Tumgik
denizgeziyor · 3 years
Text
La Vie En Rose
Yalnız kalmaya alışmış ya da bunu becerebilen biri olarak şunu söyleyebilirim ki ben aslında korkak bir kadınım. Haddinden fazla seviyorum, tecrübeyle sabit değil. Üzerine giydiğin ceket gibi seviyorum. Mevsim normallerinin üstünde olan bu havadan koruyan ve hep arkandan sarılan. Ne şanslı bir cekettir ki o hep kokun kalır üstünde. Kokunu unutunca panik olduğum o zamanlar aklıma geldi yine, ne şanslı bir cekettir o.
Bütün aşklar biraz platonik olmadı mı, bu pandemide? Uzaktan sevmelere insanların alışmaya çalıştığı, çoğunun başarısız olduğu zamanlar bunlar.  Benim seni sevmem bundan da öncesi, ama yine platonik. Burası kelimeleri bir araya sıkıştırdığım bir otobüs, inmek istiyorum ama çok kalabalık. Çok geçmişiz benim ineceğim durağı ama ben hâlâ insanların önce inmesini bekliyorum. Ayıp olmasın diye yine susmuşum. Korkumdan inemediğim her yer işte sen gibi. Yanlış yerde iniyorum biliyorum ama diyorum ki, yürürüm ne olacak. İnsan kendini yok saydığı kadar karşıdakini sevebilir sanıyordum. Saçma. Kendimi sevmeye başladığımda anladım.
Sen bana ne zaman vaktin var dediğinde, her zaman dedim. Galiba sorun buydu. Oğuz Atay’ı dinlemiş olsaydım yarın derdim, çünkü her zaman vakti olanlara saygı duyulmaz.
Helen Keller gibi oluyorum yanında; görmeden, duymadan ellerimi dudaklarına götürerek anlayabiliyorum seni. Çünkü gerçek olduğunu sadece dokunduğumda anlayabiliyorum. Çok sev dediğini duyuyorum, ellerimle. Benim ‘düzgün’ birini bulmamı çok istiyorsun. O gece, sadece sarhoşların mutlu olabileceği o çirkin, pis sokakta ağzındaki bira kokusundan çözünüp bana gelen o cümlen hala aklımda: ‘Sana layık değilim’. Bir şeyler diyorsun gitmem için ve sonra daha da saçmalamaktan korkuyorsun, sarhoşluğuna veriyorsun ağzından çıkıp beni üzen her kelimeni. O bar hala Kadıköy’de, kapanmamış. Biz hep bira içerdik, başka içkilerin anlamından korktuk. İki arkadaş baş başa bira içer çünkü. Şarap fazlasıyla korkuttu bizi.
Gidiyorum sonra senden ama her gittiğim adamda da senden bir parça arıyorum. Denize her baktığımda aklıma sen geliyorsun. Günlerinin o maviliğin üstündeki kocaman gemilerde geçiyor, biraz kıskanıyorum seni. Orada çok yorulduğunu, her sallandığında midendeki bulantıya küfrettiğini biliyorum ama merak da ediyorum hâlâ denizi çok seviyor musun kaptan? Evet, onun adı kaptan olsun nasıl olsa benim dışımdaki tüm denizler onun. Bu arada ben Deniz, ceketin olmak isteyen kadın.
Onu sevdiğimi söylesem bu beni küçük mü gösterir? Ama söylemezsem… Onun pişmanlığı. Arkadaş kalmak az geliyor ama ya aşk da fazla gelirse. Beni bu paranoyaklık öldürecek.
Nasıl sevdiğimi bir Cemal Süreyya anlıyor, en yakınım o bu aralar. Üzüldüğümde hemen Üvercinka kitabını açıyor ve başlıyor okumaya, aslında en sevdiği şiirleri orda biliyorum. Bir kadın gömleği üstümde günün maviliği ondan, diyor. Nasıl güzel sevmek bu? Çok sevince insan ya şair olur ya da şiir okur diyor. Ben ikisini de yapıyorum, galiba yalnızlığım ondan.
Saçmalıyorum yine seni düşündükçe biliyorum. Ama ben saçmalamaktan korkmuyorum kaptan. Sadece kızgınım. Neredeydin bunca zaman?
Üstünden uzun zaman geçti beni bırakıp gitmenin. Tam beş sene olmuş. Umudumu kestikten sonra karşıma çıktın. Bu sen misin gerçekten? Çok değişmişsin. Telefondan da olsa seni gördüğüme sevindim. Olgunlaşmışsın, rengin de güneşten hafif kavrulmuş, saçlarını uzatmışsın. Özlemişim. İkinci bir şansımız yok sanmıştım, herkesin vardır ama kaptan. Benim bile.
Buluşma günü belliydi ona yemek yapacaktım ama elim ayağıma dolandığından ya elimi kestim ya elimdekileri düşürdüm. Seni görmeden başladı bu heyecanım. Biraz içki içtim, sakinleşmek için. Portakallı kek yaptım, seversin diye. Her detayı hatırlamam seni korkutmaz umarım.
Boğazımda kalan yemeklerden biraz zor konuştum ama anlattım, sana kırgınlığımı. Gönlümü alman zor olmadı tabii ama ben yine karşında buz gibiydim. Çok korkuyordum senden aslında, beni kendimden daha çok üzebilecek tek kişi sensin. O yüzden seni hemen affetmek istemedim. Ben bunları düşünürken ‘Gördüğüm en güzel gözler senin, Deniz, içinde nasıl bu kadar oluyor yeşilin tonu. Gerçek misin sen?’ dedin. O konuştukça benden mi bahsediyor diye kendimi çimdikledim, masanın altından. Sonra evet dedim buradayım. Güldük. Yemekten sonra dans edelim mi dedi. Deli misin dedim ne dansı otur oturduğun yerde. Dinler mi hiç. Plak çaların yanına gitti Edith Piaf’ın en sevdiğim şarkısını açtı. La vie en rose. Unutmamış. Fransızcası fena değildir ama bu şarkıyı ezbere bilir. Tekrar okur musun dizelerin Türkçesini, unuttum dedim kulağına fısıldayarak. Güldü, unutmadığımı biliyordu.
Sıkıntılar üzüntüler gitti Mutlu, ölümüne mutlu Ben onun kollarındayken Kulağıma fısıldadığında Hayatı pembe görüyorum En sevdiğim dizeleri okudu, gerçekten ölümüne mutluluk gibi bu his. Kalbim o kadar hızlı çarpıyor ki dışardan duyabiliyorum. Kalp krizi geçirmemek bu geceki en büyük hedefim. Dans ederken domatese benzediğime emindim, ama o dünyadaki en güzel şeye bakar gibi gözlerini nerdeyse hiç kırpmadan bakıyordu bana. Gözlerini kırp arada korkuyorum sen böyle bakınca dedim. Vakit kaybetmek istemiyorum, yeterince kaybettim dedi. Bütün gardımı indirdim o an. Nasıl yorulmuşum buz gibi durmaktan. Nasıl hasret kalmışım, sevilmeye.
Kaptan… Sen hep güzel konuşurdun kızlarla daha çok ben akıl verirdim sana. Nerden bilebilirdim ki seni böyle seveceğimi daha çocuktuk, en yakın arkadaştık. O mutlu çocuğun bu kadar hüzünlü olmasına üzülüyorum. Çok yormuş seni deniz. Yüzündeki kırışıklıkları öptüm. Bitti dedim artık. Üzülmeyeceksin, bu kırışıklıkların sebebi sadece esprilerime gülmekten olacak dedim. Ağladı, çok ağladı. ‘Kendimi her yalnız hissettiğimde içimdeki Deniz’e sarılıyorum, en yüzme bilmez halimle’ dedi. Sana öğreteceğim kaptan, sevmeyi, korkmamayı, güvenmeyi. Artık yalnız değilsin ben varım. Şimdi biraları bırakıp, şarap içelim mi?
1 note · View note