Tumgik
Text
Nerelerdeydin? Sorun değil, biliyorduk zaten cevabı.
Wish You Were Here'ın robotik el sıkışma figürü, albümün kapağında bulunan "yanarken el sıkışan adam" tasvirini tamamlar niteliktedir. Pek çok kişi tarafından takım elbise ve iş insanı imgeleriyle bağdaştırılarak basit bir kapitalizm göndermesi olarak yorumlansa da aslında alakası bile yoktur. Albüm (Have A Cigar da dahil olmak üzere) başından sonuna kadar Syd Barrett'ı anlatır. Üstelik The Wall'daki gibi dolaylı yoldan belirli birtakım özelliklerini değil, doğrudan kendisini.
Tumblr media
Albüm kapağı tasarlanırken vurgulanmak istenen konsept "orada olmayış" olarak belirlenmiştir. Tıpkı Syd'in grubun ilk günlerinden yaşamının son günlerine kadar yavaş yavaş, sine sine ayrılışı gibi aralarından. Bedeni konserdedir mesela fakat aklı o sıralar keşfedilmemiş gezegenlerdeki olası yaşam formlarına kayar ve gitarını çalması gerektiğinde aynı akoru rahatsızca indirir indirir bırakır. Yahut stüdyodadır, tüm o röportajlarda, klip çekimlerinde... Çok istedikleri rock yıldızlarına dönüştüklerinde bile gerçeğe dönüşen en büyük hayalinin yaşandığı anda değildir Syd (aynen Have A Cigar sadece sektör eleştirisi dostum tabii yahu). Çünkü o kendi bilinciyle hayal kuramaz, daha fazlasına ihtiyaç duyduğu için sahte hedef yanılsamalarına sürüklenen yaratıcı bir ruhtur. Takım elbiseli adamlar motifi de buradan gelir; tüm o büyük anlaşmalar ve şaşaalı hayatın ardında Syd aykırı ruhu ve yenilik obsesyonu yüzünden cayır cayır yanmaktadır. Fotoğrafın Warner Bros stüdyolarında çekilmesi de daha manidarlaşır çünkü Syd'e göre yaşamakta oldukları, yazdığı masalsı şarkıların absürt karakterlerinin başından geçmekte gibidir.
Tumblr media
Bu durumun benzeri herhangi birimizin başına gelse sindirmeye çalıştığımız şey genellikle duygularımız olur. Kafamızdaki sesleri susturmaya ve şartların uysal parçaları olmaya meylederiz. Ancak Syd duygularını değil, yaşadığı anları sindirip tamamen onların dünyasına teslim olmuştu. Bu yüzden bu robotik ellerin renginin birinin siyah birinin beyaz olmasını 2 şekilde yorumlayabilirim:
1) Welcome To The Machine'e gönderme olarak (ki konsept albümün geri planda kalsa da konu olarak en özet ve kilit niteliğinde şarkısıdır) bir deforme olmuş, eskimiş, yaşı geçmiş metal el (siyah olan) ve ona tam anlamıyla kenetlenen yeni, cilalı, bembeyaz bir diğer metal el. Arkaplanlarında dönmekte olan zamandan, mevsimlerden, havadan ve diğer her şeyden habersizler yahut artık umurlarında bile değil.
"Welcome my son, welcome, to the machine..."
Tumblr media
Ve eğer biraz dikkat kesilirseniz sanki birbirini tamamlayan lego parçaları kadar sıkı bir el sıkışma olduğunu görürsünüz. Bu bir nevi birleşmedir, dönüşümdür, adaptasyondur. İki hamur parçasının elde yuvarlanarak birbirinin içine geçmesi gibidir. Makine'nin bir diğer çarkı olma aşamasıdır.
2) Yine ilk maddedeki anlamı cebe koyarak, bu bir "farklı yollarla aynı sona varma" metaforu olabilir. Az önce bahsettiğim; duyguyu ve yaşanan anı bastırma arasındaki farkın insanın sonunu tayin etmeyeceği ve iki türlü de hislerimizi yitirip Makine'ye teslim olacağımızı anlatıyordur.
Bu durumla nasıl baş edebileceğimizi grubun ilerleyen yıllarında Division Bell'in Keep Talking şarkısıyla "iletişim" şeklinde çözümlüyoruz. Ona sebebiyet verense David'e göre Roger'ın da Makine'ye teslim olması. O da başka bir yazının konusu, kaçabileceğini sanma.
Tumblr media
Ve değinmek istediğim son nokta da bu fotoğraf karesinin yandan yanmakta olması detayıdır. Bu idrak etmesi çok daha basit bir metafor: özlem. Yine Division Bell'in High Hopes'unda tekrar ele alınacak olan bu tema, eski bir fotoğraf karesi üzerine inşa ediliyor. Syd'in "yanışının" sadece o anı değil, geçmişlerini ve geleceklerini de küle çevirmekte olduğunu sembolize ediyor.
Yalnız sen gitmedin çılgın elmas, hatıraların ve paylaştığımız hayallerimiz de gitti. Affedersin, orada olmayan yalnız sen değildin çılgın elmas, hatıraların ve paylaştığımız hayallerimiz de oradan çok uzaklardaydı. Ve bunu bedenin de ruhunun peşine gidip bizden ayrılmadan anlayamadık.
"You reached for the secret too soon, you cried for the moon." sözü de buna gönderme olamaz mı?
Bunlar benim kendi çıkarımlarım, sağda solda ne yazıyor bilmiyorum. (Biliyorum da çoğu saçmalık)
Tumblr media
0 notes
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Three new pictures of Syd's 1975 appearance in Abbey Road studios (pictures taken by Phil Taylor in Abbey Road Studio 3 control room, July 1975).
200 notes · View notes
Text
"Syd ayrıldıktan sonra Pink Floyd absürtlüğünü kaybetti." söylemi
Tumblr media
Grubun tarihçesini araştırırken karşımıza Syd'in ayrılışıyla ilgili pek çok teori ve görüş çıkar. Aralarından en çok sıyrılan ise budur çünkü "Pink Floyd dinleyicilerinin de kabul ettiği üzere" diye belirtilerek altı doldurulmaya çalışılır "grup bozdu" iddiasının. Bu yüzeysel ve basitçe deneme-yanılma yapılabilecek bir iddia. Çünkü Syd'in üretimine dahil olduğu yalnızca 2 albümümüz ve birkaç erken dönem teklimiz var (See Emily Play ve Arnold Layne gibi). Bunlardan ilki bir şarkı hariç tamamı kendisine ait olan "The Piper At The Gates Of Dawn" ve sadece tek bir şarkısı kendisine ait olan (Jugband Blues -ki albüme koymayıp tekli yayımlamak istemiş ancak grup kabul etmemiştir-) "A Saucerful Of Secrets"dır. Dolayısıyla elimizde ilk albüm ve Syd'in grup içindeki genel davranışları kalıyor bu bozma iddiasını deşmek için.
Tumblr media Tumblr media
Kısaca "Piper" olarak kodlayacağım "The Piper At The Gates Of Dawn" albümünden başlayalım. Albüm; Astronomy Domine ile dinleyiciyi hayal alemlerinin ötesinde, kozmik boşluklara çarptıra çarptıra Jüpiter'den Satürn'e sürükleyerek başlıyor ve Bike'ın şizofrenik melodilerinde sayko-çocuksu bir aşkla sona eriyor. Aralarda The Gnome şarkısıyla sevimli cüce Grimble Grumble'un hayatına göz atıyor, Roger'ın savaşta ölen babasıyla adeta dalga geçen tahta bacaklı Corporal Clegg'in her zaman yanımızda duran siam kedisi Lucifer Sam ile tanışıyoruz. Grubun Barrett-Waters-Wright-Mason tandemiyle kaydettiği ve "early years" olarak adlandırılan, Syd'in ayrılışına kadar süren zamanda kaydedilmiş ilk albüm Piper. Ve Syd'in gruptan ayrılışının ardından çıkaracağı 2 solo albümle büyük benzerlikler taşıyor kısım kısım. Malum onun şarkıları, vokalde de ana gitarda da o çıkıyor karşımıza ve kendisinin son derece keskin bir tarzı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu durumu söz yazarlığıyla dengeleyip tüm şarkılarında bizi zihnindeki bambaşka gezegenlere uçurmayı başarıyor. Albüm baştan aşağı karmakarışık bir masal kitabı gibi. Pink Floyd'un ilerleyen yıllarda başlayacak, tekil hikayeleri binbir zenginlikle anlatan konsept albüm çağını öngören bir yapıda aslında. Ama bunu zıtlığıyla, binbir hikayeyi Syd'in bakış açısından anlatarak yapıyor. Şarkılar arasında pürüzsüz geçişler ve anlamsal bağlantılar yok fakat aynısını anlatıcı için söyleyemeyiz. Biz birinin kafasındayız, hikaye anlatmayı çok seven bu birinin zihninde tuhaf bir şeyler döndüğü çok bariz. "Yippiee! You can't see me but I can you!"
Bunlar, sıradan bir insanın sözcükleri değil.
Tumblr media
Elbette Syd, gökten inmiş bir spastik değildi. Onu anlamak için büyüdüğü çağı, bulunduğu evi ve bir de içine düştüğü kültürü anlamak gerekir. II. Dünya Savaşı'nın ve ardından özellikle ABD tarafından yürütülen Vietnam gibi kanlı operasyonların ardından; temel ilkesi özgürlük olan ve bunu kuraldışılık, absürtlük, zıtlık olarak tanımlayan yeni bir nesil ortaya çıkar. Hikayenin en başında, Elvis'in geneleklerin dışındaki müziği (bugünün ihtiyarları onu ne kadar el üstünde tutuyorsa, o zamanın ihtiyarları da o kadar yabancı karşılıyordu) evlerinde siyasetten başka bir şey konuşulmayan çocukları kolaylıkla tesiri altına almıştı. Ardından The Beatles'ın çıkışı ve yükselişiyle (Syd sıkı bir Beatles hayranıydı) bu anti-otoriter, barış yanlısı, hayalperest gençlerin müzikal kisvesi Beatnikler olarak anılmaya başlandı. İlerleyen yıllarda psychedelic rock olarak anılacak ve Pink Floyd tarafından adeta kitabı yazılacak deneysel müzik türünün tohumları da ilk kez bu zamanlarda atıldı.
Tumblr media
Grubun tüm üyeleri lise zamanlarında farklı müzikal denemelerde bulunsalar da zannediyorum en ilginç serüven yine Syd'e ait. Babasının teşviki sayesinde küçük yaşta ilk gitarını alan ve buna yakın zamanda babasını kaybederek içindeki potansiyel paletini ruhunun bölük pörçük tuvaline bulayarak madara etti adeta. Bu onun sanatı, onun imzası ve başka kimsenin tam olarak anlayamadığı diğer her şeyiydi. Derslerde gitarını sıra altına saklayıp çaktırmadan ayakkabılarıyla tıngırdatıp durarak hocalarını uyuz ettiği zamanlardan tanınan bir rock yıldızı olmanın klişeleri arasında yaratıcılığını sıkıştırılmış hissedip boğulduğu zamanlara kadar hep bir tuhaflık vardı bu herifin zihninde dönen melodilerde. Hep çok uzaktaydı. Keşke burada olsaydı ama hiçbir zaman değildi. Bu "keşke ejderhalar gerçek olsaydı" demek gibiydi. Bunun absürtlüğü Wish You Were Here'ın sözlerinde gizliydi.
Yani, yani anlatabileceğini mi düşünüyorsun; cenneti cehennemden? Mavi gökyüzünü acıdan? Yeşil çayırı soğuk demir raylardan? Bir gülüşü maskeden?
Syd'in zaafı Roger gibi kontrol ya da Rick gibi çekingenlik değildi. Onun sorunu aynı zamanda hayatının ona en büyük armağanı olan yaratıcılığıydı. Çünkü içinde, kontrol edemediği bir canavara dönüşmüştü. Tam midesinin ortasında rengarenk parıldayan dişleriyle öğünlerini içine çeken kara delikten ağızlı, acımasız bir canavardı bu. Dönemin gençleri evet ideolojik olarak "doğru" olanın peşindeydi ancak onları bu noktaya getiren şey yalnızlıkları ve sahipsizlik hisleriydi. Bir şeylerden kaçıp birbirlerini buluyorlardı. Kırgın ve sitemkarlardı dünyaya karşı fakat bu onları mantıklı insanlar yapmaya yetemezdi. Önü alınamayan bir uyuşturucu bataklığı içinde yüzüp ziyan oldular, bugün onların fikirlerinden geriye ne kaldı? Birkaç eski slogan, anlamından kopmuş bir el hareketi ya da eskimiş bir sembol mü? Belki de daha azı. Yaşadıkları dönemin şartlarından ilham alsalar da suçları olmayan doğal bir şekilde doğru kullanamadılar. Uçmayı öğrenmeden yuvalarından atılmışlardı. Gökyüzünde birbirlerini kanatlarından tutsalar da biliyorlardı ki yere çakılmaktaydılar. Havada olan her şey uçamaz fakat her şey düşebilir. Tıpkı Syd gibi.
Tumblr media Tumblr media
Syd gruptan atılmadı, Syd gruptan ayrılmadı; Syd hiçbir zaman grupta olmadı. Kimsenin odasında iki boyutlu bir poster olarak gözlerinin içine bakmadı, o sadece hayali kurulmamış ve aslında hiç yaşamamış bir rock yıldızıydı. Ama Syd'in yıldızı ne rock ne resimler ne de şiirlerdi. O tek başına bir sanat akımıydı. Hatta bana bile inanma, o benim senin ve kimsenin zannettiği hiçbir şey değildi. Sahnelerde dakikalarca seyirciye arkasını dönüp aynı akoru tıngırdattığı da olurdu, sonraki yıllarda Comfortably Numb'a ilham olacak kadar ciddi kasılmalar da yaşardı, çıkacakları büyük sahnelerden önce Roger'a "yapmak istediğimiz gerçekten bu mu" diye mızmızlanıp sonraki gösterilere götürülmezdi de. Ama bunların hiçbiri ayrılma sebebi değildi. Çünkü o gruptan kaybolmadı, direkt olarak kayboldu. Yok oldu. Kendisine yazılmış Wish You Were Here'ın vokal kaydı esnasında stüdyoyu basıp herkesi ağlattığında bile oradaki Syd değildi aslında, onun bir yüzünün dışavurumuydu. Ve tıpkı ay gibi onun da birden fazla yüzü vardı, bu ölüp ruhu dolaşanlardan biriydi yalnızca. Ve grup içinde hiçbir zaman istenen bir şey değildi ayrılığı. Sahnelere çıkmasa da, kliplere katılmasa da ya da kayıtlara gitar çalmasa da şarkı sözlerini yazıp yanlarında kalması için çok çabaladı herkes ama o çoktan yolcuydu fikirlerini gösteremeyen hiçbir teleskobun radarına giremeyecek galaksilere. Buraya kadar grubu ondan ayrıştırarak magazin kovalamaya çalışan iddiaları kenara bırakıp Syd'i biraz tanıdıysak konumuz olan albüm incelemesine geçebiliriz.
Tumblr media
Piper, her şeyiyle özgün bir albüm. Onun yaptığını yapan ya da onun kullandığı yöntemleri kullanan başka bir benzeri yok. Eşsiz ve bir tanecik bir şaheser. Okyanusun dibinde binlerce yıldır aranan efsanevi bir canavar gibi. Varlığı öylesine muğlak ancak merak uyandırıcı. Syd'in anlatım tarzı insanların "Pink Floyd'un absürt zamanları" olarak lanse edilir. Eh, Syd olmadan bu grup onu tam olarak nasıl yakalayabilir? Gerçekten, bu müziğin bir tercih olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bir kasıtla üretilebileceğini, tekrarlanabileceğini... Bu en ufak tabirle ahmaklık ve doğal eklentisiyle enayilik olur. Örneğin tam olarak kim sevdiği kıza Bike'ı yazabilir? Cidden, "Kolaysa sen yap." değil bu dediğim, inanılmaz zor değil çünkü. "Kolaysa sen düşün." daha ziyade. "Kolaysa sen hisset." Jugband Blues karmaşık bir parola gibi, kolaysa sen çözümle.
Bir bisikletim var, matrak bir şey. Önü açık kırmızı ve siyah. Aylardır bende o. Eğer güzel olduğunu düşünürsen, sanırım bana da öyle gelir. (...) Bir sürü çörek adamım var. Biri şurada, biri burada, bir sürü zencefilli. Birkaç tane al istersen, tabakta duruyorlar. Sen tam bana göre bir kızsın. Sana her şeyi verebilirim, eğer bir şeyler istersen.
Tumblr media
Yahut geçirdiği bir psikoz esnasında halüsinasyon olarak gördüğü hayali kız olmasa nasıl yazacaktınız See Emily Play'i? Emily olmazdı ki ortada. Örnekler elbette çoğaltılabilir. Ancak Syd gibi özgün zihinler çoğaltılamaz. Ve Pink Floyd kadar ucu açık ve sınırsız gruplarda bile tutulamaz, hapsedilemez. Grubun ondan sonraki yıllarda yaptığı müzik onunkilerden farklı ancak bunun sebebi bozması olmadığı gibi, absürtlüğün kaybolması da değil. Zira Syd'in müziği tek bir kelimeyle bu şekilde ifade edilemeyeceği gibi, grubun geri kalanının ilerleyen yıllarda yaptığı sanata da hakarettir bu. Roger, Nick, Rick ve David de bozduklarını düşünüp ayrı gruplara dağılarak unutulsalardı bugün The Dark Side Of The Moon'umuz, The Wall'umuz, Wish You Were Here'ımız, Division Bell'imiz, Meddle'ımız olmazdı. Echoes ile dünyada ilkel yaşamın izlerini keşfe çıkamaz, Time ile zamanın acımasız gerçekliğine uyanamaz, Shine On You Crazy Diamond ile gençliklerimizin ruhuna sarılamazdık. Değişen şey absürtlük değildi, yeri doldurulamayacak birinin gidişiydi. Bir yeri yoktu, bir kabın şeklini almıyordu. Kendi şekli, kendi dünyası, kendi sanatıydı; Syd Barrett efsanesinin.
Tumblr media
Come on you raver, you seer of visions, come on you painter, you piper, you prisoner, and shine!
6 notes · View notes