Text
“Gazetecilik bir misyondur”
Barkan Tigin, lise yıllarından itibaren yıllarca fotoğrafçılık, köşe yazarlığı ve savaş muhabirliği yapan bir gazeteci. Çeşitli bölümlerde akademik eğitimini tamamlayan Tigin yedi dil biliyor ve bu durumun kendisine büyük avantajları olduğunu söylüyor. Tigin ile savaş muhabirliğine başlayışı ve gazeteciliği üzerine konuştuk.
Gazetecilik alanına ilginiz nasıl başladı?
Gazetecilikten önce fotoğrafçılık merakımla başladı. Yıllar önce ben yedi yaşındayken İstanbul’da her mahallede olduğu gibi bizim mahallemizin de fotoğraf stüdyosu vardı. Orada karanlık odada çıraklık yaparak başladım. Film yıkama, resim baskısı gibi. Ortaokul sonuna kadar devam etti ama ben kendimi fotoğraf konusunda çok geliştirmiştim –çekimde değil tabi sadece karanlık oda-. Liseye başladığımda çalıştığım stüdyodaki fotoğraf ustasından makine istemiştim. Gençliğin verdiği heyecan vardı, makineyle okula gitmek, bir hava atmak gibi. Lise birde teneffüste arkadaşlarımın fotoğraflarını çekiyordum sonra ustaya bu fotoğrafları satacağımı, harçlığımı çıkaracağımı söyledim, yap dedi. Öyle başladı. Sürekli portre çekiyordum, benim usta çektiğim portreleri o kadar çok beğenmişti ki ‘ben kırk yıllık fotoğrafçıyım ancak senin çektiğin o portreleri ben hiç çekmedim’ demişti ve hayatımda aldığım ilk gaz buydu. Ustamın bana anlattığı şuydu: fotoğrafçılık teknik bilgi değildir. Sonraki öğretilerimde, kendimi geliştirmemde bu bende ana fikir oluşturdu. Eğer sende göz yoksa fotoğrafçı olamazsın. Yıllar sonra ben sinema eğitimine başladığımda bu bendeki fotoğraf gözü o kadar çok işe yaradı ki. Sende olması gereken bir özellik bu, fotoğrafı öğrenirsin ama göz oksa sende istersen yüz bin dolarlık makine kullan o çektiğin fotoğraf hiçbir şey ifade etmez. Sonrasında fotoğraf felsefesi üzerine kitaplara yoğunlaşmaya başladım. 1980 öncesi yıllardan bahsediyorum. Ben yine okulda arkadaşların fotoğraflarını çekerken sağ görüşlü bir grup okulu basıyor, sol görüşlü bir öğrenciyi duvara sıkıştırıp kurşun yağmuruna tutuyorlar ve o arada da ben refleks olarak o anı dondurdum, görüntüledim. Çeker çekmez de Cumhuriyet Gazetesi’ne gittim ve bunu haber yaptım, hayatımdaki ilk haberdi bu. Yayın yönetmeni bu haberi bastı, ben gazeteci olmak istiyorum deyince ‘sen zaten gazetecisin’ dedi, bu olayı anında yakalayıp ölümsüzleştirmek bir gazetecilik refleksiydi çünkü herkes baktı bir ben gördüm. Sonra Cumhuriyet Gazetesi’nde başladım, bir ay sonra Politika Gazetesi diye bir gazete kurulmuştu. Orada Metin Kurt adlı eski Galatasaraylı bir futbolcu vardı, beni onun yanına verdiler, biraz sporla geliştir kendini dediler. Sporla başladım, kale arkasında 1. ve 2. Ligde fotoğraf çekimleriyle devam ettim fakat içime sinmemişti. Benim fotoğraf makinesiyle buluştuğum an içimde bir dev uyanıyordu sanki öyle hissediyordum. Bir kimlik, karakter, güç geliyordu. O makineyi eline aldığın zaman farklı bir kimlik kazanıyorsun. 1980 yılına kadar bu böyle devam etti, darbe olduğunda –ailem Yugoslav göçmeni, beş kardeşiz- ailem bizi Yugoslavya’ya geri götürdü. İlk merakım aslında genel olarak böyle başladı.
“Benim seçimim değildi”
Savaş muhabirliğine nasıl başladınız ve savaş muhabirliği size ne ifade ediyor?
Yugoslavya’ya gittikten sonra Filoloji Fakültesi’ne yazıldım, bir yıl okudum. Oranın şartları, bizim vatandaşlığımızın belirsizliği ve misafir gibi olmamız dolayısıyla çok zorlandık. Yapı olarak anarşizan bir ruha sahip, yerinde durmayan, bir şey arayan birisiydim. Birinci sınıfta bu ülkeden ayrılacağım dedim. Üsküp’te Yunanlı bir sevgilim oldu, onun peşine takıldım ve Yunanistan’a gittim. İlk yıl zor geçti, Yunanistan’a gidince dili üç ayda öğrendim çünkü Makedoncadan Kiril altyapısı vardı bende. Bir yıl ayakta kalma mücadelesinden sonra bir arkadaş grubuyla bir adaya gittik, Fransız otelinde fotoğrafçılık yaptık bütün yaz boyunca. Fotoğrafta çok gelişmiştim, güzel bir süreç yaşadık tabi Fransızcam da gelişti o süreçte. Atina’ya döndükten sonra tarihçi bir profesör arkadaşım vardı, onunla çok sık konuşurduk, Yunancamı geliştirmemde faydalı oldu. Çok fazla çevresi vardı arkadaşımın, ne yapmak istediğimi sorunca ben gazetede çalışmak istiyorum dedim. Genel yayın yönetmeni bir arkadaşıyla konuştu ve ben gidip o gazetede çalışmaya başladım. Yaklaşık beş yıl çalıştım. Romanya iç savaşı patlak verdi ve beni gönderdiler. Hayatımda hiç savaş görmemişim ama tabi ki yaparım diyen bir cahil cesaretiyle hazırlanıp gittim. Gittiğim il gün, gece her taraftan kurşun yağıyor ama ben ne yapacağımı bilmiyorum, kendi kendime konuşurken birden arkamdan bir ses ‘abi sen Türk müsün?’ dedi. Baktım sırtında kamerası olan birisi, TRT kameramanıydı. Üç adım attık, bir kurşun kameramanın tam alnına isabet etti ve yanımda öldü. İlk deneyimimdi bu, onu sürükleyerek oradan uzaklaştırdım. Üç-dört gün kaldım. Nikolay Çavuşesku’nun kurşuna dizilişini görüntüledim. Yunanistan adına haber müthiş ses getirmişti. Bunun üstüne ‘savaş muhabirliği’ diye bir yafta takıldı bana, benim seçimim değildi. Ondan sonra Irak, Latin Amerika, Nikaragua, El Salvador, Küba, Filistin gibi yerlerde bulundum. Aynı zamanda Atina’da sinema eğitimi alıyordum ama orada olmayacağını anladım, İngiltere’ye gittim. 1988-1989 sonlarında Bosna Savaşı başladı, ben o dilleri bildiğim için TheGuardian gazetesi ile görüştüm ve beni Bosna savaş muhabiri olarak Bosna’ya gönderdiler. Hayatımın en kanlı, en dramatik savaşlarından birinin tanıklığını yaptım. Orada yaptığım haberler dünya basınında çok ses getirdi hatta Bosna’nı kaderini değiştirecek çok haber yaptım. TheGuardian gazetesinde yaptığım Kanlı Pazar haberi manşet oldu ve Birleşmiş Milletler Bosna’ya girme kararı aldı. Bu benim için onurdur.
Savaş muhabirliğinin gerekleri nelerdir?/ herhangi bir eğitim sürecinden geçilmesi gerekir mi?
Savaş muhabirliği diye bir branş yoktur öncelikle. Birinci koşul olarak cesaret gösterilir. Cesaret cahillerde olan bir vasıftır. Özellikle savaş muhabirliğinde hayatında görmediğin bir ülke ve savaşın içine gireceksin ne yapacaksın orada? Kültür birikimi, bilgi birikimi, gazetecilik deneyimi, dil becerisi çok önemlidir. Bu zenginliklere sahip olmadan savaş muhabirliği yapamazsın.
Hiç korku hissettiniz mi?/Unutamadığınız bir anınız var mı?
Korku insanı dinç tutan bir kavramdır. Ben hiçbir şeyden korkmuyorum diyen bir insan yoktur ki varsa bile o cahilin önde gidenidir. Korku, insanı ayakta tutmaya çalışan en önemli duygulardan biridir. Tabii ki korktuğum çok oldu ama o korku benim o işi yarıda bırakıp dönmeme neden olmadı, tam tersine üzerine yürümemi sağladı. Bosna’da yaşadığım bir olayı söyleşilerde anlatıyorum zaten yarısında ağlayan dışarı çıkıyor, izin verirseniz burada anlatmayayım. Havada uçuşan cesetlerden tutun elimde kolumda ölen yaşlı insana kadar hepsini yaşadım.
“Gazetecilik bir misyondur”
Gazeteciliğe yüklediğiniz anlam nedir?/ Türkiye’deki gazetecilik geçmişinizden bahseder misiniz?
1995’te Türkiye’ye döndüm. Akşam, Radikal, Yeni Binyıl, Sabah, Birgün gazeteleri ve çeşitli dergilerde çalıştım. Gazetecilik bir misyondur. Toplumu bilgilendirmek, toplum içerisinde var olan olayları kamuoyuna duyurmak ve kamuoyunda tartışma yaratmak, bilinmeyenleri açığa çıkarmak gibi bir misyonu vardır gazeteciliğin. Son zamanlarda bu durum sekteye uğradı, haber yapan gazeteciler cezalandırıldığı için şuan haberin ötesinde farklı şeyler yapılıyor. Bir tarafın çıkarını savunarak yapılan haberler aslında toplumu da çok ilgilendirmeyen haberlerdir, kar haberleridir. Bir şirketin patronuyla yapılan röportaj bence haber değildir. Farklı siyasal bir uzlaşma için veya bir rant için bu tür şeyler öne çıkarılır.
‘Adsız Dünya Çocuklarına’ isimli projenizin gelişim aşamalarından bahsedebilir misiniz?
Şimdiye kadar yaptığım bütün haberlerin, yayınlanan veya yayınlanmayan fotoğraflardan oluşan –elimde o kadar çok arşiv var ki- bir sergi silsilesi başladı. Yaklaşık sekiz tane sergi açtım Adsız Dünya Çocuklarına. Bu El Salvador’dan ve o coğrafyadan çocuk savaşçılar üzerinden o kirli savaşı anlatan silahlanmaya ve savaşa karşı bir proje. Şimdi sergi tüm Türkiye’yi dolaşıyor, tabi bu kendim olanaklarımla gidiyor ama çok fazla da gitmiyor. Hiçbir çıkarım yok, hiçbir sergimden ilkesel olarak fotoğraf satmıyorum çok talep olmasına rağmen. Sponsor üzerinden yürümeye çalışıyorum, o geliştikçe benim sergilerim devam edecek. Bunun yurtdışı ayağı da var; Londra, Bosna, Makedonya, Atin, Almanya ve Melbourne var. Adsız Dünya Çocuklarına projem bu şekilde devam ediyor.
Türkiye basınında Hasan Maksud adını kullandınız. Bu ismi kullanmanızın nedenini anlatabilir misiniz?
O zaman Radikal’de şimdi de çok ünlü bir gazeteciyle çalışıyoruz. Bir gün geldi, Unkapanı’nda–o zaman Unkapanı Türk müzik sektörünün kalbidir, Yeşilçam filmlerinde çocukları götürürler, kaset yaparlar- bir çocuk var dedi, kaset yapacakmış, onu biraz cilalayalım. Gittik, bir çocuk çıktı 7 yaşında yok, papyonlu, saçlar, kıyafetleri İbrahim Tatlıses’inkilerin aynısı. Kim bu çocuk dedik, Küçük İbo diye bir şarkıcı o çocuk. İbrahim Tatlıses’e bir sallıyor. Biz tam sayfa röportajını yayınladık o çocuğun. Arkadaşımla konuştuk, ben buna imza atmam dedim. O da ben de farklı isimler kullandık. Makedonya’da bir gazetede beş ayrı köşede yazıyordum ve farklı isimler kullanıyordum. O isimlerden biri de Hasan Maksud’du. Haber yayınlanınca İbrahim Tatlıses bizi arıyor ve o çocuğu bana getirin diyor ve programına çıkardı onu. Bu isim böyle devam etti, Türk basınında beni beş kişi Barkan Tigin olarak bilir.
Takip ettiğiniz savaş muhabirleri var mı?
Türkiye’de hem dostum hem de tek geçtiğim savaş muhabiri Coşkun Aral’dır. Onun yaptığı işler ve onunla birlikte Mete Çubukçu vardır.
“Türkiye’ye dönmek benim için bir ütopyaydı”
Birçok ülkede çalıştınız ama şuan Türkiye’de olmanızın sebebi nedir?
Hayatımın dörtte üçü hep yurtdışında geçti ama nereye gidersen git insanın ülkesi başka bir şeydir. Çoğu zaman o yalnızlığı o kadar çok yaşadım ki, sabah kalktığımda yastığımda gözyaşlarım vardı, özlem vardı. Ben ailemle hiç beraber olmadım, hem aileden hem ülkenden uzak. Yaşadığın ırkçılık, ayrımcılık, ağzınla kuş da tutsan sen Türksün! Çok başarılı, mücadele dolu bir hayatım oldu yurtdışında ama Türkiye’ye dönmek benim için bir ütopyaydı sanki. Elbet bir gün ülkeme döneceğim diyordum ve döndüm. Çok mu mutluyum? Çok da mutlu değilim. Yurtdışında sahip olduğum arkadaşlığa Türkiye’de sahip değilim şuan, hiç arkadaşım yok. Tanıdığım dostlar var ama arkadaş başka bir şey. Türkiye bildim bileli o kadar mutsuz bir ülke ki, mutsuz bir ülke haline getirildi ki… Hiçbir şeyden mutlu olamıyoruz. Bazıları hala ben terk edeceğim bu ülkeyi diyor. Ben de tam tersini söylüyorum: gitmeyeceğim de terk etmeyeceğim de. Son damlasına kadar da ülkeme sahip çıkacağım. En çok da olanağı olan benim şuan bir evim, bir arkadaşım var ama ben ülkemi terk etmeyeceğim.
Yeni mezunlara önerileriniz var mı?
Şuan basın bir kimlik değiştirdi. Haber alma/verme hakkı artık başkalarının elinde. Gazeteci olarak çalışan arkadaşlar artık gazeteci değil ulak. Yeni gelen nesil keşke düzgün eğitim verseler de gazeteci üretseler. Şuan mezun olanların çoğu zaten işsiz ve alakasız mesleklerde çalışıyorlar. Oysa sen o gazeteciliği niçin bitirdin gazetecilik yapmak için. Maalesef o olanaklar elimizden alındı, tamamen kişisel olanaklardan oluşan bir gazeteci ekibi, birilerinin tanıdığı vs. Bu ülkeye sahip çıkmanız gerekiyor gerçek anlamda gazetecilik yaparak. Medya tekelde şuan, alternatif basın oluşturmak gerekiyor. Bunu da yeni mezunların oluşturması gerekiyor, yeni bir muhalefetin olması gerekiyor. Her şey internet üzerinden gidiyor, internet gazeteciliği yapacak ekipler oluşturarak bir habercilik yapılabilir. Her şey örgütlenmekten geçer diyorum ben. Yeni nesil gazetecilerin kendi basınını yaratmalarını öneriyorum ben.
0 notes
Text
Bileğinin hakkıyla
İnsanların birçoğu içinde büyük bir hayal ile yaşar. Kiminin hayali bir adım ötesindedir kiminin ise koca engellerin ardındadır. O koca engellerin ardındaki hayallere sadece engel tanımayanlar ulaşabilir. İşte Veysel de o insanlardan biri. Bedensel engeline rağmen bilek güreşi alanında gösterdiği başarıları, Veysel’in engel tanımazlığının kanıtı niteliğinde.
Beş yıl önce Eskişehir’e yerleşmiş Siirtli orta halli bir ailenin ikiz fertlerinden biri Veysel. Ancak kendisi ikizinin aksine talihsiz bir doğum yaşadı. Doğduğu ilk gün belindeki omurilik açıklığı nedeniyle ameliyata alınmış Veysel. Daha sonra ise altı aylıkken başında toplanan su sebebi ile kafasına ameliyatla şant takıldı. Normal çocuklar gibi yürüyemediği için ailesi fizik tedavi ve rehabilitasyon merkezinde tedavi görmesini sağladı. İki senelik bir rehabilitasyon sürecinden sonra topallayarak da olsa yürümeye başladı. Veysel, o anlar için ‘’ hayata ilk adımlarım’’ diye bahsediyor.
Veysel okuma yaşına geldiğinde ailesinin desteği ve öğrenme arzusuyla okula başlamış, hem özel eğitimini hem okul eğitimini birarada götürmüştü.Ablasının üniversiteyi kazanmasının ardından Veysel on yaşındayken ailesi ile Eskişehir’e taşınmış. Eskişehir Kenan Yalçın Anadolu lisesinde okuyan Veysel, Okul arkadaşlarıyla birlikte sık sık zaman geçiriyormuş. Okulun rehber öğretmeni Nesrin Öz’den okulun Veysel için BEP (bireyselleştirilmiş eğitim planı) çerçevesinde bilek güreşi müsabakalarına katılabilmesi, antrenman ve resmi işlerin takibi ve sporla ilgili teorik bilgilere sahip olabilmesi için çalışmalar hazırladığını öğreniyoruz. Böylelikle Veysel’in arkadaşlarıyla birlikte ders görme imkânı oluyor.Okul dışında spor, bilgisayar oyunu ve gezmek ve müzik dinlemek diğer yaşıtları gibi Veysel’in de en keyif aldığı hobiler. Hikâyenin bundan sonrasını engel tanımayan bu genç adamın kendi ağzından öğreniyoruz.
Bilek güreşine ilgin ne zaman başladı?
Bilek güreşi hayatıma ortaokul yıllarındayken spora olan merakımdan dolayı girdi. İlk başlarda amatör bir eğlenceydi benim için. Açıkçası ben de ilk zamanlarda bilek güreşinde bu kadar başarılı olacağımı tahminetmiyordum. Hatta ilk başlarda basketbola daha yatkındım diyebilirim. Ya da ben öyle sanıyordum. ( gülerek) Sonra bilek güreşine daha fazla zaman ayırdıkça evet yapabilirim hissi gittikçe kuvvetleniyordu içimde. Kısa sürede azmim ve çalışmalarım sonucunda başarılarım oluşmaya başladı.
Okul ve sporu bir arada götürmek zor olmuyor mu?
İlk zamanlarda yorucu oluyordu. Ama bu tempoya alıştım artık. Şu an zor olmuyor. Sınav zamanları biraz yorucu geçiyor. Hem zaten antrenman saatlerimi okul saatlerime göre ayarlıyorum.
Antrenman saatlerin ne sıklıkta?
Şu an geçirdiğim ameliyattan dolayı devam edemiyorum. Ama daha önce haftada 2 günlük bir programım vardı. Bundan sonraki zamanlarda da aynı olacağını düşünüyorum.
Bize biraz da başarılarından bahseder misin?
Tabii. Öncelikle Ankara’da yapılan ASFA Gençlik ve Spor kulübünün düzenlediği kulüpler arası Türkiye genç erkekler bilek güreşi yarışmasında Türkiye ikinciliğini alıp gümüş madalyayı kazandım. Bilek güreşi Uluslararası genç erkekler Türkiye birinciliğim var. Türkiye bedensel engelliler spor federasyonunun düzenlediği Türkiye şampiyonasında da başarılarımı devam ettirdim.
Veysel kendine idol olarak gördüğün yerli veya yabancı bir sporcu var mı?
Yabancı sporculardan Zach Gowen beni çok etkilemişti hayat hikâyesi ve başarılarıyla. Sekiz yaşındayken bacağını kaybetmesine rağmen yılmayıp dünyanın en önemli sporcularından biri olması bana da ilham verdi diyebilirim. Kendi hayat hikâyeme benzettim biraz. Yerlilerden ise Nihat demir sevdiğim bir sporcu. O da benim gibi bebekken ayağını kaybediyor. Ama o maratoncu. Yine de takip ettiğim biri.
Ailem en büyük destekçimdi
Veysel doğuştan bir bacağından engelli olduğunu biliyoruz. Bu engelin yaptığın sporu olumsuz etkiliyor mu?
Evet etkiliyor. Olduğum ameliyatlardan dolayı yürüyememem yaptığım sporları olumsuz etkiliyor. Hatta şu an geçirdiğim ameliyattan dolayı 5 aydır spora ara vermek zorunda kaldım. Sağlık problemlerimi atlattıktan sonra en kısa zamanda spora dönmek istiyorum.
Peki, zorlukların üstesinden nasıl geldin?
Hayattaki en büyük destekçim her zaman annemdi. Ailem beni hiç yalnız bırakmadı. Onların sayesinde hiçbir zaman kendimi diğer yaşıtlarımdan farklı görmedim. Sanki daha avantajlıyım gibi hissettirdiler bana. Onlara ne kadar teşekkür etsem az. Maddi manevi her türlü zorluğun üstesinden geldiler benim için. Tabi antrenörüm Şener hoca( ŞENER ARSLAN) ve eski okul müdürüm Hale Evircan’ın da katkılarını unutmam mümkün değil. Onlar da bana her zaman inandılar. Bu işte en önemli şey inanç aslında. Birilerinin size inanması sizi de motive ediyor. Onların desteği ve benim azmim ile bu işin üstesinden geldiğimi düşünüyorum.
Sana destek olan herhangi bir sponsor, kurum ya da vakıf var mı peki?
Hayır, herhangi bir maddi yardım almıyorum. Turnuvalara gidiş geliş konaklama gibi masrafları Türkiye güreş federasyonu karşılıyor. Onun dışındaki diğer ihtiyaçlarımı hocalarım ve ailemle birlikte kendimiz karşılıyoruz.
Ya sporun hayatına nasıl bir etkisi oldu?
İlk zamanlarda çok çekingendim hem ailede hem de arkadaş çevremde. Spora başladıktan sonra bu çekingenliği yendim. Sosyalleştirdi beni spor. İlgi alanlarım genişledi, farklı hobiler kazandım. Böylece arkadaş çevrem de genişledi. Yaşıtlarımdan çok benden büyük olanlarla zaman geçirmekten daha çok zevk almaya başladım.
Felsefem spor
Gelecekteki hedefin ne peki?
Dünya ve Avrupa şampiyonasında birinci olmak ve okulumu bitirdikten sonra fizik tedavi uzmanı olmak istiyorum. Hayal gibi görünebilir ama peşinden koşacağım bir hedef benim için. Bir şeyleri başarabilme ihtimali beni heyecanlandırıyor. Spor yapma hevesim belki de bundan kaynaklanıyor. Sürekli bir yarış halindesin ve sürekli bir şeyler kazanmak zorundasın. Başarılarım ileride benim gibi bir engelli için umut ışığı olabilir ve belki de bir başkasının da hayalinin gerçekleşmesine vesile olmuş olurum.
Çok teşekkürler Veysel. Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?
Hiçbir engel bir insanı hedefinden şaşırtmamalı. Hedefinize ulaşmak için koşulsuz bir çalışma ve azim şart. Ailem arkadaşlarım ve hocama minnettarım.İnsanların size inanmasını istiyorsanız önce siz kendinize inanmalısınız. İnanç ve başarı birbirini izliyor. Siz inandıkça başarılar da beraberinde geliyor. Son olarak söylemek istediğim; beni motive eden ve hayat felsefem olan şey spordur.
0 notes
Text
"İnsanlar yanımda yaralanmaya, ölmeye başladığında korkmaya başladım"
Can Ertuna, ODTÜ Sosyoloji mezunu ve 2005 yılında habercilik kariyerine başlayan bir savaş muhabiri. Yakın dönemde Tunus, Mısır, Libya, Suriye gibi ülkelerde birçok savaşa tanık olan, şu anda NTV'de çalışan Ertuna ile mesleği, deneyimleri ve anıları üzerine konuştuk.
ODTÜ Sosyoloji Bölümü mezunusunuz. Gazetecilik alanına ilginiz nasıl başladı?
Çocukluk yıllarından itibaren başladı. Özellikle görsel haberciliğe ilgim başladı. Bizim kuşağımızda çocukken çok fazla haber programı yoktu. 32. Gün'ü izleyen ve o yüzden sektöre merak salan kitleden bir tanesiyim. O dönemin çok kapsamlı bir haber programıydı. Hem yurt içi dosyalar hem yurt dışı dosyalar vardı. Ben böyle bir şey yapmak istiyorum dedim, meraklı da bir insandım sanırım. Dolayısıyla merak ettiğim küresel ve Türkiye içindeki olayları görmenin çok heyecan verici ve güzel bir kariyer vaat ettiğini umut ettim ama ilk gazetecilikle başlamadım. 32. Gün ekibinin o sırada Ankara'da kalan ayaklarından biri olan Can Dündar o sırada Ankara'daydı ve bir yapım şirketi vardı Komedya Prodüksiyon diye. Orada onun belgesellerine, haber programlarına kaset taşıyarak, bir yandan lisans okurken bir yandan da belgesel araştırması yaparak başladım.
Savaş muhabirliğine nasıl başladınız ve savaş muhabirliği size ne ifade ediyor?
Türkiye'de savaş muhabirliği diye ayrı alan aslında tanımlı değil. Yani savaşa da giden muhabirler var ya da çatışmaya da giden muhabirler var. Bunu en iyi şöyle özetliyorum: Bir gün önce Türkiye'de enflasyon rakamları açıklanmış olabilir ve siz pazarda maydanozun o ayın zam şampiyonu olduğu haberi yapıp ertesi gün Libya'daki savaşa gönderilebilirsiniz ama tabii bir süre sonra bir savaşa girip çıktıktan sonra haber yapıcı ve karar vericiler orada habercilik yapabilme yeteneğinizi gördükten sonra ve sağ çıktığınızı algıladıktan sonra bir sonrakine gidiyorsunuz. Zaten savaş muhabirliği her ne kadar çeşitli eğitimlerden geçmiş olsa dahi tecrübe üzerinden yapılabilen bir şeydir. Yani tehlikeleri tanımanız, tehditleri tanımanız, olaylı çatışmalı bölgeye girebilmeniz, oradan nasıl çıkabileceğinizi bilmeniz, orada haber yapabilmeniz ve her şeyden önemlisi kendinizi ve ekip arkadaşınızın hayatını tehlikeye atmayacak kararları almanız biraz da tecrübeyle olan bir şey. Bir yerden sonra yöneticiler de bu deneyiminize güvenip sizi yollamaya başlıyor ve o zaman damgayı yiyorsunuz zaten. Evet savaş muhabiri oldu artık, bunu gönderelim diye bir tercih kullanılmaya başlanıyor. Dolayısıyla ben buna yönelmemiştim, elbette ki şey sorulur, en azından bizim kurumumuz için geçerlidir ama pek çok kurum için geçerli olduğunu yani böyle bir yerde bir iş var, örneğin Suriye'ye gidilecek. Gitmek istemeyen kişi zorla gönderilmez. Gönüllü olanlar vardır, gitmek isteyen vardır. Zaman zaman siz önerirsini, biz neden buraya gitmiyoruz diye. Örneğin; ''İsrail operasyona başlayacak galiba bir iki gün sonra, Gazze'ye gidelim mi?'' diye siz öneriyorsunuz. Evet, bu önerileri de yapmıştım ve hala da yapıyorum açıkçası. Sadece görevlendirmeyle değil sizin öneriniz ve sizin takip isteğinizle de olan bir şey. Bir yerden sonra o şekilde adlandırılmaya başlıyorsunuz galiba.
Bir bloğunuz var. Ne zaman oluşturmaya başladınız? Yazılarınızda belirli aralıklar var mı yoksa düzensiz mi yazıyorsunuz?
Çok düzensiz, sadece yazı değil video yüklemek de çok düzensiz. Ne zaman biraz boş vaktim olursa o zaman besleyebiliyorum. Türkiye'deki insanların çok erişiminin olmadığı bölgeler işte az önce dediğimiz gibi savaş ve çatışma bölgelerine gidip gelmeye başladıktan sonra onu paylaşabilme ihtiyacıyla videoları ve kendime tuttuğum notları paylaşabilmek adına oluşturdum. Yanılmıyorsam 2012 yılıydı ilk açtığım tarih ama oradaki performansımdan hiç memnum değilim. Açtım ve kaldı yani. Vakit bulunca malzemeleri yığıyorum sonra altı ay bir sene nekahat devrine giriyor.
''Herkes kendisi pişiyor''
Savaş muhabirliği için ne gibi şartlar aranıyor, nasıl bir eğitim sürecinden geçiyorsunuz?
Açıkçası Türkiye'de yakın zamanda bir eğitim başladı ve ben de bu eğitime birkaç cepheye gidip döndükten sonra kurum tarafından yollandım. Anadolu Ajansı'nın Türk Silahlı Kuvvetleri ve Emniyet Genel Müdürlüğü ile ortak bir savaş muhabirliği eğitimi var. Hem fiziksel olarak nelerle karşılaşabileceğiniz, ne tür tehlikelerin sizi bekleyebileceğine dair canlandırmalar alanda, hem de onlardan çıkış yolu, onları engelleme yolunda yaklaşık bir hafta bir eğitimi var ama bu çok güncel bir şey. Savaş bölgelerine giden muhabirlerin büyük çoğunluğu -Türk medyasından- bu eğitime gitmiyor. Aslında şöyle bir teşhis koyarsak doğru olur: herkes kendisi pişiyor. Gide gele pişiyorlar ama bu tabii ki çok sakıncalı, sancılı bir süreç. Bu süreçte benim hayatını kaybeden, yaralanan, gözünü kaybeden, ayak baş parmağını kaybeden arkadaşlarım oldu. Türk vatandaşı ama aynı zamanda Filistin kökenli bir arkadaşımız Halep' e girmişti 2012 yazında. Çıkmadı, cenazesi de dönmedi, hayatını kaybetti. Dolayısıyla alanda birilerinin öğrenmesini beklemek çok fazla can kaybına ve yaralanmaya da yol açıyor. Türkiye'de bir kurs başladı ancak bildiğim kadarıyla Anadolu Ajansı'nın inisiyatifinde yürütülen bu kursa çoğu kurum kendi muhabirini göndermiyor. Benim kurumum bir süre sonra beni göndermişti açıkçası. Yurt dışında nasıl yürüyor bu iş diye bakacak olursak, özellikle Anglo Sakson ülkelerinde, İngiltere ve Amerika deneyimlerine hakimim. Alanda onları gördüm. Sadece sıcak savaş bölgesinde değil, örneğin toplumsal ayaklanmaların olduğu, çatışma ihtimali olan kentsel mekana girecek muhabirlerin de eğitimden geçmesini şart koşuyorlar. Savaş bölgesine gidecek muhabir, kameraman, prodüktör, hiç kimse o eğitimi almazsa gitmiyor, gönderilmiyor. O eğitimi almak şart. Aynı zamanda Türkiye'de hiçbir yerde olmayan bir şey var. Güvenlik uzmanlarıyla birlikte gidiyorlar bölgeye. Yanlarında özel kuvvetlerden emekli olmuş ve özel sektörde güvenlik şirketlerine gitmiş deneyimli asker emeklileri oluyor ve aslında işin gerçek patronu onlar oluyor. Uluslararası çalışma standardı böyle, Türkiye'de biraz daha 'Tanrı'ya emanet' gelişiyor.
"O kasklarınızı çıkartın çünkü keskin nişancıların hedefi olabilirsiniz"
Bir sahaya gideceksiniz, oraya gidene kadar olan aşamaları ve oraya uyum sağlama sürecinizi anlatabilir misiniz?
Öncelikle ideali anlatayım ben 'biraz da deneyimlerle' ne yapmak gerekiyor? Gideceğiniz yeri bilmeniz gerekiyor, 'nasıl bir coğrafyaya gideceksiniz?' Orada atışma varsa çatışmanın taraflarının temel ideolojilerini, politik yaklaşımlarını bilmeniz gerekiyor. Coğrafyaya hakim olmanız gerekiyor, 'hangi bölge kime ait?, yol boyunca kimlerle karşılaşabilirim?, karşılaşacağınız kişiler silahlıysa onları belli edecek neler var?, hangi dili konuşuyorlar, üniformaları ne renk, ne tür silahlar kullanıyorlar?' Kendinizi dost bir gücün yanında gidiyor düşünürken tamamen karşı tarafın eline geçmeniz de olası. Harita almanız gerekiyor yanınıza, bölgenin coğrafi-fiziksel koşullarını bilmeniz gerekiyor. Küçük bir ayrıntı da o haritayı sürekli yanınızda dolaştırmamanızda fayda var. Yoksa casus muamelesi görebiliyorsunuz birileri üzerinizi aradığında. Çatışmaların ve patlama riskinin olduğu yerlerde çelik yelek ve kask mutlaka giymek gerekiyor. İlla bir yere gitmeniz gerekmez. Ben en büyük tehlikelerden birini Urfa Akçakale'de yaşamıştım. Suriye tarafından gelen bir havan mermisi 20 metre ötemizde patlamıştı ve neyse ki o sırada çelik yelek vardı. Her bölgenin kendine has kuralları olabiliyor. 2012'de Halep'e girdiğimizde çelik yelek ve kaskla dolaşıyorduk bizi uyardılar, 'sadece ordu mensupları burada kask takar ve biz sizi uzaktan görsek asker zannederiz, o kasklarınızı çıkartın çünkü keskin nişancıların hedefi olabilirsiniz' dediler. Mutlak kanunlar var gibi gözükse de her savaşın, her çatışmanın kuralı ayrı olabiliyor. Yazılı olmayan kurallardan bir tanesi bu düzensiz savaşlarda, mümkün mertebe yanınızda Amerikan Doları bulundurmanız, rüşvet vermeniz, fidye ödemeniz gerekebiliyor. Mutlaka beyaz bir fularınızın ya da bez parçanızın olması gerekir. Yeri geldiğinde beyaz bayrak diye sallarsınız, yeri geldiğinde kanama varsa tampon olarak sarabilirsiniz, can kurtarır. Elektrik kesilmiştir, pil veya el feneri mutlaka olması gerekir. Şarjı altı-yedi gün giden telefon bulunduranız gerekiyor. Cep telefonu hatları kesilmiş olabiliyor, uydu telefonu olması gerekiyor. Her yerin, her coğrafyanın farklı koşulları var.
''Orada olmanızın amacı maddae 1: haber geçmek''
Tunus, Mısır, Suriye, Libya’da 2011-2013 arasında 60 gazeteci hayatını kaybetti. Bu savaş bölgelerine gitmek sizin için ne ifade ediyor? Korku hissediyor musunuz?
Şöyle diyebilirim aslında; ilk başta çok cesurdum. Ne zaman ki insanlar yanımda yaralanmaya, ölmeye başladı o zaman korkmaya başladım ve bu deneyimi diğer daha deneyimli insanlarla konuştukça onlar da öyle söylediler. İlk başta her şey size bir oyun gibi film sahnesinin içinde zannediyordunuz ama o kurşunun ne zaman bedeninizi delip geçebileceğini, şarapnel parçasının vücudunuzun bir uzantısını kesip alabileceğini, bir grubun –çok güvendiğiniz bir grubun- sizi kaçırıp radikal bir gruba satıp daha sonra yanlış yönlendirme sonucu hayatını kaybedebileceğini gördüğü zaman ki bunlar hepsi yaşanmış öykülerdir. Biraz önce anttlattığım örnek gibi. Libya’da yanıbaşında çekim yaptığımız, içinde muhalif milisin olduğu bir yere biz gittik birkaç dakika sonra roket düştü. Tamamen şanstı. Birkaç yerde daha ucu ucuna ölümle yaşam arasındaki o çizgide gidip geldiğimiz olmuş ve artık korkuyorum ve korku aslında daha sağlıklı çalışabilmenizi sağlıyor. Bu gitmekten korkmak değil, gitmek lazım, orada gördüklerinizi aktarabilmek lazım ama gidince de mümkün mertebe en üst düzey güvenlik önlemlerini hesaba katmak lazım. Biraz başınıza nerden ne gelebileceğini görmeniz lazım. Zaten sizin orda olma amacınız madde 1: haber geçmek. Haber geçemeyeceğiniz bir ortamda kısılıp kalırsanız, esir alınırsanız, görüntülerinize el konulursa amacınızı gerçekleştirememiş olursunuz. Siz ve sizinle beraber oraya giden kişinin can güvenliğini de sağlamanız gerekiyor, sağ salim geri dönmeniz gerekiyor. Deneyim kazandıkça insan biraz daha emin atma arayışında oluyor adımlarını. Eskisi kadar gözükara davranmamaya başlıyorsunuz ki 2012’de Halep’te yaşadığım sıkıntılı bir zamandan sonra biraz daha emin adımlar atmaya başladım. Hala gidip geliyorum ama.
Birçok insanın ölümünü izlediniz, fotoğrafını çektiniz. Bundan nasıl etkileniyorsunuz? Olumsuzsa bu duyguyu üzerinizden nasıl atıyorsunuz?
Galiba bir yerlerde kalıyor. Ben ilk başta kendime çok şaşırıyordum, nasıl etkilenmiyorum acaba diye. Çok etkilenilmesi gereken bir şey. Öncelikle şöyle bir şey var, onu yadsımamak lazım: Muhabir de olsanız o an işinize konsantre olmuş oluyorsunuz ve sürekli orada çalıştığınız duygusu sizi bir maddeye biraz yabancılaştırabiliyor, bir adım geriye çekilebiliyorsunuz, lensin arkasından bakıyorsunuz sadece. Bu aslında kısmen bir koruma kalkanı sağlıyor. Onun dışında gittiğimiz coğrafyalar yabancı coğrafyalar oluyor çoğu zaman. Mesela Van depreminde enkazdan çıkan insanların görüntüleri veya onları enkazın etrafında bekleyen insanların hikayeleri beni Mısır’da Adeviye Camii’sine yığılmış yaklaşık 230 cenaze ve onları bekleyenlerin öyküsünden daha çok etkilemişti. Sonra sordum niye acaba böyle çünkü onlar benim insanlarım, benim dilimi konuşuyorlardı, öykülerimiz çok paraleldi, yabancılaşmak çok daha güçtü ve daha çok etkilenmiştim. Çok can kayıplarının, travmaların olduğu bölgeye gidip döndükten sonra şeyi gözlemliyorsunuz: dödüğünüzde davranışlarınızda değişiklikler olmaya başlıyor, daha öfkeli bir insana dönüşebiliyorsunuz, bir süre için öfke kontrolünde sıkıntılar yaşayabiliyorsunuz, daha duygusal çıkışlarda bulunabiliyorsunuz. Kısa vade etkiler bunlar, benim kendimde gözlemlediğim. Uzun vadede neler oluyor, acaba mizacım, huyum değişti mi? Bunu beklemek gerekiyor galiba biraz daha görebilmek için. Biraz daha sertleşiyorsunuz galiba.
''Birebir Türkiye Suriye olmaz''
Ortadoğu’da yaşanan bir savaş var. Türkiye’de de her yerde bombalar patlıyor. Türkiye’nin de Suriye’deki boyutlara ulaşacağı konuşuluıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Görüntülere ve yaşanan çatışmanın şidetine bakınca özellikle Güneydoğu illerinde yaşananlar Suriye’deki kent savaşlarını çok çağrıştırıyor, benziyor. Çok yabancısı olduğumuz görüntüler, öyküler değil açıkçası. Türkiye Suriye olur mu? Hayır olmaz. Suriye Irak oldu mu? Olmadı. Türkiye’de her şey çok güzel olacak anlamında söylemiyorum. Bir şeyler oluyor zaten halihazırda. Türkiye’de büyük kentlerde intihar bombası eylemleri düzenleniyor, birileri için savaş kayıpları yaşandı bile. Güneydoğu’da abluka altında kuşatılmış mahalleler var, orada ölen askerler, polisler, siviller, silahlı kuvvet mensupları var. Yani lokal olarak belli bölgeler aslında savaş bölgesinde, Suriye’de, Irak’ta, Libya’da yaşadığı öyküler insanların Türkiye’de de yaşadığı anıları haline gelmiş durumda. Temel mesele bu ne kadar yayılacak, ne kadar çok insanı bu şiddet sarmalı içine çekecek, ne kadar daha hayat karartacak? Birebir Türkiye, Suriye olmaz. Türkiye başka bir şey olur ama yine de kötü şeyler oluyor zaten. Başka kötülükler olur, toplumsal-tarihsel olarak baktığınız zaman çok farklı iki coğrafya ama çok da yadırgadığımız görüntüler de yok bir yandan özellikle Güneydoğu’da yaşananlara bakacak olursak.
''Önemli olan IŞİD’in toplumsal desteğini ortadan kaldırmak''
Medyada takip ettiğimiz kadarıyla IŞİD’in bölgeye tarihi-kültürel zararları var ve birçok tarihi eseri de yok ettiğini görüyoruz. Sizce etkiler medyanın yansıttığı kadar mı yoksa daha derin etkiler var mı?
Şöyle bir eksiklik olabilir belki; kısmen bunu yazanlar, çizenler, aktaranlar var, bir kere bir şeye terör dediğiniz zaman, bir grup deli, radikal ideolojiye inanmış bir insan terör estiriyor, gidiyor kafalar kesiyor, bombalar patlatıyor ama IŞİD’in aslında yer yer belli noktalarda güç boşluğundan veya iktidar boşluğundan ötürü belli vakum noktalarında toplumsal destek görebildiğini de algılamak lazım. Önemli olan zaten IŞİD’in bu belli noktalardaki toplumsal desteğini ortadan kaldırmak, onlara bu yönetim gücünü veren, onların belli kentlerde, belli coğrafyalarda kabulünü sağlayan altyapıyı ortadan kaldırmak da gerekiyor. Onun dışında Ortadoğu’daki daha doğrusu Sovyetlerin Afgan işgalinde başladı cihatçı örgütlenme. ABD Suudi parasıyla Pakistan’la işbirliği içerisinde Sovyet'lere karşı radikal İslamcı militanları desteklemeye başladı. 1980’lerin sonundan itibaren gelen bir olguda son durak şimdilik IŞİD ve son durak Suriye gibi gözüküyor ama bu kimseyi yanıltmasın Libya’ya sıçrıyor iş. Suriye tamamen IŞİD’den temizlense bile adı değişecektir, başka bir şey olacaktır. Dolayısıyla daha kapsamlı toplumsal-tarihsel koşulları da gözeten daha siyasi çözümler üretmenin, hem yerel ölçekte hem küresel ölçekte, vakti geldi gibi gözüküyor.
''Yelpazenin farklı renklerini görmek gerekiyor''
Birçok ünlü savaş muhabiri var. Onları eleştirdiğiniz veya sizin kendinizi farklı gördüğünüz noktalar var mı?
Kıyaslama yapmak istemem ancak 2010 yılında Tunus’ta Arap İsyanları başladığında herkes Arap Baharı diyordu. Biz de evet, Arap coğrafyasında çok büyük bir uyanış var, adamlar tepelerindeki önce Tunus’ta Bin Ali’yi devirdiler sonra Mübarek’i sonra Kaddafi’yi devirdiler. Böyle bir bahar havası etkisi vardı, jeton bende şurada düştü. Libya’ya gittiğimde pek bahara benzemiyor galiba, biz Türk medyası olarak da öyle yansıtıyoruz ama bir şeyler ters gidiyor. Adamlar da rejime karşı hareket eden, silahlı kuvvetler de vahşice cinayetler işliyor. Onu gördükten sonra ben bir kere Arap Baharı ifadesini terk ettim. İlk başlarda hepimiz, biraz da takip ettiğimiz uluslararası medyanın da etkisiyle kafamıza yerleştirilmiş kategoriler oluyor. Onları çok rahat benimseyebiliyoruz, nasıl okumamız gerektiği bize dikte ediliyor. Alana gittiğiniz zaman eğer o kategorilerden vazgeçebilecek kadar esneklik gösterebiliyorsanız daha sağlıklı bir yaklaşım sağlayabiliyorsunuz sanırım. Bir tanesi oydu. Bahar deniyor ama Libya kaosa sürükleniyor demeye başlamıştım, bu benim üçüncü ziyaretimdi. Tunus ve Mısır’dan sonra. Daha erken uyanabilirdim mevzuya, hala uyanamayanlar da var ve Türkiye uzun süre ... Mısır’da darbe oldu, Muhammed Mursi devrildi. Bunun adı nedir, askeri darbedir. Ama şunu da insanlar görmedi, mümkün mertebe göstermeye çalıştık, askeri darbe var, Mursi’ye karşı çıkan çok sayıda kişinin öfkesi ve tepkisi üzerinden kendine destek bulabilmiş bir askeri darbe bu. Türiye’de her şeyin bir yüzünü görme, bir yüzünü okuma eğilimi sadece iç gündeme ilişkin haberlerde değil dış gündeme ilişkin haberlerde de olabiliyor ve bu büyük bir tehlike. Sonuçta izleyenlere yanlış aktarıyorsunuz. Biraz daha geriye çekilip, sizin söylemeniz öngörülen şeylere teslim olmadan, yelpazenin farklı renklerini görmek ve bunu yansıtabilme çabasına girmek gerekiyor. En başta belki yoktu ama zamanla böyle bir ihtiyacı hissettim ve pişman değilim açıkçası çünkü zaman biraz da bu tabloyu ortaya çıkardı.
Bir kitap yayınladınız, bunu bloğunuzdan farklı olarak nerede konumlandırdınız? Kitaplaştırma isteğiniz nasıl oluştu?
Blogta çok az malzeme var. Açıkçası kitapta şuna dikkat ettim; Blogta üç tane mi ne yazı vardı ve daha kişiseldi. Can Ertuna’nın iç dünyasını okumakla kimseyi yükümlü tutamam. Biraz daha nesnel, biraz daha haberci ağzıyla, gördüklerimi yansıtırken biraz daha nesnel bir dil kullanma ihtiyacı duydum. Yoksa iç dünyamı paylaştığım yer blogtur. Kitap daha ciddi bir iştir. Özgün bir şey söyleyeceğim hissine kapıldığım için kitap çıkarttım. Mevcut söylemi yeniden üreteceksem ne gerek var. Belki de son kitap bu, bilmiyorum ama ne zaman malzeme birikirse elbette farklı mecralarda paylaşmak isterim.
1 note
·
View note
Text
"Öldükten sonra 'Eskişehirli şair' deseler yeter"
Haydar Ergülen, 1956 doğumlu Eskişehirli bir şair-yazar. Şiirleri ve denemelerinin yanı sıra bir de çocuk kitabı yazmış Ergülen. 13 şiir, 12 düzyazı kitabı var. İlk şiir kitabı Karşılığını Bulamamış Sorular 1981’de yayımlanmış. Ergülen, Türkiye’de Metin Altıok Ödülü ve Cemal Süreya Şiir Ödülü gibi çeşitli ödüllerin de sahibi. Şu anda Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde 'Yaratıcı Yazarlık' ve 'Türk Şiiri ve Şairler' dersleri veren Ergüen, bir dönem Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi'nde Araştırma Görevlisi olarak da çalışmış. Ergülen, Eskişehir'le bağını hiç koparmarmış, her ayın belirli günlerinde Eskişehir’e geliyor ve Tepebaşı Belediyesinin düzenlediği Kent&Kültür Söyleşilerini yönetiyor. Ergülen'le Özdilek Sanat Merkezindeki Kent&Kültür Söyleşileri öncesi bir araya geldik. Gelin, yaptığımız söyleşiyle 50 yıldır yazmayı sürdüren Eskişehirli Şair ve Yazar Ergülen'i biraz daha yakından tanıyalım.
"Kardeşlik ve yoldaşlık duyguları en kıymetli duygulardır"
Nasıl bir ailede yetiştiniz? Nasıl büyüdüğünüzden ve çocukluğunuzdan bahseder misiniz?
Eskişehir’de doğdum, burada da ölmek istiyorum çünkü Eskişehir’i çok severim. Buralı olanlar genellikle şehirlerini çok severler, öyle fanatik bir bağlılık vardır, bende de var. Üniversiteyi Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde okudum, sonra İstanbul’a çalışmaya gittim. İnsan yaş ilerledikçe daha çok köklerine ve şehrine dönüyor. Eskişehir, beni yetiştiren büyüten yer. Öğrendiklerimin çoğunu burada öğrendim. Ailem… Babam oto tamircisiydi, annem ev kadını. Altı çocuklu bir aile. Ben en büyüğüm içlerinde. İki kız, dört oğlan. En küçüklerimiz kız, diğerleri oğlan. Kız olsun diye bizimkiler habire çocuk yapmış. Alevi bir aileyiz, Alevilikte kadınlar çok değerlidir. O yüzden kız çocuk isterler. Kardeşlik duygusunu çok severim. O duygu aynı zamanda beni yoldaşlık duygusuna götürdü. Siyasal olarak her zaman sosyalist oldum, babam da öyleydi. Hepimiz çeşitli partilerde sol hareketlerde çalışıyoruz. Bu bir aile geleneği bizde. O yüzden kardeşlik ve yoldaşlık en kıymetli duygulardır.
ODTÜ Sosyoloji Bölümü mezunusunuz. Neden bu bölümü seçtiniz ve akademisyenlik fikri nasıl oluştu kafanızda?
Lise ikinci sınıftayken, benim yetiştiğim yıllar, ortaokulda okuduğum yıllar öğretmenlerimiz köy enstitülüğünden, sosyalist en azından Atatürkçü yani daha laik öğretmenlerdi.1968 olayları olduğu zaman ben ortaokula gidiyordum ama o ortam hepimizi çok etkilemişti. Ben de bir an önce büyüsem de bu olaylara katılsam diye düşünüyordum. Ben de devrimci bir akademisyen olmak ve sosyoloji okumak tabii bunu ODTÜ’de okumak istiyordum. ODTÜ o zamanlar devrimcilerin fazla olduğu ve devrimcilerin gittiği bir okuldu. Herkesin solun kalesi olarak bildiği bir yerdi. Bu yüzden de orada okumak ve devrimci bir akademisyen olmak istedim. Lise ikiye giderken karar verdim orada sosyoloji okuyacağım diye. Sonra gittim ve okudum. O zamanlar şimdiki gibi kurslar, dershaneler falan da yoktu. Bir şeyi hedefleyince sonuç alıyordun. Gerçekten çok güzel bir eğitim hayatım oldu. İngilizce hazırlıkla beraber beş sene okudum. 1975-1980 arası okudum. Bir sene boykot yaptık rektörün gitmesi için. Sonra o gitti, biz devam ettik. Hayatımın en güzel yılları 1980 öncesidir. Şimdi o yılları kötülüyorlar ama bizim için aşk, arkadaşlık, yoldaşlık yıllarıdır. Keşke o günler geri gelse.
"Benim için okumak yazmaktır"
Yazmaya nasıl başladınız?
Okumaya başlayınca yazmaya da başlamış oldum aslında. Benim için okumak yazmaktır. Çok, düzenli ve farklı şeyler okursanız yazarsanız. Ben akademisyen olmak istiyordum zaten. Ondan önce de babam ortaokul ikiden ayrılmıştı ve okumayı çok seven bir sosyalistti. O yüzden okumaya çok değer verirdim. O kitaplar, dergiler, gazeteler alır, okurdu ve bana da verirdi. Öyle öyle başladım. Dokuz yaşında da yazmaya başladım. Çocuk şiirleri falandı ama olsun. Ortaokuldan sonra da zaten Türk şiirini ve edebiyatını okumaya başladım. 12 yaşından sonra öyküler yazmaya başladım. Sonradan yayınladım onları, bayağı soyut şiirler yazmışım.
Kimleri okurdunuz? Özendiğiniz yazarlar veya şairler var mıydı?
Herkesi okurdum. Kendi dünya görüşümün dışında da herkesi okurdum, herkese de onu söylerim. Sadece kendi tarafından okursan çok kısır bir beslenmedir, karşı tarafı da okuyacaksın. O zaman kendi düşüncelerine olan inancın artar. Hepsini çok severim, çoğu ahbabım oldu tabii. Turgut Uyar’dan Edip Cansever’e, İlhan Berk ve Metin Altıok’a kadar. Hepsiyle tanıştım, onlarla birlikte çok uzun ahbaplıklar edindik, konuşmalarımız oldu. En çok Ece Ayhan benim sevdiğim şairdir. Hepsini severim ama bir şair var dersen Ece Ayhan. Çünkü onu üniversitedeyken tanımıştım, bana mektup yazmıştı. Sonra tanıştık, çok yakın dost olduk. Ece Ayhan olsun, İlhan Berk olsun, Cemal Süreya olsun, Metin Altıok olsun, çoğu yakın dostlarımdı.
"İlham kaynağım kitaplardır"
Nasıl yazarsınız? İlham kaynaklarınız neler? Yazmanın belirli bir süresi veya yeri var mı sizin için?
İlham insana bir kere gelir hayatta, her zaman gelmez. İlhamın promosyonu yok yani. Sonrasında da sen çalışıyorsun, okuyorsun, yazıyorsun yani. Çok basit bir şey. O kadar sorun var ki yazmak için ama zaman yetmiyor işte. Şiir yazıyorum, düzyazı yazıyorum, derleme kitaplar yapıyorum. Bir çocuk kitabı yazdım: Nar Alfabesi. Bir tane daha yazmak istiyorum. Çok iş var. Bir şey olsa da yazsam edebiyatın romantik kısmıdır. O kadar çok olay var ki, insan yetişemiyor bile. Bir şey vardır hep söylenir. yüzde 1'i tanrı vergisidir denir, yüzde 99'u çalışmaktır, ciddi bir şeydir. Ben şimdi aylık yedi sekiz tane dergiye yazıyorum. Bir zaman sonra ilham bekleyecek zaman da yok, ilhamı sen yaratıyorsun, kendine ilham veriyorsun. Benim hayat, doğa, insanlar ve konuşmalar dışında en büyük ilham kaynağım kitaplardır. Şiir için mesela başka şiirlerdir, yeni şiirlerdir. Mutlaka ustaların sevdiğimiz büyük şiirler olması gerekmiyor. Yeni yazılan, yeni okuduğumuz şiirler de ilham verir. Her zaman söylerim, 18-20 yaşlarında kitabı çıkan genç şairlerin şiirleri benim ilham kaynağımdır. Kendi kuşağını bilirsin ama yeniler ne yazıyor, ne söylüyor. En büyük ilham onlardan gelir. Yaşlıların ilham kaynağı gençlerdir, unutmayalım. Hep derler ya ustaların izinden gitmek gerek diye ben de gençlerin izinden gitmek lazım diyorum. Usta-çırak ilişkisi bazen çırak-usta ilişkisi olur. Böyle olması çok diyalektik de bir şeydir. Öyle olmasa çok klasik, anti-diyalektik bir şey olur.
"Eskişehir’imle gurur duyuyorum"
Eskişehir’in sizin için anlamını nasıl anlatırsınız? Sizi yazarlıkta besledi mi?
Eskişehir benim cennetim ve cehennemim. Burası doğduğum, arkadaşlık ettiğim, barışçıl duyguları öğrendiğim, sakinliği öğrendiğimiz çok asi ve çok güzel bir yerdir. Şimdiki gibi çok turistik değilken de öyleydi. Şimdi herkes seviyor ama biz Eskişehir’i kimse sevmezken seviyorduk. Bir defa çok barışçı bir yerdir, faşizmin en az yaşandığı yerdir insan ilişkileri bakımından. Çünkü göçmenlerin yoğun olduğu bir yerdir ve melezlik duygusu vardır. Olumlu ve sıcak bir duygudur. İnsanları birbirine karşı daha pozitif, daha ileri, daha barışçı kılar. Dünyada böyle bir yer bulmak, hele ki şimdi faşizm çağında çok azdır. O yüzden çok kıymetli bir yer, insanlar da biliyor bunu. Ben değerlerimi Eskişehir’den öğrendim. Kardeşlik, yakınlık, fedakarlık gibi insan ilişkilerinde. Bütün bunlar bana Eskişehir’in kazandırdığı şeylerdir. Ama Eskişehirspor bize cehennemi yaşatıyor. Çok fanatik Eskişehirsporluyum. Üzüntümden hasta oldum, babam da öyleydi. Vefat ettiği zaman babamı mezarlığa götürürken kız kardeşim babamı stadın önünden geçirelim, son bir kere görsün dedi. Vefalı bir taraftardı babam da. Ailece öyleyiz, çocuklarımıza hep Es-Es forması alırız. İstanbul’da falan yaşıyorlardı, kısmen başka yere gitmesinler, gönül vermesinler diye. Çok yazdım Eskişehirspor hakkında, nerdeyse bir kitap dolduracak kadar yazım var. Ben ayırmıyorum Eskişehir ve Es-es'i. Çünkü o bir değerdir bizim için. Ben hiç ilgilenmem futbolla, maçları seyretmem ama Eskişehirspor porsuk gibi adalar gibi bir değerdir bizim için. Eskişehir’in ruhuna ait, onu besleyen ve tamamlayan bir şey. Eskişehirspor bizim gençliğimizde özellikle solcuların takımı olmuştur. Bir sürü arkadaşım var sosyalist şair-yazar, başka takımlı bile olsalar Eskişehirspor onlarda farklı bir yere sahiptir. O zaman isyan eden, başkaldıran bir takımdı. Yani bizim için Eskişehir ve Eskişehirspor aynı. Fanatikliği holiganlık anlamında söylemiyorum, büyük bir bağlılığım var.E
Okuyucu kitlenizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
30 kadar kitabım var, bunun yarısı şiir yarısı deneme kitabı. Çok çeşitli yerlerde yazıyorum. Mesela şimdi birçok dergiye yazıyorum, çeşitli okurlarım var. İstanbul ve İzmir kitap fuarları çok yoğun geçer. Şükrü Erbaş ile ikimiz üç dört yıldır söyleşi yapıyoruz. Orada kitap imzalatmaya diyelim ki 100 kişi geldi, bakıyorum bu 100 kişinin 60 tanesi kadın oluyor ve bunun yarısı da örtülü. Çok ilginç bir şey, İslami kesim. Ben her zaman Alevi-Bektaşi ve sosyalist olduğumu her tarafta söylüyorum ama okuyorlar. Bence bu iyi bir şey, çünkü herkes kendi tarafına kendi cemaatine seslenirse bu kutuplaşmayı artırır ondan sonra da kısırlaştırır. Bence farklı kitlelere seslenmek iyi bir şey. İstanbul’da başta olmak üzere okullara çok gidiyoruz. Diyarbakır’dan, Adana’dan, Denizli’den, Kayseri’den anaokulundan üniversiteye kadar her yere gidiyorum. Orda da bu tabloyu görüyorum. Solcular ve İslamcılar, iki taraf geliyor. Bütün toplantılarda konuşmama Eskişehir’imle gurur duyuyorum diye başlıyorum. Üniversitede ders verirken de 'Türkiye Eskişehir olsun' diye sloganımı söylüyorum. Hatta Ahmet Ataç da bu sözü seçim çalışmalarında kullandı. Eskişehir’in propagandasını yapıyorum yani. İnsanlar ölünce büyük şair, iyi şair, çok satan şair diyorlar ya bana Eskişehirli şair deseler yeter. Beni Eskişehirli şair diye anmaları çok büyük bir gurur benim için.
"Türkiye’de insan ancak yazar olur"
Türkiye’de yazarlık üzerine ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’de yazar olmak iyi bir şey. Yani Türkiye’de insan ancak yazar olur, şair olur, hasta olur, romantik olur, tutkulu olur, dertli olur. Tekrar başa gelirsek yazar ve şair olur. O yüzden herkes okumaktan çok yazıyor. Herkesin derdi var çünkü. Türkiye yazar olmak için çok bereketli bir yer. Bunu hep hissediyorum. Yabancı ülkelere festivallere ve etkinliklere gidiyorum bazen. Orda konuşuyoruz yazar ve şairlerle. Diyoruz ki biz sıkılmıyoruz, çok heyecanlı şeyler var. Zamanım yetmiyor. Olay çok acı çok dert de çok bu ülkede.
Star, Birgün ve Radikal gibi bazı gazetelerde yazdınız. Bu süreçler nasıl başladı?
Star’da ben iki ay yazdım, orada bir arkadaşım vardı, sonra çıkardılar beni. Her tarafta Star yazıyor, internette falan. Bir türlü atamadım onu. Benim yazdığım beş altı sene önceki Star böyle değildi. Pazar eki vardı, daha benim gibi insanlar vardı. Ben ilk gazete yazımı 13 yaşında yazdım. O zaman 12 Mart Muhtırası verilmişti, bir solcu gazete vardı Yeni Ortam diye. Takma Mehmetcan ismiyle Sokrates Ölüyor diye bir oyun vardı, onun üzerinden toplumun aydınlara bakışıyla ilgili metaforik bir yazı yazmıştım.
En sevdiğiniz şiiriniz hangisi?
İdiller Gazeli ve Nar şiirimi çok severim.
Neler dinlersiniz? Özel hobileriniz neler? Biraz özel hayatınızdan da bahseder misiniz?
Neşet Ertaş ve Aşık Mahsuni en çok sevdiklerimdir. Alevi deyişleri türküleri çok severim. Etnik müziği çok severim, Orta Doğu müziğini, Latin müziğini ve İspanyol müziğini çok severim. Caz ve rock dinlerim, çünkü o kuşaktan geliyorum. Özel hobim yazmak. İstanbul’da en özel hobim karşıya vapurla geçmek. Kızım var sekiz yaşında, en özel uğraşım odur. 40 yaşında evlendim, 19 yıldır evliyim. Bazı defterlerim var hep yanımda taşıdığım. Bir söyleşide iyi bir laf ettiğimi düşünürsem durun bir yazayım derim, çok not tutarım.
2 notes
·
View notes
Text
Bir tutkulu meslek icrası...
'Sahnede ölsek ne güzel' diyerek mesleğine olan tutkusunu dile getiren oyuncu: Hakkı Kuş
Diyarbakır doğumlu, Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı mezunu. 13 yıldır Şehir Tiyatroları’nda oyunculuk, eğitmenlik ve yönetmenlik yapıyor. Oyun yazıyor ve yayınlanmış şiirleri var. Kuş ile tiyatroya olan ilgisi ve tiyatroda yaşanılan sorunlar üzerine konuştuk. Sorularımı sormaya başlıyorum...
Tiyatro sizin için ne ifade ediyor ve nasıl ilgi alanınıza girdi?
Ben çocukken başladım tiyatroya. Ortaokuldaydım 12-13 yaşlarında. Kendi aramızda bir grup kurduk ve orada başladık. Yine benim yazdığım, yönettiğim bir oyundu. Orada oynuyordum da. Kalabalık bir ekipti. Orada başladı, ondan sonra lisede devam etti tiyatro grubunda. Daha önce de bir özel tiyatroya kursiyer olarak girdim, sonra sınava girdim ve konservatuarı kazandım. Uyandığım zaman onu düşünüyorum ilk. Biraz psikopat bir durum aslında ama her şeyi tiyatroyla bağdaştırmaya başladım ya da yazınla. Hayatımın birçok bölümünü kapsıyor. Tiyatroda yatıp kalktığım çok gün oluyor. Aslında böyle bir şey yok yani. Bu mesleği profesyonelce yaptığın zaman böyle bir şeye gerek yok ama ben orada daha çok mutlu olduğumu hissettiğim için orada daha fazla mesai harcıyorum. O yüzden tiyatro yoğunluğu benim hayatımda çok yer ediyor.
Birçok oyunda oynadınız ve bu oyunların çoğunda bir mesaj var. Bu mesajların doğru algılandığını ve bu oyuncuların belli bir hedef kitlesinin olduğunu düşünüyor musunuz?
Her sanat eserinin mutlaka belli bir kitlesi vardır. Doğru algılamakla ilgili sıkıntlarımız var. Biz muhalefetten bahsederken net bir muhalefetten bahsediyoruz ama bazı kesim bunu sadece iktidara muhalefet olarak algılıyor. CHP muhalefeti gibi bir durumumuz yok, benim en azından yok. Başka arkadaşlarımın olabilir. Ben çok net olarak sınırsız, sınıfsız, eşit bir dünya düzeniyle ilgili sözler söylemek istiyorum, onları söylediğimi de düşünüyorum. Yönettiğim oyunlarda da bunlara değinmeyi düşünüyorum çünkü oynadığın oyunların içinde çok fazla hareket alanın olmayabiliyor. Bir de kurum tiyatrosundasın, orada ne veriliyorsa onu oynarsın ama daha çok yönettiğim oyunlarda bu sözü söyleme imkanım oluyor ya da yazdığım oyunlarda. Benim için bu. Ben dünyaya böyle bakıyorum, böyle eğitildim. Bunun doğru olduğuna hala inanıyorum. Yarın belki fikrim değişebilir, ben de liberal olabilirim, sağcı olabilirim, herhangi bir parti mensubu olabilirim ama şu anda böyle düşünüyorum. Bunun için çok sıkıntı çektim mi? Evet, paydaş olmamak durumu söz konusu, yandaş olmamak durumu söz konusu burada. O yüzden tiyatroda yatıp kalkmamın sebeplerinden biri de bu. Ben tırnaklarımla kazıyorum, oraya bırakmamam lazım o alanı. Doğru algılama çok net değil bence. Jeanne d'Arc’ın Öteki Ölümü’nü düşünün, Gergedan’ı düşünün. Çok aslında mesajı net ama insanlar durdukları yere göre değerlendiriyor. Geçen hafta oynadığımız ‘Gergedan’ oyunundan sonra çeşitli okullardan, toplum kuruluşlarından insanlar bizimle söyleştiler. Orada da ben şunu anladım; çok net olan genç, liseli bir kesim var, onlar çok net olarak cümleyi anlıyor ve öyle cevap veriyor. Bir de belli derneklerin, vakıfların, sendikaların belki içinde olan insanlar var. Onlar farklı anlıyorlar, belli kalıpların içine sıkıştırarak anlıyorlar ya da öyle anlamak istiyorlar. Bizimle soru-cevap şekilleri de öyle oluyor. Şimdi sen çocuğunu ya da öğrencini Gergedan’a getiriyorsun. Öğretmensin, ben burada öğrencine her şeyi söylerim. Çünkü sen bu oyuna getirmişsin öğrencini ve ben o çocuk bana bir soru sorduğunda net cevap veririm. Öğrenci bir şey soruyor, bir felsefeye-politikaya dalıyorsun. Öğretmen ‘hocam oraya girmesek’ diye kesiyor. Ee niye girmeyeyim? Sen niye Gergedan’a getiriyorsun, Kanlı Nigar’a götür o zaman. Ya da git sitcom izlet.
Oyunları günümüze uyarlarken kendinizi baskı altında hissediyor musunuz?
Yok, hissetmiyorum çünkü benim gelecekle ilgili bir kaygım yok. Ben bugünü yaşıyorum, yarın ne olacağı benim için çok sorun değil aslında. Çünkü geçmişte bu günkü kadar konforlu yaşamıyordum zaten. Bugün yaşadığım konforu kendim elde ettim. Yani konfor derken şundan bahsetmiyorum; yatım var katım var anlamında değil. Öncelik olarak işimi doğru dürüst yapabileceğim alanlar var önümde. Belli teklifler geliyor bunun üzerinden ve bunun maddi karşılığını da bir şekilde alıyorum, rahat bir yaşam tarzım var bu anlamda ama bu benim bir yere gidip gül bırakacak kadar zengin olduğum anlamına gelmiyor. Yarın ne olacağımızla ilgili de bir kaygı duymuyorum. Bunca insan hapiste yatarken ben bir şey söyledim diye dışarda duruyorsam o aslında benim de ayıbım olur. Beni de tutup götürebilirler hiç sıkıntı değil.
Oynadığınız oyunlar genellikle epik tiyatro oyunları. Bunu siz mi tercih ediyorsunuz yoksa tesadüf olarak mı gelişiyor?
Aslında o kadar değil. Mesela Gergedan epik değil. Bu biraz nereye hitap ettiğimizle ilgili. Bir kitle vardır, siz onlara Aziz Nesin oyunları oynarsınız, o tutar. Bir kitle vardır Shakespeare oynarsınız tutar. Biz kamu tiyatrosuyuz ve kamu tiyatroları her kesime hitap etme görevi olan tiyatrolar. O yüzden biz her kesime hitap eden oyunlar oynuyoruz ama epik ağırlıklı oyunlarımız var mı, dengeli gibi geliyor bana.
Türkiye’de oyuncular sizce ne gibi zorluklar yaşıyor?
Her şeyden önce iş bulamıyor oyuncu. Artık kadro yok, devlet tiyatrolarında ve şehir tiyatrolarında kadro açılmıyor. O yüzden oyuncuların iş bulma şansı azalıyor. İkincisi de oyuncunun kendisini rahat bırakabilmesi söz konusu değil. İş sahibi olanlar, kadro sahibi olanlar da rahatça kendisini geliştirebilecek imkanlara sahip değil. Yurt dışında birisi bir rolü oynarken gidip altı ay bir yerde gözlem yapabilir ve maddi bir desteği de var, argümanları da var. Her ay iki dergi, dört cd, iki film alabilecek kadar maddi gücü var ama burada o kadar değil yani. Sadece kendini geçindirebilecek, varsa kirası yoksa aidatı gibi durumlar. Adam emekli olduğu zaman belki bir evi oluyor bir tane de arabası oluyor. Bu da bu ülke şartlarında çok lüks bir şey değil yani. İş anlamında ve maddi anlamda rahat değil oyuncular. Bir de şu iklimde artık kendini ifade etmek de çok kolay olmuyor hatta bu yüzden söz söylemeyen insanlar da var artık, söyleyecek sözünü sakınan insanlar da var. Onun dışında çok fazla sorun olduğunu düşünmüyorum çünkü oyuncu zaten malzemesi kendisi olan bir sanatçıdır. Beslediğniz zaman o kendini eğitir ve o kendini ifade eder bu durumlar söz konusu olmazsa.
Oyunlarınıza yeterince ilgi gösterildiğini düşünüyor musunuz?
Tabii. Opera’da da, Odunpazarı Belediye Tiyatrosu’nda da, Üniversite’deki oyunlarımda da, Devlet Tiyatroları’nda da yaptığım ya da içinde olduğum oyunların da hepsi doluyor. Seyirci sıkıntımız yok, zaten belli bir kaliteyi tutturduğunuz zaman yayılıyor o. İnsanlar birbirlerine söylüyorlar. İnternet üzerinden ya da reklam panoları üzerinden bir şey yapmasanız bile kulaktan kulağa yayılan bir iştir bu iş. O yüzden dolu oynuyoruz, yer bulunmuyor oyunlara hatta.
Tv kanallarında reyting amaçlı ‘tiyatro’ altında birçok show programı yapılıyor. Bu konuyla ilgili ne söylemek istersiniz?
Temeli tiyatrodan alınmış olabilir ama net olarak bunun bir tiyatro örneği olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü tiyatroda belli bir estetik kaygı, bir incelik vardır. Oralarda izlediğimiz eserlerde –eser diyorum ama ne kadar eser- bir kabalık söz konusu, kaba bir güldürme anlayışı söz konusu. Hiçbir zaman işin ince tarafını düşünmeden, ilk akla gelen ya da ilk akla gelen olmasa bile onu ilk akla gelecek şekilde seyirciye ileten bir anlayışla sahneleniyor bunlar. Karşı mıyım hayır değilim. Çünkü televizyonda yapılıyor ve televizyonun işi bu. Orada yapılır ama ona tiyatro denmez. Tiyatro sahnesinde, bahçede, açık alanda, orada burada yapılabilir ama onun kendi estetik kuralları içinde yapılmalı. Yani kaba güldürü şeklinde Roma seyircisine hitap eden, Gladyatör izleyen bir seyrciye hitap eden bir anlayışla tiyatro yapılmaz. O, o dönemde kaldı. Karşı değilim, orada olsam ben de aynı şekilde davranırım çünkü o bir konsept ve öyle olması gerekiyor ama buna tiyatro denmez.
Bu alanda aldığınız ödüller var mı?
Var. Yönetmen, Oyuncu, Genç Yetenek, Üstün Başarı Ödülü gibi ödüllerim var. 10’un üstüne çıktı sanıyorum.
Oyunculuk dışında yaptığınız bir meslek veya iş var mı?
Hocalık ve yönetmenlik yapıyorum. Şiir var, oyun yazıyorum. Genelde sanatla ilgili şeyler, başka bir şey yapmıyorum. Yapı itibariyle yapamıyorum, öyle bir yeteneğim yok benim. Belki başka bir iş yapsaydım, tiyatroya bulaşmayacaktım. Orada da öyle bir yeteneğim olmadığını düşünüp bulaşmayacaktım. Masa başında imkanı yok çalışamazdım, sekiz saat oturabildiğimi düşünemiyorum, mümkün değil.
Tiyatroyla ne kadar ilgilenmeyi düşünüyorsunuz ve gelecekte bir hedefiniz var mı?
Gelecekte hedefim oyunları oynanan bir yazar olmak, talep edilen bir oyuncu ve yönetmen olmak ama bunun tohumlarını attım. Son 7-8 yıldır bunun için çok büyük çaba harcadım. Çok fazla çalışıyorum bu iş için ve bunun meyvelerini almaya başladım. Ölene kadar ilgilenmek isterim, hatta sahnede ölsek ne güzel. Hedefim kendi tiyatromu kurmak ama bu ülkede bunu yapabileceğimi düşünmüyorum. Kendi tiyatromu kurup rahat rahat eserler sergileyebileceğimi düşünmüyorum çünkü maddi destek sağlamıyoruz devlet olarak, özel tiyatroları kapatıyoruz, muhalif sesleri susturuyoruz. Kendi himayemiz altında olan şey bizim için iyi ama başka çatlak bir ses çıktığı zaman onu örtmeyi tercih ediyoruz. Kendi tiyatromu kurabilir miyim, çok zor.
Dipnot: 'Oyuncu zaten malzemesi kendisi olan bir sanatçıdır!' cümlesini çok ama çok sevdim. Yaz bir köşeye lazım olacak dedim kendi kendime ve yazıyorum :)
0 notes
Photo
0 notes