Tumgik
birdefter-blog · 11 years
Text
BİÇİMSİZ SESLER
BİÇİMSİZ SESLER
Defalarca anlattığım hayatım,işte bir dinleyici daha."Çok enteresan hastalıklar" başlığı altında haber yapmasalar bari. Ön yargılı olmamak lazım -o muhabirin suçu yokmuş gerçi,boşuna bağırdık telefonda-. Yeni dinleyicim için çay koyuyorum mutfakta. O masanın kenarında oturmuş eli çenesinde beni izliyor. Hiç hoşlanmadığım bir şey.Tıpkı gece uyurken musluktan damlayan su sesi gibi dışarıda da inanılmaz bir yağmur. Ama yağmur sesi rahatlatıyor beni.Çayları koydum, uzattığımda teşekkür etti.Karşısına oturdum. Artık gözlerimin içine bakıyor şaşkınlık yok.Neyse, ben birazdan konuşunca şaşıracak zaten.
-Başlayalım ve izin verirseniz röportajı kaydetmek istiyorum.
diyor başımla onaylıyorum. Ses kayıt cihazını çıkarıyor, tam ortamıza koyuyor ve çalıştırıyor,
-Evet kayıt başladı,sizi aslında daha önceden tanıyanlar vardır, siz renkleri,tatları,bazı hisleri hep ses olarak algılıyorsunuz. Önceden araştırdığım birkaç örneğe bakacak olursak kırmızı sizin için yaprakların hışırtısı, rüzgarın uğultusu soğuk, acı bir yemek örgü şişlerinin birbirine çarparak çıkardığı ses evet böyle uzayıp gidiyor liste.Bunun içinde çocukluğunuzdan beri tedaviler görüyormuşsunuz. Bu nasıl bir şey,yani hastalık mıdır biraz anlatır mısınız?
-Hayır hastalık değil. Yani ben bu şekilde tanımlanmasından hoşnut değilim. Kaldı ki böyle bir şeyin hastalık olamayacağını söyleyen çok sayıda bilim insanı oldu. Bu benim hayatı kavrayış şeklim. Duyu organlarımın yeterince gelişip gelişmediği hep incelendi, testler yapıldı, ancak hepsi normal. Yani görüyorum,tat alıyorum, hissediyorum. Ama en çok duyuyorum dünyayı. Dünya benim için seslerin birleşimi, yani renkler var bunu algılıyoruz,kırmızı ile mavi arasındaki farkı sizlere tanımlayın desem siz ''işte renk'' dersiniz. Neyle tanımlarsınız, yani iki renk peki bunları bana somut olarak tanımlayabilir misiniz? Bakarsınız ''işte farklı ya'' dersiniz. Bense kırmızının size ağaçların rüzgarla konuşması olarak tanımlıyorum, mavi ise su sesi. Bunu somut bir şekilde anlattım. Normalden fazla somutlaştırma ihtiyacı duyuyorum anlamak için.
-Bu farklı, yani genel insan davranışlarına göre farklı biraz. Bunun için çok sayıda doktor gezmişsiniz. Bilim enstitülerinden davetler almışsınız. Bu süreç nasıl başladı yani aileniz mi fark etti?
- Okula başlayana kadar geçeceğini düşünmüşler, çocuk işte oyun kendine göre demişler, ancak okula başladığımda öğretmenim ısrarla ailemi okul çağırmış, zekasında sorun var galiba diye. Ailem ısrarla olur mu canım gayet iyi demiş. Ancak daha sonra örneğin resim dersinde renkleri ezberleyemeyip hep ses ile tanımladığım için arkadaşlarım da beni ilginç bulup taklit etti. Zamanla bu pek çok derse etki etti ve ben o okula devam edemedim.
- Peki  renk ve tat gibi duyma dışındaki organlarla algılanan şeyleri   ezberlemeniz  nasıl bir süreç oldu?
- Bu gerçekten sıkıntılı, hala karıştırıyorum, ailem bu konuda çok çaba gösterdi.Okula başlarken temel şeyleri ezberlemiştim, mesela soğuk ve sıcak nedir bunlar ezberlemiştim zaten. Daha sonra okula başladığımda ise babam seslere kodlar bulmuştu, bu şekilde bağlantı kurup diğer insanların tanımlamalarını yapıyordum.
- O zaman sizin için aslında iki dünya var diyebiliriz. Sonuçta bir kendi anlamlandırmanız, bir de dışarıdaki insanların anlamlandırması var. Yani yabancı dil bilmek gibi bir şey. Bir dil bir de ses dili biliyorsunuz.
- Evet böyle de tanımlayabilirsiniz, ancak sizin deyiminizle bu ses dilini konuşan bir tek ben varım. Beni bir tek yakın çevrem anlıyor, hatta babam bir çeşit mini sözlük yapmıştı kendine.
-Bu çok zor olmalı, yani konuşuyorsunuz ama anlaşılmıyorsunuz. Yabancılaşma hissini hangi sesle tanımlarsınız mesela?
-Camlarda takılı perdelerin çekilirken kornişinde çıkan ses.
- Sevmek?
-Kahkaha
-Üzülmek,aşık olmak,sevmek,mutsuzluk böyle onlarca his var mesela. Hepsini sesle tanımlıyorsunuz
  Ses kayıt cihazını kapattı. Yüzünde beklediğim o şaşkın ifade işte. Defterine notlar aldı. Bana dönüp "bence bu olağanüstü" dedi. Gülümsemeye çalıştım,gözü raflardaki ilaçlara takıldı.
-Hala doktora gidiyor musunuz peki?
-Herkes gibi grip olunca,üşütünce ancak.
- Bu farklı. Farklılıklar aslında güzel, ama bizim toplumda farklı olmak biraz da ezilmek demek. Çok sıkıntı yaşadınız mı ,yani farklılık yalnızlığı da getirir beraberinde?
-Üniversiteyi bırakmak zorunda kaldım mesela. İlkokulda çocuklar beni taklit ederlerdi,soru sorar sonra oyun oynarlardı. Ancak üniversitede, ilginç, hasta insan olarak muamele gördüm. İnsanlar sanırım olgunlaşırken bazı şeyleri öğreniyorlar,nefreti,düşmanlığı,çıkarı...
-Ben çocukların acımasız olduğunu düşünürdüm oysa.
-Hayır buna katılmıyorum,çocuklara bazı şeyleri biz öğretiyoruz.Onlara bir perde veriyoruz. Ancak bir arada 1-2 saat vakit geçirip perdeleri atıyorlar,oyun oynarken yük olmasın diye. O perde atıldığı anda çocuklar yağmur sesi gibi bir hal alıyorlar.
- Peki arkadaşlarınızın hepsi çocukluktan kalma  mı?
-Büyük çoğunluğu, bir kısmı da normal yani genelin olduğu şekilde olamayan insanlar, dil,din,cinsiyet farklılığı olan insanlar. Toplumdan dışlanmış... derken sözümü kesti.
-Tamam haklısınız ama cinsiyet,dil,din farklılığı olan insanlar belli değer yargıları yani toplumda genel kabul görünen yargılardan dolayı dışlanıyor. Hani biraz ahlak adı altında,katılmasam da tabii ki. Ama sizinki bundan çok farklı değil mi? yani renkler,tatlar,hisler...
-Hayır aslında değil. Farklı olan sevilmiyor, ötekileştirme bir tek dil,din cinsiyet adı altında değil ki. Ahlak onların kullandığı maske bana kalırsa. Neden: farklılık, onun gibi olmama. Yıllardır insanların kullandığı bir terimi bir sesle tanımlıyorsunuz,bu farklı, bu komşularınızla aynı şeye inanmadığınız için dışlanmakla aynı şey aslında. Özünde yatan duygular aynı. Benim inandığıma inanmıyor,benim dilimi konuşmuyor ve benim kelimelerimi kullanmıyor. Bunu başkaldırı olarak algılıyorlar,isyan olarak algılıyorlar, tabii başkaldırı önceden tehlikeli ve günah diye tanımlanmış.
-Anlıyorum dediğinizi. haklısınız da, yani özünde yatan duygular aynı.Sanırım siz aynı zamanda  aktivistsiniz.
Gülümsüyor,çayları tazeliyorum, biraz daha sohbet ediyoruz. Bundan sonrasında da bir çok insanın yaptığı gibi bazı kavramları soruyor ,ben de sesleri söylüyorum. Sonra nesnelerden gitmeyelim biraz da insan katalım içine diyorum, mesela, diyor. Kadın olmayı tanımlıyorum ona. Toprak sesi diyorum. ''Toprak sesi nasıl olur?'' diyor.
''Hiç dinlemediniz mi yoksa?'' diyorum. Ayağınızın altında topraktan çıkan sesi. Hatırlamaya çalışıyor. Çocukken giydiğim ayakkabı ile bahçede koşarken toprağın ayağımın altında çıkardığı o sesi anlatıyorum. Hiç dikkat etmemiş olmasına şaşırıyor.
Yağmur dinince eşyalarını topluyor.Kalkarken teşekkür ediyor,
-Belki bir gün yine, aslında muhakkak görüşmek isterim sizinle.
-Elbette diyorum.Yolcu ediyorum.
   Derginin çıkmasını bekliyorum. Röportajı verdiğimi söyleyip arkadaşımı arıyorum. Telefonda gülüyor bana, anlatsaydın iyice, şöyle güzel şeylerin seslerinden bahsetseydin biraz mest olsalardı, diyor.
''Gelirken simit alsana -üstünde kuş sesi olandan- '' diyorum.
-Tamam alırım ama susamın sağlığa zararlı olduğunu söylüyorlar, zaten simit de yağlı ya neyse. Şişko olup evde kalırsın.
- Aman sen de.
  Sadece anlatmak istemiştim. Hiçbirinin anlamayacağını biliyordum oysa. Çünkü onlar olmadığına inanıyorlar. Ama duymuyorlar ki... Benim farklılığım değil bu,siz yeterince duyamıyorsunuz.
0 notes
birdefter-blog · 11 years
Text
HAYDARPAŞA...
Haydarpaşa garında              1941 baharında                        saat on beş.          Merdivenlerin üstünde güneş              yorgunluk              ve telaş.              Bir adam                                  merdivenlerde duruyor                                       bir şeyler düşünerek. Zayıf.                                            Korkak.                                          Burnu sivri ve uzun yanaklarının üstü çopur. Merdivenlerdeki adam                                           — Galip Usta — tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur : "Kâat helvası yesem her gün" diye düşündü 5 yaşında. "Mektebe gitsem" diye düşündü  10 yaşında. "Babamın bıçakçı dükkânından  Akşam ezanından önce çıksam" diye düşündü 11 yaşında. "Sarı iskarpinlerim olsa  kızlar bana baksalar" diye düşündü  15 yaşında. "Babam neden kapattı dükkânını?  Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına" diye düşündü   16 yaşında. "Gündeliğim artar mı?" diye düşündü. 20 yaşında. "Babam ellisinde öldü, ben de böyle tez mi öleceğim?"  diye düşündü  21 yaşındayken.  "İşsiz kalırsam" diye düşündü 22 yaşında.  "İşsiz kalırsam" diye düşündü 23 yaşında.  "İşsiz kalırsam" diye düşündü 24 yaşında. Ve zaman zaman işsiz kalarak "İşsiz kalırsam" diye düşündü                 50 yaşına kadar.     51 yaşında "İhtiyarladım" dedi, "babamdan bir yıl fazla yaşadım."    Şimdi 52 yaşındadır. İşsizdir.  Şimdi merdivenlerde durup                                     kaptırmış kafasını düşüncelerin en tuhafına : "Kaç yaşında öleceğim? Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?" diye düşünüyor. Burnu sivri ve uzun. Yanaklarının üstü çopur.
Denizde balık kokusuyla  döşemelerde tahtakurularıyla gelir Haydarpaşa garında bahar.
...."(Nazım Hikmet/Memleketimden İnsan Manzaraları)
Haydarpaşa şimdilerin trensiz, yolcusuz garı. Oysa daha bir kaç yıl önce hala İstanbul'a gelenlerin ilk durağı, demir vagonların vatanıydı. Sonra yangın çıktı ve "Haydarpaşa Port" geldi. Yavaşça kaydı ellerden Haydarpaşa. Onlarca haftadır bir grup eylemci günün farklı saatlerinde "Haydarpaşa halkındır satılamaz" şiarı ile denize açılan o tarihi merdivenlerinde oturma eylemleri, konserler, şiir dinletileri düzenlediler. Halkın her gün dokunduğu, içinden geçtiği, beklediği Haydarpaşa Garından vazgeç(e)meyeceklerini  göstermek adına.
Foto: Demet Şaşmaz
Haydarpaşa yolcularını, 1908'den beri İstanbul'un en güzel ilçelerinden Kadıköy'de karşılıyordu. Her gün Anadolu'dan, Balkanlardan ve İstanbul'dan binlerce insan Haydarpaşa Gar'dan geçiyordu. Haydarpaşa toplumun, tarihin ve sanatın buluştuğu nadir yerlerdendi. Nazım "Memleketimden İnsan Manzaralarını" anlatmıştı, yüzlerce sinema filmi çekilmişti, insanların iç göçleri, "taşı toprağı altın" İstanbul'a gelişleri Haydarpaşa'dan başlardı, tahta bavul merdivenlere konulurdu, İstanbul'a bakılırdı, diziler çekilirdi. Haydarpaşa Gar'ı sanat üreten, tarihe tanıklık eden bir gardı
Haydarpaşa 28 Kasım 2010 günü  izolasyon çalışmalarında yandığında hepimiz büyük bir acı ve öfke duymuştuk. Yangın kontrol altına alındığında  ise Haydarpaşa'nın çatısı, dördüncü katı ve saat kulesi büyük hasar görmüştü. O günlerde yüksek sesle konuşulmaya başlanan " Haydarpaşa Port" ile garın artık endüstriyel işlevini yapmayacağı belirtildi. Bu işlevi ile insanlarla her gün buluşan gar, proje ile sahiplerinden, yani toplumdan uzaklaştırıldı.
Proje Gar'ın tarihi ve gerçek işlevini yapmasını istemiyor. Haydarpaşa'yı konaklama, turizm, kültür tesisi ve alışveriş merkezi olarak yeniden şekillendiriyor. Yani artık tren sesleri, demiryolu emekçileri, yolcular yok. Haydarpaşa herkesin olmaktan çıkarılıp bir kesime veriliyor, bir otele gidebilecek, bir alışveriş merkezine gidebilecek veya bunu tercih edecek olanlara. Geriye kalan milyonlarca "yolcu" için ise Haydarpaşa eski bir anı olarak kalsın isteniyor. Emekçilerinin, Haydarpaşa gönüllülerinin "Haydarpaşa halkındır" şiarı ile haftalardır verdikleri mücadele medya tarafından görmezden gelinse de şimdiden birçok kişiye ulaşmış durumda. "Yüz haftaya" yaklaşan bu mücadele'de tıpkı Gar'ın kendisi gibi eşsiz. Şiirler okunuyor, türküler söyleniyor, danslar ediliyor. Mücadelenin medya tarafından görmezden gelinmesi üzerine kendi yaratığı medya üzerinden Haydarpaşa gönüllülerinin gündeminden hiç düşmüyor. Bu mücadeleyi duyurmak ve yaygınlaştırmak aslında bir görev. Çünkü proje yapılmaya başlandığında artık geri dönüşü olmayacak.
Haydarpaşa'da son seferlere bakacak olursak; Marmaray ve yüksek hızlı tren çalışmaları gösterilerek şehirlerarası son sefer 31 Ocak 2012'de "Fatih Ekspresi" ile yapıldı. Son banliyö seferi ise 18 Haziran 2013 günü Pendik Haydarpaşa arasında yapıldı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Haydarpaşa Garı'nı ve Kadıköy Meydanını dönüştürmeyi hedefleyen imar planı İBB'nin Meclisi tarafından Kasım 2012'de onaylandı ve Aralık ayında askıya çıktı ve indi. Bunun üzerine Türkiye Mühendis ve (TMMOB) Mimar Odası, Liman-İş ve Birleşik Taşımacılık Sendikası tarafından, İstanbul Nöbetçi İdare Mahkemesine yürütmeyi durdurma ve bu idari işlemin iptal edilmesi talebi ile dava açıldı.Bu süreç hala devam ediyor.
Yargı süreci devam ederken, Haydarpaşa büyük yangında yanan ve hala onarılmayan saat kulesi,trensiz rayları ve mücadele edenleri ile bir kışı daha karşılıyor.... 
4 Aralık 2013, Çarşamba
0 notes
birdefter-blog · 11 years
Text
TAŞ BİNA
Taş Bina
Tam karşımdaydı işte o devasa bina.Yıllar önce küçük bir çocukken-henüz ilk okuma bayramı geçmiş- elleri kocaman babam ile gelmiştim buraya. Tarihi taş merdivenlerinden "rap rap rap" diye çıkarken  "asker gibi yürüme,burası kütüphane" -darbe olalı bir kaç sene- demişti babam.Adımlarımı daha sessiz atmaya çalıştığımı hatırlarım.Nefesimin sesi yankılanınca ise nefesimi tutmaya çalıştığımı.
  Ahmet abi vardı kütüphane memuru,masası ahşaptan-mobilya pahalı bir şey o zaman- ne zaman  gelsek orada önünde bir kitap,yüzünde kocaman bir gülümseme ile karşılardı bizi.İlk gelişim babama çay bana gazoz.En kısık seste en ciddi konuları konuşurdu Ahmet abi ve babam.Kitapların arasında dolaşırdım.Büyük insanlar ellerinde kitap,masalar daima dolu.Yazanlar,okuyanlar.
Gazoz,çay  ve sohbet biter,biz babamla taş binadan çıkıp eve giderdik.Babamın çantası kitap dolu.Ahmet abi torpil geçmiş bize,aynı anda birkaç kitap alabilmişiz bu yüzden-torpil bir patlayıcı gözümde,oynamam yasak,işe başlayacak yaşa gelinceye kadar diğer anlamını çözemeyeceğim-
Bir sonraki ziyaret beklenir.Taş bina orada dururken zaman akar,bina yaşlanır,tarih yazılır.Babam yine ellerimden tutar.Kütüphane bizi karşılar.Ahmet abi yine ahşap masada,bana bir gazoz daha.Bu sefer kitaplara dokunurum,tabi en alt rafta boyumun yetiştiği yere kadar olanlara.Dönüşte benimde elimde bir kitap.Başımı gökyüzüne kaldırdığımı anımsarım.ilk defa bir kütüphane ziyaretinden elimde kitapla çıktığım gün,bugün.
 Şimdi boyum babamın omuzlarında,yüzümde ilk sivilcelerim,ilk gönül yaram.Yeni başlamışım şiir okumaya.Beraber yokuşu çıkıyoruz artık babamın elini tutmuyorum.Taş bina benim gözümde daha güzelleşmiş,merdivenlerden sessizce çıkıyoruz.Ahmet abi saçları kırlaşmış,ahşap maşa küçülmüş. Üç çay geliyor bize-gazoz kapağı koleksiyonuna artık elveda- Ben kütüphanenin en üst rafından bir şiir kitabı alıyorum.Yola bakan pencere kenarına çekiyorum sandalyemi.
Şairliğe heves ediyorum.Taş binadan çıkışta ellerim kollarım şiir dolu.Babam gururlanmış biraz "edebiyattan anlayan insandan zarar gelmez".Şiirler yazıyorum vapurda,parklarda,gece yarıları uykudan uyanıp. Belki taş binada benimde şiirlerim olur bir gün- henüz yakılmamış şairler,gözlerimin önünde-
Taş binaya gidiyorum, memlekette son yazım. Ahmet abi emekli, babam gelmiyor.Tek başıma çıkıyorum yokuştan. "Rap rap rap" merdivenler.Aldığımız son kitapları iade ediyorum, son kez cam kenarı benim sandalye.Oturuyorum biraz,okuyorum.
 Ayrılık vakti geliyor,kapanış saati.Birkaç eski dosta selam verip çıkıyorum taş binadan.Bir başka şehir bekliyor beni,belki yeni bir taş bina...
1 note · View note