Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Eve geldim, ev buz gibi. Yolda gelirken hem gunes vardi, hem de kar, acayipti. Hayatimin gunesli gunlerini dusundum. Bir haziran gunu, Adrasan’dan Kas’a gittigimiz o harika yolu. Radyoda Guneye Giderken caliyordu. Cok gunes vardi, gozlugumu takmistin. Guluyordun.
Sarhos degilim bugun. Bircok gunler de degildim. Ofke nobetlerime yenildigim cok zaman oldu ama bunca zaman sonra geride kalan tortu ofke degil.
Ama zaman var, zaman, kimi zaman alip goturur her seyi, biliyorum. Zaman var zaman.. Zamana isyan edilmez, ya da et istedigin kadar, sen isyan et dur arkadas..
Oyle kelimeler bulabilsem ki mesela en muhtesem haliyle anlatabilsem buralarin artik guzel falan olmadigini, hicbir yerin pek de guzel olmadigini, eskiden guzel oldugunu, eskiden icime dolan umudu, anlatamam, anlatamam, anlatmayi denesem de anlasilamam, cunku gormeyi isteyen gozleri artik karsimda bulamam..
0 notes
Text
bu sabah baha'dan "kutupta yaz gibi" açıp işe gitmeye hazırlandım. geçen günlerde gibi'de duymuştum. yılmaz takside ağlarken çalıyordu. küçükken de annem severdi bu şarkıyı. ben orgumda çalmayı öğrenmiştim hatta. dinledim, gözlerim doldu, ağlamaya direndim, sonra da işe gittim.
"dakikam içinde yıl gizli, gizli" diyor mahzuni şerif. sık sık aklıma gelip durur. bir de "haftalar ellerimde ufalanıyor"u var attila ilhan'ın. zamansal bocalamalar. yüzümü buruşturuyorum. hayat geçiyor.
0 notes
Text
Sana buraya bazı şeyler koyuyorum. Yol boyunca aklında olsun. Lazım olursa açar okursun, Olmazsa da olsun, bir zararı yok burada dursun.
Şuraya bir cümle koydum. Bırak, acımızı birileri duysun. Hem zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun!
Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın. Ortada dursun. Olur ya biri eline alır okşar, biri alnından öper. Az unutursun.
Buraya tabiatı koydum. Ağaçları, suyu, ovayı, dağı. Onlar bizim kardeşimiz, çok canın sıkılırsa arada onlarla konuşursun.
Buraya, küçük mutlu güneşler koydum. Günlerimiz karanlık ve çok soğuyor bazı akşamlar, ısınırsın.
Buraya, bir inanç bir inat koydum. Tut ki unuttun, tekrar bak, o inat neyse, sen osun.
Buraya yolun yokuşunu koydum. Bildiğim için yokuşu. Zorlanırsa nefesin, unutma, ciğer kendini en çabuk onaran organ, valla bak, aklında bulunsun.
Buraya umutlu günler koydum. Şimdilik uzak gibi görünüyor, ama kimbilir, birazdan uzanıp dokunursun.
Buraya bir ayna koydum arada önüne geç bak; sen şahane bir okursun. Mesai saatlerinde çaktırmadan şiir okursun. N'olcak ki, bırak patronlar seni kovsun!
Burada bir tutam sabır var. Kendiminkinden kopardım bir parça, (bende çok boldur) lazım oldukça ya sabır ya sabır, dokunursun.
Burada güzel çaylar var. Bu aralar senin için çok önemli. Bitki çayları, kış çayları, şuruplar, kompostolar. Demlersin, maksat midene dostluk olsun.
Şuraya Youtube'dan müzikler, Bach dinle filan, koydum. Ama müzik konusunda sen benden daha iyisin, koklayıp buluyorsun.
Buraya bir silkintiotu koydum. Kırk dert bir arada canına yandığım, kırkına birden deva olsun.
birhan keskin, kargo
0 notes
Text
-yatırımlar, yatırım yapamamak ama (sana) yatırım yapılmasını da kabul edememek -fiyat/performanslar, fige ankara ve cüzdan -"seni anlatabilmek seni" -gibi 5*2, bendeki ethem'in komasıdır -gibi 5*5, yolun sonu amatem (cheers)
0 notes
Text
Uyuyamadim, sonunda Fikret Kizilok actim belki bana ninni olur diye, olmadi, napalim. Sabahi ettik coktan. Bugun de boyle olsun.
Artik bir noktada acidan gozlerini kacirmamali, tam da gozunun icine bakmali, onu sahiplenmeli ve donusturmeli ya insan. Bir gun o aciyla vedalasabilmek icin.. Iste ben oradayim, yardim et tanrim.
05:59.
0 notes
Text
insan bazen delirecek gibi oluyor bu yalnızlıkta. müzik yokken her şey çok sessiz. oralarda da öyle midir? sanmam. hem martılar ötüyordur illa ki. güvercinler var burada da, bilirsin. gün aydınlanırken velveleye veriyorlar ortalığı. tam bir sabah kişiliği bu güvercinler, saçmalıyorlar.
ama müzik var, geçen gün dinlediğim türküde hacı taşan birden "ne yandasın sürmeli kekliğim, ne yanda?" diyiverdi, kalakaldım. ne acayip bir tasavvuruydu sevdiğinin, "sürmeli keklik ha?" diyip durdum içimden. gülümsedim, sürmeli keklik. hala düşünüyorum, hala böyle naif ifadeler yaşıyor mu bu dünyada? her şeylerin kıymetli olduğu zamanları özledim, nasıl özledim.
sınırsızlıklar dedik. bariyersizlikler. onlar mıymış yani sorun, neymiş? david lynch bir gün psikoterapiye gitmiş, sonra terapiste sormuş, "bu süreç benim yaratıcılığıma ket vurur mu?". terapist de dürüstmüş, "üzgünüm david, ama olabilir" demiş. lynch de elini sıkıp gitmiş. bu böyle bir hikaye. gerçek midir bilmem, bir yerlerde okudum.
ben napacağımı ne düşüneceğimi de şaşırdım açıkçası. ben hala ben miyim, yolumu da bir miktar kaybetmiş gibiyim. her şey birbirine karıştı. bir kez sorabilseydin bana iyi miyim diye. bir kez de sen benim dünyamı merak etseydin. ama artık başka bir çağdayız. çağ değiştirdik, hatta çağ atladık demeliyim. ben eski çağların birinde kaldım yalnız. herkes değişti. samimiyet yok, özen yok, sevgiler yok, aşk yok, aşk yok, aşk yok, haysiyet yok, yoluna baş koymak yok, "yok oğlu yok". ben ve bir sürmeli keklik, bakışıp duruyoruz.
kendimi pasif olarak öldürmeye mi çalışıyormuşum falan. sadece kendimi acıtıyorum ufak ufak, yaşadığımı bileyim diye, yaşadığımı bileyim çünkü, herkes bilsin yaşadığını.
0 notes
Text
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/71255720a69785181a595b1412a0222f/b727c24c98d4c5b0-2e/s540x810/718ca92468a1f2ac563441834a6aebe503e74e57.jpg)
Baktım, fotoğrafını çektim sonra. bir dağ bulur uzun uzun bakarım.
Biri dedi ki: “Hasan Bey’in başı dumanlı!”. Başkası şöyle dedi: “Duvağını giymiş gelin gibi, değil mi?”. En sonunda şöyle dediler: “Efkarlı, efkarlı!”
0 notes
Text
herkes yalan söylüyor. herkes "bu acıyla ölürüm" diyor, ama herkes yalan söylüyor. kimse bu acıyla ölmüyor. kimse ölmedi, sen de ölmedin bak.
ben ölüyorum bu acıyla işte. inanmadığım bir allah'a acılarımı dindirmesi için yalvararak ölüyorum.
sait faik'in hikayesini defalarca okudum. her okuduğumda farklı anlamlar buldum. seyirci oynadım ben, ışıklı çarşılarda arkandan mahzun baktım. doğum gününde, sen bana zweig'ın satranç'ını verirken vermiştim sana alemdağ'da var bir yılan'ı.. o zamanlardan beri ilk defa okudum. sense o zamanlar bile hiç okumadın. ben de haykırdım içimden, panco, panco! diye.
kimbilir neredeydin. kimbilir hangi dertteydin. kim bilir neredesin.
zerrece utanmıyorum bütün bunlardan. sana yazdığım mektuplardan, yazmadıklarımdan. bu akşam iyi olamayacak gibiyim. bazı akşamlar iyi olacak gibiydim.
yalan söylüyorlar, sen de yalan söyledin bana. ben hiç yalan söylemedim, kötü huylarımdan biridir. bak şimdi nerelerdeyiz. her şeyimle, yeni yaralar için kendimi açık ederken hem.. sen vursan beni, en açık yaramdan. olmayacak duaya amin dedim.
yazdıklarımı artık okumadığım gibi, silmeyeceğim bunu da.
burgazada'da yıllar önce çektiğim o videoyu izledim. "manzaramız da işte böyleydi.." diye bitirdiğim, "manzaramız çok güzel" dediğin.. uzatmışız ayaklarımızı bir küçük uçurumdan. elektrik direğinin üstünde bir martı, ötüşüne gülüyorum. eskilerde kaldı. ama ben eskilerin canavarıyım.
olmaz böyle yaşamak.. dediler "dip, burası".
0 notes
Text
Pardösüsünün kürklü yakasını kaldırınca üşüdü mü diye baktım. Aslında soluk esmer yüzü balmumu gibi sararmıştı. — Üşüdün, dedim. Kaşını kaldırdı. Yanağındaki çıban yerinde kan yoktu. Durdum. Yüzünü avuçlarıma alıp ovaladım. — Neden böyle oldun, dedim. Güldü. Karanlığa doğru tükürdü. Başını iki tarafa şiddetle salladı. — Olurum bazı bazı böyle, dedi. — Bir yere girelim, dedim. — Girelim, dedi. Girelim ama içmeyelim artık. — İçelim, dedim. — Öleceksin be, dedi. — Öleceğim, dedim. Elimizdeki bardaklara baktık. Yüzü ne durgun, sessiz, esmerdi. Yine soluktu ama canlıydı. — Senin suratın bitkin, dedi. — Bitkin, dedim. Fıstık yedi. Bira içti. Fıstık yedim, bira içtim. Kulağımda bir şeyler öttü. Bayılacak gibi oldum. Dikkatle bana bakıyordu. — Çok ihtiyarladın sen, dedi. — İhtiyarladım, dedim. Saçlarıma baktı. Gözlerime baktı. Güldü. — Boş ver, dedim. Yahu, bakma!
Isınmış olacak, yakası kürklü pardösüsünü çıkardı. Pardösüsünün yakası kürklü, pardösüsünün yakası kürklü dedim içimden. İçimden biri: "E ne olacak yani?" dedi. Ne olacak, ben de yaptıracağım bir tane böyle. — Seni bir daha göremeyecek miyim? dedim. Kızdı. — O benim bileceğim şey, dedi. İki gün sonra yirmi kişiye: "O benim bileceğim şey" ne manaya gelir diye sordum. Hiçbiri doğru dürüst bir mana veremedi. Daha iki gün geçmemişti. Biz hâlâ birahanede idik.. Etrafımı görmüyordum. Onu da görmüyordum. Havayı görür müyüz? Dalmıştım. — Hadi kalk, gidelim, dedi. — Nereye? dedim. — Maça, dedi. — Maça mı? dedim. Bu vakit maç olur mu? — Avrupa'da gece maçları olur ya, dedi. — Burda olmuyor ki, demedim. Kalktık. Yokuşu indik. Bir yerde durduk. O soyundu. Aşağıda bir merdiven başında yarı aydınlıkta oynayan futbolculara karıştı. Sesler duydum. Düdükler duydum. Küfürler duydum. Etrafıma baktım. Binlerce insan vardı. Bir aralık yanıma geldi. — Sen oynuyor musun? dedim. — Kör müsün? dedi. — E ben ne yapıyorum? — Sen de oynuyorsun, dedi. — Ben de mi oynuyorum. Ben ne oynuyorum? Güldü. Dişlerini gördüm. Bir tanesi kenarından kırıktı. — Sen, dedi, seyirci oynuyorsun. — Ha, sahi! dedim. Ben seyirci oynuyordum. Başladım tepinmeye. El çırpmaya. Üşüyordum. Paltomun yakasını kaldırdım. Onunki gibi koyun kürkü koyduracağım ben de. Yanaklarımda bir kürk serinliği duydum. Artık hareket etmedim. Seyirciler kayboldu. Futbolcular kayboldu. Neden sonra yanıma geldi.
— Maç bitti, dedi. — İyi ya, dedim. Kim kazandı? — Ötekiler! dedi. — İşte bu olmadı? dedim. — Sen kim kazansın istiyorsun? dedi. — Bizimkiler, dedim. — Bizimkiler kim? — Siz. — Biz mi? dedi. Bizim kazanmamızı mı istiyordun? — Öyle ya. tabii, dedim. — Neden? dedi. — Öbür tarafta tanıdığım kimse yoktu ki? — Bizim tarafta var mıydı? — Sen vardın ya; dedim. — Budala dedi, ben de yoktum. — Ben seni gördüm, dedim. — Ne oynuyordum? — Bek! — Sahi görmüşsün, dedi. — Birisi seni düşürdü, dedim. — Düşürdü, dedi. — Topallıyorsun, dedim. — Topallıyorum, dedi, sana ne? — Hiç, bana hiç, dedim. İçim burkuldu. Birdenbire kaybettim onu. Seslendim: — Panco, Panco! Hiçbir cevap alamadım. Birisi karanlıkta adımı çağırdı. — İshak, İshak, dedi. Cevap vermedim. Ses, onun sesi değildi. Ama sonra belki arkadaşımdan bir haber alırım diye: — Ne var yahu? dedim. — İshak, İshak, dedi yine ses. — Ne var yahu, ne var? Burdayım! — Yanıma yaklaşan ayak seslerini tanıdım! dedi. Yanında üç tane genç vardı. Biri kısa boylu, Ermeni suratlı idi. Ötekisi bir balıkçı ceketi giymişti. Manasız bir yüzü vardı. Üçüncüsü upuzun biri idi. Aralarında kelimelerini binlerce kere duyduğum, manalarını bilmediğim bir dil konuşuyorlar, anlamıyordum. Onlar önde, ben arkada bir yokuş çıktık. Caddeye vardık. Cadde asfalttı. Işık içinde idi. Yerler ıslaktı. Yağmur kesilmişti. — Yağmur yağmış, dedim kendi kendime. Onları kaybetmiştim. Bir sinemanın gişesinde buldum. O kapıda bekliyordu. Bir tanesi bilet alıyordu. Uzun boylu ile balıkçı ceketli pis pis gülüyorlardı. O esmer, sakin, durgundu. Bana bakmadan benimle ilgili gibi idi. Kendimi göstermemeye çalıştım. Ben de bir bilet aldım. Onlar ön tarafta bir yere yerleşmişlerdi. Ben de kenarda ayakta durdum. Onun karanlıkta sağa sola kıpırdandığını görüyordum. Önündeki adamla beraber o da sağa sola dönüyordu. Bir ara iyice yerine yerleşti. Elini yanağına dayadı. Seyre daldı. Sonra yine doğruldu. Başladı tırnaklarını yemeye. Kalabalığın içinde pardösülü, kırk yaşlarında bir adam: — Yeme tırnağını, diye bağırdı. Gülümsedi. Işıklar yanmıştı. Üç arkadaşı kaybolmuştu. Önündeki tırnaklarını yeme diyen adam yanına geldi. Oturdu. Bir şeyler konuştular, duymadım. Yakası kürklü eski arkadaşım pardösüsünün kolundan bir kaşkol çıkararak boynuna sardı. Ben siyah saçlarını görüyordum. Dönüp baktı. Beni tanımadı. Taşa, duvara bakmış gibi idi. — Benim, yahu, benim, ben, arkadaşın, ben İshak demek için ağzımı açtım. Sinemanın ağır havası ciğerime su gibi doldu. Sustum. Kalktılar. Işıklı çarşılardan geçtiler. Ben arkalarından mahzun baktım. Yapayalnız kalmış gibi idim. Onunla konuşaraktan bir lokantaya girdim. Lokantanın sahibi bir kadındı. Yanağında beni vardı. Hâlâ çocukluğumun genç kızı gibi idi. Gülümseyerek selam verdi. Yirmi sene evveline gidiverdim. Çok hasta olduğum zaman, ateşim kırka yaklaştığı zaman ellerim büyür. Dev gibi ellerim olur. Çoğunca çocukluğumda olurdu. — Ellerim büyüyor, derdim. Büyükanam, yahut anam ellerimi soğumuş elleri içine alırlardı. "Yok bir şey, yavrum yok bir şey! Bak benim elimde ellerin" derlerdi. Sakinlerdim bir iki dakika. Yine büyürdü ellerim. Ellerim büyürdü ellerim. Ellerim ne kadar büyürdü aman yarabbi? Sokağa çıktığım zaman soğuktan ellerim küçülüverdi. Caddelerde idim. Binlere karşı birdim. On binlere karşı birdim. — Panco, Panco diye haykırdım içimden.
Bir saate baktım. On bire çeyrek var. Caddeler tenha idi. Sinemalar dağılmamıştı. Sarhoşlar bana çarpmadı. Aralarından yılan gibi geçtim. Herkes Panco'ya benziyordu. Herkes maça gidiyordu. Pardö süsünün kürkünü kaldırmış gencin arkasından koştum. Yakasından tutmak geçti aklımdan. Maça gidelim, diyecektim. Hayır, hayır, seni o Alman lokantasına götüreceğim. Bir patates salatası yapıyorlar. Bir de spitzel yersin? O pasajdaki birahaneye yine gitsem. O masaya otursam o masaya. İnsanlar gelse otursa çift çift kadınlı erkekli. Ben tek başıma. Milyonlar içinde tek başıma. Acı gitgide acıyor. Kavun acısı gibi, zehir gibi bir acı. Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil? Kaybetmeden bulamadığımız bilemedin kaldır vur! Pencereden kim baktı. Neden baktı? Kapa gözlerini kapa. Ellerin büyüyor mu? Yok büyümüyor. Büyümüyor, büyümüyor, yaşasın. Ama acıyor, hayır acımıyor, yalan söyleme. Yüreğinin üstünde bir şey varmış gibi değil mi? Yalan. Mutlak bir yerde okudun. Yahut biri anlattı. Yahut aklında böyle kalmış. Yüreğinin üstünde bir şey yok. Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı. Kavun acısı da ne.
Sıcak sıcak börekler getirtti adamın biri. O olsa yerdi şimdi. Yemeği nasıl yiyordu bilmiyorum. Pardösüsünün yakası koyun kürkündendi koyun. Yanağında ufacık bir eski çıban izi vardı. Derisinin altından kan akmazmış gibi donuk esmer bir rengi vardı. Saçları kara, gözleri kara idi. Ne çıkar onlardan. Kara olmasalardı donuk esmer, altından kan akmazmış gibi solgun ve hiddetli rengi severim başka. Başkasında bulsam sevmem ki. Yıldızlara baktım. Hani yıldızlar. Birahanede yıldız mı olur. Yıldızlara baktım. Bir sinemaya daldım. Geçen gün koşa koşa caddeden geçiyordu. Vakit beşe çeyrek vardı. Geç kalmıştı matineye. Koşa koşa o sinemaya girdi. Ardından baktım kaldım. Giremedim. Aksilik ediyor. Konuşmuyor. Hiç sesini çıkarmıyor. O zaman. O zaman buram buram buhar çıkan bir yere girmiş gibi terliyorum. Sonra üstüme kar yağıyor kar. Pıtır pıtır bir kar yağıyor. Tane tane bir kar. Aklım tabancalara gidiyor. Bıçaklara bıçaklara. Sevmiyorum bıçakları. Tabancalar. Beynimizde bir yerde küçük bir delik, etrafı siyah. Garip bir delik. Kan hafifçe sızmış. Beyin tıkayıvermiş deliği. İrin gibi bir şey akmış. Ona ne, ona ne bundan. Bu benim kafatasımdaki delik. Ona da mı açmalı. Açmalı ya. Yalnızlıktan başka nasıl kurtulunur? Yalnız ölmek mi? Hayır insanların içinde, milyonun içinde iki ölü. Üç ölü. Dört ölü, beş ölü. Bırak ölüleri saymayı. Bu beşinci bira. Boş ver şu birahaneyi de. Camın dışarısını da. O gelmeyecek ki. Ha! Sinemadaydık sahi. Uçan daireden çıkan adam küçük bobinin elektrik fenerini aldı. Sokağa çıktı. Çocuk da arkasından. Uçan daireyi iki nöbetçi bekliyor. Uçan dairenin önündeki robot dimdik. O kürklü pardösüsünü çıkarmamıştı. Kürk hâlâ serindi. O çıban izi olan yanağını serinliğe dayamıştı. Kürkün dudakları öpüyordu onu. İrkildi. Beni hatırlamıştı. Silkindi. Masanın üstünde alçıdan bir gemici biblosu dururdu. Ben onu ta uzaktan bir Avrupa şehrinin bayram yerinde kazanmıştım. Altına para kordum. — Gemici paranı verdi mi? — Verdi, verdi. Eyvallah gemiciye. — Gemiciye eyvallah! Yaz günleri o yanıma uzanınca rahat bir uykuya dalardım. Rüyamda hiçbir şeyi görürdüm. Hiçbir şeyi. Hiçbir şey kadar güzel şey var mı? Varsa ver bir lokma. Şu saatte. Hiçbir şey ölüm gibi güzeldir. Öteki yıldızdan gelmiş adam taksiden atladı. Bütün ordu peşinde. Vur emri var. Vurdular. Askerler etrafını aldılar. Geç geldiği zaman deli olurdum. Merdivende ayak sesleri yabancılaşınca kudururdum. Sonra birdenbire onun ayak sesleri. Kapıyı açık bırakmış olurdum. Öteki seyyareden gelir gibi gelirdi. Gözlerinden öperdim.
Çıkmalı. Buradan da çıkmalı. Sinema bitti. Sokakların içinde sırtımda talihim, sırtımda kendim, yürümeliyim. Mahalle içlerine gitmeliyim. Evler görmeliyim. Gece yarılarından sonra hafif ışıklar yanan pencereler görmeliyim. Molozların üzerine oturup bekçi gözükünceye kadar bu 2 numaralı evi gözden geçirmeliyim. Yukardaki balkonlarda saksılar var. Yukarısı harap. Aşağısı harap. Ortası mükemmel. Hangi harapta oturuyor. Işık yakmamak. Ağır ağır bir koridordan geçiyordum. — Hırsız var! Hırsız var!
Sokaklarda koşmalı. Koşmalı. Bekçiler, polisler, düdükler arkamda. Hayır kimseler duymadı. Bir küçük odanın kapısını açıyorum. Orada harap bir karyolanın içinde, bir ayağı dışarda. İki ayağı da dışarda. İki ayağını yorganın içine sokuyorum. Derin bir nefes alıyor. Benden yana dönüyor. Bakıyorum. Çıban izi öbür tarafta. Tuhaf, hiddetli soluk yüzünde tatlı bir pembelik var. Kaşları ıslak ıslak. Dudakları kuru. Kandil sönmek üzere. Meryem titriyor. Bu küçük karyoladaki kim? Eğilip ona da bakıyorum. Kocaman kocaman gözü var. Hiddetli bir derisi var. Bağıramıyor. — Sus, sus, diyorum. Küçük kızın ağzını avucumla tıkıyorum. Çırpınıyor. — Gürültü etmezsen açarım avucumu, diyorum. Kara gözlerini kapayıp açıyor. Avucumu ağzından çekiyorum. Sonra gidip öteki karyolaya oturuyorum. O hâlâ uyuyor. Gözümle etrafı arıyorum. Yakası kürklü pardösü orda. Giyiyorum. Bileklerim dışarda kamburlaşmış dolanıyorum odada. Küçük kız bana bakıyor. Avucunu ağzına kapayarak gülüyor. Molozların üstünden kalkıp yollara vuruyorum. Caddelerde şimdi yalnız sarhoşlar, pezevenkler ve şunlar bunlar var. Hepsi de hoş hoş adamlar. Hepsinin sırtında talihleri ve kendileri. Yalnız yalnız. Bir karı ile yatarken bile yalnızlar. Bir açık yer bulsam. Bir bira daha içsem. Yok. Her yer kapanmış.
O hâlâ uyuyor. Kaşları ıslak ıslak. Nefesine yüzümü tutuyorum. Başının altındaki iki yastıktan birini çekip alıyor, onun ayak ucuna koyuyorum. Oraya da ben kıvrılıp yatıyorum. Ellerim büyüyor, büyüyor, büyüyor, büyüyor.
Sait Faik Abasıyanık, Yalnızlığın Yarattığı İnsan
0 notes
Text
Ben Yani Usta'yı tanıdığımda yaşı on beşti. O zaman daha, Yani Usta, değildi. Kara gözlü, kara bacaklı, kara saçlı, kara bir çocuktu. Ben mi?… Ben kocaman bir adamdım. Ne yalan söyleyeyim: İşim gücüm yoktu. Dünyada kimseciklerim yoktu. Bir anam vardı o kadar. Ondan öte kimim kimsem yoktu. Yani Usta bugün yirmi yaşında. Ben elliye merdiven dayamışım. Ama Yani Usta tek dostumdur. Duvarları öylesine yağlıboya boyar ki parmağın ağzında kalır. Gözümde o, yine on beş yaşındaki kara oğlandır. Boya yapmadığı zaman sinemaya gider; maça gider; kahvede pişpirik oynar. Aklına eserse nerde isem gelir bulur beni. Esmezsem aramaz bile. — Seni neden arayacakmışım be ağababa, der. Kuytu bir birahanemiz vardır. Gider otururum. Düşünür dururum. Şu dünyaya ne ettim? Şu dünyada ne gördüm? Neye geldim? Neden gidiyorum? Ne yaptım? Dışarda kar yağdığı zaman içerisi sıcak da olsa bu birahanede üşürüm. Saat altıda daha kimsecikler yoktur. Garson öteki salona geçmiştir. Duvardaki saat sinirlendirir, insanı içmeye zorlar. Ben Yani Usta'yı mı beklerim? Beklersem gelmez ki… Beklemesem gelir mi? Umut vardır. Beklemediğim zaman umut vardır. Gelir karşıma geçer. Ne söylerim ona. O bana ne der. Hiçbir şey hatırlamam. Sonradan şöyle demişti diye uydururum. Birahanenin gedikli müşterileri vardır. Biri var; gelir, camın yanına oturur. Bir şişe maden suyu açtırır. İçine bir duble, bir tek rakı döktürür. Bir tabak yemiş getirtir, bir böbrek ıskarası yaptırır, bazan da bir omlet yer. Yani Usta gelir. Kaşının arası çizgi çizgidir. Beş bin lira drahoma veriyormuş kızın babası. Kız güzelce imiş. Eskiden de bilirmiş a bu sefer çayda g��rmüş. Kızın anası "Dans etsenize Yani!" demiş. Yani Usta "Ben dans mans bilmem" demiş. "Bilsem de etmem ya". Kadın açıkça verimkâr olmuş. Yani Usta: "Babamla görüşün" demiş… Demek birahaneye Yani Usta da iki biramı içmeye gelmeyecek. "Birahanelerde filân gözükmemeli bir zaman, diyor, işin ucunda beş bin lira var." Hey gidi Yani hey! Dedim geçen akşam, ufacık kara kuru bir oğlandın. Bak kocaman adam oldun. Ben ağababa oldum. Birahane eski birahane. Masalar eski masalar. Dünya başka dünya. Sen başka adam. Ama ben hep oyum, be Yani Usta! Seni de hep öyle görüyorum Yani Usta. Kara saçlı, kara gözlü, cin gibi bir oğlan. Hani seninle sinemaya giderdik. Sen yanımda deli olurdun. El çırpardın. Omzuma vururdun. — Vresi, derdin: gördün mü? Bak hafiyeye! Ne yaptı gördün mü? Bir yumrukta… O sinema da yerinde yok. O sinema aynalar içinde idi. Yağmurlu havalarda kumaş kumaş, insan insan kokardı. Birinci mevkiin çocuklarının arasına karıştığımız zaman içim sevda ile dolardı. Her yüz güzeldi. Her çocuk babacandı. Her el nasırlı, küçük, kirli ve sıcaktı. Günler geçti. Ben düştüm. İçmek alatı bozuldu. Sen koca adam oldun; beş bin lira drahoma alacak kadar. Bari seviyor musun kızı Yani Usta? — Karı değil mi be ağababa, severiz. Doğru Yani Usta, karılar sevilir sevilmesine ama ben içimden hep çocuk kaldığım için olacak karılardan çok çocukları severim. — Beni sevmez misin? — Seni mi? O da sorulur mu Yani Usta? Seni? Seni çok severim. — Ama ben çocuk değilim artık. — Benim gözümde çocuksun. — Beni çocuk yerine alırsan kızarım; küserim sana. Bir daha da konuşmam. — Düğüne de çağırmaz mısın, Yani Usta? — Bak ona çağırırım. Yani Usta ile bir zaman sustuk. Sonra Yani Usta bana nereden hatırına geldi bilmem: — Sen tiyatrolara filan gidersin, beni de götürsene bir akşam, dedi. — Başımla beraber; ne zaman istersen… dedim.
Pazartesi akşamına sözleştik. Tiyatro gişesine erkenden uğrayıp biletleri aldım. Geldim. Yani Usta süslenmiş geldi. Geldi ama biletler yarın akşam içindi. Pazartesi akşamları temsil yoktu. — Yani Usta, dedim, pazartesileri temsil yokmuş; yarın akşam için aldım biletleri. — Zararı yok; ver benim biletimi sen, dedi. Dörder bira içtik. Ayrıldık. Ertesi akşam ben saat sekiz buçukta tiyatroya gittim. O gelmemişti daha. Perdenin açılma zili çalarken yarama başka biri gelip oturdu. Yani Usta biletini satmış, tiyatroya gelmemişti. Yani Usta bana son defa bir çocukluk yapmıştı. Hoşuma gitti. Bir tuhaf oldum. Bir yalnızlık duydum. Halbuki ben tiyatroları hep yalnız seyreder, zevk alırdım. Tenha geceleri seçerdim. Paradilere çıkardım. O akşamki temsil kadar kötüsünü galiba bir daha seyretmeyeceğim. Hey gidi Yani Usta hey! Bunda ne var ki Yani Usta, ha? Gelmedin gelmedin. Ne çıkar bundan. Sen yine o aynalı sinemada yanıma oturan küçük çocuksun sokakta gördüğüm zaman. Ama yüreğimi bir şey, bir demirden avuç da sıkmıyor değil hani. Ama boş ver! İnanma! Hadi canım sen de! Üzülme be Yani Usta. Beni gördüğün zaman gülümseyiver. Aldırma! Tiyatro da n'oluyormuş? Dünyada dostluk vardır, be! O da ölmedi ya!
Sait Faik Abasıyanık, Yani Usta Varlık, (404), 1 Mart 1954
0 notes
Text
Daha tiyatroya girerken kar başlamıştı. Çıkınca meydanı bembeyaz buldum. Boynumdan içeriye bir damla düştü. Ürperdim. — Çek elini ağzından. Tırnağını yeme! -diye bağırdım. Önümden giden iki kişi dönüp baktılar. Yüzümü görmek için yavaşladılar. Sanki ben her akşam onunlaymışım gibi bir yalnızlık duyuyorum. O cuma günleri gelirdi. Alçıdan, ağzı pipolu gemici onu beklerdi. Güneş muşamba perdede tam üçü işaret ederdi. Geleceğine yüzde yüz emin olduğum günler beklerken uyuyakalırdım. Kapıyı tırmalar gibi vurduğu zaman nasıl duyardım rüyamın içinde. Yataktan fırlardım. Kapıyı açardım. Rengi solmuş, nefesi boğazından gelirdi. Masadan bir cigara alır yakardı. Dünya ötede idi. Burada bir konsol, bir ayna, bir alçıdan gemici, bir yatak, bir ayna daha, bir telefon, bir koltuk, kitaplar, gazeteler, kibrit çöpleri, cigara izmaritleri, soba, battaniye vardı. Dünya ötede idi. Gökyüzünde uçaklar vardı. İçlerinde yolcular vardı. Trenler gidiyordu. Herifin biri imza ediyor, öteki para veriyordu. Akşam serinliği çıkmıştı. Akşam simidi de çıkmıştı dünyada… Odanın içini simitçinin sesi doldurdu. Dünya ötede idi. Biletçi bilet zımbalıyor, bir adamla bir çocuk gazete okuyorlar. Bir delikanlı, karakaşlı, sıhhatli bir oğlan upuzun yatmış. Yakışıklı, kuvvetli bir oğlan. Ellerini pantalonunun ceplerine sokmuş, sıska birisi de sağında yatmış. Çocuk gazeteyi bıraktı. Pardesüsünü başının altına dürdü. O da uzandı. Bir vapurun alt kamarasındayım. Günlerden cuma. Mektep tatil. Süleymaniye’ de Kirazlı Mescit sokağında oturuyoruz. Ben on yedi yaşlarındayım. Münir Paşa konağının çam ağacını hatırlıyorum. Lisenin bahçesindeki büyük çam ağacı bir yangında yanmış olabilir. Münir Paşa konağının yağlı boya tavanları çoktan duman ve kül olmuştur. Tahtakuruları da yanmıştır. Yatağım, yorganım, göz yaşım yanmıştır. Havuzlar yanmıştır. Yapraklarını kışın dökmeyen ağaçlar yanmıştır. Anılar, anılar yanmıştır. Yanmış oğlu yanmıştır. Beni bugüne getiren kitaplar yanmıştır. Ben de koyun postu taklidi bir kürk bulup pardesüme diktirmeliyim. Günlerden pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin, İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günler de Köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek. Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor. Güzel yer, güzel yer Alemdağı. Şu saatte on beş metrelik ağaçlarıyla, Taşdeleni ile, yılanı ile… Ama kış günü yılanlar inindedir. Olsun. Hava Alemdağında ılıktır. Güneş, yaprakları kıpkızıl ağaçların içinde doğmuştur. Gökten parça parça ılık bir şeyler yağmakta, çürümüş yaprakların üstüne birikmektedir. Taşdelen parmak gibi akar. İçimizi şıkır şıkır eden bir maşraba ile önce içimizi, sonra çırılçıplak soyunarak dışımızı yıkıyor. Su içmeğe gelen bir tavşan, bir yılan, bir karatavuk, bir keklik. Polonez köyden şerefimize kaçıp gelmiş bir keçi ile alt alta üst üste oynaşıyoruz. «Panco, Panco!» diye bağırınca, yılan da, keçi de, keklik de, tavşan da oldukları yerde alçıdanmış gibi donup kalıyorlar. Bembeyaz kesiliyorlar. Hemen keskin bir bıçak çıkarıp cebimden kiminin kulağını, kiminin kanadının altını kesiyorum. Kan akınca hareket başlıyor. Beni bırakıp Panco’ ya koşuyorlar. Panco’ nun her zamanki kansız ve hiddetli yüzünde çıban yarasına doğru kaymış bir gülümseme gözüküyor. Keklikleri gagasından öpüyor. Tavşanın bıyığını çekiyor. Yılanı bileğine doluyor. Top getirmiş, futbol topu. Ben kaleciyim. Yılan da kaleci. Ötekiler yaprakların üzerine yatmış, güneşin içinde oynuyorlar. Saatlerce oynuyorlar. Yılanla ben, top kalemize girerken yana çekilip seyrediyoruz. Mızıkçılık ediyoruz. Alemdağı güzel, Alemdağı… İstanbul çamur içinde. Taksi şoförleri su birikintilerini inadına insanların üzerine sıçratıyorlar. Kar inadına içimize içimize yağıyor. Kadının biri beşinci kattan bir kediyi sokağa atıyor. Bir kadınla bir yabancı erkek kedinin başındalar. Kedinin burnundan hafifçe kan sızıyor. Erkek, fransızca: — II est mort d’hemoragie, le pauvre! - diyor. Kadın bana Türkçe, kedinin beşinci kattan atıldığını anlatıyor. Galatasaray Lisesi’ nin kalın ve yüksek bahçe duvarının kenarına, artık ölmüş kediyi itiyoruz. Beşinci kattaki kadın, sobasına şimdi kömür atıyordur. Hava da ne soğudu. Keşke kar yağsa. Kar yağdığı zaman yine havada ılık bir şeyler oluyor. Panco ne zaman dönmüş Alemdağı’ ndan. Birdenbire bir arkadaşı ile yanımdan geçiyor. Bir duvarın, ölmüş bir kedinin yanından geçer gibi. Kollarımız birbirine sürünüyor hafifçe. Duvarlar açılıyor. İnsanlar birbirleriyle senelerdir dargınmışlar da birdenbire aynı hisleri duyarak: «Yeter artık» diyerek barışmışlar gibi öpüşüyorlar. Dönüyorum. Panco arkadaşı ile gülüşerek gidiyor hâlâ. Yangının kül ettiği Münir Paşa konağının havuzunda kirli yeşil bir su bekler dururdu. Suyun dibi gözükmezdi, ama gözümü kapayınca içine atılmış on paralıkların parladığını görürdüm. Bir defa da şimdi vali olan bir arkadaşımızı elli kuruş vererek elbiseleriyle suya atmıştık. Panco’ nun arkadaşı ile beraber getirdiği kahveyi hiç bilmezdim. Kapısında alüminyum tencereler, naylon bardaklar satan bir hırdavatçı bulunan, iki kapısı da ardına kadar açık, hanla apartıman arası bir binanın birinci katındaymış bu kahve. Onların bu kapıdan içeriye girdiklerini görünce merak ettim. Ben de girdim. Baktım karşımda cam bir kapı. Cam kapının içinde büyük bir salon, içeride insanlar tavla ve iskambil oynuyorlar. Daha köşede bir bilardo masası var. içeriye girince herkes bana baktı. Buraya gelenler hep aynı müşteriler olmalı ki beni baştan aşağı bir süzdüler. Oturup bir kahve içmek bile cehennem azabı gibi bir şey olacaktı. Birini arıyormuş gibi yaptım. Olmazsa bizim Luka efendi vardır; duvarcıdır, boyacıdır. Onu soracaktım. Gözlüklüdür. Kendisi Yunan tebaasıdır. Ama Arnavut’ tur. Kahveciye onu sormak istedim. Baktım Panco, Luka efendiyi siper ederek kendini bana göstermemeğe çalışıyor. Eskiden tanıdığım birisi niçin geldiğimi anlamış gibi bana baktı. Gülümser gibi idi. Allah belânı versin deyyus; dedim. Döndüm. Giderken bir daha dönüp baktım. Yine pardesüsünün yakasındaki kürkü gördüm. Kürkü görünce rahatladım. Tavşanı, kekliği, o ılık, harikulade kaygan ve güzel yılanı, karatavuğu, Alemdağı’ nı, Taşdelen suyunu, çürümüş yapraklan, yaprakların üstüne yağan pelte pelte güneşi hatırladım.
Sait Faik Abasiyanik, Alemdag’da Var Bir Yilan
2 notes
·
View notes
Text
"ey gönül derdinden etme şikayet yüce dağlar gurur duyar karından"
-aşık veysel
0 notes
Text
Henüz tamamlanmamış bir kader bu, enseyi karartmayalım. Bazı akşamlar zor geçiyor, evet. Ne yapalım yani. Yine dağınık olacak kelimeler..
Aklıma seneler öncesinden zihnime kazınmış bir sürü şey hücum ediyor bazen. Mesela yaşım on altı, ilk kez okumuşum o şiiri, mesela Attila İlhan'ın bir dizesi: "artık öteki ömrümü yaşayacaktım". Nerededir bu öteki ömür bilinmez. Arar durur ya insan, aramazken bile.
Adettendir ya, Haluk Levent'ten Anlasana çalıyor. Loop'a almak diye bir şey kaldı mı hala?
Bu sabah yine (minik ve tatlı) akşamdan kalmalığımla (çünkü öyledir) hastaneye gittim, bugün yine soyadımı falan sordular, değişmiş mi neymiş bi' şeyler olmuş, yeter a+^%'%+^koyiyim demedim de soğukkanlılıkla cevap verdim, buzzzz gibi soğukkanlılıkla, neon ışıklarla yazdırayım diyorum bazen olan biteni. Ne yapalım sen söyle.
İnsan on altı yaşındayken bir Attila İlhan şiiriyle bugünün hüznüyle hüzünleniyorsa, bunca sene sonrasının yazgısı bu mu olur, olmalıdır, bilinmez. Böyle oldu. Büyüyorum, geç de olsa.
Ne geciktim bir şeylere, ne yanlış yollara saptım. Yaptığım seçimlerin sonucunu yaşıyorum bugün. Bu Şeyda'ydım tam da, bu Şeyda olacağım, her gün değişerek, her gün bilmediğim bir şeyleri güçlendirerek. Niyetim baki. Taşırım ben bu yükü.
Şans bambumun sararan kısmını kesip attım. İyileşti, büyüyor. Ölmedi. Büyüyecek, yaprakları bile çıkacak. Günün birinde ben de iyileşeceğim. Biri gelip sararan dalımı kesip atsın diye beklemeden, kendimi kendim iyileştireceğim. O gün işte, ben artık öteki ömrümü yaşayacağım.
0 notes
Text
ibrâhîm içimdeki putları devir elindeki baltayla kırılan putların yerine yenilerini koyan kim
güneş buzdan evimi yıktı koca buzlar düştü putların boyunları kırıldı ibrâhîm güneşi evime sokan kim
asma bahçelerinde dolaşan güzelleri buhtunnasır put yaptı ben ki zamansız bahçeleri kucakladım güzeller bende kaldı ibrâhîm gönlümü put sanıp da kıran kim
-asaf halet çelebi
0 notes
Text
bir kış akşamı, yemek almak için kebapçıya girdim, loş denebilecek bir ışık, camlar buğulanmış, içeride grup grup insanlar gülüşüp sohbet ediyor. yalnızım, oturdum, çay ikram ettiler paketimi beklerken. buğulu camdan dışarıyı izliyorum. çok derinlerden duyulan bir neşet ertaş türküsü çalıyor. buralarda böyle, girdiğin her dükkanda, restoranda içli bir türkü. başka bir tadı var bunun da. iç anadolu'nun dibi bir ilçede bu kadar uzun süre yaşamasaydım belki bu tadı hiç alamazdım. o alabildiğine sınırsız gibi görünen düzlüklerin insanın içine verdiği dinginliği de fark edemezdim mesela. her mevsim başka bir renge bürünen o sonsuz düzlükler, insanın içine sürekli gitmek gitmek gitmek isteği veren o düzlükler..
0 notes