Text
Hayatımda ilk defa okey oynadım ve biraz oynamayı öğrendim. Bu oyun için fazla kibar kaldığıma karar versem de oyunların mantığını öğrenmek çok keyifli geliyor.
Dönüş yolunda yağmurda yürüdük ve ben hâlâ Ebru Gündeş'in Kaçak şarkısını mırıldanıyordum.
Belki de milyon defa 'Bir daha bu yolları aynı hevesle yürür müyüm?' diye sormuşumdur.
Gün sonunda merdivende oturup gece ikiye kadar ağlarken cevabı vermiş oldum kendime.
'İstesem de yürüyemem.'
Belki haftalardır içimde tuttuğum üzüntüleri serbest bıraksam iyi olur dedim. Tutma kendini, ortalıkta dolan gözlerini örtmektense, bir gece delicesine ağla da acın azalsın.
Daha önce defalarca güldüğüm merdivende yalnız başıma oturup ağladım. Camdan dışarıya bakıp boş durağı izledim. Aynı durağı izlerken güldüğüm güzel anlarım geldi aklıma, hepsinin hayal kırıklığına bulanışına üzüldüm.
Bazen ne yaparsak yapalım, bazı yerlerde ne kadar kalmak istersek isteyelim, gitmek gerekir. Ben bu yıl konfor alanlarımdan çıkmayı öğrendim. Evimden, odamdan, hayatımdan, alıştığım insanlardan çıkıp kendime olduğundan daha farklı bir hayat sunmak için çabaladım. En büyük sınavım kendimle verdiğim sınav oldu. Çünkü bütün o alıştığı alanlarda kalmak için tırnaklarını geçiren yanımı bileklerinden tutup tabiri caizse zorla çektim aldım bazı yerlerden. Acıya alışmak iyi değil dedim.
Sana acı veren yerlerde kalmak, sana acı veren insanlara tutunmak iyi değil. Seni acı çektiğin çukurda tekmeleyen insanları, seni bile bile inciten insanları, kafeste tutmak isteyenleri kendine ev seçemezsin.
Bu pençelerini onlara değil, daha güzel yollar yürümek için ruhuna iyi gelecek imkanlara geçirmelisin. Tutunacağın dallara güvenebilmelisin.
Takıntı haline getirdiğim tüm acı veren şeylerden sıyrılıp kurtarmaya çalışıyorum kendimi. Odamdan bile.
2020 yılında yazdığım blogu karıştırırken şöyle bir cümleme denk geldim.
'Işıklar söndü. Şimdi tetiğin yerini öğrettiğin kaç insana hedef oluyorsun?'
Sevgiyle, burada bir tetik var, tam şurada, zamanında tam şuradan vurulup hayatımın yarasını aldım ben, diyerek yaralarımı anlattığım insanlar işte tam da oradan çekti tetiği. Işıklar söndü. Ben yarayı bir şekilde tedavi ederim yolumu yürümeyi sürdürürüm de bir daha tetiğin yerinden bahsetmek, açıp yaraları göstermek cesaretini ne yapacağım bilemiyorum.
Tekrar söylüyorum, acıya alışmak iyi değil. Acı veren insanlara alışmak iyi değil. Acı bir itici güç olarak insanı düştüğü çukurundan çıkarmaya sevk etmeli. Seligman'ın Depresyondaki Köpekler Deneyi geldi aklıma.
Deneydeki köpekleri 3 gruba ayırıyor Martin Seligman.
İlk gruptaki köpeklere elektroşok veriyor ve şoktan kaçmalarını engelliyor. Kaçmaya çalıştıklarında adım attıkları yerde tekrar şoka maruz kalıyorlar.
İkinci gruptaki köpeklere de aynı şekilde şok veriyor fakat bu gruba düğmeye basarak şoktan kurtulabilme imkanı veriyor.
Üçüncü gruptaki köpeklere ise hiç elektroşok vermiyor.
Deneyin ikinci aşamasında ise bütün gruplardaki köpeklere yeniden şok veriyor. Köpekleri gözlemlediğinde hiç şok verilmemiş köpeklerin ve daha önce şoktan kurtulmayı başarmış olan köpeklerin kaçmayı denediğini, fakat kaçamayacağını (: öğrenmiş ilk gruptaki köpeklerin kaçmaya eğilim bile göstermediğini fark ediyor.
Yani, ilk grup köpekleri çaresizliği 'öğreniyor.' Öğrenilmiş Çaresizlik kavramı ve depresyon.
Acıya alışmak, tepkisizleşmek, acıya karşı yerinden bile kıpırdamamak. Çaresizliği öğrenmek.
Tekrardan söylüyorum. Acıya alışmak iyi değil. Kalkıp oradan çıkmak gerek. Çıkamasak bile çıkmayı denemeye devam etmek gerek. Gerekirse kendimizi tutup zorla çekmek gerek o çukurdan. Varsın içimizin bazı mühim yanları geride kalsın, varsın çok yaralanmış bir şekilde çıkalım oradan ama çıkalım. Çukur bizi yalnızca çürütecek çünkü.
2024 yılında kendime yaptığım şey de tam olarak çukurlardan kendimi çıkarmaktı.
21 Aralık gecesi -ki en uzun gece- merdivende oturmuşken çok büyük bir çukurdan kurtulmaya çalışıyordum. En zor aşamam hep 'kabullenmek'. Karanlıktan camdaki yansımama bakıp 'Bak Dilara,' diyerek cümleye başladığım gerçekler bin tane gözyaşı da akıtsa onları söylemek, duymak, anlamak ve yarayı kanatmak en zor ama en mühim aşamam.
Kabullen.
Sevdiğin her insan iyi çıkmaz, kabullen.
Yaralarını sevgiyle güvenle gösterdiğin herkes tekrar yaralanma diye seni koruyacak değil, kabullen. Bazısı o yaralardan seni tekrar yaralar, kabullen.
Seni hiç yaralamayacakmış, seni yaralayanları mahvedermiş gibi davranan insanlar da seni yaralayabilir, kabullen. Sandığın kadar güçlü değil kimse, kabullen.
Yaralarını bilip yanında olmak isteyen iyi insanlar da olacak, kabullen. Bazen yaralarını bilmeden de seni korumak ve sevmek isteyen iyi insanlar olacak, kabullen. Her zaman kötü ihtimaller yok dünyada, yaralarından yaralandın diye insanlara küsme, kabullen.
Kendine veremediğin şeyleri, kendi ruhunda kapatamadığın eksikleri diğer insanlarda bulma çabası seni yanlış yönlendirebilir, illüzyonlara kapılabilirsin, dikkatli ol, kendine vermen gerek aslolanı, başka yerlerde aramayı bırak, kabullen. Kendini sev, kendini sev, kendini sev. Kendisine yazdığı her mektubun sonunu kendini sev diye bitiren Fatoş'la konuştuğunuz gibi, kendini sevmek gerçekten çok önemli, kabullen.
Sana yanlış yapan insanları her zaman hayatında tutmaya devam edemezsin, bu onlara 'bana yanlış da yapsanız sizinleyim'i öğretir, bazen yanlış yaptıkları için insanları silmeyi bil, kabullen. Bazı yanlışların telafisi yoktur, kabullen.
Kendi öz değerini bilerek hareket etmeyi öğren, kabullen.
Benlik algını geliştir, kabullen.
Ne müzik, ne dizi, ne insanlar, ne herhangi bir uğraş, bazen sadece ama sadece kendinle kalmayı bil, kendine tahammül edebilmeyi, telefonu müziği kalabalıkları her şeyi bırakıp dünyada sadece kendinle kaldığındaki güzellikleri bulabilmeyi bil. İnsanların yalnızca kendileriyle kalmaya tahammül edemedikleri için sürekli reels kaydırdıklarını, kulaklığı çıkaramadıklarını, devamlı bir şeylerle oyalanma ihtiyacı duyduklarını söyleyen kadın pek haksız değil, kabullen.
Kabullen.
İsyan edip çıktığın çukurlardan, kabullenişle kendine döndüğün güzel yollara.
Neyi kabullenip neye karşı çıkacağının ayrımını bilmek önemli.
Acının çukurunda depresyonun dibinde kalmayı kabullenmekle, acıların sendeki tesirini ve gerçekleri kabullenip onlarla yüzleşerek devam etmek bir değil. İki kabul arasında dağlardan da öte farklar var. Biri seni çürütürken, diğeri huzur verip yüklerini hafifletecek.
Düştüğün yerden kalkmak için tembelliğine ve tepkisizliğine karşı çıkmakla, iyileşmeye yeşermeye düzelmeye karşı çıkmak da bir değil. İyileşmeye direnç göstermektense, pes etmeye ve çürümeye direnç göstermek seni kendine yaklaştıracak.
Huzurlu kal.
Seni seviyorum.
Bu gece acını sonuna kadar yaşama şansını kendine verdiğin için teşekkür ederim. Yola daha iyi bir şekilde devam edeceğine inanıyorum.
Hem yeni yıla giriyoruz. Hem başka şehirde güzel deneyimlerlesin.
Gençsin.
Sağlıklısın.
Şükret.
Dostların var.
Sen varsın, her şeyden önce.
(:
2 notes
·
View notes
Text
Billie Eilish, Everything I Wanted.
Dinleyip etrafa bakınırken duvarda bu yazıyı gördüm. Fotoğrafını çekmek için kalktım yerimden.
Şarkı gerçekten Golden Köprüsünden atlamak üzereymişim gibi hissettiriyor. Hatta atlamışım, suyun altındaymışım, her şey gözümün önünden geçiyormuş, birçok buğulu ses belli belirsiz konuşuyormuş gibi.
Burada olduğum müddetçe seni kimse incitemez dediği kısımda içime keskin bir bıçak yaslıyorlar.
Çünkü bana böyle güvende hissettiren hiçbir şey yok.
Kendime veremediğim şey bu belki de.
Arayıp durduğum, bulmak istediğim şey bu. Her an orada olan bir koruma kalkanı. Hep varlığını hissedeceğim, asla gitmeyeceğinden kaybolmayacağından emin olabildiğim bir gerçeklik.
Beni köprüden bile atlasam suyun altından çıkarabilecek bir güç.
Böyle anlarda bir abim olsaydı diyorum.
Veya en azından zorda kaldığımda, bir köprünün ucunda durmak istediğimde kendilerine sığınabileceğimi, onlarlayken kendim gibi hissedebileceğimi bildiğim ebeveynlerim olsaydı.
Bir dayanak.
Bir güç kaynağı.
Ama kendim dışında.
Dıştan bir güç kaynağım olsa her şey daha kolay olur muydu?
Hiç kimsede ve hiçbir yerde bulamayacağım bir duyguyu arıyorum belki.
Benlik algısı konusunda okumalar yapan bir arkadaşım bu söylediklerime karşı şunu derdi muhakkak:
"Bunlar kendi içinde bir boşluğu kapatmaya çalışmanla, senin kendine veremediğin bir şeyi insanların vermesini istemenle alakalı. Ve ihtiyacın olanı da ancak kendine baktığında bulabilirsin. Kendin için bir şeyler yapmaya başla. Çünkü gerçekten sana şu an ağır gelen şey sonsuza kadar öyle gelmeyecek."
1 note
·
View note
Text
Sabahın yedi buçuğunda uyanıp çamaşırhanede Ebru Gündeş'ten Kaçak dinleme deneyimi.
50'ye yakın makinenin ortasında makine sesleriyle bu cümleleri yazıyorum, esniyorum, uykudan yeni uyanmış olmanın verdiği sersemlikle çömeldiğim yerden etrafa bakıyorum.
Bütün bu sesler arasında çömelen ve makinelerin dönüşünü izleyen başka insanlar da var. Acaba onlar sabah sabah ne düşünüyorlar?
Şarkının nakaratında çamaşırhanenin ortasında müthiş bi efkar çöküyor bana.
Bir daha bu yolları aynı hevesle yürür müyüm?
Kim bilir ne bekliyor kalır mıyım ölür müyüm?
Ne malum dünya gözüyle bir daha görür müyüm?
Uyku muyku bırakmadı. :d
1 note
·
View note
Text
Fabrikada Cinayet tiyatrosu.
Aklımda en çok kalan şey okunan iki şiir oldu.
Biri Orhan Veli'nin Kitabe-i Seng-i Mezar şiiriydi.
I
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah'ın adını,
Günahkâr da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.
II
Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duysalar öldüğünü alacaklılar
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince...
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
III
Tüfeğini deppoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir ruzigar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısıyla:
"Ölüm Allah'ın emri,
"Ayrılık olmasaydı."
_______________
Diğeri Ah Muhsin Ünlü'nün 'Sen beni Öpersen Belki Fransız Olurum' şiiriydi.
"sen beni öpersen belki de ben fransız olurum
şehre inerim bir sinema yağmura çalar
otomobil icad olunur, zarifoğlu ölür
dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.
-senegalliler dahil değil
sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
o vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin
hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin
-yoksa seni rahatsız mı ettim?
sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
elbette gayet rasyoneldir attan atlamak
-freud diye bir şey yoktur.
sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.
-haydi iç de çay koyayım."
1 note
·
View note
Text
Kütüphaneleri mimarların gözünden görmek lazımmış, kendi başıma gezdiğimde onunla gezdiğimdeki kadar büyülenmemiştim. Kullanılan ahşaplara parmağıyla vurup 'bunlar çok kaliteli, bak dokun' dedi. Ahşaplara, yeşil camlara, duvarlara, hatta halılara bile tek tek dokunarak inceledik.
Bir ara 'Buradan nasıl yukarı çıkacağız?' dedim. Etrafı gözleriyle süzüp 'gizli bir merdivenle' diyerek hiç orada merdiven olacağına ihtimal vermeyeceğim bir yere götürdü beni. Merdivenin sonu bir sürü kitabın olduğu koridorlara çıktı. Büyülenerek kitapları inceledim. Her biri İstanbul'un çeşitli mekanlarının adı olan bir sürü kitap vardı, tarih kitapları, psikoloji kitapları, türk tarihine dair ilgi çekici isimlere sahip birden fazla cilt. Hepsine dokundum, parmak uçlarımda ne kadar eski ve büyülü olduklarını hissetmeye çalıştım.
'Burayı inşa etmek için aklının hayalinin alamayacağı paralar harcamışlardır, her şey harika düşünülmüş.' diye diye bana her detayı anlatmaya çalıştı.
Daha iyi bir mimar olmak istediğinden yakındı.
Ona çok iyi bir mimar olacağını söyledim.
Bir mimarın gerçekten kendi potansiyelini gösterebilmesi için bir müşterinin gelip tüm her şeyi ona bırakması gerekirmiş. 'Ben bir ev istiyorum ama nasıl bir ev yapacağını tamamen sana ve senin yeteneklerine bırakıyorum.' demek gibi. Maalesef müşteriler hep kendi isteklerini öne sürüp nasıl bir yapı dizaynı istediklerinden bahsederek aslında mimarların kendi potansiyellerini göstermelerindense kendilerine söylenileni yapmalarına sebep oluyorlarmış. Mimarın imzasını görmek için, her şey mimarın hayal gücüne bırakılmalıymış. Güzelce anlattı. Gülümsetti. İnsanların içlerindeki ruhani potansiyellerini görmek için ne yapmak gerek acaba?
Kendi en iyi versiyonuma ulaşmak için önce içimde dünyanın ve toplumun yerleştirdiği tüm kalıp şeyleri yıksam, sonra içimin haritasını dizaynını kendi ellerime bıraksam, nasıl inşa etmek istersen et desem, ortaya nasıl bir sonuç ve ben çıkardı? Merak konusu.
Şu iki günde dünyanın hali üzerine çok konuşuldu çevremde. İnsanlığı hâlâ kurtarabilir miyiz bilmiyorum. Bunun için ne yapabiliriz bilmiyorum. Bir bütünün parçası olduğumu fark ettiğimde, dünyadaki milyarlarca yığın insanlardan bir tanesi olarak toplumun taşlarından birini simgelediğimi anladığımda ben de dünya için ne yapabileceğimi düşünmeye başlarım belki. Travma etkinliğine katıldığımda aklımın köşesinde bir Z planı kurdum. Z planı diyorum çünkü hayatım için tüm olasılıkları bir kenara bıraktığımda geriye kalan en en son ihtimal bu. Tüm heves ve arzuları bir kenara atıp yalnızca afet içindeki insanları kurtarmaya ömrümü adayabilirdim. O zaman hem topluluk adına daha ciddi bir işe yarardım, hem de adanmışlık duygumu içimin ikna olabildiği bir uğurda kullanırdım. Belki günlük telaşlarım, şu anki acılarım, bağlarım, ilişkilerim ve bir hayatım olmazdı. Ama tek bir hedefe kitlenmiş ok gibi çok güçlü olurdum. Dünyadaki varlığım için de sağlam bir sebebe tutunurdum.
İnsanlığa hem bireysel hem toplumsal açıdan, tikelde ve tümelde, her türlü üzülen bir parçam var. Ama bu parçayı çeşitli toplulukların içime sahiden sinmeyen ideallerine yönelerek kullanmak veya susturmak istemiyorum. Çok daha ruhuma uyan bir gerçeğe ihtiyacım var. Z planı fena değil. Bakalım zaman ne gösterecek.
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan,
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan.
(:
1 note
·
View note
Text
Taş bebek. Beni çok eski zamanlarda hissettiren nostaljik şeylere bayılıyorum.
Soldaki bebeğin Merlin'e, sağdakinin Arthur'a benzediğine karar verdik.
1 note
·
View note
Text
Elbette daktilo.
Çözemediğim sorularla yaşamaya alışıyorum.
Cevaplar olmadan da yaşamayı öğrenmek hakkında düşünüyorum ve merakımı sakinleştiriyorum.
Gaye vardı, yanında kendimi iyi hissettiğim güzel bir ruhu var. Bana bolca gülümsedi, beni bolca düşündürdü.
Kibar bir ruh olduğumdan bahsetti ve bana dönüp 'sen neden böylesin, çok sakinsin, hiç sinirleniyor musun sen?' dedi, gülümsedim. Neden bu kadar kibar kaldım dünyaya karşı, neden kızmak istediğimde bağırıp çağıramadım ve öfkesiyle bile içinde çoğalan çoğalan çoğalan çok sakin bir tekilliğe dönüştüm. Tüm duygularım neden bu kadar içerideydi, onları oldukları gibi yansıtmayı, eylemlere saf şekilde dönüştürmeyi ben mi başaramıyordum yoksa büyürken duygularım kendilerine gerçekten böyle mi ifade hali geliştirdi? Normal bir durum mu bu sakinlik, yoksa içimdeki her şeyin üzerini örtüp onları bastırıyor muyum diye bir sorguladım.
Cevap? Zaman bana cevabı yaşatır belki.
Öfkeden delirdiğim oldu. Ama ben öfkeden delirdiğimde bile kendimleydim, etrafta insanlar hiç yoktu.
Belki bir başka arkadaşımın dediği gibi, benim dünyam çok içeridedir. Zamanında zarar görmemek için onu çok içeriye ve derine inşa edip, dış dünyayla arasında hep 'aşılması gereken' uzun mesafeler bırakmışımdır.
Şimdilerde, içimde olduğu gibi dışımda da kendimi yaşamaya odaklıyım en çok. Mesafeleri aşıyorum. Kendimi yansıtmayı da seviyorum. Yazmaya da dönüyorum, bunun sebebi biraz farklı ama onu irdelemeye halim şu an yok.
Çıkışta bankta oturup, soğukta taze bir simidi bölüştüğümüz çok tatlı bir gündü.
Günün şarkısı: Gönül Akkor, Böyle Gelmiş Böyle Geçer Dünya
1 note
·
View note
Text
Bunları yazmak da olmasa çıldırmaya başlı başına katlanılır mı?
839 notes
·
View notes
Text
22 Ekim
Yine yazıp yazıp siliyorum. Şarkı kulağımda 'Bana bir yolunu bul, bir söz delip geçer mi? Bana bir yolunu bul, küçük bir an yeterdi. Bana bir yolunu bul, hayat cidden güzel mi?' diye soruyor.
Gülümsüyorum, sessiz bir kafenin köşesinde, bir satranç masasının önünde oturmuş bu sorulara gülümsüyorum. Rilke ile konuşuyorum. 'Ey Rilke, işte sonunda yazmaktan başka hiçbir şeyin beni kendime getiremeyeceği bir andayım, gerçekten yazmak zorundayım.' diyorum. 'Başka hiçbir şekilde ne kendimle ne karanlığımla ne de dünyayla baş edemem. Yazmak, yazmak, yazmak. Cümlelerle manzaralar çizmek ve onları uzun uzun izlemek zorundayım.'
Tek tek alıntılar canlanıyor aklımda.
'Yazmak zorundayım diyerek dikilebiliyorsanız, o zaman bu zorunluluğa göre kurun hayatınızı; yaşamınız o zaman, en önemsiz ve değersiz saatine varana dek bu güçlü içsel dürtünün bir işareti ve kanıtı olmalı.'
'Yazmanız diyelim ki yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize. Özellikle şunu yapın: Gecelerinizin en sessiz saatinde kendinize şu soruyu yöneltin: İlle de yazmam gerekiyor mu?'
Gecelerce düşündüm. Yattığımda aklımdan geçen cümleleri avuçlarımda tuttum ve onları bir iple oynar gibi birbirlerine dolayarak ördüm. Ördüklerimi yeniden yeniden bozdum. Bu eylemin verdiği hazzı içimde bir bağımlılık gibi yaşadım. Her delirişimde ve her çöküşümde zihnimde bir sürü duygu ayaklanıp cümlelere çevrildi, önümde dikildiler, defalarca kalbime battılar. Yine de yazmayacağım dedim, hiçbir karşı cümle sunmadım onlara. Kendimle savaşmak istemedim. Kendimle barışmak da istemedim. Kendimle oturmak konuşmak, hiçbir şey yapmak istemedim. Kendime bulaşmak cümlelere bulaşmaktı, cümlelere bulaşmak derinlere bulaşmaktı, derinlerin beni içine çekmesinden, orada kaybolmaktan korktum. Acı başta olmak üzere tüm bu duyguları görmezden gelmek onları irdelemekten iyidir dedim. Onları irdelersem anlamaya çalışmanın zevki çözüme ulaşmanınkine ağır basar diye, depresyonum tetiklenir ve eski deliliğim beni ele geçirir diye korktum. Ellerimi klavyeye uzatmadım. Hep bir adım geride durdum ve eşiği hiç geçmedim. Ateşe dokunmak gibi gördüm harflere dokunmayı, öfkemden bütün dünyayı yerle bir etmek istediğimde ama yalnızca odanın ortasına çöküp kaldığımda bile hiçbir şeyi yazıya geçirmedim. Gözlerim iyileştiğinde, aşık olduğumda, o aşkı tükettiğimde, birçok dostla kalbimi bağlayıp sonra o bağı tutup kopardığımda, yeni kitaplar aldığımda, nice kitaplar bitirdiğimde, güzel şiirler okuduğumda, eski şiirleri içimde tekrar tekrar çevirip durduğumda, yenildiğimde, zafere ulaştığımda, her şeyi bozup yeniden inşa ettiğimde, ölürüm dediğim yerde ev yaptığımda kendime, yine de yazmadım. Kaydetmedim. Öleceğim sessizce dedim. Yazmakla yazmamak arasında hiçbir fark göremediğim anlara inandım. Ben belki ansızın artık dünyada olmamanın gizemine bürüneceğim ama o zaman bile yazsaydım demeyeceğim, yazmamış olacağım diye düşündüm.
Aldandım.
Yazmadığım her gün ve her hafta daha çok kendi aklıma sıkıştım, anlamlandıramadığım ve irdelemediğim her şeyi aklımın çöpüne ata ata orada kocaman bir dağ yaratmış oldum. Kendime dokunmayı, evet kendi içime dokunduğumdaki o muhteşem hissi unuttum. Elim yanmasın diye klavyeye dokunmazken elim öyle üşüdü ki şimdi klavyeye dokunurken bile bu parmakları kıpırdatmada zorluk çektiğimi fark ediyorum. Tozlandım, köreldim, eski evlerde üzerine beyaz örtüler serilip unutulmaya terk edilen bir eşyaya bakar gibi bakıyorum şimdi ellerime.
'Seninle her şeye yeni baştan nasıl başlayacağız?' diyorum. Kendimle anlaşabileceğim bir dile indirgeyerek her şeyi uzun uzun anlatıyorum. 'Kırık dökük bir eşyasın, bu yüzden eskisi gibi yazamayacağına, büyünü kaybettiğine inanıyorsun. Peki sana soruyorum. Kullanılmadığı için eskiyen bütün bu yanlarını yeni ve daha güzel parçalarla değiştirsem aynı kalacak mısın ki?'
'Theseus'un Gemi'si* paradoksunu hatırla.' diyorum kendime. 'Ve ellerine bakıp böyle çok üzülme. Değişimlerinle ve eskiye ait körelmiş parçalarınla kendini kabul edip onları yazmaktan vazgeçmeye bahane göreceğine sebep olarak görmeyi dene. Eskisi gibi yazamamaktan, eski sen olamamaktan korkma. Bu yalnızca senin paradoksun değil çünkü. Değişmek bir tek senin sorunun değil. Üstelik Rilke'ye de söylediğin gibi, yazmadan duramayacak ve nefes dahi alamayacak bir noktaya geldin. Sen sayfalara geçirmedin diye aklındaki cümleler var olmayı ve senin zihninin duvarlarına çarpıp rahatsız etmeyi bırakacak mı zannediyorsun? Bana bu boş beyaz kağıdı açtıran duygun kaç yıldır orada bu anı bekledi? Hazır olduğuna inanman için daha ne kadar içinde kaynamayı sürdürmesi gerekiyor? Eski bloga yazdığın tüm yazıların fotokopisini çıkartıp rafına koydun, defalarca kez döndün dolaştın okudun. O cümlelere bakarken göğsünde hissettiğin sıcaklık kaç dereceye varmalı ki ellerini yeniden klavyede hareket ettirmeye ikna olasın? Büyü yapalım, diyorum sana. Ellerini tutmak, bu ellerle büyü yapalım, kelimelerle oynayalım, cümleleri birbirine bağlayalım, örelim, ısınalım, havalar soğuyacak kendimizi koruyalım, kendimizi savunalım, Bilge Kral'ın dediği gibi. Hayatı savunur gibi, şiiri savunur gibi savunalım kendimizi demek istiyorum.'
'Kendin olmak için savaş eğer savaşacaksan.
Kelebekler seni tamamlar, seninle yürür sarısabır ve taflan
Yenilmek de güzeldir. Yenilmek: Boş bir sandal gibi duymak mehtabı
Böyle böyle geçecek ağzında büyümenin o buruk tadı.
Varsın her şey giderek azalsın, üstümüzde gök altımızda toprak
Sen büyüdükçe çocukluğunu uzatmaya bak.'
Gülümsüyorum. Yazıya başlarken içim umutluydu, ortalarında bir başka mekanda ve içimde acıyla karışık hayal kırıklığı duygusu taşıyarak oturuyordum. Olumsuz duyguyla perçinlendim, harekete geçtim. Sonunda o acıyı dönüştürmüş olduğumu gördüm, kendi elimi omzumda hissettim, gülümserken gözüm ekranın siyah arkaplanına yansıyan bakışlarıma takıldı. Buradaydım, daha ötesi yoktu.
Nerede olursak olalım, hangi şehirde ve hangi mekanda bulunursak, dünyanın tüm algısı, cenneti cehennemi, yargıları, sesleri ve gürültüleri, anlam da mana da, gerçek de hayal de, her şey içimizde. Ölçüt kendimiziz. Dengeyi korumak da bizim elimizde. Farkında oldukça özgürlüğe daha yakınız.
Buna inanarak yazıyı bitiriyorum, ve inancımın birazını da kendime yöneltiyorum.
Son olarak, sana dünyayla başa çıkma mücadelende bulabildiğim en iyi yol yazmak oldu.
_
*: Theseus'un Girit Adasında yarı insan yarı boğadan oluşan Minotaur'u öldürürken kullandığı bir gemisi vardır. Plutarkhos Theseus'un bindiği bu ahşap geminin ulusal bir hazine olması gerektiğini düşünür ve şu müthiş deneyi ortaya atar: Zamanında büyük bir zafere konu olan bu efsanevi gemi, aşınma ve yıpranma nedeniyle zaman içinde orijinal parçalarından hiçbiri kalmayana kadar değiştirilse, o gemi hâlâ zaferi elde eden ve savaşı kazanan gemiyle aynı gemi midir? Yoksa bambaşka bir gemi haline mi gelmiştir? Gemi, kalaslarının toplamı mıdır; seyir geçmişinin toplamı mıdır; her ikisinden de mi oluşur? Bu bir paradoksdur. 'Hücrelerimiz de sürekli ölüyor ve yenileniyor o halde belki de denizdeki gemi gerçek gemidir' diyenlerle o gemiyi müzedeki koleksiyonuna koymak için asıl orijinal parçalarını yeniden toplayan ve birleştirip 'Theseus'un gemisini buldum!' diyen müze müdürünün paradoksudur. Aslına bakılırsa kalaslar, gemiler ve hatta Theseus'un kendisi de durağan şeyler değildir. Değişir ve dönüşürler. 'Eğer değişirsek farklı bir insan mı oluruz?' diyor Anne Sauka. Oysa ki değişim başlangıç noktasıdır. Benlik, yalnızca değişim sayesinde gerçekleşen bir şeydir. Ki hayata varoluşçular gibi insanın bir özü yoktur, insan kendisini inşa eder düşüncesini temel alıp bakıyorsak, bence inşa demek değişim demektir. Aynı kalmayıp yeni parçalar eklemeyi ve bazı eski parçaları yerinden etmeyi şart koşar.
1 note
·
View note
Text
"Sırf o dinlemiyor diye onunla konuşmaktan vazgeçecek değilim. Ben kendi konuşmamı dinlemekten hoşlanırım. En büyük zevklerimden biridir. Çoğu kez kendi kendimle uzun uzun sohbet ederim; o kadar akıllıyımdır ki, bazen kendi söylediklerimin tek kelimesini bile anlamam.'' /Mutlu Prens, Oscar Wilde
Efendim, ne demiştiniz?
Efendim, her şeye geç kaldım.
Sorun değil efendim, bulmak istediğiniz andan daha geç bulmuş olmanız; yaşamak istediğiniz şeyi yaşamanız gerektiğini düşündüğünüz andan daha geç yaşamak zorunda kalmanız, ona gerçekten geç kaldığınız anlamına gelmez.
Nefes alın.
Aldım efendim.
İçinizdekileri insanların anlayabileceği bir dile dönüştürme çabanızın sizi ne kadar korkuttuğunun farkındayım. Cümleleri doğru çeviremediğinizde yanlış anlaşılacağınızı düşünüp ürküyorsunuz. Bu yanlış cümlelerin hayatınızı baş aşağı etme ihtimali sizi geri adım atmaya zorluyor. Ama korku sizi afallatır, korku kendinizi ifade etmenize engel olur, baştan kaybedersiniz. İçinizdekini anlatmayı deneyin, anlamazlarsa kaybedeceğiniz şey kendiniz olmayacaksınız ama anlatmayıp onların baskıları altında yaşamaya devam ederseniz kendinizi kaybedeceksiniz. Hangi kayıp daha korkutucu sizin için?
Kendimi kaybetmek istemiyorum.
O halde adım atın. Bu adım kendi iyiliğiniz içinse korkarak değil kararlıca atılmalı. Öyle değil mi?
Neden içimde hüzün var?
Çünkü bazı şeylerin sizin için bu kadar uğraşmanız gereken bir hale gelmemiş olmasını dilerdiniz. Çoktan özgürlük size verilmiş olmalıydı. Onu gidip ellerinizle söke söke, ikna ede ede almak zorunda kalmamal��ydınız.
Kendiniz olma fırsatınız en temel hakkınızdı. Sizden alınmış olmasına üzülüyorsunuz.
Şimdi gidip onu almak zorunda kalmanıza, daha ancak şimdi bunu yapma cesaretini göstermenize üzülüyorsunuz. Keşke bazı özgürlüklerim benden alınırken ses çıkarsaydım diyorsunuz. Ama kendinize çok kızmayın, daha dünyayı da insanları da hiç tanımıyordunuz.
Şimdi tanıyor muyum ki? Yanılmaktan korkuyorum.
Yanılmak da hayatın bir parçasıdır. Ki, dünyayı ve insanları tanımak denen şey özneldir. Şu ana kadarki tanışıklığınızda size zarar veren şeyleri temizlemeye çalışmak, yaralarınızı iyileştirmek için uğraşmak bir yanılgı ya da hata olamaz.
Korkmayın.
Tekrar aynı uçurumun dibine gelmenizi ve yok olmayı dilemenizi istemiyorum.
O uçurumun dibine gidip aşağıya bakmanızdan, ölüp kurtulmak istemenizdense, öncesinde kendi iyiliğiniz için savaşmış olmanızı, pes etmemenizi, güçlü ve soğukkanlı durmanızı yeğlerim.
Ölmek istediğiniz bir noktaya mı getirdiler sizi, yolculuk edin. Daha dünyada görmediğiniz çok şey var, sizi yaşama bağlama gücü bulunan.
Sonuna kadar yaşayın.
Sonuna kadar sevin, kendinizi hayatın güzelliklerinden mahrum bırakıp keder çukuruna hapsetmeyin ve onurlu bir şekilde kendiniz kalmak için mücadele edin.
Sizi seviyoruz, unutmayın.
Teşekkürler efendim.
Yazmak gibisi yoktur çünkü.
Yazmalısın.
Belki yarın ölürsün çünkü.
Hiçbir sebebi olmayabilir bile, süren dolmuştur.
Ölüm her şeyi daha az korkutucu kılıyor.
0 notes
Text
Yazmak çok zor.
Yazmak çok zor.
Dağılıyor yüzüm, biraz gece biraz hüzün.
Hayali sözlerim.
Odamın ortasında, yatağımın hemen köşesine çöküyorum ve bendeki bu ufak çöküşün dünya üzerinde hiçbir sarsıntı yaratamayışını sorguluyorum. İçim titriyor, bedenim üşüyor, kanıma bir şeyler oluyor ve derine düşüyorum. Bütün eylemlerin soyut dünyamda gürültülü bir gerçekleşmesi var, oysa görünürde karanlıkta bir beden ve yatağın köşesine hafifçe sürtünen sırtımın sesinden ibaret duruyorum.
Eskiden doğru bildiğim her şey aklımda bir bir çevriliyor, birtakım kötü ve belirsiz halelere dönüyor. Gözümün önünü karartıyor, düşüncelerimin etrafını sarıyor. Onları boğuyor, biri bana derdimi sorsa tarif edemeyeceğim kadar boğulmuş sıkışmış ve şekil değiştirmiş cisimlere dönüşüyorlar. Tutmak için elimi attığımda beni bile yutuyorlar.
En son ne zaman böyle hissetmiştim? Depresyonun başında ve sonunda. İlaçlara başlamadan hemen önce ve bıraktıktan hemen sonra. Dünyanın bütün düzenlerinden ve insanların içinden, zihninden, hareketlerinden yükselen tüm düşüncelerinden kurtulmak istediğim yoğun bir duygu baskısı altındaydım o zaman da.
Dünyanın bana kendini ait hissettiğim bir yer olarak göstermesi gerekmiyordu elbette. Böyle bir beklentim de -en azından ciddi boyutta- yoktu. Ama insanların üzerinde bulunduğumuz dünyayı çeşitli düzenlere ve anlayış sistemlerine sokması sonucunda mecbur kaldığımız çok fazla şey vardı. Farklı düzeneklerde çok daha da fazlalaşabilecek birtakım mantıksız -bana göre-, kısıtlayıcı mecburiyetler karşıma çıkabiliyordu.
Kimisi cinsiyetim gereği kimisi sadece insan oluşumdan dolayı hatta bazısı sırf üzerinde dünyaya geldiğim toprakların birtakım ırklara aitliğine dayandırıp birçok hüküm koyabiliyorlar üzerime. Şu'sun, bu'sun ve böyle olmalısın. Onlara beni ve bizi hiç tanımadıklarını nasıl anlatabilirim? Onlara beni tanıdığını düşündükleri bütün bu kuralların ruhuma uymadığını ve önüme koyup durmalarının beni yalnızca üzdüğünü nasıl açıklayabilirim?
Odamdayım. İlk paragraftaki gibi yatağımın yanına çöküyorum, avuçlarım yere değiyor ve üzüntüm böyle yoğunken hiçbir şey yapamayışımı düşünüyorum. Merlin dizisinde karakterin içinde güçlü bir büyü vardı, öfkelenince artan, üzülünce çileden çıkan, mutlu olunca çeşitlenen, elini üzüntüyle yere koyduğunda etrafı sarsan ve her şeyi parçalayan bir büyüyle içindeki her şey somut birer dışavuruma dönüşüyordu. Benim büyüm nerede bilmiyordum, avucumu yere değdirdiğimde hiçbir şey kıpırdamıyordu, içimin üzüntüden çürüdüğü günler oldu, öfkeden delirdiğim ama küçük yumruklarımı sıkmaktan öteye gidemediğim anlar yaşadım. Yine de hiçbir şey olmadı.
Hemen yanı başımda kendimi hayal ettim otururken, yüzüme bakıyordu, çaresiz ve sessiz duruşumu görüyordu. Garip bir anestezi altındaymış gibi gözlerimi belirli bir noktaya dikmiştim ve sanki evrende hiçbir hareketimin karşılığı yokmuş gibi donuktum.
Dizlerini kendisine çekti, kollarını sardı ve çenesini koluna yasladı. Hâlâ bana bakıyordu dikkatle. Benim için hiç de anormal bir atmosfer değildi bu, daha önce onlarca defa kendimi içimdeki çeşitli mekanlarda yahut evimin odasında kendi varlığımla beraber hayal ederek incelemiştim. Alışkanlık olsa gerek diyaloglar vasıtasıyla yapılan tatlı ve derin incelemeler her yoğun duygu anımda beni kendine çekiyordu.
Yere uzanmışım
Ölmüşüm ama tam değil
Ölmeyi denemek bir anda öyle anlamlı gelir
Ölmeyi denesem bile yaşamak anlamsız değil
Çünkü hiç koşmadım
Ya da yollara düşmedim
Tenim daha karışmadı
Güneşe
Bir süre sadece bu şarkıyı dinledik. Ben yere bakıp boş karanlığı izlemeyi sürdürdüm, soyut evrenimdeki Dilara da beni izlemeyi sürdürdü.
Bir aralık gözlerimi kırptım hızlıca, donukluğu bozdum.
'Hiçbir şey yapamıyor değilsin' dedi ve sessizliği bozdu.
'Kılıçları bilemek hiçbir şey yapmamak değildir, kirpiklerin birbirine değiyor ve kılıç bileme sesleri çıkarıyorlar. Duymuyor musun?'
Yüzümü ona çevirdim, öyle ki soyut alemi falan bırakıp bizzat gerçek hayatta kafamı hareket ettirerek gözlerimin boşluktaki hedefini değiştirdim. Artık yerdeki başka bir karanlığa bakıyordum. En sessiz ve duygulu anlarımda göz kırpmalarım hep anı bozan sessiz hamleler gibi gelmiştir, daima bunun üzerine kendime edebi bir ironi yaparım aklımda. Ama bu seferki epey hoşuma gitti. Öfkemin sertliği kayboldu.
'Kılıçları kime yöneltmeyi planlıyorum?'
Gözlerini kısarak baktı, insan kendi gözlerine baktığı bir hayal ile soğuk gerçeklikten ötede, samimi ve güvenli hissediyor.
'Kendine.' diye cevapladı. 'Fakat burada kılıç olumsuz bir yok edişi değil seni kurtarma arzusunu taşıyor. Dünyanın ve insan topluluklarının karmaşasından kopup ölümün herhangi bir dünü veya herhangi bir yarını düşündürmeyen sakinliğine ulaşmayı arzuluyorsun. Aurora'nın şarkısındaki gibi. 'Hiç zarar vermek istememişti. Tüm bunları beni yaşanacak korkunç şeylerden korumak için yaptı. Beni merhametinden öldürüyor.' Senin kendine karşı hiçbir zaman düşmanlığın olmadı. Aksine, bütün ölüm düşüncelerin kendini kurtarma inancı temelinde büyüdü.'
Gülümsüyorum.
'Sanırım Cioran dünyadan çıkabildiğin bir kapının olmasının -intihar- her şeyi daha katlanılabilir kıldığını söylerken haklıydı. Çıkış kapısı olmasaydı inanılmaz bir boğulma hissi altında mahvolurdum. En azından acil çıkışın varlığı beni daha güvende hissettiriyor.'
Derin bir nefes aldım, gözlerimi kapattım.
Güneş ışığı okyanusların ve denizlerin 200 metre altına kadar yeterli aydınlık sağlayabiliyor, 1000 metre ötesi ise tamamen bilinemez bir karanlıkta kalıyor. İçimin kaç metre altına kadar dalabilirim ve aydınlığım beni hangi sınıra kadar götürebilir?
Bir gün çok derine dalacak olursam, karanlıkta kalan yanlarıma elimi uzatırsam ve çizginin ardına geçersem ne olacak?
Sanırım öğrenmek için yazı yazmayı sürdürmeliyim.
Çünkü zihnimin ışığın ulaştığı görülebilir köşelerini bile tam anlamıyla keşfedebilmiş sayılmam. Gezegenimizdeki okyanusların bile yalnızca yüzde beşinin keşfedilebilmiş olduğunu düşünecek olursak, içimi hiçbir yere ve hiçbir kalıba sığdıramazlar diye düşünüyorum.
Yatağımın köşesine çökmüşken belki de yazı yazmaya yeniden başlamak için nedenimi bulmuş oldum.
İnsanlığımı reddediyorum ve bir okyanus olmaya başlıyorum. Bir gün dünyada yaşayacak hiçbir yerim kalmazsa okyanuslara feda olabilirim, hücrelerim okyanusun derinlerine yayılabilir.
Yoğun hüzün bulutum dağıldı, herkesin bir düzen kurmak ve bir düzeni diğerlerine kabullendirmek istediği bu dünyada her şeye rağmen kendi iç dünyamı korumak umuduyla şimdi bu yazıyı sonlandırıyorum, sonra da uyumaya geçiyorum.
Gecenin şarkısı: Rei 6, Son Kez Çizdim Seni
2 notes
·
View notes