştırmak, üretimi artırmak, ülke ekonomisini canlandırmak için. Simyonoğlu ki Adana’da Osmanlı döneminde sarraflığı ile tanınan tüccar bir aile idi. 1890 yılında kurmuşlardı çırçır fabrikasını. 1914 yılına gelindiğinde 450 bin metre kumaş üretimi ile Osmanlı ülkesinin en büyük sanayi tesisleri arasına girmişti fabrika. Geçen zaman içinde Kayserili Ömer, çırçır fabrikasında “hamallık”, “işci simsarlığı” yaparak “dişinden artırdığı” paralar ile tasarruf sağlamış, para sahibi de olmuştu. 1927 yılında meşhur Simyonoğlu fabrikası Kayserililer’in eline geçtiğinde Hacı Ömer de aynı fabrikanın “işci simsarı” kısa süre sonra da ortakları arasına girdi. Kayserili aileler (Has, Özgür, Yazgan) birbirini kolluyordu Adana’da, bir ticaret kolonisi misali. Geçen zaman içinde Hacı Ömer “Sabancı” soy ismini aldı, 1934 yılında. 15 mart 1923 tarihinde Gazi Mustafa Kemal’in Adana gezisi esnasında yaptığı “ Arkadaşlar, kılıç tutan el yorulur, saban tutan eller ise üretir. Biz, haris hükümdarların kılıçları yerine sabancılar olmalıyız” sözlerini hatırlayarak. Adana Taşköprüsü için nice sözler söylenmişti. Ama “ Adana köprübaşı, Otur saraya karşı, Gel beraber olalım , Dosta düşmana karşı” sözleri bir başkaydı. Geçmiş tarihin hatırası köprübaşına gelenler “Bac” adı verilen gümrük kapısından içeri girer, hayvan veya insan kellesi başına bir miktar “akçe vergisi” vererek geçiş hakkını kullanırlardı. 26th Şubat 2012, CEZMİ YURTSEVER tarafından yayınlandı http://ekspresgazetesi.blogspot.com/2012/02/sabancilarin-adanada-zengin-olma.html
1 note
·
View note
Photo
Üç fidan üç korkusuz yürek! Deniz Yusuf Hüseyin Saygı,sevgi ve özlemle... 6 Mayıs 1972
1 note
·
View note
Text
Sayın Ahmet Guven'in GERÇEK GAZETESİ’nde aşağıya tamamını aldığım bir makalesi yayınlandı. Okuyunca, ilişkisi nedeniyle bildiğim bir anıyı da buraya alarak katkı sunmak istedim. Sayın Ahmet Guven’in bağışlayacağı ümidiyle…
***
YIL 1967…
Mahzuni Şerif, Osman Dağlı ve başka konuşmacı ve ozanların da bulunduğu bir gece esnasında Sünni Yapalak Köyü‘nden getirtilen bindirilmiş kıtalar hemen gece akabinde Mahzuni Şerif’i kaldığı otelde yakmaya çalışmış ve ertesi gün de Elbistan’ın pazarı olan Pazartesi günü de bu saldırılar Alevi vatandaşlara karşı devam ettirilmiştir. Pazarda ihtiyaçlarını gidermek üzere şehre gelen, dış görünümü itibariyle Alevi olduklarına kanaat getirilen insanlar darp edilip, bıyık ve sakalları zorla kesilmişti. Kaşanlı’dan yaşlı bir köylü aldığı darbeler sonucunda köye döndükten sonra yaşamını yitirmişti.
Xelî Mîralî (Mirallı Xelo) yörede çok tanınan ve sevilen bir kanaat önderidir. Çocuklarını okutmak için Elbistan’da oturmaktaydı. Bu saldırılar neticesinde bu ‘‘Takyonuz diyarında bize rahat yok‘‘ (Takyonuz esasen Afşinli bir Kızılbaş düşmanı zalimin isminden, Tek Yunus’tan gelmektedir.), ‘‘Boğulacaksak derin suda boğulalım‘‘ diyerek Maraş’a göçmeğe karar vermişti.
İlk hazırlıkları yapmak üzere yanına aldığı genç refakatçısıyla Maraş’a hareket eder. Refakatçısının bizzat şahit olduğu anı şöyle:
Biz Maraş’a girişte Batıpark’ta otobüsten indik.
Xelî Mîralî : Yavrum bu yakınlarda Menekşe’nin oğlu Erdoğan Ademoğlu’nun muayenehanesinin olması lazım. Yerini sorup ona bir uğrayalım. dedi. Sorarak Doktor Erdoğan Ademoğlu’nun muayenehanesini bulduk. Bu yaşlı adam hiç te alışık olmadığım bir rahatlıkla görevliye Erdoğan Bey’i görmek istediğini söyledi. Bu arada kapı açıldı ve içerden beyaz giysili biri ‘‘Gel hele Baba, seni yel mi attı, sel mi attı‘‘ diyerek bizleri odasına aldıktan sonra içecek birşeyler sipariş etti. Hoşbeşten sonra Doktor, ‘‘Xelo Baba nedir bir sağlık sorunun mu var?‘‘ diye sorunca, Mîralî Xelo da ‘‘Yavrum biz kelle koltukta kaçıyoruz. Elbistan’da olanları duymadın mı? Bir oğlum ile kızımı okutayım diye Elbistan’a göçmüştüm, şimdi oradan da kaçıp buraya gelmek zorunda kaldım. Hele sana bir danışayım diye geldim. Sağlık mağlık düşünecek hal bırakmadılar bizde. Şimdilik bu Yezit soylulardan kaçarak başımızı sokacak yer arıyoruz.‘‘
Doktor Erdoğan’ın ‘‘Sen yaşlı bir adamsın, senden ne istiyorlar?‘‘ sorusuna da hiç tereddüt etmeden ‘‘Senin atalarından istediklerini, şimdi de bizden istiyorlar. Sakal ve bıyığımız başımıza bela olmuş. Nereye gitsek her gören ‚Pis Kızılbaş Kürt‘ diyerek bize kem gözle bakıyor. Anlaşılan bizim sakal ve bıyığımız bunlara batıyor. Fırsat bulunca sakal ve bıyığımızı keserek bize hakarette bulunmak istiyorlar.
Erdoğan Ademoğlu, ‘‘Baba, kaçmak çare mi, burada da aynı zihniyetten insanlar yok mu? Bizlerin suçu günahı ne ki bu muameleye tabi tutuluyoruz?
Xelî Mîralî: Oğlum ben onu bunu bilmem. Kazığı çakan iyi çakmış. Bu girdaptan kurtulmak çok zor. Biz gördük bari çocuklarımız görmesin diye okutalım dedik, ona da müsaade etmeyecekler. Sana anlattılar mı bilmem, önce sizinkileri (Ermenileri) çir (kekliğin fazla ürkek olmayan bir türüdür. Yem ya da suya sürü halinde dalar ve avcı her sıkmada küme halinde birçoğunu vurur.) yavrusu gibi avladılar, çoğu yolda belde imha edildi. Mallarını talan edip el koydular. Anan gibi kurtulan bazılarının dışında insanların kökünü getirdiler. Aha bu Yezit Şehri Maraş’ın Zeytun ilçesinde taş taş üstünde bırakmadılar. Bu Maraş’taki evlerin çoğu hala Ermenilerden kalmadır. Bak oğlum ben ölürüm sen kalırsın şu sözümü unutma! Buraya Fransızlar gelince hepimiz vatan toprağıdır dedik ve Fransızlara karşı savaştık. Bu ihtiyarın sözünü yabana atma. Aslında biz esas hatayı o zaman yaptık. Eğer bu zalimlerin yerinde burada Fransızlar olsaydı bugün başımıza bunlar gelmezdi, belki biz de insan muamelesi görürdük. Ama durum şimdi öyle mi? Adamlar canımıza, malımıza kastediyorlar. Korkarım ki yakında gidecek yerimiz de kalmayacak.‘
**********
Alxas'dan bir Ermeni
MENEKŞE HATUN
Yıl 1894-96’idi. Tahtta 2. Abdülhamit vardı. Korkak mı korkak, bağnaz mı bağnaz, despot mu despottu. Bir Ermeni düşmanıydı. Memlekette yaşayan cümle müslüman halkları İslam bayrağı altında Ermeniler’e düşman eder. Dört taraftan sarılan Ermeniler kimsesizdi.
Ne olmuştu? Başında hürriyetsever görünen Abdülhamit meclisi ve anayasayı kabul ettiği için 1876’ da tahta çıkmıştı. O mecliste Eremiler’inde temsilcileri vardı. Bir yıl sonra Abdülhamit Rusya ile savaşı bahane ederek meclisi kapatır ve anayasayı kaldırır. Aydınları ezer, Ermenilere karşı ayrımcılıkta sınır tanımaz. Orduyu silahlandırır, masrafı Ermenilere yükler. Karşı çıkanlar ya öldürülür, ya sürgün edilir.
Aydınlanmacı, eşitlik ve özgürlük isteyen Ermeni gençleri katledilir. 1894-96 yılları arasında sadece İstanbul’da binlerce Ermeni genci öldürülür. İzmirde, Antep’de, Maraş’da, Samsun’da, Tabzon’da, Malatya’da, Harput’da, Diyarbakır’da, Urfa’da, velhasıl memleketin dört bir tarafında Ermeniler’e kırım uygulanır.
Okullar, kiliseler yakılır yıkılır, evler ve işyerleri yağmalanır. Akıl almaz bir vahşet uygulanır. Kadınlara, kızlara insanlık dışı muamele yapılır. Kimi çareyi müslümanlığa geçmekte bulur, onbinlerce Ermeni öldürülür, binlerce çocuk yetim bırakılır.
Bu hikaye o dönem dokuz yaşında yetim bırakılan ve ‘’Menekşe’’ ismi verilen Menekşe hatun’nun hikayesidir. Menekşe, Malatya’nın ileri gelen ailelerinden Çitaklar’dan Agop ve Lusiye’nin kızıydı. Evin en küçüğü ve çok nazlıydı. Yedi yaşındayken halk arasında ‘’ağda’’ denen bir hastalığa yakalanır. İyileşmesi için aile seferber olur. İyileşir iyleşmez ailecek alıp Kudüs’e götürürler, orda vaftiz edilir, koluna bir haç işareti yapılır ve altına o yılın tarihi yazılır, ardından Malatya’ya geri dönerler.
Çitaklar tarımcılık yapan, dokuz değirimenleri olan ve ticaretle uğraşan zengin bir aileydi. Agop ilk eşini kaybettikten sonra Lusiye ile evlenmişti. İlk eşinden bir oğlu ve Rukiye adında bir kızı vardı. Lusiye’de ilk eşinden ayrılmış Ahsapo adında bir kızı vardı. Ahsapo babası ile kalıyordu.
Çitaklar’ı Malatya’da herkes tanırdı. Malatya farklı kültürlerin bir arada yaşadığı bir kültür merkeziydi. Abdülhamit’in kırım fermanından evel Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında pek sorun yoktu, dostluk ve saygı öndeydi. Ancak 1894-96 da durum değişir, barbarlık öne çıkar. O yıl Çitaklar’da tatlı bir telaş vardı. Nişanlı oğullarını evlendireceklerdi. Düğün günüydü. Ama düğün yapılmaz. Düğünden önce askerler evi basar Agop’u, oğlunu ve konukları sorgusuz sualsiz alıp götürürler ve bir daha haber alınamaz. Diğer taraftan kışkırtılmış müslüman halkın saldırıları başlar. Ermeni gençleri derme çatma silahlarla saldırılara karşı koymaya çalışır ama vahşetin önüne geçilemez.
‘’Dostun bahçesine bir hoyrat girmiş
Korudur ey benli Dilber korudur
Gülünü dermemiş dalını kırmış
Korudur ey benli Dilber korudur’’ Pirsultan
Çitakların konağında eşi ve dört oğluyla hizmetkarlık yapan bir adam vardı. Bir gün hizmetkar gelir Lusiye’ye ‘’sizi alıp eşinizin yanına götürecekler’’ der. Konak bahçenin içinde ve bahçede her çeşit meyve ağacı vardı. Konağın arkasında ise kocaman bir dut ağacı.
Lusiye hizmetkarı ve oğullarını çağırır. Dut ağacının altında 25 çelik bulgurun kaynatıldığı bir kazanın gömüleceği bir kuyu kazdırır. Kazan kuyuya indirilir. Evdeki değerli eşyalar o kazana yerleştirilir. En üste oğularının giyemediği damatlık elbisesi düzgün bir şekilde konur. Eşyalar yerleştirildikten sonra kazanın ağzı kapatılır ve üstü toprakla örtülür. Lusiye, hizmetçiye döner ‘’gelirsek bu eşyalar bizimdir, gelmezsek sizin olsun’’ der.
Ertesi sabah bir grup asker kapıya dayanır ‘’sevkiyat’’ var deyip Lusiye’yi ve kızları alıp götürürler. Kadınlardan ve çocuklardan oluşan bir grupla yola çıkarırlar. Malatya’nın çıkışında bir asker Rukiye’yi gruptan ayırır ve götürür bir eve bırakır. Geri gelene kadar sahip çıkmalarını tembih eder. Lusiye isyan eder, bunun üzerine asker niyetinin kötü olmadığına dair söz verir.
Grup Arapkir’e vardığında, Arapkir yakılıp yıkılmıştı. Büyük bir Ermeni kırımı yapılmıştı. Arapkir’de Çitaklar’ın tarla işlerini yapan müslüman bir kivreleri vardı. Lusiye bir yolunu bulup kivrelerine gidebilirlerse, onların kendilerine sahiplik edeceklerini ve kırım durduktan sonra Malatya'ya geri döneceklerini düşünür. Dolayısıyla Rukiye’yi gruptan alan askere varır durumu izah eder. Asker bir yolunu bulur Lusiye ve kızını grupdan ayırır.
Lusiye kızı ile beraber kivrelerine giderler. Ama durum Lusiye’nin düşündüğü gibi olmaz. Kirveleri çok kötü davranır, ‘’gavur’’ deyip saldırırlar. Üst başlarında ne varsa alırlar. Kulaklarındaki küpeyi almak için kulaklarını yırtarlar. Lusiye her ne kadar ‘’yapmayın etmeyin, biz kirveyiz,eski dostuk’’ dese de fayda etmez. Elini kolunu bağlayıp bir köşeye atarlar.
Lusiye şaşkındı. Malatya’ya hediyesiz gelip, hediyesiz gitmeyen kirveler düşman kesilmişti. Abdülhamit kivreleri bile düşman etmeyi başarmıştı. Lusiye anlamıştı, ‘’aman’’ yoktu. Kivreler namazını kıldıktan sonra Lusiye’yi ve kızını alıp bahçeye ağaçların arasına götürürler. Lusiye insanlıktan çıkmış bu kivrelerine dönerek ’’sizden korkan sizden kötü olsun’’ der. Sonra kızına döner ‘’korkma kızım’’ der. Adamın biri kızı tutar, kirvesi elinde balta ile Lusiye’nin başucunda ‘’allah-u ekber’’ deyip baltayı kaldırır. Lusiye ‘’Allah belanızı versin’’ der ve kafası yan tarafa düşer.
Kız‘’mama’’ diye bir çığlık atar ve donup kalır. Sonra ne yapacağını şaşırmış halde hareket eder. Kivreler katil olup çıkmıştı. Küçük kıza dünyanın en büyük acısını yaşatıp geri eve getirirler. Asıl ismini söylemezler. Asıl ismini doğduğunda annesi vermişti. O gün o isim annesiyle beraber elinden alınmıştı. Anasını öldürenler ona Menekşe derler. Bu ismi değiştirmez bir tarih olarak tutar.
‘’Derdim çoktur hangisine yanayım
Yine tazelendi yürek yarası
Ben bu derde nerde derman bulayım
Meğer dost elinde ola çaresi’’ Pirsultan
Harman zamanıydı. Tarlada biçilen ekinler harmana toplanır. Bir kaç hafta sonra Akçadağ (Arga)’ın Ören köyünden Hasan ağa Arapkir’e Menekşe’nin kaldığı ailenin evine gelir. Hasan ağanın o taraflarda bir çiftliği vardı. O aile çiftlikte ortakçı olarak çalışıyordu. Ağaya hizmette kusur etmezler. Birara Menekşe’nin yıkılmış hali Hasan ağanın dikkatini çeker. ‘’Ne olmuş bu çocuğa?’’ diye sorar. Ev sahipleri ‘’Bu kız Ermeni sevkiyatından kaldı, biz de hayrımıza bakıyoruz’’ derler.
Hasan ağa Menekşe’yi ordan alır,’’Bu da benim kızım sayılır, çocuklarımla büyür’’der, Ören’e getirir. Ören bir Türk Kızılbaş köyü idi. Hasan ağanın eşi, Menekşe’yi aklar paklar güzelce giydirir. Gün geçtikçe benzi beti yerine gelir ama parçalanmış ruhu nasıl sarılacaktı? Kadıncağız Menekşe’yi çocuklarından ayırmaz. Menekşe yaşadığı büyük acının etkisindeydi, geceleri kabus görür,yatakta sıçrayıp uyanır. Kadıncağız, Menekşe’ye sarılıp uyur. İnanca göre korkmasın diye yastığının altına ekmek kor.
Hasan ağa daha sonra Arapkir’deki ailenin Lusiye’yi öldürdüğünü öğrenince onlara bir daha ortaklık vermez ve görüşmez.
O günler bir Kızılbaş dedesi Ören’e gelir, Hasan ağanın evine misafir olur. Köylüler oraya toplanır. Hasan ağa ‘’Dedem bu ne haldır?’’ diye sorar. Dede, ‘’Ne olsun dün bize yaptıklarını bugün Ermenilere yapıyorlar’’ der. Muhabbet derinleşir. Yaşlı bir kadın Osmanlı’nın katliamlarını lanetleyerek anlatır.
Malatya ve Maraş tarafından kırım haberleri gelir. Kırıma direnen Ermeni yerleşkelerinde Maraş bölgesinde bir Zeytun birde Hacın kalmıştı. Aynı zamanda Osmanlı, Ermeniler’e destek çıkmasınlar diye Kızılbaşları da katletmeye başlar. O yıl Akçadağ (Arga)’ın Tümukan (Tümükler) köyünde bir günde Kırkdan fazla Kızılbaş Kürt katledilir.
Dede,‘’Çiçekler birbirine bakarak güzelleşir, halklar da öyle çiçek gibi birbirlerine bakarak güzelleşirler. Ama Malatya çorağa döndü. Dost kapıları kilitlendi. Her tarafı yobazlar doldurdu. Sevgi kalmadı.’’ der. Menekşe için dua eder.
Sonra bağlama eşliğinde muhabbet devam eder. Yanık, yanık okunan beyitler eşliğinde hem dede hem de dinliyenler gözyaşlarını tutamazlar.
Dede Ören’de bir kaç gün kalır. Hasan ağadan ve eşinden bir istekde bulunur. ‘’Menekşe’yi verin benim evladım olsun’’ der. Aslında bu isteğe ne Hasan ağanın ne de eşinin gönlü razı gelmez ama dedeye ‘’Hayır’’ diyemezler. Dede, Menekşey’yi alır kendi köyü Dede Efendi’ye götürür. Menekşe, köyde sevilen bir çocuk olarak büyür.Yıllar geçip evlenme çağına geldiğinde aynı köyde Cıbo dede adında bir dede ile evlenir. Cıbo dede evliydi ama hiç evladı yoktu. Eşi Elif, soyu sürdürecek bir evladın olması için dedenin evlenmesine rızalık verir.
Menekşe yıllar sonra hamile kalır. Doğacak bebeğini heyecanla bekler ama aradan onca yıl geçmesine rağmen ailesinden bir haber yoktu. Her seferinde bir umut derken 1915’de kırım tekrar başlar. Ermeniler, ortadan kaldırılması gereken düşmanlar olarak gösterilir. Her yerde olduğu gibi Malatya’da da Ermeniler temizlenmiş olur.
Menekşe hatun hamileyken Cıbo dede ölür. Bir kız çocuk doğurur Cevahir adını verirler. Evde hüzün ve sevinç birarada yaşanır. Menekşe hatun kadar Elif ana da bebekle ilgilenir. Bir yıl sonra Elif ana ölür. Menekşe hatun önce Cıbo dedeyi, şimdi de Elif anayı kaybetmenin acısını yaşar ama hem köylüler hem de talipler yalnız bırakmaz. En zor zamanda yanında olurlar. Birinci dünya savaşı bittiğinde ‘’Ermeniler nerdeyse açığa çıksın ve mallarına sahiplik yapsın’’ diye bir çağrı yapılır.
Menekşe hatun heyecanlanır. Onun derdi mal mülk değil, ailesinden birilerini görebilme umuduyla kalkar Malatya’ya o zamanın tapu dairesine gider. Orada aynı niyetle gelmiş iki ablasına ulaşır. Artık dünyalar Menekşe hatunundur. Ablası Ahsapo evlenmiş ve Mısır’a yerleşmişti. Ablası Rukiye ise kendisini alıkoyan askerle evlenmişti. Askerin önceki eşi görme özürlü ve bir kızı vardı. Rukiye’den çocuk doğmayınca başka bir kadınla daha evlenmişti.
Rukiye daha sonra adamdan ayrılır. Kendisine bir evlat edinir ve bir ev alıp Malatya’ya yerleşir.
Maldan mülkten bir şey alamazlar ama üç kız kardeşin buluşması dünyaları değer. Üç kız kardeş ölene kadar irtibatı kesmezler.
Bu arada İbrahim ağa Menekşe hatunun Çitaklar’ın kızı olduğunu öğrenmiş olur. İbrahim ağa Alxas aşiretindendi ve Elbistan’ın Beştepe köyünde oturuyordu. Zengindi. Abisi Kalender (Fakri Haydari) ağalığı kabul etmediği için babası ağalığı İbrahim ağaya bırakmıştı. Kalender yörenin önde gelen şairlerindendi.
İbrahim ağa iki kere evlenmişti. İlk eşi Fadime ölmüş, ikinci eşi Zöhre vardı. Menekşe hatuna evlilik teklif eder, Menekşe hatun kabul eder ama bu o kadar kolay olmaz. Önce İbrahim ağanın amcazadeleri karşı çıkar. Çünkü hem Zöhre hatun vardı, hem de dedenin eşiyle evlilik isteği doğru bulunmaz.
Bir yıl sonra Zöhre hatun hastalanır ölür, çocuklar ortada kalır. Bunun üzerine ağanın abisi Kalender ‘’Git Menekşe hatunu al getir’’ der. Haberleşirler. Menekşe hatun kızı Cevhair’i de yanına alarak Kör Süleymanlar köyüne gelir, Haskuttuk’un evine misafir olur. Oradan haber yollar.
Beştepe köyünden on kadar atlı yola çıkar. Kör Süleymanlar’a vardıklarında Ören köyünden bir grup insan oraya gelmiş olur. Örenliler Cıbo dedenin talipleriydiler. Menekşe hatun hem dedenin yadigarıydı hem de manevi olarak dedenin yerine sayılıyordu. Dolayısıyla bu evliliğe razı olmazlar. İş kavgaya kadar varır. Araya Haskuttuk ve köyün ileri gelenleri girer. Taraflar yatıştırılır. Menekşe hatun kararını vermişti, Alxaslılarla gelir. Örenliler ‘’Yapacak bir şey yok’’ deyip geri dönüp giderler.
Menekşe hatun artık İbrahim Ademoğlu ile evliydi. Cıbo dededen bir kızı, İbrahim ağadan üç oğlu ve bir kızı olur. İbrahim ağa yakışıklı, yapılı ve güzel giyinen bir adamdı. Zengindi, daha da zengin olmak ister. Bundan dolayı amcazadeleri ile anlaşmazlığa düşer ve 1935’de öldürülür.
Menekşe hatun için zor bir dönem başlar. Çünkü kocası öldürülmüş, akrabalar arasına düşmanlık girmişti. Ailede söz kendisinindi. Ne yapacaktı? Acısını yaşar ama kan davasının sürmesine izin vermez. Çocuklarını büyütür ve okutur. Büyük oğlu Erdoğan Ademoğlu doktor olur ve Maraş devlet hastanesinde baştabiplik yapar.
‘’Yağa yağa yağmur yağa
Ucu geldi bizim eve
İki tane atlı yitirdim
Biri dede biri ağa’’ (Menekşe Hatun)
Geçmişinden pek bahsetmez, yaşadığı vahşeti anlatıp çocuklarını üzmek istemez. Zaman zaman görümcesi Huri ile biraraya geldiklerinde dertleşirler. Huri, 1915 yılında Osmanlı’ya başkaldırdığı için Harput’da arkadaşları ile beraber idam edilen Kürecikli Memed Ali (Mamad Ali Axık'e)’nin eşiydi.
Çok iyi ata binen, güzel ve yiğit bir kadındı. Sert görünüşü altında merhametli bir yüreği vardı. Bir keresinde kocasını vuran adamın düşe kalka odun getirdiğini gördüğünde babasına yardım etmediği için kalkıp adamın oğluna kızmıştı.Varlıklıydı. Devlet dairesine gittiğinde kapıya tekme ile vurup içeri girer. O Menekşe hatundu, herkes bilirdi. Zenginliğine dayanıp, ihtiyaç sahibi bazı insanları askere göndertmemişti.
Bir çok davaya girip çıkmıştı. 1962 yılında Alxas aşiretinden Aktil köylüleri ile müslüman Türk köyü İnceciklerin bir arazi davası olur. Aktil ile İncecik köyü arasında bulunan Bebe mezrası Aktillerindi. Aktillerin Bebe’de evleri ve ahırları vardı. İncecikler hak idda eder. Bunun üzerine mahkeme mezranın yıkım kararını verir. Müfreze eşliğinde evleri yıkmaya gelen İncecikler, Alxasların karşı koymasıyla geri çekilirler. Daha sonra büyük bir müfreze eşliğinde saldırı yapılır. Askerler Aktillileri kuşatma altına alır, İncecikliler ise evleri yıkıp yağma ederler. İnceciklilerin muhtarı ve ileri gelenleri ‘’Allahını seven Kızılbaşların, Kürtlerin evlerini yıksın, bir taş söken cennete gider’’ diyerek insanları kışkırtır.
Menekşe hatun aynı annesi Lusiye gibi ‘’Allah belanızı versin, memleketi cehenneme çevirdiniz’’ der. Evleri-barkları yıkılan Alxaslılar per perişan olur. Ortada kalan insanlara Kızılay çadır bile vermez. Alxaslı eyvallah etmez kendi insanlarına sahip çıkmasını bilir.
Bebe’nin dörte biri İbrahim ağadan kalma Menekşe hatunundu, ellerinden alınmış, mera yapılmıştı. Bir keresinde bir davada bir sakallı Menekşe hatunun Hırıstiyan olduğunu ima ederek ‘’Menekşe hatun kelimeyi şahadet getirsin, ben davamdan vazgeçerim’’ deyince, Menekşe hatun lafını esirgemez, döner adama ‘’Sakalı boklu sen benim kelimeyi şahadet getirdiğimi ne zaman gördün ki şimdi de göresin’’ der.
1971 yılında Cıbo dededen bir torunu Antep’de hakimlik yaparken öldürülür. Kırk gün sonra oğlu İsmail kalp krizi geçirir ve ölür. Menekşe hatun büyük bir acı yaşar. O güne kadar oğlu kan davasına karışır diye tedirgin yaşamıştı. Yaşadığı acıya rağmen ‘’Ben bu gece rahat uyudum’’ diyerek içilenir.
Menekşe hatun 1978 Mart’ında Beştepe köyünde çok sevdiği torunu İbrahim Ademoğlu’nun yanında hayata gözlerini yumduğunda yedi yaşındayken koluna yaptırılan haç ve tarih halen duruyordu. Öldüğünde doksan üç yaşındaydı ama mezar taşına doğum tarihi olarak 1900 yazılır.
Çocukluğu ve ismi annesiyle beraber elinden alınmıştı hatırladınız mı?
Kaynak: Ahmet Guven , GERÇEK GAZETESİ
0 notes
Photo
Grup Yorum üzerindeki siyasi baskılara derhal son verilsin. Sanatçıların talepleri karşılansın ibrahim gökçek yaşasın...
2 notes
·
View notes