"Aslına bakarsanız bu kötülüklerin tek bir nedeni var, o da mutluluğumuzun ya da mutsuzluğumuzun kaynağının tamamen sevgiyle bağlandığımız nesnenin niteliğine tabi oluşu. Çünkü sevmediğiniz şey için kavga etmezsiniz; onu kaybetseniz, üzülmezsiniz; ona başkası sahip olsa, hiç kıskanmazsınız, endişelenmezsiniz, nefret etmezsiniz; kısaca ruh halinizde hiç dalgalanma olmaz. Bu yüzden şu sözünü ettiğimiz tüm kötülükler, gelip geçici şeylere duyduğumuz sevgiyle ilişkililer. Oysa ezeli ve ebedi olan şeye duyulan sevgi, ruhu sevinçle besler; hem de her tür hüzünden arınmış sevinçle. İşte biz böyle bir sevince özlem duymalıyız, var gücümüzle böyle bir sevincin peşine düşmeliyiz." Aklın ıslahı üzerine bir inceleme - Spinoza
İnsanlar kendi yaşamlarının kaptanı olduğuna o kadar derin bir inanç beslerler ki, başlarına gelenleri çok büyük ölçüde kendi seçimlerinin bir sonucu sayarlar. Ne var ki insanlar her zaman böyle değildi. Homeros’tan ve 2500 yıl önce ortaya çıktığı düşünülen felsefenin ilk meraklılarından bize kalanların gösterdiğine bakılırsa, antikçağın bu insanları kendilerini pek de yaşamlarının mutlak yazarı saymıyordu. Bu çağa ilişkin yazdıkları her zaman çok öğretici olmuş Alasdair Maclntyre’ın aktardığına göre, özellikle Homeros dönemi insanları için “nasıl yaşamalıyım?” sorusunun pek de bireysel bir anlamı yoktu. Toplum her yeni doğan üyesine daha en baştan belli bir rol verir, o birey de kendisine biçilen bu rolün gereklerini yapmak için çabalardı. Sözgelimi, Aşil, daha doğduğu gün kahraman bir savaşçı olmaya yazgılanmıştı. Rolünün gereğini yaptı ve kahraman bir savaşçı olarak yaşadı. Aşil’in yaşamı Aşil’in seçimlerinin sonucu değildi; ve buna o zamanlar ne şaşıran ne de üzülen vardı. Her şey olması gerektiği gibi oluyor, insanlar da bu oluşun içinde kendilerine verilen işlevleri yerine getiriyordu.
Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği. Evet, her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği. Ne kadar açık değil mi? Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği. Daha açığı var mı?
Kasvetle geçen gecelerin sezziliğine kulak verdim, fısıltılar duydum. Bana benzeyen bir ses, ruhumun yakarışları. Anladım ki, aradığım her ne ise çokta uzakta değil.
…Burada kalamazsın ve başa dönemezsin gitmek zorundasın
Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği. Evet, her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği. Ne kadar açık değil mi? Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği. Daha açığı var mı?
İçine doğduğumuz kültür, inançlarımızın neredeyse tümünü belirler. Kendimizi “inanmış” bulur, bu inancı sorgulamayı da çoğu zaman gerekli görmeyiz. Bu kitaptaki amacımız inançlarımızın temelsizliğini göstermek değil. Çok daha basit bir şeyin peşindeyiz: Farkına bile varmadan benimsediğimiz varsayımlarımız ve bunlardan türeyen inançlarımızın gerçekte bizi sevinçten uzaklaştırıyor olabileceğini göstermek istiyoruz. İşte Spinoza’nın öğretisinden yararlanma sebebindiniz de bu: Tanrıyı ya da herhangi bir varlığı, bu dünyayı aşan, aşkın, maksadı ve karar verip eyleyen, bizi gözetleyen, ödüllendirecek ya da cezalandıracak bir güç olarak benimsememiz bizi sevince dönüşmekten alıkoyar; yaşamımıza derinden derine bir suçluluk, sinsi bir melankoli ve cezalandırılma tedirginliği yerleştirir; aşkıncılık varsayımı evrenle neşeli bir kucaklaşmanın önüne geçebilir, bizi canlı-cansız tüm varlıklarla bir ve birlikte olmaktan uzaklaştırabilir.
Uzaklarda evi aramanın bi anlamı var mıydı, belki de sevdiğim bir şairin dediği gibi evi nepalde kalmış slovakyalı bir salyangozdum. O zaman anlamsız herşey. Hayır, belki de ev sandığım kadar uzak değildir, kalbimin derinliklerinde. Belki de aradığım her şey içimdeydi, sadece dışarıda aramayı bırakmış olmam lazımdı.
…Burada kalamazsın ve başa dönemezsin gitmek zorundasın
Kaybolmuş çocuk gibiyim, yönümü arıyorum. Her köşe bir çıkmaz sokak, her yüz yabancı bir masal gibi. Adım atıyorum, geri dönüyorum, ileri atılıyorum, tökezliyorum. Yol nerede? Ev nerede?
…Burada kalamazsın ve başa dönemezsin gitmek zorundasın
İçine doğduğumuz kültür, inançlarımızın neredeyse tümünü belirler. Kendimizi “inanmış” bulur, bu inancı sorgulamayı da çoğu zaman gerekli görmeyiz. Bu kitaptaki amacımız inançlarımızın temelsizliğini göstermek değil. Çok daha basit bir şeyin peşindeyiz: Farkına bile varmadan benimsediğimiz varsayımlarımız ve bunlardan türeyen inançlarımızın gerçekte bizi sevinçten uzaklaştırıyor olabileceğini göstermek istiyoruz. İşte Spinoza’nın öğretisinden yararlanma sebebindiniz de bu: Tanrıyı ya da herhangi bir varlığı, bu dünyayı aşan, aşkın, maksadı ve karar verip eyleyen, bizi gözetleyen, ödüllendirecek ya da cezalandıracak bir güç olarak benimsememiz bizi sevince dönüşmekten alıkoyar; yaşamımıza derinden derine bir suçluluk, sinsi bir melankoli ve cezalandırılma tedirginliği yerleştirir; aşkıncılık varsayımı evrenle neşeli bir kucaklaşmanın önüne geçebilir, bizi canlı-cansız tüm varlıklarla bir ve birlikte olmaktan uzaklaştırabilir.
"Bir başka yolunu daha anlatayım. Adamın değer yargılarını öldür. Büyüklük denilen şeyi tanıma ya da ona ulaşma kapasitesini öldür. Büyük insanlar yönetilemez. Biz büyük adam falan istemiyoruz. Ama büyüklük kavramını inkâr etme. Onu içinden yık. Büyük olan şey nadir ortaya çıkan, zor elde edilen, istisna olan şeydir. Öyle standartlar koy ki, onlara herkes ulaşabilsin. En sıradan olanı da, en yeteneksiz olanı da, en beceriksiz olanı da. O zaman bütün insanların, büyük ya da küçük herkesin içindeki başarma çabasını öldürürsün. Daha iyiye gitme, mükemmele ulaşma, kusursuzluğa varma hevesini öldürürsün. Roark'a gül, Peter Keating'i büyük mimar diye tanıt. O zaman mimarlığı mahvetmeyi başarmışsın demektir. Lois Cook'u yücelt, kabul ettir, edebiyatı da mahvettin demektir. Ike'a alkış tut, tiyatroyu da yıkmış olursun. Lancelot Clokey'ni öv, basını da çökertmişsin demektir. Büyük anıtları yıkmaya kalkma. O zaman insanları ürkütürsün. Sen vasatı, sıradanı, değersizi öv; o zaman büyük anıtlar zaten kalmaz. "Bir başka yolu daha var. Güldürerek öldür. Gülmek, insan neşesinin aracıdır. Onu bir yıkım aracı olarak kullanmayı öğren. Çevirip alay etmek için kullan. Çok basit. Her şeye gülmelerini söyle onlara. Mizah anlayışı sınırsız bir sevaptır, de. Ruhunda hiçbir kutsal şey bırakmazsan, ruhu kendi gözünde kutsal olamaz artık. Saygıyı öldürdün mü, insanın içindeki kahramanlığı da öldürmüş olursun. İnsan kıkır kıkır gülerek saygı gösteremez. Söz dinler ve bu söz dinleyişine de sınır koyamaz. Neye olsa güler artık. Hiçbir şey gülünemeyecek kadar ciddi değildir onun gözünde. "Bir yolunu daha ister misin? En önemlisi bu. İnsanların mutlu olmasına izin verme. Mutluluk kendine yeterli bir duygudur ve insanı kendi içine döndüren bir özelliği vardır. Mutlu insanların sana ayıracak zamanı da yoktur, sana önem de vermezler. Mutlu insanlar, özgür insanlardır. Demek ki onların yaşama sevincini öldürmen gerekir. Onların gözünde değerli ve önemli olan ne varsa, al ellerinden. İstedikleri şeyi elde etmelerine asla izin verme. Kişisel arzu denilen şeyin kötü olduğuna inandır onları. "İstiyorum" demeyi doğal haklan sayamayacak düzeye indir. Bundan utansınlar. Bu noktada yardımseverlik çok işine yarayacaktır. Mutsuz insanlar sana gelir. Sana ihtiyaç duyarlar. Avutulmak için, destek bulmak için, kurtulmak için gelirler. Doğada boşluğa, vakuma yer yoktur. İnsanın ruhunu boşalttın mı, yerini sen doldurabilirsin.
“Bu çok eski bir hikâye, Bento. Aşk bizi hep köleleştirmiştir. Kendini nasıl özgürleştireceksin?" “Ancak duyusal hazlar, servet ve şöhretle bütün bağlarımı koparırsam özgür olabilirim. Eğer aklıma kulak vermezsem, tutkunun kölesi olmaya devam edeceğim. ” “Fakat Bento. " dedi Franco ayağa kalkıp gitmeye hazırlanırken. “Aklın tutkuyla baş edemeyeceğini biliyoruz. " “Evet. Bir duyguyu ancak daha güçlü bir duygu fethedebilir. Önümdeki görev çok açık: aklımı tutkuya dönüştürmeyi öğrenmeliyim. "
Spinoza Problemi Nazi Subayının Paradoksu - Irvin D. Yalom