Text
Kinder Joy’un en büyük üçüncü pazarı Türkiye
Kinder Surprise Türkiye, Kinder Joy isimli çikolatalarını cinsiyetçi bir şekilde sınıflandırmış, çikolatalar için hazırlanan reklam kampanyası kız ve oğlan çocukları için ayrı içeriklerle hazırlanmıştı. Kız çocukları için üretilen pembe ambalajlı çikolatadan çıkan oyuncaklar, sevimli hayvanlar, prensesler, periler iken; erkek çocuklar için üretilen çikolatalardan araba, savaşçı gibi oyuncaklar tercih edilmiş. Bunun üzerine çeşitli çevrelerden yoğun tepkiler oluşmuştu. İnternet üzerinden imza kampanyaları başlatarak, Kinder Surprise'ın çocukların bireysel ve toplumsal gelişimlerini atanmış cinsiyetleriyle sınırlayan bu yaklaşımdan vazgeçmesi gerektiği ifade edilmişti.
DHA'nın geçtiği habere göre, Kinder Joy’un bayram için hazırlanan reklam filminin internette izlenme oranı 45 milyonu geçti. Firma yetkilileri ürünün Türk tüketicisi tarafından oldukça ilgi gördüğünü belirterek, “Türkiye şu anda pazar büyüklüğü olarak Kinder Joy’un en büyük üçüncü pazarı konumunda” dedi. Bayramda çocukların, büyüklerin elini öpmesi karşılığında Kinder Joy hediye almalarını konu alan reklam filminin ardından ürün, bayram için tercih edilen hediyelerden biri olmaya başladı. Ürünün reklam filmi ise internet üzerinden Türkiye’de 11.3 milyon, dünyada ise 34 milyondan fazla kişi tarafından izlendi. Reklamda erkek çocuklarının mavi, kız çocuklarının ise pembe renkli çikolatalardan aldığı görülüyor.
Oranın ülkelere göre dağılımına bakıldığında Hindistan’dan 4 milyon, Endonezya, Tailand ve Vietnam’dan ise iki milyondan fazla kişinin reklam filmini izlediği görüldü. Ürünün Türkiye pazarına girdiği günden bu yana Türk tüketicisinin yoğun ilgisiyle karşılaştığını belirten marka yetkilileri ise şöyle söylüyor, “Türkiye şu anda pazar büyüklüğü olarak Kinder Joy’un en büyük üçüncü pazarı konumunda. Bayram reklamımızın gördüğü ilgiden öte bayram geleneğini gelecek nesillere taşımanın ve diğer ülkelere geleneğini anlatmanın gururunu yaşıyoruz.”
Cinsiyet rollerine ve cinsel yönelimlere karşı takınılan tutuma karşı kurulan erktolia isimli platform, Kinder Joy'un cinsiyetçi politikasını şu sözlerle eleştiriyor:
Birçok markada olduğu gibi Kinder de cinsiyetçi pazarlama stratejilerini kullanarak, ürün satışlarını arttırmayı hedefledi. Markanın hedef kitlesinin henüz cinsiyet rollerinin etkilerini fark edemeyecek yaş grubunda olan çocuklar olması düşünüldüğünde, Kinder’in bu tavrı, adeta, çocuklara cinsiyetlerine göre ne olabileceklerini ve neyi sevmeleri gerektiğini belirleme cüretini gösteriyor. Zira Kinder, kız çocukları için pembe tonlarda ve sevimli hayvan figürleri, prenses ve peri karakterleri içeren bir ürün yelpazesi sunarken, oğlan çocukları için mavi tonlarda araba, kamyon, savaşçı/kahraman figürleri içeren bir ürün yelpazesi tercih etmiş. Böylece Kinder, kız çocuklarının gelişimi için sözde “pasif” ve “duygusal” özellikleri pekiştirmeyi uygun görürken, oğlan çocukları söz konusu olduğunda “erkeklere özgü” kabul edilen teknik becerileri ve agresif/militarist özellikleri pekiştirmeyi uygun görmüş.
Aslında bir illüzyon ve kurgudan ibaret olan cinsiyetli renk ve hayaller safsatası, çocukların oyuncak seçme hakkını gasp ediyor! Oysa her çocuk, cinsiyetlerinden bağımsız olarak, istedikleri oyuncakla oynama ve diledikleri gibi hayal kurma hakkına sahiptir! Kinder gibi cinsiyetçi markalar tarafından gelişim çağında olan çocuklara cinsiyet rollerine ilişkin kalıp yargıların empoze edilmesi, çocukların kimlik gelişimini engelleyen bir müdahaledir ve kabul edilemez! Oyuncakların ve renklerin cinsiyeti yoktur!
ali ısıyel.
4 notes
·
View notes
Text
ortak nokta
geride bıraktığımız haftada gündem türkiye için bile hayli yoğundu. arkadaş çevrem, ailem, sosyal medya, gazeteler… hepsi siyasi gündemle yatıp kalkıyordu. seçimin üzerinden dokuz gün geçti ve köşe yazıları hâlâ seçimler üzerine. ‘adam kazandı’, muhalefet partileri iç krizlerini yaşadı ama kimse hayatın doğal akışıyla hesaplaşmadı.
cumhuriyet yazarı ergin yıldızoğlu, sandıktan o sonuçlar çıktığı için erdoğan kazanmamıştır aksine erdoğan kazandığı için sandıktan o sonuçlar çıkmıştır, diyor. işte tam da bu yüzden bir önceki yazımda bahsettiğim yerel seçimlerin önemini de göz önünde bulundurarak, bu durumun tekrarlanmaması için bir ortak nokta bularak toplumsal muhalefetin örgütlenmesi lazım. bu yüzden ben seçim dışı gündemden birkaç not paylaşmak istiyorum bugün. çünkü seçimler geride kaldı... kaldı ama türkiye’de ve dünyada ders çıkarmamız gereken şeyler olmaya devam ediyor.
dün madımak katliamının yıl dönümüydü. tam çeyrek asır geçti üzerinden. sazlar yandı ama türküler yanmadı. şairler yandı ama şiirler tutuşmadı. aydınlar yandı ama fikirler kül olmadı. peki çeyrek asırdan beri ne değişti? hiçbir şey. yalnızca öfkemiz arttı. çeyrek asır önce madımak’ı yakanlar, canımızı yakanlar on altı yıldır hegemonyalarını* her gün yeniden yaratarak güçlendiriyorlar. 2012’de madımak davası zaman aşımına uğrayıp düşünce ‘hayırlı olsun’ diyen dönemin başbakanı akp genel başkanı recep tayyip erdoğan tam da bu zihniyetin ürünü olduğunu bize defalarca olduğu gibi yeniden göstermişti. akp ilk dönemlerine, o gün herkese çok yabancı gelen, “rıza” üzerine kurulu, neo-liberal islamcı politikalarla güçlenmişse de; bugün, hobbes’un leviathan’da bahsettiği “toplumun ‘canavar’ devlete teslim olup sığınması için, korku, dehşet ve çaresizlik gibi ilksel duyguların toplumsal ruh haline egemen olmasını” sağlayarak bir korku toplumu yaratmayı amaçlıyorlar.
2005 yılının mart ayında, mersin’de nevruz kutlamalarında birkaç çocuğun türk bayrağını yerde sürüklemesi üzerine başlayan toplumsal tepki, nasıl bir “bayrak fetişine” dönüştüyse; bugün de benzeri bir fetişin toplumda karşılık bulabilmesi için siyasi iktidar, hayatın doğal akışını her yandan kuşatmış ve tehditlerle bir korku toplumu yaratmak istiyor. 2005 yılının mart ayındaki bu olayları fırsat bilen birkaç hırsız, bilecik’te bir işyerini soyduktan sonra “kaportaya astıkları türk bayrağı sayesinde eskişehir’e kadar rahat gelmişler”. akp iktidarı, bugün, süleyman soylu kaportasına astıkları milliyetçilik illüzyonuyla ‘eskişehir’e kadar rahat gelmiştir’. anayasal olarak varolmasında herhangi bir problem bulunmayan ve dahi seçimlere girmesinde bir beis görülmeyen hdp’yi kriminalize edip chp’yle birlikte hareket ediyor olarak göstererek chp’yi de bu milliyetçilik tuzağına çekmeye çalışıyorlar.
son yıllarda siyasi propaganda, hemen tüm partiler tarafından, milliyetçilik ve din eksenli yapılmaya başlandı. ortalıkta dolanan “türkiye’de muhafazakar ve dindar olmayan kazanamaz çünkü ülkenin %65’i bu eksende” lafzı, sosyal demokrat siyaseti kuşatmış durumda. bu kuşatmaya boyun eğen sosyal demokrat siyaset, “milliyetçilik tuzağına” düşmüş durumda. çünkü karşılarında yıllardır bu siyasetin dik âlâsını yapan bir siyaset var. milliyetçi/muhafazakar söylemin sosyal demokratlara kazandırmadığını, halkın bunu riyâkarlık olarak gördüğünü seçim sonuçlarında görüyoruz. bu diskurun değişmesi, öncelikle toplumsal muhalefetin toparlanması açısından elzemdir. yıllardır başı kesik tavuk gibi ortalıkta dolaşan toplumsal muhalefet, bir lidere, bir partiye ihtiyaç duymaktadır. lenin’in ‘toplumsal devrim teorisi’, devrimin objektif ve subjektif koşullarından bahseder. burada ütopyacı bir anlayışla bir sosyalist devrimden bahsetmeyeceğim. bahsettiğim topyekûn bir toplumsal değişim. lenin, subjektif koşullar olarak önderlik edecek örgütten bahseder. yani partiden, organizasyondan... türkiye’de bu, yakın türkiye tarihine baktığımızda, bir lider olarak hayal edilebilir. devrimin objektif koşulları ise sıkışmaktan kaynaklı biriktirdiği ‘potansiyel enerjiyi’, ‘kinetik enerjiye’ çevirebilecek bir halktır. daha önce defaatle bu potansiyel enerjinin türkiye toplumunda var olduğunu deneyimledik. örnekse; cumhuriyet mitingleri, gezi hareketi, odtü yol olayları ve son olarak muharrem ince mitingleri... fakat toplumsal muhalefetin her umudu, korkak muhalefet ‘liderleri’ tarafından unufak edildi diyebiliriz. 16 nisan referandumu sonrası kılıçdaroğlu’nun “böyle bir şey olabilir mi” minvalindeki açıklamaları, adalet yürüyüşünün muhalefette büyük umutlar yaratıp devamının bir türlü getirilememesi, 24 haziran sonrası muharrem ince’nin pasif kalması gibi olaylar, her muhalif atak sonrası insanların sudan çıkmış balığa dönmesine sebebiyet verdi.
dünya gündeminin bir diğer konusu ise, maalesef medyamızda pek yer bulamayan ermenistan’daki halk hareketiyle iktidarın devrilmesi. agos gazetesinin bu haftaki sayısında akademisyen taner akçam’la ‘naim efendi hatıratı ve talat paşa telgrafları’ kitabının ingilizce’ye çevrilmesi vesilesiyle ermenistan’a gitmesi üzerine bir röportaj yapılmış. tabii bu röportajı ilginç kılan şey, taner akçam’ın ermenistan ziyaretinin baskıcı iktidarın kansız bir şekilde devrilmesinin hemen sonrasına denk gelmesi ve bu çerçevede ermenistan’daki bağlantılarını da kullanarak birtakım temaslarda bulunup ortamın havasını koklaması oluyor. paşinyan, gümrü’den bir ‘adalet yürüyüşü’ başlatmış ve erivan’a kadar yürüyüp sonrasında halkı sokağa çağırmıştı. iktidar muhalefete saldırınca da bizde yıllardır örneğini gördüğümüz ‘tencere-tava protestosu’ başlamış.
peki neden bizim yıllardır uyguladığımız yöntemler başarısız olurken, ermenistan’da bu başarılı oldu?
taner akçam bunu, “kılıçdaroğlu’nun paşinyan gibi siyasi cesarete sahip olmaması” olarak yorumluyor. bununla beraber akçam, ermenistan nüfusunun homojen yapısının (hristiyan/ermeni) da etnik-kültürel çatışmaları engelleyip muhalefetin tek ses olarak çıkabilmesinin yolunu açtığını belirtiyor.
bir diğer gündem maddesi ise meksika’daki başkanlık seçimleri. andreas manuel lopez obrador, kısaca ‘amlo’... 2006 ve 2012 yıllarında kaybetmesine rağmen azimle mücadele eden solcu aday, bu sefer kazandı. bu bize iki şeyin önemini gösteriyor: yenilgilere rağmen düştüğün yerden kalkıp mücadele etmenin önemini ve bir önceki yazımda bahsettiğim yerel yönetimlerin halk nezdinde ne kadar güçlü karşılık bulabileceğini. aslında obrador’un durumunu, ideolojik farklılıkları bir yana, tayyip erdoğan’a benzetiyorum. çünkü obrador, 2000-2005 arasında mexico city’nin belediye başkanlığını yapmış ve burada yaptıklarıyla beğenileri toplayıp bir halk önderi olmaya hak kazanmıştı. tayyip erdoğan da aynı yolu istanbul büyükşehir belediye başkanlığıyla yürüdü. bu yüzden, bugün kasım ayına alınması konuşulan yerel seçimlerin önemi çok büyüktür. birgün gazetesinde, bugünkü köşesinde hayri kozanoğlu, “sabrın sonu obrador” olarak bu habere yer vermiş. Ve şöyle bitirmiş kozanoğlu: “muharrem ince bu yazıyı okur mu, bilmem. 24 haziran sonrası moralsizlik ikliminde, ince dahil tüm muhalefet kesimlerinin meksika örneğini yakından incelemesinde yarar var...”
bunların ışığında rahatça söyleyebilirim ki, güçlü bir muhalefet örgütlemek istiyorsak toplumun farklı kesimleri arasında bir ortak nokta, kesişim kümesi bulmamız şart. bunun milliyetçi/muhafazakar söylemle gerçekleşmeyeceğini defaatle deneyimledik. çünkü bunu çok iyi bir şekilde yapan bir siyaset var iktidarda. görünen o ki, bu farklı kesimleri aynı potada eritebilmenin ve birlik içinde bir toplumsal muhalefet örgütleyebilmenin yolu sınıfsal mücadeleyi etkin kılmaktan geçiyor. çünkü türkiye’nin büyük bir bölümü, hangi kesimden hangi dünya görüşünden olursa olsun, yoksulluk belası altında eziliyor. lenin 1905’ten sonra ilerici burjuvaziyle aristokrasiye karşı ulusal demokratik bir program temelinde (kapitalist gelişmenin proleterya saflarını büyüteceği kabulünü de içerir) ittifak siyasetini terk edip, işçi-köylü ittifakına yönelmesi manifesto’nun kapı açtığı mekanik yorumlara karşı ciddi ve sonuç alıcı bir müdahale olmuştur. rusya ile batı avrupa arasıdaki farkı ise şöyle anlatır: “burjuva ve toprak sahipleri iktidarları halkı tabi konumda tutmak için iki yöntem geliştirmiştir. bunlardan ilki şiddettir ki, bununla çarlar rusya halkına en fazla ne yapabileceklerini ve ne yapılamayacağını göstermiştir”, “... fakat, en iyi haline ingiliz ve fransız burjuvazisi tarafından getirilen bir diğer yöntem vardır; yalan, dolan, en güzel sözler, milyonlarca vaat ve esas olan avantajları korurken tali konularda tavizler verme...”
burada görüldüğü üzere 1905 yılının şartlarıyla bugün arasında bir köprü kurmak mümkün ve mantık dahilinde. bu iki yöntemin bir hibriti bugün akp tarafından türkiye üzerinde uygulanıyor. Bir yandan baskıcı, şiddetle sindiren, eli sopalı bir canavar; öte yandan yalanlarla, karşılığı olmayan vaatlerle, amaçları önünde engel teşkil etmeyen tavizlerle –örnekse trt 6- ‘rızaya’ dayalı politikalarla akp hegemonyasını her an yeniden yaratıyor. genelde muhalefet, özelde chp ise işçi-köylü ittifakına yönelmektense burjuvayla kol kola hareket edip, klişe neo-liberal vaatlerine devam ediyor. çözümü geçmişe bakıp doğru yorumlarla, bugüne uyarlayarak bulmak mümkün. bunun için ihtiyacımız olan tek şeyse taner akçam’ın belirttiği üzere “paşinyan gibi bir siyasi cesarete” sahip olmak.
yazıma eduardo galeano’nun şu sözleriyle son vermek istiyorum:
kim bana karşıysa diye öğretiyor makina, o ülkenin düşmanıdır. kim adaletsizlik vardır derse o vatanına karşı suç işlemiş olur.
ben ülkeyim diyor makina. bu toplama kampı ülkedir; üzerinde insan bulunmayan bu çürümüş, kokuşmuş arazi.
kim bu ülkenin herkesin evi olduğuna inanırsa, o vatan evladı değildir.
*hegemonya kavramını ilk olarak, georgi plehanov’un 1883-1884 yıllarında yazdığı makalelerinde ‘gegemonya’ biçiminde kullanıldığı belirtilmektedir. rus işçi sınıfı işverenlere karşı ekonomik mücadeleyle yetinmeyip, çarlığa karşı siyasi mücadele de verdiği durumda toplumda öncü bir sınıf haline gelebilecektir. (aktaran, anderson, 2007:31)
Bora, Tanıl. Medeniyet kaybı: milliyetçilik ve faşizm üzerine yazılar. İletişim Yayınları, 2006.
Anderson, K. B. (2007). The rediscovery and persistence of the dialectic in philosophy and in world politics. Lenin reloaded: Toward a politics of truth, 120-147.
03.08.2018, ali ısıyel.
1 note
·
View note
Text
erken yerel seçimler
bugün kulislerde yerel seçimlerin ekim-kasım aylarına alınabileceği ihtimali konuşulmaya başlan-mış. akp hükumeti, 24 haziran seçimlerinden arkasına aldığı rüzgarla belediye seçimlerini de aradan çıkartmak istiyor deniliyor.
yalan...
ekonomi dizginlenemiyor, daha fazla böyle devam etmeyecek. henüz tam anlamıyla kontrolden çıkmamışken, yerel seçimleri de aradan çıkarmak isteyeceklerdir. fakat önlerinde bir engel var; anayasa.
“hadi canım sen de... anayasa ne zaman engel olmuş?!”
anayasanın 127. maddesinin 3. fıkrasının değişmesi gerekiyor yerel seçimlerin öne alınabilmesi için.
hatırlayacaksınız, 2017 sonlarında, kemal kılıçdaroğlu erken yerel seçim önermişti. bunun üzerine hukuk profesörü ersan şen, o dönem “anayasanın müsaade etmediğini, tbmm kanunla veya ohal khk'sı ile normlar hiyerarşisi gereği yapamaz. kanun ve khklar anayasaya aykırı olamaz. 5 yıldan daha erken yapılabileceğine yönelik anayasa hükmü yok. seçimin erkene alınabilmesi için anayasanın 127/3 maddesinin değişikliği gerekiyor.” demişti.
muhalefet, iktidarın “seçimden kaçıyorlar” propagandasına mahal vermemek adına bu değişiklik önerisini kabul edebilir.
aydınlık’ın haberine göre bir akp mkyk üyesi; türkiye’nin seçimlerden yorulduğunu, seçim ekonomisinin bu şekilde daha fazla devam edemeyeceğini, yaklaşan seçimler nedeniyle ekonomide radikal kararlar alamadığını ve yerel seçimlerin bir an önce bitirilmesi gerektiğini söylemiş.
yerel seçimleri aradan çıkartmak istiyorlar yani.
yerel yönetimler, doğrudan insanlara dokunur. bu nedenle büyük önem taşırlar. yani öyle aradan çıkarılacak bir şey değildir yerel yönetimler. yetmişli yıllarda, özellikle akademik çevrelerde bir demokrasi krizi tartışması başlamıştı. bu kriz aslında bir temsili demokrasi kriziydi. birçok siyaset bilimci, bu krizden kurtulmanın yolunu doğrudan demokrasinin yerel düzeyde uygulanması olarak görüyordu. geçmişe baktığımızda fatsa örneği, bugün ise ovacık örneğinde gördüğümüz üzere temsili demokrasinin içinde bulunduğu bu krizden tek kaçış yolu, günümüz konjonktüründe, yerel yönetimlerin katılımcı ve demokratik bir düzleme çekilmesi olarak görünüyor.
halka doğrudan dokunan yerel yönetimlerin rantçı yöneticilere bırakılmaması için halkın doğrudan müdahale etmesi gerekiyor.
yakın türkiye tarihinde yerel yönetimlerin önemi
27 mart 1994 yerel seçimlerinde, refah partisi yüksek oy alamasa da en çok belediye kazanan parti olmuştu. anketleri yerle bir etmişlerdi. bu seçimler, istanbul büyükşehir belediye başkanlığını kazanan recep tayyip erdoğan’ı yaratmıştı. daha önce milletvekili ve belediye başkanı adayı olan recep tayyip erdoğan, bu kez kazanmıştı. bu türkiye’de büyük bir değişimin başlangıcı oldu.
aynı seçimlerde ankara büyükşehir belediyesini de yine refah partisi adayı i.melih gökçek kazanmıştı.
dönemin refah partisi genel başkanı necmettin erbakan bu durumu bir uyanış olarak görmüş, dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir başarı olarak yorumlamıştı.
refah partisinin yerel yönetimleri kazanması, necmettin erbakan’ın sözünü ettiği yaşam biçiminin, ileride iktidara yürümesinin yolunu açtı.
peki bu seçimde sosyal demokratlar neden kaybetti?
dönemin başbakanı tansu çiller, shp’yi dep’le birlikte olmakla ve teröre destek vermekle suçluyordu. bu suçlamalar halk nezdinde karşılık bulmuş olacak ki, dönemin sol partileri kamuoyu yoklamalarını yerle bir eden bir yenilgi yaşadı.
son dönemde aynı suçlama akp hükumeti tarafından chp’ye yöneltiliyor.
16 yıllık iktidarında sürekli 90′lı yıllarla hesaplaşmanın sözünü eden recep tayyip erdoğan, 24 haziran öncesi istanbul mitinginde, hesaplaşmaktan bahsettiği 90′lı yılların en jenerik yüzlerinden biri olan tansu çiller ile beraber, tansu çiller’in deyimiyle milli şuurla boy gösterdi. şimdiyse kendisini 1994 yerel seçimlerinde istanbul büyükşehir belediye başkanlığına getirip iktidarının yolunu açan tansu çiller’in bu söylemine tutunarak, süleyman soylu ve medyadaki tetikçileri vasıtasıyla halkı chp ve hdp’ye karşı kin ve düşmanlığa sevk edip genel seçimlerde başarı sağladı.
görünen o ki, erken bir seçime gidilmese dahi halihazırda dokuz ay kalmış olan yerel seçimler öncesi akp hükumeti bu gerginliği tırmandırma planı içerisindedir. özellikle 1 kasım 2015 genel seçimlerinden önce de çok net bir şekilde gördüğümüz gibi kaos ve gerilim siyasetinden beslenen akp ve tayyip erdoğan bu gerginliği sürdürerek, 24 haziran öncesi çokça bahsedilen dip dalgayı yerel seçimleri de kazanarak bastırmak isteyecektir. işte tansu çiller’in bahsettiği milli şuur tam olarak budur.
bu yüzden muhalefet partilerinin seçmeni her ne kadar kızgın, küskün ve kırgın olsalar da yaklaşan yerel seçimlerde bunları bir kenara bırakıp partileri için mücadele etmelilerdir. bu mücadele sadece gidip oy vermek olmamalı. partilerinin güçlü ama dürüst ve rantçı olmayan adaylar çıkarması için baskı yapmaları gerekir, partilerinin il, ilçe, gençlik ve kadın örgütlerinde örgütlenerek kapı kapı gezip oy toplamalı ve halkın gerçek sorunlarını öğrenerek partinin üst katmanlarına bu sorunları anlatmalılardır.
önümüzde kalan son büyük sınav. 24 haziran’da kaybetmiş olabiliriz ama yenilmedik. yazımı fidel castro’nun şu sözüyle bitirmek istiyorum:
“biz yenilirsek kalkıp yeniden deneriz, diktatörler yenilirse bu onların sonları olur”
evet, tek yapmamız gereken bir kere olsun bu faşist diktatörlüğün bileğini bükebilmek.
29.06.2018, ali ısıyel.
0 notes