Text
KUTSAL SEHPA (2)
Sevgilime bu konuyu ilk açtığım zaman, kendisi son derece uzlaşmacı bir ifadeyle, çocuğun dana model sehpadan arta kalan bölgelerde istediği gibi yürüyebileceğini belirtti. Breh breh!
Bu noktada tırnak içinde, sehpa ile koltuklar arasındaki mesafenin otuz cm olduğunu vurgularsam durumu daha kolay gözünüzde canlandırabilirsiniz. Yani bir yaşındaki yeğenim, taytay adımlarını, trafik alkol testindeymişçesine dümdüz atarak bu hat üzerinde hiç sarsılmadan, sendelemeden yürümek zorundaydı. Herhangi bir hata payı yoktu, hata yaparsa benim kaval kemiklerimi kıran bu siyah dana onun minicik narin vücuduna ne zararlar verirdi, Allah bilir…
Konu benimle ilgili olsaydı muhtemelen kısa süreli bir sidik yarıştırmanın ardından sevgilimin bir saplantısına daha boyun eğmeyi kabul eder ve suçu yine onunla tanıştığım güne atarak hayatıma devam ederdim. Ama durum çok sevdiğim yeğenimle ilgiliydi ve yeğenim, şu dünya üzerinde pes etmemi engelleyecek yegane unsurdu.
Terlik mevzusunda edindiğim tecrübenin ardından daha sert ve kararlı olmam gerektiğinin farkındaydım. Vee gerrrçek bir errrrkek gibi tam olarak da böyle davrandım. Bu sayede sehpa konusunda çözüme dört ay gibi kısa bir sürede ulaştım!
Dört ay ifadesini duyduğunda bıyık altından gülümseyişini görür gibiyim ama sevgilimle hayatın boyunca bir kez, evet sadece bir kez karşı karşıya gelseydin, bu zaman diliminin nasıl bir mucize ifade ettiğini çok daha iyi anlayabilirdin.
Neyse sen gülmene devam et, bu hayatta senin gibi şanslı insanlar da var tabii, elimden bişey gelmez. Ama mühim olan bu dört ay içinde neler olduğuydu…
Sevgilim verdiği ilk uzlaşmacı demecin ardından konuyu kendi beyin sınırları içerisinde kapatmıştı. Bu kadar saattir okuduklarından artık sevgilimin beyin sınırlarının Afganistan bozkırları gibi nasıl ulaşılmaz olduğunu anlamışsındır. E bir de, dünyanın süper gücü Amerika’nın bile bu ağır coğrafi şartlarla başa çıkamayıp nasıl hezimete uğradığını bi aklına getir. İşte Bin Ladin’i o Afgan mağaralarından nasıl kimse çıkaramadıysa, sevgilimin zihnine kilitlediği herhangi bir konuyu da kendi isteği dışında kimse oradan çıkaramazdı.
Dolayısıyla ilk yapacağım şey, konunun yeniden gündeme gelmesini sağlamak olmalıydı. Bunun için senin gibi saf ve temiz insanların aklına ilk gelen şey, oturup medeni bir şekilde konunun tartışmaya açılmasıdır. Di mi? İtiraf et, böyle düşündün. Normal! Çünkü sen normal bir insansın. Normal olarak böyle düşünüyor, karşındaki insandan da böyle normal bir tavır bekliyorsun. Heheheh! Seni gidi şanslı normal medeni! Daha önce de belirttiğim gibi dünya üzerindeki en şanslı insanlardan birisin. Hem normalsin hem medenisin. Daha ne ister ki bir ınsan?
Neyse kendimi acındırmayı da, sana bulaşmayı da uzatmayacağım. Ben saf ve temiz insanlara bulaşan bir insan değilim. Hele ki yazılarımı okuyorsan bunu asla yapmam. Sadece sevgilim ve benim ilişkimizle, medeni kelimelerinin aynı cümle içinde dahi kullanılmasının imkansız olduğunu belirterek konuyu kapatacağım.
Tümevarım yönteminin terlik mevzusunda ne kadar zaman kaybettirdiğini yaşayarak öğrenmiştim. Aynı hataya bir kez daha düşmemin, 1-0 yenik takımın 90+2’de yerden kısa paslarla gole gitmeye çalışmasından hiç farkı olmazdı ve ben ilişki liginde bir Barselona asla değildim! Gerçekçi davranmam ve topu ceza sahasına şişirmem elzemdi.
Neyse…
Bak, bu saatten sonra senin de mutlaka dikkatini çekecektir; tüm psikopat zihinler genel olarak tümdengelim yöntemini kullanır. Ben de ilişkimin üçüncü senesindeki bir erkek olarak bu zihin yapısının kralına sahiptim.
Tam olarak buna uygun bir şekilde hiç lafını, sözünü etmeden sehpayı salonun göbeğinden kaldırmaya karar verdim. Fakat fena halde organizasyonel bir sorun vardı. L-5 S-1 omurumdaki bel fıtığım sinirime epey yaklaşmıştı ve bu sehpayı tek başıma itmek için yere eğilmem, ameliyat masasına yüzüstü yatmamla aynı manaya gelecekti.
Kararımı verdikten sonra soğukkanlı bir şekilde beklemeye başladım. Uygun fırsat kısa zaman sonra karşıma çıktı.
Kalabalık bir ev partisinde sehpa, her zamanki gibi porselen poğaça tabakları, ince belli çay bardakları gibi muhteşem detaylarla süslenmişti. Zaman yavaş yavaş ilerledi. Bu süre boyunca benim bir gözüm sehpanın üzerinde yavaş yavaş azalan tabak ve çanakları, diğer gözümse güçlü kuvvetli bir beden eğitimi öğretmeni olan ve omurgasında fıtık olmayan kardeşimi takip ediyordu. Ara sıra sevgilimin arkadaşlarının ‘Lan biz bu herifin şaşı olduğunu nasıl farketmedik’ minvalindeki ters bakışlarıyla karşılaşıyordum ama açıkçası gizli emelim dışında hiçbir şey umurumda değildi. Kardeşimin birkaç defa ‘Biz artık kalkalım, yarın okul var’ şeklindeki girişimlerini, ‘Yaa, otur daha karpuz kesicez’ rutinindeki bahanelerle savuşturdum. Kardeşim beni iyi tanıdığından ve bir misafirin kalkmasına sebepsiz yere asla itiraz etmeyeceğimi bildiğinden hafiften kıllanmıştı ama yine de ses çıkarmadı.
Yavaş yavaş tüm misafirler kalktılar ve evde yalnızca kardeşimle eşi kaldı. Yengem zaten genellikle saat 12’yi zor gören uyanık kalma istatistiklerine sahipti ve o dönemde ayrıca işe de yeni başladığından 12’yi bırak, güneşin batışını bile hayal meyal algılıyor ve sırtı kalebodurdan daha yumuşak bir zemine değdiği an 8. rem derinliğinde uyku moduna geçiveriyordu. Sevgilim de, mutfakta bulaşık telaşına düştüğü için planımı engelleyebilecek hiçbir kadınsı itirazla karşılaşma tehlikesi kalmamıştı.
To be continued...
0 notes
Text
KUTSAL SEHPA (1)
Sanırım ilişkimizin üçüncü senesi dolmak üzereydi. Sevgilim bir akşam eve girdi ve teyzesinin büyük kızı (Ki bu şahsiyet, sülalenin en gözü açık organizmasıdır. Türk Dil Kurumu, anasının gözü tanımlamasını Güncel Türkçe Sözlüğe yerleştirmeden önce kendisini iki sene boyunca dikkatle takip etmiştir) ile mobilya baktıklarını ve salona bir televizyon ünitesi almaya karar verdiğini söyledi.
İlk tepki olarak ‘hö’ diye bir ünlem sesi çıkardım. Genel olarak devrelerimin yanmaya başlamasından bir saniye önce çıkardığım sestir bu. Televizyon ünitesi diye bir şeyi ilk kez duyuyordum çünkü...
Benim bildiğim ünite, eskiden hayat bilgisi, coğrafya, sosyal bilgiler gibi derslerdeki konu başlıklarını ifade eden soyut bir kavramdı. Mobilya sektörü ne ara bunu somuta çekmiş ve televizyonla aralarında ne tür bir sapık ilişki kurmuştu, en ufak bir fikrim bile yoktu. Ama dışarıya belli etmedim tabii bu cahilliğimi. Muhtemelen her zamanki gibi ‘ekru, kırık beyaz, döpiyes’ gibi hayat müfredatının benim çalışmadığım bölgelerinden gelen acaip sofistike bir tanımlamaydı bu.
Sonra anlatılanlara kulak kabarttıkça materyal gözümde hafiften şekillenmeye başladı. Duvarda durmakta olan LCD televizyonun yalnızlık çekmemesi için icat edilmiş bu zımbırtı, işçiler tarafından getirilip televizyonumuzun dört bir yanına monte edilecek ve bize de üçbin tl gibi bir para monte edilecekti. İşin özeti buydu. Bence tabii…
Sevgilim açısından ise bu televizyon ünitesi denen muhteşem icat, modern evlerin vazgeçilmez öğesiydi. Bir dekoratif harika olmasının yanında salonu zengin gösterir, ışığı optimum yansıtır, mekana pozitif enerji katar, uğur getirir, A, C ve E vitamini içerir, hatta bunun girdiği eve doktor girmezdi. Bu yüzden alınması elzemdi.
İlişkimizin beni usta bir satranç oyuncusu olarak şekillendirmeye başladığı ilk dönemlerdi. Aklımdan geçirdiğim ‘Lan hiçbir halta yaramayacak, o kadar para kıçımıza kaçacak’ minvali cümleleri sevgilime söylememin gereksizliğinin farkındaydım. Fikir bir kere sevgilimin zihnine düşmüş, üstelik ev hanımlığı alanında yedinci Dan mertebesindeki büyük teyze kızından cevaz alınmıştı. O saatten sonra o ünite gelip kalın barsağımıza lavman yoluyla monte edilse yine değişen bir şey olmayacaktı. S..sen alınacaktı.
Derin bir nefes alıp okuduğum gazetenin spor sayfasına odaklandım. Beşiktaş, transfer çalışmaları için bir futbolcu araştırma ünitesi kuruyordu. Teyze kızının işin içinde olup olmadığını merak ettim.
Neyse...
Aradan epey bir zaman geçtikten sonra malzemeler getirilip televizyon ünitesi denen icat salonumuzun müsait bir yerine, üçbin tl’de bizim müsait bi yerimize monte edildi. Fakat hesapta olmayan bi durum da vardı; kazan doğurmuştu!
Üniteyle birlikte gelen, eşek desem kesmez, bildiğin kurban bayramında beş kişinin girdiği dana ölüsü gibi bir sehpa salonun tam göbeğine kondurulmuştu! Burada kişisel bir hassasiyete dikkat çekmek isterim; şahsen taa dört yaşımda top oynamaya başladığımdan beri, evin içini kalabalıklaştıran bilumum zerzevata ayar olurum. Salon, hol, antre gibi alanların mümkün olduğu kadar geniş olması ve aile fertlerinin gönlünce top koşturabilmesi içgüdüsel olarak tercihimdir. Hal böyleyken, yerde yatan siyah bir danadan tek farkı, ortasındaki cam bölme olan bu hantal aksesuara fena halde gıcık olmuştum.
Televizyon ünitesinin hamile olması ve tam bizim eve girerken sezaryenle bu danayı doğurmuş olması mümkün olamayacağına göre bana bildirilmeyen bazı ayrıntılar söz konusuydu. İşçiler gittikten sonra bu konudaki rahatsızlığımı çıtlattım sevgilime… Bana bunu en baştan söylediğini, ünitenin yanında sehpayı müthiş bir indirimle aldığını, bir daha bu fiyata sehpa bulamayacağını söyledi.
Bak gördün mü, hem bunadığım hem de cahilliğim bir kez daha ortaya konmuştu! Eve mutlaka bir sehpa alınması ilişki anayasasının değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerindendi ve benim bundan haberim bile yoktu!
Cahilliğimin doruğuna çıkarak eve sehpa alınması elzemse bile bu ebatlarda olması zorunlu muydu ve daha küçük bir sehpa alınamaz mıydı acaba sorusunu ortaya attım. Çünkü mal öyle enine boyunaydı ki, biz bu zerzevatın üstünde çay içmek için bile en az onun kadar cansız olmak zorundaydık. Sağa sola eğilecek alan kalmamıştı ve kazara çayın şekersiz gelse kımıldamadan kaseden alabilmek için psişik yeteneklere sahip olman gerekiyordu!
Cevap bir tokat gibi çarptı suratıma: Şu an moda geniş sehpalardı! Breh breh! Sehpayı alırken sahip olunan bu aristokrat tavrın, iki gün sonra teyze kızıyla kahve fincanında fal bakarken aniden avam seviyesine nasıl ışık hızıyla düşeceğini merak ediyordum doğrusu…
Neyse, giren çıkan belli değilken sehpa da kendini attı salonumuzaaa…
Atış o atış, bir daha da kendisini salonun göbeğinden kaldırabilmek mümkün olmadı. Kaval kemiklerimi o sehpanın köşesine her çarptığımda ettiğim küfürlerle karımın kulağı kilise çanına döndü senelerce ama sehpa bi türlü geldiği yere dönemedi. Ev halkı arasına karıştı, beş sene sonra vatandaşlık hakkı kazandı, yerini iyice sağlamlaştırdı.
Sehpanın yeşil pasaport almasına yakın, kardeşimin oğlu, yeğenim Sarp dünyaya geldi. Hiperaktif yeğenimin ilerleyişi bu şerefsiz sehpadan bile hızlıydı. Daha bir yaşına gelmeden yürümeye başladı. Girdiği evlerin dört yanını turluyor, görmediği köşe bucak kalmıyordu. Kardeşim iki sokak arkamızda oturduğu ve sevgilimle yengemin arasından da su sızmadığı için sık sık akşam yemeklerinde bize misafir oluyorlardı.
E çocuk doğal olarak bizim yanımızda olmak istediğinden ve biz de genel olarak salonda ikamet ettiğimizden, çocuğun salon sınırları içinde özgürce yürüyüşünü sürdürebileceği alanlara ihtiyacı vardı. Ama gel gör ki, salonda ben bile yürüyebilmek için orta sınıf bir ip cambazı kadar maharet göstermek zorundayken yürümeye yeni başlayan bir çocuk ne yapabilirdi?
To be continued...
0 notes
Text
MOBİL TERLİK (2)
Sahne 5, gündüz, iç, yatak odası:
Bu mağduriyetle ilk karşılaştığım dönemde sevgilimi Türkçe konuşarak ikna etmeye çalıştım. Bir çift zararsız kırküç numara terliğin vatanın bölünmez bütünlüğünü bozmayacağını, yatak odası zeminimizin Van Gogh tablosu olmadığını, bu ufak ayrıntıyla milyon dolarlık satışın iptal olmayacağını anlatmaya uğraştım. Ama ne fayda?
Daha önce de bahsettiğim gibi sevgilimin zihni acaip farklı çalışır. Sevgilim bilinçli olarak düşünme eylemine girmez, tenezzül etmez. Beyinsel faaliyetleri, akla düşen fikirlerin ne pahasına olursa olsun gerçekleştirilmesi prensibiyle ilerler.
Aslında dünya vatandaşları olarak müthiş şanslı sayılırız. Sevgilimin beynine düşebilecek fikirlerin ucu bucağı olmadığı ve düştükten sonra engellenmeleri mucize kabilinde olacağı için bu tür abuk subuk şeylerle meşgul olması herkesin hayrınadır. Daha vizyoner ve büyük düşünen bir insan olsa ve dünyayı ele geçirmek falan gibi şeyler istese ne yapardık, düşünsene? Aman Tanrım!!! Hayal ederken bile titriyorum!
Sahne 6, gündüz, dış, dünya haritası:
Sadece şu terlik olayının izdüşümünü hayal et, facianın boyutları hakkında ufacık bi fikrin olsun. Evi ele geçirdiğinde yatak odasında terlik durmasını yasaklayan bir organizma, dünyanın hakimi olduğunda neleri engellemeye kalkmaz? Mesela denize insan girmesini engellemez mi? Kanunu gözümün önüne getirebiliyorum: ‘Bundan kelli tüm vatandaşlar evlerindeki küvetlerde yüzecektir. Hükümdarımız iğrenç beden renklerinizle güzelim deniz mavisini kirletmenizden rahatsızlık duymaktadır’. Ya da mesela, ormanlarda hayvan görüntüsünden kurtulmak istemez mi? ‘Sevgili dört ayaklı dünya sakinleri. Bundan sonra hayatınızı geçirecek başka bir gezegen bulmanız tavsiye edilir. İmparatoriçemiz yeşil rengin bozulmaması için ormanlık alanlara girişinizi yasaklamıştır’. Ooff offf! Dünya olarak diken üstünde yaşadığımızı bilen ve tehlikenin farkında olan tek insan olmanın sorumluluğunu tahmin edemezsin. Şu an kimsenin ruhunun bile duymadığı bu potansiyel faciayla her an burun buruna yaşamaya dayanabilmemin tek yolu, bu acı dolu savaşımla dünyayı daha kötü sonlardan kurtardığım için kendimle duyduğum gururdur.
Her neyse! İkna çalışmalarımı sürdürdüğüm altı ay boyunca her yolu denedim. Zaman konusunda maalesef en ufak bir abartı yapmadığımın altını dehşetle çizmek isterim. Bu süre içinde İran nükleer silahlarını bırakmaya razı oldu, İsrail Filistin’e uyguladığı ambargoyu kısmen de olsa kaldırdı, Amerika Esat’la uğraşmayı bıraktı, Kuzey ve Güney Kore bile barıştı ama ben sevgilimi yatak odasında terliğimi bulundurmaya ikna edemedim.
Sahne 7, gündüz, dış, Güzel Sanatlar Fakültesi:
Bu noktada sevgilimin eğitimi hakkında küçük bir anekdot vermek yerinde olur. Kendisi grafik eğitimi almış, Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu bir insandır. Fakat maalesef bu eğitim ruhunu derinden yaralamış ve bilinçaltında sapkın etkiler yaratmıştır. Sevgilim içinde bulunduğumuz yaşam alanlarını photoshop programı’nda dizayn ettiği layoutlar sanmaktadır. Onun gözünde evimiz adeta bir show room’dur ve bu show room üzerinde gereksiz hiçbir görsel öğe barınamaz. Tabii bana ait eşyaların tamamı bu sınıftan olduğu için hepsi dolap, gardrop, portmanto, çekmece gibi yerlerde istif edilmek suretiyle kadrajdan çıkarılır. Benim fiziksel olarak ev tabanı üzerinde herhangi bir yere kilitli olmadan barınabilmemin tek nedeni, programın cursor’ı olarak gereken görevlere yönlendirilip, komutları yerine getirme özelliğimdir. Yoksa kapıya en uzak balkondaki büyük bavulda yerim çoktan rezerve edilmiştir.
Sahne 8, gündüz, iç, ev:
Heeeer neyse! İkna çalışmalarımın süresi uzadıkça benim asabiyet katsayım da giderek artmaya başladı. Diplomatik girişimlerin sonuçsuz kaldığı tüm olaylarda olduğu gibi artık gerilla savaşı başlamıştı. Terliklerimi yerinde bulamadığım her an misillemeye geçiyor, aynı şekilde sevgilimin sinirini bozacak hamlelerde bulunuyordum.
Hassas karnı yedibinbeşyüzseksensekiz adet çantasıydı. İlerde de sık sık bahsedeceğim şekilde bu çantalar evin tüm kapı kollarında, üzüm salkımı gibi asılı vaziyette durur, kendi kendilerine trapez gösterileri yaparlar. Bunlardan herhangi birini ortadan kaldırdığımda sevgilimin zihninde Tetris’in otuzsekizinci level’ında elenmişlik hissi doğuyor ve duygusal dünyası paramparça oluyordu. Hahaha!
Kapı kolundaki çantayı aldığımda, tahtırevalliden, o yüksek taraftayken aniden inmişim ve kıçüstü son sürat beton zemine çakılmış gibi sarsılıyordu. Zannedersin müteahhit apartmanın temellerini bu kapı kollarına takılan çantaların ağırlık ölçülerine göre atmış. Birinin yerinden oynaması bile tüm binanın dengesini bozuyor! Hahaha! Lan Jenga oynarken bu kadar eğlenmiyordum şerefsizim. Kaldır çantayı, zıplat siniri. Kaldır çantayı, zıplat siniri!
Karşılıklı çatışmalar bir müddet böyle sürdü. Sonra bu kahramanca mücadelem ve ilişki terapistimizin de (evet hayatımızda öyle biri de var, ilerleyen bölümlerde tanışacaksınız kendisiyle) uzuuun telkinleri sonucu ufak çaplı bir mucize gerçekleşti ve sevgilim bir süreliğine terliklerime dokunmayı bıraktı. Yurdun dört bir yanında sevinç gösterileri ve konserlerle kutlanan bu inanılmaz gelişme herkesi kandırmış olabilirdi ama beni kandıramazdı. Bu gelişme bir tiryakinın sigarayı bırakma denemesi gibiydi ve sevgilim kısa süre sonra yeniden terliğimi tüttürmeye başlayacaktı.
0 notes
Text
MOBİL TERLİK (1)
Sevgilimle ilişkimizden bahsedip terlik sorunsalımızdan bahsetmemek büyük hata olur. Nesilden nesile aktarılacak efsanevi bir hikayedir bu. Hikaye efsanevi olsa da aslında çok dar kadrolu bir prodüksiyondur. Topu topu dört kahramanla bir mekan: Kırküç numara iki çift terlik, ben, sevgilim ve iki artı bir evimiz.
Bir dönem filmi sayılabilecek bu eser, benim banyo yaptığım ve banyodan çıktığım dönemleri kapsamaktadır.
Sahne 1, gündüz, iç, banyo:
Banyomun bitmesi itibariyle muslukları kapatır ve ayağımı küvetten dışarı uzatırım. Seyirci hikayenin esas oğlanıyla bu karede tanışır: Ayaklarımı uzatarak giydiğim kırküç numara bir çift terlik.
Banyo içinde kısa bir mesafe kateder ve bornozların asılı olduğu askılara ulaşırım. Bir tabiat kanunu gibi sevgilimin bornozu muhakkak benim bornozumun önünde, üstündedir ve ben her seferinde o bornozu düşürmeden kendi bornozumu almaya çalışmak suretiyle enfes bir cardio çalışması yaparım. Evet, beni formda tutan, günlük kalori fazlamı yakmamı sağlayan hep bu ev içi debelenme aktiviteleridir. Bu disiplinli çalışmalara olanak sağlayarak beni formda tutan sevgilime buradan teşekkürü borç bilirim.
Bornozumu aldıktan sonra üzerime giyer, çıktığımda üzerimden damlayacak suların ev tabanında oluşturacağı ıslaklık nedeniyle sevgilimin histeri krizi yaşamaması için önce banyo içinde bir güzel kurulanırım.
Tören adımlarıyla banyodan çıkar; vücudumu, Görevimiz Tehlike filminde kasa dairesine beline bağlı iple sarkan Tom Cruise hassasiyetiyle kullanarak, fazla sarsılmadan yatak odasına giderim. Sevgilimin sensörleri, yere damlayacak su zerrelerini kasa dairesi alarm sisteminden daha hızlı algılayacak ve sonuç uluslararası hırsızlıktan hüküm giymekten daha ağır olacaktır, bilirim.
Sahne 2, gündüz, iç, yatak odası:
Nihayet başarıyla yatak odasına ulaştıktan sonra odanın zeminindeki peluş kilim üzerinde kurulanırım. Bu saate kadar anlattıklarımı anormal ya da abartılı bulduysan bu noktadan sonrasına özellikle dikkat kesilmeni öneririm.
Tüm vücudumu kuruladıktan sonra sıra ayaklarıma gelir. Ayaklarımı kuruladıktan sonra yeniden ıslak bir zeminle temas etmekten hoşlanmam. Bu yüzden banyodan çıktığımda ayağımda olan ıslak terlikleri bir kenara koyarak, yatağımın ucunda olmasını beklediğim diğer kırküç numaralı terlik çiftime yönelirim.
Da-ra-ra-ra-raaammm!!! İşte gerilim bu anda başlar. İkinci terlik çiftim asla, hiçbir zaman, hiçbir ahval ve şerait altında kesinlikle yerinde olmaz! Kesinlikle!!! Terliklerin durması gereken noktadaki parke zeminin dili olsa, kendisiyle o anlardaki bakışmalarımızı anlatsa, Alfred Hitchcock mezarından çıkıp gerilim atmosferi yaratma konusunda alnımdan öper şerefsizim!
O an hissettiğim duyguları kaleme almam gerçekten çok zor... Yepyeni bir adli tıp literatürü oluşturulabilir bunların harmanıyla… Defalarca kez aynı durumla karşılaştığım için zihnim bir süre kekeler. Kısa süreli bir panik atakla karışık paranoya yaşarım. Acaba benim terliklerim aslında yok mu? Bunca zamandır giydiğim terlikler bir halüsinasyon ürünü mü? Hayal dünyamda oluşturduğum sanal yol arkadaşları mı?
Sahne 3, gündüz, iç, salon:
… Derken terliklerimi eve gelen misafirlere verdiğim anlar gelir aklıma... Arkadaşlarımı arayıp terliklerimin aslında var olup olmadığını sorgulamayı düşünür, sonra kendime gelirim. Evet, benim bir çift terliğim daha vardır ve her normal terlik gibi asla kendi kendine ortadan kaybolmaz!
Darararam! Kreşendo! Gerilimin doruk noktası! Zavallı terliklerimi benden uzaklaştıran şahsın eşkali gözümün önündedir şimdi. Fotoğrafta elindeki törpüden gözlerini ayırmadan, ukala tavırlarla konuşan sevgilim vardır. Göz altları simsiyah rimelle süslüdür, yüzünün yarısına gölge düşmektedir ve kamera alt açıdan çekim yapmaktadır. Evet, klasik kötü kadın!
İşte o an sinirimin tepeme çıktığı andır!
Ev içinde beni yirmidört saat taciz eden sevgilimi bu mesai kesmemekte, terliklerimi taciz etmeyi de ek iş olarak görmektedir. Kendisine göre sıradan bir çift terliğin odanın bir köşesinde durmasının asla ve katta imkanı yoktur. Terlikler mutlaka holdeki portmantoda duracaktır.
Sahne 4, gündüz, iç, antre:
Peki. Tamam. Ama şu sorunlar silsilesini ne yapacağız? Benim diğer terlik çiftimi giyme ihtiyacım ne zaman doğuyor? Kurulandıktan sonra… Peki kurulandıktan sonra üzerimde giysi namına ne oluyor? Hiiiç! Eeee, benim bu minimalist kreasyonla portmantoya ulaşmak için kaç tane cam pencere geçmem gerektiğini biliyor musunuz siz? Hıı? En az iki! Bu podyumun bir de dönüşünü hesapla. Tam dört adet adult kanal sekansı!
Bu durumda sahneyi gözünüzün önüne getirir misiniz? Anadan doğma bir adam, Usain Bolt adımlarıyla mutfak pencerenizin önünden geçiyor, salon pencerenizin önünde kıllı kıçıyla Penthouse kızları gibi öne doğru eğiliyor, yerden bir çift terlik alıyor, doğruluyor, sonra aynı adımlarla, üstelik bu kez önden çekim nedeniyle daha korkutucu görsel ayrıntılarla geri dönüyor!!!
Altmış yaş üstü her dişi Türk vatandaşının bu pozisyon karşısında ‘İmdat Polis’ hattını arayıp sapık ihbarında bulunması yüz üzerinden doksan ortalamadır. Eee benim günahım ne? Bayılıyor muyum ben konu komşuma vücut haritamı ezberletmeye? Sevgilimin saplantıları tatmin olacak diye mahallenin sapığı olarak anılmaya?
To be continued...
0 notes
Text
PARFÜM ERİ
Sonra sevgilimin bir parfüm şişesi sorunsalı vardır ki, aklın tutulur. Bu muhteşem objeler, yatak odamızdaki şifonyerin üstünde dururdu (Bu arada benim gibi bu tip kelimelere yabancıysan; şifonyer, şu dört-beş çekmeceli, renginden bahsederken oval, kırık beyaz falan gibi temel renklerden olmayan tuhaf kelimeler kullanılan, içine çarşaf, havlu gibi şeyler sokuşturulan mobilya). Sonra bu parfümlerin şifonyerin üstünde güneşin etkisiyle kendi kendine eriyip gittiğini iddia etmeye başladı (Öncesinde eve gelen temizlikçi kadından şüphelenip bir süre onu göz hapsinde, daha doğrusu burun hapsinde tuttu. Baktı ki kadıncağız Hacı kolonyasından başka bir şey kokmuyor, saplantılar ölmez şekil değiştirir diyerek kendini savunma ihtimali olmayan güneşi suçlamaya başladı).
Esasen mobilyalar zarar görmesin diye asla perdeleri açmıyordu ve güneşin eve yanlışlıkla sızma ihtimali bile yoktu. Üstelik benim parfümüm de onunkinin yanında dikiliyordu ve hiç de eriyip gitmeyip, her sıradan cansız eşya gibi olduğu yerde durmaktaydı. Ama sevgilim her zaman olduğu gibi aklına düşmüş bir şeyden kesinlikle vazgeçmedi. Çözümü parfümleri gardrobun (gardrop temel bir kavram, onu bilirsin) içine tıkmakta buldu. Ve yine her zaman olduğu gibi sevgilimin anormal ve akla zarar fikirlerinin ceremesini çekmek bana düştü.
Çünkü parfümleri getirip benim kot ve gömleklerimin durduğu göze sokmuştu. Artık gardroptan her kot, gömlek alırken bir parfüm şişesi devirmem (bak bunun benim beceriksizliğimle hiç ilgisi yok; kotların paçaları dolabın tabanına kadar uzanıyor ve kotun takılı olduğu askıyı çekerken parfümlere çarpmama ihtimali, parfümün güneşte erime ihtimaliyle aynı) ve kallavi bir küfür etmem standart prosedür olmuştu.
Düşünün, evden dışarı çıkacaksınız ve donla çıkma ihtimaline henüz toplum hazır olmadığına göre yetişkin bir erkek olarak pantolon giymeniz gerekiyor. Bu amaçla gardroba doğru yaklaşıyorsunuz, fakat içinize kötü bir his düşüyor. Birazdan kötü şeyler olacak!! Nı-nı nı-nı nı-nı nı-nı!!!
O an hayat gailesi içinde zihniniz farklı şeylerle meşgul olduğundan önce bu hisse anlam veremiyorsunuz. Fakat ayaklarınız geri geri gidiyor, bünyeniz pantolonu reddediyor! Olayı çözümlemeye çalışıyorsunuz ama mantıklı bir sonuca varamıyorsunuz. Nasıl varabilirsiniz ki? Dünya üzerinde sekiz milyar insan yaşıyor ve bunlar arasında parfümlerini sevgilisinin kot paçalarına sokuşturmuş tek kadın sizinki! Daha önce bu alanda çözülmüş, çözülmeyi bırak, ortaya konulmuş tek bir problem dahi yok. Yani vücudunuz bu mikropla ilk kez karşılaşıyor ve çözüm üretme, hatta problemi tanımlama yeteneği gelişmemiş.
Neyse… Tüm bu duygularla mücadele ediyor ve mecbur olduğunuz için pantolon giyme çalışmasına devam ediyorsunuz. Gardrobun kapağını açtığınızda içinizden bir ses ‘Yapma, hemen oradan uzaklaş!’ diyor. Yine aynı sersemleme, yine aynı çaresizlik hisleri… Kısa bir tereddüt… Eliniz yavaşça kot pantolonun askısına uzanıyor… Fakat bilinçaltınızda gerilim o denli yükseliyor ki, sanki askıyı çektiğinizde Testere’nin Jigsaw’unun hazırladığı manyak tuzaklardan biri çalışmaya başlayacak ve kafanız bir mekanizmayla kesilip kotunuzun yerine askıya asılacak!!!
Kâr zarar hesabı yapıyor zihniniz; sokakta donla gezen bir erkeği görünce çığlık çığlığa bağıran standart teyze profilleri bir yanda, kafanızı tek hamlede giyotin muadili kesen pantolon askıları diğer yanda! İki ucu boklu değneği ortasından tutabilir miyim ihtimalini bile gözden geçirirken artık yoruluyorsunuz ve geri dönüş yok diyerek pantolonun olduğu askıyı kendinize doğru çekiyorsunuz. Devrilen parfüm şişesinin şangırtıları, ağır sinkaflı küfürlerinize, kot pantolonun paçaları Chanel parfümün kadınsı kokularına karışırken, gerilimi doruk noktasına sevgilinizin cırlak sesi çıkarıyor.
Parfümün devrilen şişesinin sesini beşyüz metre mesafeden tüm notalarına kadar ayırabilen psikopat zihni alarm durumuna geçmiş, bir yandan seyrettiği diziden gözünü de ayırmadan salondan yatak odasına doğru yetmişsekizbin desibel gücünde bağırıyor. Gardropta sağlam duran parfüm şişeleri de bu sesin şiddetinden parçalara ayrılıyor fakat bunu mahkemede ispatlayabilmeniz imkansız, bunlar da üstünüze kalacak belli… En ağır küfürlerle karşılık verirken bir yandan da hızla pantolonunuzu giyip olay mahallini terk etmeye çalışıyorsunuz. Masumiyetinizi ispatlamanıza olanak yok, dırdır işkencesinden kurtulabilmek için tek çözüm hızla kaçmak!
Ulan Dr. Kimble bile her seferinde hem mağdur hem suçlu olabilmeyi bu kadar çok başaramamıştır diye düşünerek kapıya yöneliyorsunuz. Aslında sevgilinizin tüm çıkış noktalarını şu ana kadar çoktan tutmuş olması gerekirdi ama neyse ki dizisi çok heyecanlı bir noktada, bırakamadığı için taciz sadece sesle devam ediyor. Az kaldı, iki adım sonra ızdırabınızın biteceğini hayal ederek son bir cesaretle kapıyı açıp apartmana zıplıyorsunuz. Asansörü beklemek aptallık olur, hemen merdivenlerden inmeye başlıyorsunuz. Beşer sekizer atlanan basamakların ardından apartman kapısının arkasından gözüken güneş ışığı, sizde tünelden çıkan tren tandansı yaratıyor. Derin nefesinizi içinize çekerken beşinci kattan gelen ve sizi tüm apartmana bir kez daha rezil eden cırlak sesi artık umursamıyorsunuz. Bunu defalarca kez yaşadınız ve artık alışıksınız.
0 notes
Text
DÜZEN AYİNLERİ
Sevgilim düzen kavramına acaip önem verir. Özellikle evin düzeni için ömrünü yemiştir. Farzı misal geçen gün, kilomuzu rahat rahat (bak bu rahat rahat ifadesine dikkat et) ölçelim diye, gitti bir dijital tartı aldı. Kutu evin sınırları içine girer girmez bana tebligat geldi, tartı hizmete hazır hale getirilecek.
Neyse, ben kendimi toplayıp derin nefesler alarak tartının pillerini taktım. Alay komutanı modunda geldi denetlemeye… Şöyle bi baktı sağından, şöyle bi baktı solundan, bi kusur bulamadı. Altına, üstüne felan baktı. Sokabileceği lafları zihninden geçirdi, baktı ki onlar tartının tasarımına falan girer, bana girmez, sonuçta ben dört tane pil taktım, ne olabilir ki, vazgeçti. Tartıyı itinayla yere koydu, çıktı üstüne... İki kilo almışım dedi, elliiki kilo olmasına hayıflandı, sonra tartıyı önce naylonuna, sonra kutusuna koydu ve kaldırdı.
Ben gözlerim büyümüş vaziyette bu kutsal kaldırma törenini izliyorum ama bi yandan da kaşınıyorum ya, dayanamayıp sordum. Tartı neden kalktı acaba ve de nasıl tartılacağız? Kendisi kaldırılmışken bizi nasıl kaldıracak da tartacak afedersin? Tartının ortada durması hoş görünmüyormuş, tartılacağımız zaman dolaptan çıkarıp tartılırmışız! He heh heh! Lan gerizekalı, sen bu kadınla iki senedir aynı evde yaşamıyor musun? Hıyar mısın, yiyeceğin ayarı bile bile ne diye böyle riskli bir pozisyonda topa giriyorsun? Gereksiz gereksiz sorular soruyorsun?
Neyse, öpülmüş gözün davası olmaz. Fakat durumu hayal eder misiniz? Ben hayatın olağan akışı içinde hülyalar içinde gezinirken içimde aniden bir his uyanacak. Bu öyle dayanılmaz bir arzu olacak ki, tartılma isteğiyle yanıp tutuşacağım. Bu dayanılmaz içgüdünün etkisiyle o an evin içinde olduğum yerden, mesela salondan kalkıp çalışma odasına geçeceğim. Tartının olduğu dolabın kapağını açıp tartıyı en üst raftan aşağı indireceğim. Tartıyı kutusundan çıkaracağım. Sonra tartıyı naylonundan çıkaracağım. Sonra açma düğmesine basıp açacağım. Sonra çıkıp tartılacağım. Sonra bütün bu hareketleri yineleyip tartıyı eski, kaldırılmış formatına geri getireceğim. Çalışma odasından çıkıp salona geri döneceğim. Bu kadar ardışık harekete alışık olmayan zihnim ambale olacak. Elbette kilomu unutacağım. Gerisin geri dönüp aynı tören adımlarını atarak eylemi yineleyeceğim. Ve deriiin bir nefes alıp içimden rakamı tekrarlayarak salona döneceğim. Fiyuuuuu fuyt!
Arkadaş, bu tartının içine bu silsileyi zayıflama programı diye koy, ne Karatay diyeti, ne Ebru Şallı’nın pilates DVD’si, hepsini sollar, yok satarsın şerefsizim! Günde iki kere tartılana ayda on kilo zayıflama garanti!
Gerçi bu durumu hala garipsiyor olmam daha da şaşırtıcı! Ev bu ilginç zihniyetin ürünleriyle dolup taşarken… Mesela evin yegane makası, televizyon ünitesinin alt raflarından asla tahmin edemediğimde, naylon kutusunun ve plastik kapağının içinde durur.
Makasla keseceğin bir şey mi var, bolca biceps çalış, kol kaslarını güçlendir, yırt onu! Makasa ulaşana kadar minimum andropoza girersin.
Herhangi bir tükenmez kaleme ulaşmak için yedi çekmece açmak, sekiz masa örtüsü kaldırmak ve dokuz yığın karıştırmanız gerekir.
Birisiyle telefonla mı görüşüyorsun, bir şey mi yazman lazım, hemen vazgeç! Manyak mısın, en iyi ihtimalle sen kaleme ulaşana kadar telefonun şarjı biter. Yazma, rica et karşındakinden, uygarlığa uzak bir bölgede olduğunu söyle, -ki çok da yalan sayılmaz- telefona mesaj atsın.
Bir printer vardı mesela bir zamanlar evin içinde bir yerde... Küçüktü son gördüğümde ama şimdi büyümüş, kocaman adam olmuştur herhalde. Yalnız yaşarken bilgisayara takılı dururdu, kırk yılda bir kıçımı sıkıp iki satır bişey yazdığımda çıkış falan alırdım. Sonra bi gün bilgisayara yakın olması sevgilimin canını çok sıktı. E normal tabi, bu kadar kolay ve rahat bişeyin beşyüz metre yakınında olması sevgilimin asla kabullenemeyeceği bir durumdur, hemen printer’ı alıp evin bilgisayara en uzak köşesine taşıdı. Bir şey yazıp çıkış alacağım zaman o printer’ı getirip bilgisayara bağlayacak, işim bittikten sonra geri taşıyacakmışım. Breh breh breh! E doğal olarak, o günden sonra printer’la birbirimizi hiç görmedik, şimdi yolda karşılaşsak tanımayız.
Diyeceksiniz ki düzenli hatun, daha ne istiyosun? Böyle de açıklanamaz. Ev düzenliyse her kapı kolunda farklı boy bir çanta ne arıyor? Kapalıçarşı mı lan burası? Kapı kollarıyla çantalar öyle bir bütünleşmiş ki, mesela balkona çıkmak için sevgilimin havuz çantasından dalıp alışveriş çantasından çıkman gerek. Ki bu bile kesin çözüm sayılmaz, çantalar o gün yer değiştirmişse, balkon diye Metrocity’de bulabilirsin kendini…
0 notes
Text
ASABİ BİR BAŞLANGIÇ
Bu blogu açmamın temel amacı, sinir krizlerimi milyonlarla paylaşmak. Tek başıma delirmekten nefret ederim çünkü…
Yaşananları kronolojik bir sırada aktarmaya çalışıp, ortaya bir anlatan adam klişesi çıkarmaya ise hiç niyetim yok. Sıkıcı olmak istemiyorum.
Sadece serbest çağrışım yöntemiyle aklıma gelen her psikopat hatırayı yazıya dökecek ve bilinçaltımı boşaltarak geceleri rahat uyumaya çalışacağım.
Zaten siz bilmezsiniz ama uzun süre işkence gören insanlar zaman kavramını hafiften kaybetmeye başlarlar ve ne, ne zaman olmuş pek fazla hatırlayamazlar.
Neyse…
Öncelikle size bu bloğun hayata geçmesinde en büyük emeği olan insanı, yani sevgilimi, aşkımı, asabiyet kaynağımı, cinnet pınarımı kısaca tanıtayım. Sonrasında gelsin serbest çağrışım, coşsun hatıralar…
Sevgilim; asabi olmamda, asabi kalmamda ve asabiliğimi her geçen gün geliştirerek bu alanda zirveye oynamamda ve nihayetinde cinnet kıyısında bir yaşam sürmemdeki biricik etkendir. Kendisine buradan selam ederim.
Tam olarak şunu söyleyebilirim ki, sevgilim asabi bir insanın anlaşma ihtimali en düşük olan insan tipidir, acaip soğukcanlıdır. Evet, yanlış yazmadım soğukkanlı değil, soğukcanlıdır. Ne demek soğukcanlı? Şu demek: Normal insanlar karşılarında sinirli bir insan gördüklerinde ne yapar? Azıcık alttan alır, sakinleştirirler di mi? Evet. Ama işte sevgilim için normallik kesinlikle kaale alınacak bir kriter değildir.
Sevgilim sinirli bir insan gördüğünde direkt üstüne gider. Buz gibi, hiçbir şey yokmuş gibi davranır. Karşısındaki sinirlenmemiş, sinirden gözü dönmemiş gibi hareket eder. Kişi neye sinirlenmişse o konunun iyice derinliklerine inerek sinirini tavana zıplatır. Damara basma, tahrik etme, yarayı kaşıma, sataşma, bulaşma gibi kavramlar sevgilimin kişiliğinde gerçek anlamlarının doruğuna çıkarlar. Alttan almak falan gibi sosyal zeka gerektiren özellikler kendisinin ilgi alanına girmez. Sakinleştirmek fiili lugatında yoktur. Tuhaf bir şekilde, sinirli insanı delirterek topluma kazandırabileceğine inanır.
Vee işte şu an burada, bu blogda toplanmamızın nedeni sevgili okuyucular, sevgilimin bu inancı doğrultusunda yıllar yılı üzerimde çalışarak beni getirdiği noktadır. Tam olarak yanda koyduğum noktadır, evet.
Kendisiyle ilgili daha fazla bir yorumda bulunmayacağım ve yazılarımı okurken önyargılı düşünmenize neden olmayacağım. Sadece bahsi geçen olayların yüzde doksanının gerçek olduğunu unutmamanızı rica edeceğim sizden. Okuyacaklarınız neredeyse aynen yaşanmıştır ve bahsedilen kişi ve kurumlar (kurum tanımlamasıyla burada yazar sevgililik kurumunu kastediyor) diğer eserlerde olduğunun aksine hiç de kurmaca değildir, gerçektir. Blogumuz misyonunu tamamladığında bir mucize olmuş da ben hala intihar etmemişsem, sizden soru almaya başlayacağım ve işte o aşamada inanamadığınız kısımları bana sorabileceksiniz.
Hazırsak başlayalım.
0 notes
Text
FRAGMAN
“Sana taşınayım mı?” dedi.
İlişki güzel gidiyordu, birbirimizi seviyorduk, bir adım ileri gitmenin zamanı gelmişti. Bana bıraksa hep aynı yerde sayacağımızın farkında olacak kadar beni iyi tanıyan, çok güzel ve sevimli bir hatundu. Evet, neden olmasın, onu evimde istiyordum.
“Taşın” dedim.
Ve hayatım değişti.
Kimse bana, dört duvar arasına giren her Türk kadınının içinden bir canavar çıktığından bahsetmemişti.
Asabi bir herif olmaya başlamıştım.
0 notes