Hayvanlar kullanımımız için bulunan kaynaklar ya da mallar değildir. Hayvanlar hissedebilir varlıklardır. Her yıl, zorunda olmadığımız halde 65 milyar kara hayvanının ve daha da fazla deniz hayvanının ölümüne yol açıyoruz. Bunu değiştirebiliriz. Vegan...
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Sokakta Yaşayan Hayvanlarla İlgili Teklif Edilen Kanun Değişikliği Üzerine
Geçmişte birçok defa olduğu üzere mevcut koruma yasalarının hayvanların aleyhine olacak şekilde değiştirilerek başta köpekler olmak üzere sokaklarda yaşayan evcilleştirilmiş hayvanların barınaklara kapatılması ve öldürülmesi konusu bir kez daha gündeme getirildi. Bu defa bu gündemi özenle inşa eden ve çeşitli örgütlenmelerde vücut bulan bir siyasi iradenin de mevcut olması toplumun geniş bir kesiminde yakın gelecekte yaşanabileceklere ilişkin kaygı uyandırıyor.
İnsan türünün mensupları olarak sokaklarda yaşayan köpeklere ve diğer evcilleştirilmiş hayvanlara yönelik, tam da bu evcilleştirmeden kaynaklanan bazı sorumluluklarımız var. Onların bakımlarını üstlenmekle, güvenliklerini sağlamakla sorumlu olduğumuz gibi, dünyaya daha fazla evcilleştirilmiş hayvan getirilmesini engelleyecek şekilde kısırlaştırma faaliyetlerini gerçekleştirmek ve desteklemek, üretim ve satım gibi işlemlerini ise ne amaçla yapılıyor olurlarsa olsunlar kategorik olarak reddetmek ve durdurmakla sorumluyuz.
Bu sorumluluklar uzun bir zamandır mevcut Hayvanları Koruma Yasasında belediyeler için de tanımlanmış durumda. Bu aynı zamanda devletin toplumla yapmış olduğu bir sözleşme. Ancak bu sözleşmeye hem belediyeler tarafından uzun yıllardır uyulmuyor ve gerekli kısırlaştırma çalışmaları gerçekleştirilmiyor, hem de sözleşmenin tek taraflı olarak ortadan kaldırılması gündeme getiriliyor.
Kısırlaştır-yerine bırak uygulamasının yerine önerilen hayvanların barınaklara kapatılması ve yöntemi ne olursa ve adı nasıl konulursa konulsun “verilen süre içerisinde sahiplenen olmazsa öldürme” gibi yöntemlerse hiçbir şekilde kabul edilemez öneriler. Bu öneriler, bir önceki yasada korunması gereken varlıklar olarak tanımlanmış sokaklarda yaşayan evcilleştirilmiş hayvanları gözden uzaklaştırılması ve yok edilmesi gereken varlıklar olarak tanımlıyor. Bir kez daha içinde bulunduğumuz çelişkilerle dolu toplumsal yapıda bazı hayvanların görece korunur durumda olan konumlarının toplumsal mutabakatlarla pamuk ipliğine bağlı konumlar olduğunu görüyoruz.
Bunun sebebi hayvanlara yönelik çelişkiler içeren tutumlarımız. Gündelik davranışlarımızla, hayvanların insan mülkü oldukları, insanların damak zevki ya da giyim alışkanlıkları gibi basit çıkarları karşısında milyarlarca hayvanın yaşam hakkının hiçe sayılabileceği mesajını veriyoruz. Bu durumda kediler ya da köpekler gibi bazı türlere atadığımız korumalar, bu türlere mensup hayvanların hak sahibi kişiler olarak görülmelerinden değil, toplumsal mutabakatlardan kaynaklanıyor. Hak temelli değil, koruma temelli olan bu mutabakatlar da şu anda görüyor olduğumuz gibi her an ortadan kalkma tehlikesi altında oluyor.
Hayvanların -sadece kedilerin ve köpeklerin değil, sistematik olarak tükettiğimiz hayvanlar da dahil tüm hissedebilir varlıkların- hak sahibi kişiler olduğunu bütünsel olarak tanımadığımız müddetçe bu durum devam edecek. Köpeklerin barınaklara kapatılmasını ve öldürülmesini talep eden şu anki sistematik propaganda savuşturulabilirse bile kısa zaman sonra başka şekillerde geri dönecek. Bu esnada toplumun bu korumayı lütfetmediği diğer hayvanlar sistematik olarak sömürülmeye ve öldürülmeye devam edecek. Kısacası, hayvanların insanların malı ve kaynağı olarak görüldüğü bir dünyada hiçbir hayvan güvende olamayacak.
Bu sebeple sokaklarda yaşayan hayvanlara yönelik mevcut sözleşmenin şartlarını yerine getirmeleri konusunda kurumlara sorumluluklarını hatırlatıyor ve önerilen uygulamaları kabul edilemez bulduğumuzu belirtiyorken, bu konuyu ciddiye alan ve önemseyen tüm bireyleri hayvan haklarını gerçekten benimsemeye ve tüm hayvanların haklarına saygı duyarak vegan olmaya davet ediyoruz.
0 notes
Text
Omelas Barışı mı İstiyoruz?
Gülce Özen Gürkan Ursula Le Guin'in distopya üzerine ütopya kurduğu şehri, Omelas'ı bilirsiniz. Hani herkesin barış içinde, mutluluk içinde yaşadığı. Bir kişi hariç… Karanlık ve pis bir odada işkence gören bir çocuk. Öyle ki, Omelas şehrinde barış ve mutluluğun korunması, bu çocuğun hayatı boyunca işkence görmesine bağlıdır. Le Guin, ahlaki sorgulamayı böyle bir kurguda Omelas şehrini terk edip etmemek üzerinden gerçekleştirdiği için, bu kurgunun neden sonuç ilişkisini açıklamaz.
Bizim yaşadığımız yer pek de Omelas değil. Hayatlarımız, savaş, deprem, pandemi, ekonomik çöküş, sistematik insan hakları ihlalleri gibi birçok sorunla iç içe. Yine de, hepimiz bunların olmadığı bir dünyayı, Omelas'ın daha iyisini arzuluyoruz. Bu noktada, Le Guin'in üzerinde durmadığı meseleyi sorgulamak gerekiyor: Bir kişinin sürekli şiddet ve hak ihlaline maruz bırakılması, bizi Omelas'a götürür mü? Ya da binlercesinin? Milyonlarcasının? Milyarlarcasının?
Şehir yaşamının kurulumu, Omelas'ın kurulumuyla benzerlik taşıyor. Genelde şehirdeki insan yaşam alanlarının dışında, başımızı çevirip bakma ya da bakmama ikilemine düşmeyeceğimiz bir yerlerde, saniyede binlerce hayvan dünyaya getiriliyor, bedenleri sömürülüyor ve kısa zaman içinde de katlediliyorlar. Bizim önümüze, yiyecek-giyecek olarak servis edilen, çoğunlukla tanınmayacak hâle gelmiş bedenleri ve beden çıktıları konuyor. Bir yandan da, hiçbir hayvanın insan zevklerine âlet edilmemesi gerektiği yaygın inancını taşıyoruz. Birbirimize bunu söylüyoruz. Bir yerlerde bir sokak hayvanının, ya da zaten insan kullanımı için üretilen bir hayvanın, "keyfî" olduğunda hemfikir olduğumuz bir şekilde zarar gördüğünü öğrendiğimizde, kıyametleri koparıyor, sorumluları ceza alsın diye kampanyalar başlatıyoruz. Damak ya da giyim keyfimiz için hayvanlara zarar vermemize karşı çıkıldığında ise, bunu bir "vegan aşırılığı" ya da bir "vegan duygusallığı" olarak nitelendiriyoruz. Doğru ve yanlışa dair kriterlerimizi, hakim ve yerleşik görüşle uyumlu olup olmama üzerinden belirliyoruz.
Buradan varabileceğimiz kurulumların en iyisi, biz sözde bir barışın peşindeyken, ya da sözde bir barışı deneyimlerken, öte yandan gerçek bir barış ortamının sağlanması ihtimalini tamamen ortadan kaldıran bir şiddet ortamının gözden uzak, varlığı bilinen, ama mümkün olduğunca dile getirilmeyen yerlerde sürdürülmesidir. Hayvan kullanmak suretiyle keyfî şiddete onay veren, keyfî haksızlığa onay veren insanların birbirlerine karşı barış ve adalet gösterileri yaptıkları, ancak temeldeki büyük ahlaki çarpıklık sebebiyle ilk zorlukta darmadağın olacak sahte bir barış toplumudur. Milyarlarca kat daha kötüsü olmakla birlikte, bir çeşit Omelas'tır. Omelas'ı terk etmemiz gerekiyor.
1 Eylül Dünya Barış Günü'nde, kendimize Omelas'ı değil, ölü ya da oyuncak ettiğimiz hayvan bedenleri üzerine kurulu sahte bir barış ortamını değil, hayvanlara karşı keyfî şiddet uygulamayı reddederek vegan olduğumuz, gerçek anlamda barışçıl bir toplumu lâyık görelim. Kendimiz için de, önemsediğimizi iddia ettiğimiz hayvanlar için de, böyle bir toplumu hedefleyelim. Bir dakika daha geciktirmeden, kolayca, keyifle, huzurla vegan olalım. Barış ve şiddetsizlik tabağımızda başlıyor.
0 notes
Text
Abolisyonist Yaklaşımın 5. İlkesine Dair Trans-Kapsayıcı Duruşumuzdur
Son birkaç hafta içinde, bu zamana kadar birçok konuda birlikte hareket ettiğimiz ve fikirlerini önemsediğimiz bazı veganlarla temel ve son derece önemli bir konuda ayrıştığımızı gördük. Gary L. Francione ve diğer bazı veganlar, apaçık transfobik bulduğumuz bir pozisyon benimsediler. Türkiye'nin vegan aktivist taban hareketi olarak, 10 yıldan uzun süredir, Gary L. Francione ve Anna Charlton tarafından geliştirilen Hayvan Haklarına Abolisyonist Yaklaşımın Altı İlkesini takip etmekteyiz. Yaklaşımın beşinci ilkesi, hayvan hakları aktivistlerinin neden ırkçılık, cinsiyetçilik, heteroseksizm, transfobi ve diğer tüm insan hakları meselelerine dair bir duruşu olması gerektiğinden bahsediyor. Bizim transfobiye karşı feminizmle yakın ilişki içindeki duruşumuz şu şekilde:
Abolisyonist yaklaşımın kuramcılarından Francione, transların yaşama, barınma ve iş bulma haklarını desteklediğini, ancak cinsiyet kimliklerini kabul etmeye mecbur bırakılmasının haksızlık olduğunu iddia ediyor. Oysa ki, "trans haklarını desteklemekle birlikte, trans bireylerin cinsiyet kimliğini kabul etmemek" şeklinde bir hak savunusu olamaz. Trans bireylerin karşılaştığı sorunların büyük bir kısmı zaten cinsiyet kimliklerinin reddedilmesinden kaynaklanmaktadır. Cinsiyet kimliğinin doğuştan gelen biyolojik donanımla ilgisi yoktur. Meseleyle ilgisinin olmamasına rağmen tartışmayı biyoloji vurgusu üzerine kurmak ayrımcılıktır. Üstelik, sürekli biyolojiye vurgu yapmak, yüzyıllardır süregelen ataerkinin sözde dayanaklarını yeniden ürettiği için natrans kadınlar için de problematiktir.
Francione'un trans dışlayıcı feministlerle ortak iddialarından biri de, trans haklarının natrans heteroseksüel kadınlar ve eşcinsellerin hak ve özgürlükleriyle çatışma içerdiği. Oysa ki, aralarında hem natrans heteroseksüel hem de lezbiyen ve biseksüel kadınların olduğu birçok trans kapsayıcı feminist, bu iddiayı reddediyor. Bu sözde çatışma, zaten yoğun biçimde transfobik olan toplumda ahlaki panik yaratarak sağ kanat gündemlerinin yayılması adına etkili bir araca dönüşmüş durumda. Trans bireyleri marjinalize eden her söylem, anında, önce eşcinsel kimliğini sonunda da natrans kadın kimliğini mümkün olduğunca baskılama ve bastırma üzerine kurulu muhafazakâr ajandanın bir parçası haline geliyor. Bizler Türkiye'de bu paterni, insan hakları meselelerinin birbiriyle ne kadar sıkı bağlar içerdiğinin net bir örneği olarak onyıllardır gözlemliyoruz.
Trans haklarının kadın haklarından ayrılabileceği ve kadın haklarıyla çatışmalı görülüp reddedilebileceği iddiası, iki hak mücadelesinin de yanlış anlaşılmasından başka bir şey değildir. Bu yanlış kurulumun altında yatan, trans kadınların aslında erkek olduğuna dair problemli varsayımdır. Bu yanlış önerme, mantıklı bir analiz olasılığını ortadan kaldırmaktadır. Trans kadınların natrans kadın hakları hareketine zarar vereceğine dair bağnaz kehanetlerin altında, trans kadınları erkek sayan bu peşin hükümlü önerme yatmaktadır. Önerme, daha önce bahsettiğimiz üzere, trans kadınların doğuştan gelen ve cinsiyetlendirilmelerinin bazı olası tıbbi gereksinimler dışında hiçbir işlevi olmayan organları referans alınarak öne sürülmektedir. Bu sebeple, Francione'u ve abolisyonist vegan olduğunu iddia eden tüm trans dışlayıcı feministleri, bu toplumsal bağlamlı tartışmayla hiçbir ilgisi olmayan "biyolojik erkek" ifadesini kullanmayı bırakmaya davet ediyoruz. Eşcinsellere bazı organlarının üreme fonksiyonunu referans alarak "biyolojik heteroseksüel" demek ne kadar gereksiz, tuhaf ve ayrımcıysa, trans kadınları "biyolojik erkek" olarak nitelendirmek de aynı sorunları içerir.
Francione'un biyolojiyi yorumlama biçimi üzerinden bir iddiası da, trans kadınların kadın olduğunun metafizik bir inanç olduğu. Hristiyanların inanma hakkına saygı duyup metafizik inançlarını kabul etmeyi reddetmekle, trans haklarına saygı duyup trans kimliğini reddetmeyi benzer görüyor. Aynı Francione, translara karşı eşcinsellerin haklarını savunduğunu iddia ediyor. Oysa trans kimliğini biyolojik donanım sebebiyle metafizik olarak nitelendirmekle, eşcinsel kimliğini biyolojik işlev üzerinden metafizik olarak nitelendirmek arasında hiçbir fark yok.
Biyolojik sınıflandırmanın yanlış yorumlanarak cinsiyet kimliği tartışmasına katılmasından doğan yanlış önermeler terk edildiğinde ve trans kadınlar sahip oldukları kimlikle görüldüğünde, çatışmalı olduğu düşünülen tüm meselelerin farklı bir bakış açısıyla görülebileceğini düşünüyoruz. Aslında tam da bu sebeple, trans haklarıyla ilişkilendirilen meseleler trans kimliğinin kabul edilmesinden ayrı düşünülemez; bunun yapılabileceğine dair bir varsayım, bireysel ve toplumsal anlamda zararlı görüşlere zemin teşkil eden safsatalara sebep olacaktır. Transfobik ideolojinin temel önermesini reddetmeden, niyetimiz ne kadar iyi olursa olsun, transfobinin pratikteki sonuçları ve bağlamlarına da karşı çıkmamız mümkün olmayacaktır. Trans bireylerin yaşamlarını tehlikeye atan, bu ideolojinin ta kendisidir. Trans haklarını desteklediğini iddia edip de bu ideolojiyi reddetmemek, kadınların yasada erkeklerle eşit olduğunu savunup aslında eşitlik için biyolojik anlamda yeterli olmadıklarına inanmakla benzer bir çelişki içerir. Niyetiniz hak savunusu olsa dahi, bu sizi çözümün değil problemin bir parçası kılar.
Şunu da vurgulamak istiyoruz: Kadın haklarını tek cinsiyetli alanlar üzerinden tanımlamak, tehlikeli bir muhafazakarlık biçimidir. Karma cinsiyetli alanlarda erkek saldırısını ve cinsel şiddeti normalleştirir; bu perspektifin çözüm önerisi cinsel şiddetin eğitim, yaptırım ve ceza yoluyla engellenmesi değil, kadın ve erkek alanlarının ayrılmasıdır. Örneğin, pembe otobüs, plajlarda cinsiyet ayrımı ve kadınla erkeğin ayrı okullarda eğitim görmesi gibi öneriler de benzer biçimde gerekçelendirilebilir. Buradan varılacak nokta, kadınları erkeklerden korumak adına kamusal alanın tamamen ayrılması; zoraki ortak alanlarda da kadın bedeninin örtü yoluyla erkek gözünden uzak tutulmasıdır. Biz bu tabloyu tarih kitaplarından ve komşu coğrafyalardan biliyor, böyle bir yaşama hapsedilmenin düşüncesiyle dahi tedirgin oluyoruz. Öyleyse, cinsel şiddetin çözümünü böyle bir düzene kaynaklık edecek fikirlerde arayamayız.
Şu konuya açıklık getirmekte fayda var: Erkek şiddeti, aynı alanı paylaşmaktan değil, ataerkiden kaynaklanır. Biyolojisi üzerinden kadın olarak tanımlanan kişilerin iradelerini ve rızalarını yok saymaktan, bedenlerini diğerlerinin amaçlarına tek taraflı araçlık edebilecek metalar olarak görmekten kaynaklanır. Bu perspektifin üzerine gidilmediği sürece, kadınların erkeklerden ayrı tutulmaları bir işe yaramayacaktır. Aksine, ulaşılamayan arzu nesneleri olarak, ulaşıldıkları anda daha fazla şiddete maruz kalmaları oldukça muhtemeldir. Kadına şiddet haberlerini en çok muhafazakâr toplumlardan almamız tesadüf değildir.
Tüm bunlarla birlikte, abolisyonist veganlar olarak, eğitim çalışmalarının sürekliliği üzerine kurduğumuz hareketimizde, herkesin hak mücadeleleri lehine dönüşebileceğine dair umudumuzu kaybetmiyoruz. Toplumsal dönüşümü sağlıklı bir biçimde gerçekleştirebilmek için, öncelikle kendimizi dönüştürmemiz gerektiğini her fırsatta birbirimize ve çevremize hatırlatıyoruz. Bu bağlamda, aramızdan herhangi birini transfobik, ırkçı, cinsiyetçi ya da kadın düşmanı bir görüş benimsediğine dair uyarmanın, birçok ayrımcılık biçiminin son derece yerleşik olduğu bir toplumda, bir hakaret değil, yerine getirilmesi şart olan bir sorumluluk olduğunu biliyoruz. Yıllardır vegan aktivizm yapmamıza rağmen hiçbirimizin henüz tam olarak kurtulamadığı türcülük, bu konudaki en net referansımız. Nasıl ki türcülükten kurtulmamıza daha nice öğrenmeler, öğretmeler, tartışmalar, gözlemler, deneyimler ve düşünce süreçleri var; aynı şey ayrımcılığın diğer biçimleri için de geçerli. Bunun farkında olmak, ayrımcılıklardan kurtulmanın zeminini hazırlamaya dair tek çıkış noktamız ve tek umudumuz. Ayrımcı olmadığımızı iddia ederek bu zemine zarar verme hakkımız da lüksümüz de yok. Birileri bizi ayrımcı görüşlerimize dair uyarma sorumluluğunu yerine getirirken, kendi üzüntü ve hayal kırıklıklığımızı tartışmanın merkezine koymak, ayrımcılığa ve şiddete uğrayanlara hiçbir fayda sağlamaz. Bu uyarıları kişisel almayıp bir öğrenme fırsatına dönüştürmek hepimizin yükümlülüğü. Bu sebeple, bize yönelttiği tüm serzenişlere rağmen, sorumluluğumuzu yerine getirip, Francione ve abolisyonist olduğunu iddia eden trans dışlayıcı veganlara, görüşlerinin son derece transfobik ve insanların yaşamlarına kastedecek kadar da tehlikeli olduğunu belirttik. Bizimle aynı fikirde olan tüm veganları da aynı tavrı almaya, gereken uyarıları yeri geldiğince, zaman ve moral gibi kaynakları elverdiğince yapmaya davet ediyoruz.
Francione'un transfobik görüşlerine rağmen Francione'la anılan Abolisyonist Yaklaşımı savunmaya ve yaymaya devam etmemiz size ilk bakışta çelişkili görünmüş olabilir. Bu noktada şunu hesaba katmanızı isteriz: Transfobik görüşlerini kamusal alanda sadece birkaç ay önce dile getiren, üstelik 2019'da trans dışlayıcı feministlere karşı çıktığı görüşlerini oldukça detaylı, net ve sert bir biçimde dile getirmiş olan Francione'un konu hakkında birkaç yılda bir değişen görüşleri, 10 yıldan uzun zamandır Abolisyonist Yaklaşımı çalışan, üstelik bu yaklaşımı Türkiye'de başarılı bir şekilde pratiğe dökmüş olan Abolisyonist Vegan Hareket'i bağlamaz. Aksine, kurama son derece hakim olduğumuz için, kuramın insan haklarını gözetmeyi şart koşan 5. ilkesinin bizzat Francione tarafından ihlâl edildiğini görebiliyoruz. Francione'un kendi kitaplarında 6 ilkenin 6'sını da şart koştuğu, bizim de bu kitaplar ve yazıları yıllardır çalışıp benimsediğimiz düşünüldüğünde, Francione, sizlere yıllardır anlattığımız Abolisyonist Yaklaşımın gerektirdiği anlamda abolisyonist değildir. O yüzden, Abolisyonist Yaklaşımı anlatmaya ve tartışmaya devam edecek, ancak bundan sonra Francione'la hiçbir şekilde birlikte hareket etmeyeceğiz. Kurama dair kendisine referans vermemiz gerektiğinde, transfobik görüşlerine yönlendirmemek adına gereken tüm uyarıları yapacağız. Abolisyonist Yaklaşım bir taban hareketi önerisi üzerine kuruludur ve kuramcısı da dâhil olmak üzere herkes için gerekli olduğunu düşündüğümüz pozisyonu almazsak, hayvan hareketine zarar veren hiyerarşik dernek örgütlenmesinden bir farkımız kalmaz.
Sizleri, dünya üzerindeki türcü önermeler üzerine kurulmamış tek yaklaşım olmaya devam eden Abolisyonist Yaklaşımı bizlerden dinlemeye, bu bağlamda da, vegan değilseniz vegan olmaya, vegansanız bu kuramı öğrenmeye, bilinçli birer vegan aktivist olarak harekete ayırdığınız zaman ve çabayı en verimli şekilde kullanmaya davet ediyoruz. Şu an dünya üzerindeki en dinamik abolisyonist hareket olarak, bilgi, gözlem ve deneyimlerimizi atölyelerde, pikniklerde ve stantlarda sizlerle paylaşmaya can atıyoruz. Dünya üzerindeki en yaygın ve yerleşik ayrımcılığa karşı yürüttüğümüz ve hareketimizin merkezine koyduğumuz hayvan hakları mücadelesi de dâhil olmak üzere tüm hak mücadelelerimizi, dinamik taban hareketimiz yoluyla, dönüşe dönüşe, büyüye büyüye kazanacağız.
Abolisyonist Vegan Hareket
0 notes
Text
Vegan Afet Dayanışması / Vegan Disaster Solidarity
***scroll down for English***
Sevgili Vegan Dostlar,
6 Şubat’ta dünya başımıza yıkıldı. Bazılarımız o dünyanın altında yaşamını kaybetti, bazılarımız da yıkılanların içinde hayatta kalmaya çalışıp, kendisine yeni bir dünya kurmaya hazırlanıyor. Deprem bölgesinde olmayanlarımız, depremin haberini aldığı anda elinde, evinde işe yarayacağını düşündüğü ne varsa deprem bölgesine yollamak için harekete geçti. Deprem bölgesinde hayatta kalanlarımız, tüm değerleriyle birlikte yaşamına sahip çıkmak için çabalıyor. Bazıları yokluktan ya da organizasyon eksikliğinden hayvan kullanımına mecbur kalıyor, bazıları çevresindeki vegan olmayan depremzede ve gönüllüler tarafından, bilinçli ya da bilinçsiz olarak dışlanıp, hayvanlara yönelik ahlaki değerlerini bir kenara bırakmaya zorlanıyor. Ötesinde, metabolizmaları bitkisel beslenmeye alışkın bu kişiler, hayvansal beslenmeye mecbur bırakıldıklarında, vücutları kusma ve karın ağrısı gibi tepkiler veriyor. Tüm bunlar, yaşadıkları sorunların üzerine yeni sorunlar ekliyor, hayatları daha da zorlaşıyor.
Deprem sonrası vegan gıda, giyim ve hijyen ürünü talep eden ya da olası talepler için harekete geçen veganlara yönelik, bizzat veganlar tarafından (şok sebebiyle olsa gerek), şu an veganlığı düşünmenin sırası olmadığına yönelik sosyal medya paylaşımları yapıldığını gördük. Adında vegan geçen, dolayısıyla da varoluşunu veganlık üzerine temellendirdiği varsayılan dernek ve örgütlerin, vegan depremzedelere ve gönüllülere yönelik hiçbir merkezi dayanışma çalışmasını duyamadık. O yüzden de, Türkiye’nin her yerinden veganlar olarak, hiçbir dernek ya da kuruma bel bağlamadan, kendi imkânlarımızla yürüttüğümüz bir vegan afet dayanışması kurmaya karar verdik.
6 Şubatta yaşadıklarımız, Türkiye’de yaşanan ne ilk ne de son afet. Her seferinde veganlar olarak iki mağduriyet birden yaşamamak adına, bir kriz anı yatay örgütlenmesi olarak, Vegan Afet Dayanışmasını kurduk. Bize katılan her veganla güçlenir, katılan her veganı olası bir afete karşı güçlendirmiş oluruz.
Her Çarşamba akşamı saat 21.00’de Online Vegan Dayanışma Forumu yapıyoruz. @veganpiknik instagram hesabından duyuruyoruz; bu hesaba özel mesaj atarak forumlara katılabilir ve/veya dayanışmanın bir parçası olabilirsiniz. Şu an sadece İstanbul’da olmak üzere, Cumartesi günleri saat 15.00’te yüz yüze vegan forumlar düzenliyoruz. Bu forumların duyurusunu yine @veganpiknik hesabından yapıyoruz. Diğer şehirlerde düzenleyeceğiniz vegan dayanışma forumlarına elimizden gelen tüm desteği vermeye hazırız.
Dayanışma sadece ve sadece veganlardan veganlaradır. Vegan-navegan gözetmeksizin tüm afetzedelere destek olabilmeyi elbette isteriz, ki bunu zaten bireysel olarak çeşitli kanallar üzerinden hepimiz yapıyoruz, ama bizi hızlı ve dinamik kılan yatay örgütlenme aynı zamanda imkânlarımızı da sınırladığı için, bu imkânları, vegan afetzedeleri ikinci bir mağduriyetten korumak için kullanmak durumundayız. Afette etkin bir biçimde dayanışmaya dair en önemli koşullardan birinin, sınırlılıkların ve imkânların farkında olmak olduğunu, aksi hâlde, yaşatacağımız hayal kırıklıkları sebebiyle destekten çok zarar vereceğimizi artık hepimiz biliyoruz. O yüzden, hedeflerimizi gerçekçi tutup bu özel dayanışma ağına dair önceliklerimizin farkında olmayı çok önemsiyoruz.
6 Şubat depremine dair üç önceliğimiz var:
1. Deprem bölgesindeki vegan depremzede ve gönüllüler
2. Deprem bölgesinden çıkıp başka şehirlerde hayat kurmaya çalışan veganlar
3. Vegan ve navegan depremzede akraba ve yakınlarını evlerinde ağırlayan veganlar
Bu kişilerden biriyseniz ve bize @veganpiknik hesabından ulaşırsanız, sizinle dayanışmak için elimizden geleni yapacağımıza emin olabilirsiniz.
Depremzede hayvanlar için hâlihazırda birçok çalışma yapılıyor. Bu çalışmalar kedi ve köpekler için tedavi, gıda ve su sağlamak iken, inek, koyun ve tavuklar için anında kesim ya da deprem öncesindeki hayvan kullanımına devam edilebilecek koşulları sağlama şeklinde oluyor. Bunları yapan birey ya da oluşumların bizim yaptığımız çalışmayı yaptığına ya da merkeze aldığına dair henüz bir duyumumuz yok; o yüzden, bizim dayanışmamızın merkezinde, afetzede inek, koyun ve tavukların da kedi ve köpeklerle aynı muameleyi göreceği bir dünyanın inşasında kilit rol oynayan veganlar olacak.
Bu günleri omuz omuza atlatabilmek dileğiyle.
*****************
Dear Vegan Friends,
On February 6, the world collapsed on us. Some of us lost their lives beneath that world, and some of us are trying to survive in that destroyed world and are preparing to establish a new world for themselves. The ones who were not in the earthquake zone upon hearing the news of the earthquake, took action to send whatever they thought would be useful at home to the earthquake zone. The ones who are survivors in the earthquake zone are struggling to protect their lives, including their moral values. Some are forced to use animals due to a lack of non-animal products or lack of organization, some are consciously or unconsciously excluded by the non-vegan victims of the earthquake and volunteers around them, and are forced to put aside their moral values towards animals. On top of that, these people whose metabolisms are accustomed to plant-based nutrition, upon being forced to eat animal products, their bodies react like vomiting and stomachache. All of this adds new problems to the problems they experience, making their lives even more difficult.
We have seen social media posts by vegans themselves (presumably due to shock) that now is not the time to think about veganism, for vegans who demand vegan food, clothing and hygiene products or take action for possible demands after the earthquake. We have not heard of any central solidarity work for vegan earthquake victims and volunteers of associations and organizations that have the word “vegan” in their names and therefore presumed to base their existence on veganism. That's why, as vegans from all over Turkey, we decided to establish this vegan disaster solidarity, which we carry out with our own means, without relying on any association or institution.
What we experienced since February 6 is neither the first nor the last disaster in Turkey. We established Vegan Disaster Solidarity as a grassroots organization at times of crisis, in order not to experience two grievances at once as vegans. We become stronger with every vegan who joins us, and we strengthen every vegan who joins in the face of a possible disaster.
We hold an Online Vegan Solidarity Forum every Wednesday evening at 21.00. We announce this from @veganpiknik Instagram account; you can join the forums and/or be a part of the solidarity by sending a private message to this account. We are currently holding face-to-face vegan forums at 15.00 on Saturdays, only in Istanbul. We are making the announcement of these forums from the @veganpiknik account. We are ready to give all our support to the vegan solidarity forums you will organize in other cities.
This solidarity is only from vegans to vegans. Of course, we want to be able to support all disaster victims regardless of being vegan or non-vegan, which is what we all do individually through various channels, but since the grassroots organization that makes us fast and dynamic also limits our resources, we have to use these resources to protect vegan victims from secondary victimization. We all know that one of the most important conditions for effective solidarity in disasters is to be aware of the limitations and possibilities, otherwise, we will do more harm than support due to the disappointments we will experience. Therefore, we attach great importance to keeping our goals realistic and being aware of our priorities regarding this special solidarity network.
We have three priorities regarding the February 6 earthquake:
1. Vegan survivors and volunteers in the earthquake area
2. Vegans trying to get out of the earthquake zone and start a life in other cities
3. The vegans hosting vegan and non-vegan earthquake victims in their homes
If you are one of these people and you reach us at @veganpiknik, you can be sure that we will do our best to support you.
Many efforts are currently being carried out for the animals affected by the earthquake. While these works are to provide treatment, food and water for cats and dogs, it is immediate slaughter for cows, sheep and chickens or providing conditions for continued use of these animals in the same conditions as before the earthquake. We haven’t heard yet that the individuals or organizations that do these are doing or centering any similar work to ours; therefore, at the center of our solidarity will be vegans who play a key role in building a world where cows, sheep and chickens will be treated the same as cats and dogs.
We all wish to get through these days shoulder to shoulder.
7 notes
·
View notes
Text
Veganuary'i Neden Desteklemiyoruz?
Ceren Kaya
Ocak ayı yaklaşıyor. Veganlığı bir aylığına denemenizi öneren kampanyaları göreceksiniz. Hayvanlara haklarını teslim etmenin karşılığı vegan olmanızken, buna “deneme sürümü” gibi yaklaşılması doğru mudur?
İnsan haklarını savunmak için ırkçılığı bir aylığına bırakmayı denemeyi önerir miydiniz? Elbette hayır. Neden? Çünkü adalet meselelerini ciddiye alırız. Yılın belli bir zamanı gereğini yapmayı denemeyi değil, tüm yaşantımız boyunca buna bağlı kalmayı savunuruz.
Veganlık bazılarının yalnızca bir süreliğine denemenizi önermelerine sebep olacak kadar ürkütücü bir yaşam biçimi değildir. Birkaç saatlik bir araştırma sonrası hayatınızda gerekli değişimleri yapabileceğiniz kadar kolay, pratik ve keyiflidir.
Türcü olmayın, hemen şimdi vegan olun ve vegan kalın.
Nasıl vegan olacağınızla ilgili bilgiler için:
www.veganoluyorum.com
4 notes
·
View notes
Text
Hayvan Hakları ve Veganlık Günleri 2022 Başlıyor
1 Kasım 2011’de, Türkiye’deki 20 civarı veganın katılımı ya da desteğiyle, Türkiye’nin ilk Dünya Vegan Günü etkinliği İstanbul’da gerçekleşti. Bu veganlar, Türkiye’deki vegan n��fusunun tamamına yakındı. Medyada seslerini duyurmaya çalışıyor, yürüttükleri bloglar ve sosyal medya platformlarında insanlara vegan tarifler veriyor, evde nasıl kolayca vegan süt, vegan peynir ya da vegan et ikâmeleri yapacaklarını anlatıyorlardı; bu tariflerde bahsettikleri alışılmadık içerikler birçok kulağa yabancı geliyordu. Gittikleri restoranlarda vegan yiyeceği tarif etmek için yaşadıkları zorluklardan ve kendilerince ürettikleri çözümlerden bahsediyorlardı.
11 yıl sonra bugün, Türkiye’de onbinlerce vegandan; kolayca tedarik edilebilen onlarca çeşit vegan süt, peynir ve vegan et bazlı yiyecekten, çeşit çeşit bakım ve hijyen ürününden bahsedebiliyoruz. “Soya kıyması”, “nohut unu”, “besin mayası” gibi içerikler kolayca temin edilebilir ve hayatımızı kolaylaştırır hâle geleli uzun zaman oluyor. Özellikle de pandemide mecburi hâle gelen online alışverişler, bu tür içerikleri her yerde yaşayan insanlar için daha da ulaşılabilir hâle getirdi. Veganlığı duymayan kalmadı; neredeyse her gün ana akım medyada veganlıkla ilgili olumlayıcı ya da şüpheyle bakan yazı ve programlara rastlıyoruz. Sosyal medya ise, veganların orijinal fikirlerle veganlık anlattıkları sayfalarla dolup taşıyor. En önemlisi de, artık vegan hareketin kuramsal bir altyapısı var ve veganlığın hayvan haklarıyla doğrudan bağlantısı gittikçe daha fazla kabul görüyor.
Toplumdaki türcülüğün hayvanların üzerine kâbus gibi çöktüğü binlerce yıldan sonra, sadece 11 yıl içinde bu kadar olumlu gelişmenin yaşanması, bizleri bu Kasım’daki vegan ayı etkinliklerimizi bir temaya odaklamaya teşvik etti. Temamız; değişim. Bu temayı merkeze aldığımızda, aklımıza hayvan hakları hareketi, veganlık ve toplum ilişkisine dair farklı meseleler de geldi.
Dünya değişiyor.
Özellikle de son dönemlerde toplum üzerindeki etkisini sert bir şekilde hissettiğimiz pandemi, ekonomik kriz, savaş, göç, ve bunlarla bağlantılı olarak da ele alınabilecek muhafazakârlaşma, elbette hayvan hareketini de etkiledi. Pandemi, aktivizm biçimlerimize sosyal mesafe engeli koydu; ekonomik kriz vegan alışverişlerimizi etkiledi; savaşlar insanların hayvan meselesine bakışını olumlu ve olumsuz yönde etkiledi; göçle gelen kültürel etkileşimler hayvan meselesini daha geniş çapta düşünmeye teşvik etti; muhafazakârlaşma ise, hayatını olduğu şekilde korumaya çalışan insanları, veganlığı yaşamlarını değiştirmeye zorlayan bir komplo teorisi olarak gösteren kara propagandaya ikna olmaya daha açık hâle getirdi. Aynı muhafazakârlaşma, insan hakları hareketlerini de olumsuz etkiledi ve vegan aktivistlerin insan ve hayvan hakları arasındaki bağlantılar üzerine farklı düşünceler geliştirmesine, bu düşünceler doğrultusunda eylemliliğin de farklılaşmasına yol açtı.
İnsanlar değişiyor.
Veganlık, insanların yaşamlarında önemli değişikliklere vesile oluyor. Öncelikle, hayvanlarla olan ilişkimizi doğru bir platforma taşıyarak, hayvan meselesini daha gerçekçi bir biçimde düşünebilmeye yönlendiriyor. İkincisi, bir başkası için hayatımızda düşünsel ve pratik değişimlere gidebildiğimizi, bu güce sahip olduğumuzu fark ettiriyor. Bu da, gerek hayvan gerekse insan hakları meselelerinde daha aktif bir rol oynamamızın önünü açıyor. ��çüncüsü, veganlık sayesinde hayatımızı yeni lezzetlere ve yeni yaşam pratiklerine açmak, yaşam kalitemizi önemli oranda artırıyor. Ve dördüncüsü, diğer veganlarla yaptığımız bilgi alışverişi sayesinde, sosyal yaşamımız daha zengin ve keyifli bir hâle geliyor.
Aktivizm değişiyor.
Bir zamanlar Türkiye’de hayvan hakları aktivizmi dendiğinde, insanların akıllarına sokak hayvanları için yapılan mama kampanyaları, ya da kürk ve fayton benzeri tek bir hayvan kullanımına odaklanan eylemler dışında bir şey gelmezdi. Sokağa çıkıp insanlara veganlık anlatmak, vegan yemek tarifleri paylaşmak, veganların pikniklerde bir araya gelmesi gibi etkinliklerin “pasifizm” olarak etiketlendiği bir dönem dahi oldu. Ancak vegan sayısı arttıkça, hareketin kuramsal altyapısı güçlendikçe ve tüm hayvanların eşit değerde olduğu bilgisi yerleştikçe, vegan stant, sosyal medyada yaratıcı yollarla veganlık anlatımı ve vegan buluşmaların ne kadar etkili aktivizm yöntemleri olduğu daha fazla netleşti; bu çalışmalara katılan vegan sayısı arttı ve Türkiye’de veganlık temelli bir taban hareketi kendisini göstermeye başladı.
Kasım ayı boyunca, bu meseleler üzerine yoğunlaştığımız sunumlar, atölyeler, forumlar ve sosyal medya etkinlikleri gerçekleştirmeyi planlıyoruz. Gelin, hayvan hakları ve veganlığı değişim teması merkezinde birlikte masaya yatıralım.
[Program detayları sosyal medya hesaplarımız üzerinden duyurulacak ve eklenecektir]
2 notes
·
View notes
Text
Hayvan Sömürüsüne İlişkin Montreal Deklarasyonunu Neden İmzalamadım
Gary L. Francione
Birçok kez Hayvan Sömürüsüne İlişkin Montreal Deklarasyonu’nu imzalamam için davet edildim. Deklarasyonu hazırlayanların imzacı olmamı istemelerini değerli buluyorum fakat açıklayacağım sebeplerden dolayı, imzacı olmam mümkün değil.
Öncelikle, Deklarasyon Tüm Hayvan Kullanımlarını Reddetmiyor.
Deklarasyon tarafından öngörülen sonuç — nihai amaç — nedir?
Deklarasyon "hayvan sömürüsünü sonlandırmayı" amaçladığını gösteriyor. Ama bu ne anlama geliyor? Hemen hemen bütün hayvan dernekleri "hayvan sömürüsünü" kınıyor. Ama bu derneklerin yine hemen hemen tamamı bir yandan da sözde yüksek-refah içeren hayvan kullanımlarını destekliyor. Fabrika çiftliklerindeki uygulamaları "sömürü" olarak nitelendirirken sözde daha "insani" çiftlik uygulamalarını destekleyebiliyorlar. "Sömürüyü" reddediyorlar fakat bu sözde "mutlu" hayvansal ürünleri üreten veya kullanan şirketleri ödüllendiriyor veya onlara övgüler düzüyorlar. Bazı grupların kendi yüksek-refah etiketleri bile var. Aynı şey Deklarasyonun imzacıları için de geçerli. "Sömürüye" karşılar ama birçoğu hala çeşitli biçimlerdeki hayvan kullanımlarına teşvik ediyor. Daha fazlasını belirtmeden yalnızca "hayvan sömürüsüne" karşı olduğunu söylemek anlamsızdır ve kişinin doğru veya adil bulmadığı bazı uygulamalara karşı olduğunun ötesinde bir anlama gelmeyebilir — neredeyse her zaman da böyle olur. Tam olarak işte bu sebepten, benim görüşüm, su geçirmez biçimde hayvan kullanımlarının sonunu getirmeyi amaçlamamız gerektiğidir. Tüm hayvan kullanımlarının sömürü olduğu konusunda net olmalıyız. Deklarasyon bunu yapmıyor — ve yapamaz da — çünkü imzacılarının çoğu, tüm hayvan kullanımlarının sömürü olduğu fikrini açıkça ve birçok farklı şekilde reddediyor. Bu sebeple, Deklarasyonu imzalayamam.
İkinci Olarak, Deklarasyon Veganlığı Ahlaki Bir Yükümlülük Olarak Tanıtmıyor
1990'lardan beri, yapıtımda odaklandığım ana noktalardan birisi, hayvan hakları hareketinin yöntemlerle sonuçları birbirinden ayırdığı ve hayvan kullanımını sonlandırmayacak yöntemlere başvurduğu için başarısızlığa uğraması. Hayvan refahı reformları ve tek konulu kampanyalar gibi yöntemlerin yalnızca hayvan kullanımını ortadan kaldıracak sonuca götürmekte işlevsiz olduğunu değil, aynı zamanda amacın kendisine ters düşen bir etkisi olduğunu, çünkü insanların hayvan kullanımına devam ederken daha rahat hissetmelerine ve böylelikle yaptıkları şeyi sürdürmelerine sebebiyet verdiğini iddia ediyorum. Bugüne kadar savunmuş olduğum ve hala sürdürdüğüm görüşe göre, veganlık — hayvanları yiyecek, giyecek, kozmetik, deney, eğlence vb. sebeplerle kullanmamak — hayvan kullanımının ortadan kalkması sonucuna götürecek, gerekli ve pazarlık edilemez bir yöntemdir. Yukarıda gördüğümüz gibi, Deklarasyon tüm hayvan kullanımlarını sonlandırmayı amaçlamıyor. Dolayısıyla, veganlığı hayvan kullanımını ortadan kaldırmak için bir yöntem olarak sunmaması elbette şaşırtıcı değil. Deklarasyon, bahsettiğim sonuca ulaştıracak ahlaki bir yükümlülük olarak hemen şimdi veganlığı benimsememizi önermiyor. İşin aslı, bireysel yükümlülüklerle ilgili özel olarak hiçbir şey söylemiyor.
Sanıyorum ki buradaki problem imzacıların birçoğunun vegan olmaması. Dahası, bazıları bilfiil azaltmacılık veya sözümona yüksek-refah standartlarıyla üretilen hayvansal ürünler gibi veganlık dışı stratejiler öneriyorlar; bazılarıysa tutarlı veganlığı oldukça eleştiriyorlar. Deklarasyon, gerçekten de birçok imzacıyı oldukça rahatsız edici bir konuma sürüklemeden veganlığı ahlaki bir yükümlülük olarak öneremezdi. Yapmamız gerekene ilişkin, Deklarasyon ne öneriyor? Hedeflediği mesaj ne? Deklarasyon "bitki temelli gıda sistemleri" oluşturmamız gerektiğini iddia ediyor. Peki ama bu ne anlama geliyor? Hayvanları yememizin onları sömürme biçimlerimizden yalnızca bir tanesi olduğu gerçeğini bir kenara bırakırsak, bireyler böyle bir değişimi talep etmeden gıda sistemi değişemez ve hayvanları yemeye, kullanmaya veya başka biçimlerde hayvan kullanımlarının parçası olmaya devam eden insanların kendilerinin benimsemeyi reddettikleri bir değişimi talep etmeleri olası değil. Deklarasyon mezbahaların kapatılmasını savunmayı öneriyor. Fakat bu talep, imzacılarının hemen şimdi ve burada bütün hayvan kullanımlarını reddettiği bir bağlamda olmadığı sürece, saçmadır. Mezbahalar insanlar hayvansal ürünleri talep ettiği için var. Problem mezbahalar değil; problem hayvansal ürün talebi. Eğer bugün on mezbaha kapatılsa ama talep devam etse, on tane daha açılır veya hâlihazırda var olan on mezbaha üretim kapasitesini artırır. Yani, günün sonunda, böyle bir değişimin “yakın zaman içinde” gerçekleşmeyeceğini açıkça belirten Deklarasyonun yaptığı şey, ileride ahlaken daha doğru bir noktaya gelmek üzere şimdilik veganlık dışı aşamalı önlemler talep etmek. Deklarasyon veganlığı ahlaki bir gereklilik olarak savunmadığı için, imzacısı olamam.
Üçüncüsü, Deklarasyon “Gerekli Durumlar” Hususunda Net Değil
Deklarasyon şöyle söylüyor:
"Gereksiz şiddet ve zarar içerdiği ölçüde, hayvan sömürüsünün haksız ve ahlakî açıdan savunulamaz olduğunu ilan ediyoruz.”
Deri giymekten, boğa güreşlerine ve rodeolara katılmaktan ya da çocuklara hayvanat bahçelerinde tutsak aslanları göstermekten kaçınmak elbette mümkündür. Çoğumuz şimdiden hayvansal gıdalara ihtiyaç duymadan sağlıklı bir şekilde yaşayabiliyoruz ve gelecekte vegan ekonominin gelişmesi bunu daha da kolaylaştıracaktır. Siyasî ve kurumsal açıdan bakıldığında, hayvanları emrimize amade basit kaynaklar olarak görmekten vazgeçmek mümkündür.
Onlarca yıldır ileri sürdüğüm üzere, hayvan haklarına dair bir duruş göstermesek bile — hayvanları “gereksiz” yere acıya maruz bırakmanın yanlış olduğunu fısıldayan — sağduyumuz, — uygulanabilir başka hiçbir seçeneğin olmadığı — gerçek bir mecburiyeti barındırmayan hayvan kullanımları çerçevesinde, onlara herhangi bir miktarda acı çektirmeyi ya da ölümlerine sebep olmayı reddetmemiz gerektiğini söyler. Problem şu ki, yeterince açık ve net bir zorunluluk unsuru tanımlanmadığında, gereklilik kriteri küçük bir elverişsizlik durumunda bile karşılanabilir. Mesela, bana sorarsanız hayvansal gıdalar tüketme mecburiyenin yalnızca hayali bir ıssız adada mahsur kalıp açlıktan ölmek üzere olan, hayali bir cankurtaran botunda sürüklenen veya makul bir biçimde mecburiyet barındırdığı söylenebilecek başka bir durum içindeki insanlar için geçerli olduğunu söylerdim. Ancak deklarasyonun imzacıları arasında yolculuk ederken, dışarıda yemek yerken veya veganlıktan rahatsızlık duyabilecek navegan dostlarla birlikteyken hayvansal ürünleri tüketmeyi aklamaya çalışanlar var. Gereklilik hususuna “elverişlilik” üzerinden yaklaşanların ileri sürdüğü şey “gelecekteki vegan ekonomik gelişmenin” hayvansal gıdalar olmadan yaşamayı ileride daha kolay kılacağı iddiası. Ama hayvansal ürünlerden kaçınmak bizim için şu anda gayet mümkün. Sebzeler, meyveler, baklagiller, tahıllar, tohumlar vs. hemen hemen her yerde ve neredeyse her zaman hayvansal gıdalardan daha ucuza ulaşılabilir. “Gelecekteki vegan ekonomik gelişme” bir havaalanında sıkışıp kaldığınızda biraz meyve veya bir paket cips ile et/süt/yumurta seçenekleri arasındakinden daha fazla seçeneğe sahip olacağınız anlamına geliyor olabilir, ama günümüzde havaalanındayken hayvansal gıdaları tercih etmenin “gerekli” olduğunu asla söyleyemem. Bu yalnızca, sınırlı seçeneklerden kaynaklı (ve bana sorarsanız oldukça küçük çaplı) bir elverişsizlik meselesidir. Dahası, imzacıların “gereksiz zarar ve şiddeti” kınadıklarını ama tümünün vegan olmadığını, yalnızca birkaçının veganlığı ahlaki bir yükümlülük olarak savunduğunu hesaba katınca, insan “gereksiz” derken neyi kastettiklerini merak ediyor. Deklarasyon “Gereksiz” derken neyi kastettiği hususunda açık olmadığı için, imzacısı olamam.
Dördüncüsü, Gereklilik Hususu Hiçbir Vakayı Tamamen Açıklayamaz: Hayvanların Mülk Statüsündeki Problem
Yapıtlarımda, hayvanlara dair geleneksel yaklaşımımızı gereklilik hususu üzerinden tartışmış olmama rağmen, — mecburiyet analizin bir parçasını oluştursa bile— gereklilik hususunun, hayvan kullanımına ilişkin etik teorinin yegâne temelini oluşturamayacağını açıklığa kavuşturmuş bulunuyorum. Bunun sebebi, genellikle/yaygın biçimde gerekli olarak kabul edilen herhangi bir şeyin, açıkça anlamsız olan hayvan kullanımlarını hedef gösteren bir kuralın dışında kalması. İşin aslı, — yiyecek, giyecek veya eğlence gibi— belirgin biçimde gereksiz olan hayvan kullanımlarını reddeden birçok kişi, en azından bilimsel amaçlar için birtakım hayvanların kullanılmasının ahlaken kabul edilebilir olduğunu çünkü böyle bir şeyin açıkça insanların başına gelecek muazzam bir sıkıntının önüne geçmek için “gerekli” olduğunu düşünüyor.
Deklarasyonda bu kaygıma hitap etmesi olası duran bir dil var. Deklarasyon “hayvanlara mal veya kaynak olarak davranılan uygulamaları kınadığını” iddia ediyor. İnsanlar için kalp damarları sağlayan, temel/pratik araştırmalar veya başka türlü sözde bilimsel amaçlar için kullanılan hayvanların hepsi kaynak veya maldır. Onları bu amaçlarla kullanabilmemizin tek sebebi kaynak veya mal olmalarıdır. Bu hayvanlar eşyadırlar. Bugün, ahlaki değerleri olduğunu iddia etmemize rağmen, hayvanların mülkiyet statüsünün onları nasıl mal veya eşya olma durumuna ittiğine dair 1990’lardan beri kapsamlı biçimde yazan birisi olarak, insan harici hayvanların eşya muamelesi görmemekten yana ahlaken önemli bir çıkarı olduğunun farkındaysak, bunun hayvan deneyleri problemini işaret ettiği görüşündeyim. Hayvanları deneylerde veya gelenekselleşmiş herhangi bir biçimde kullanmaya hakkımız yok çünkü tüm geleneksel hayvan kullanımları hayvanların eşya oluşuna dayanır. Peki, eğer Deklarasyon hayvanların eşya statüsünü kaldırmayı ve işin doğrusu, hissedebilen insan harici varlıkların eşya muamelesi görmeme ahlaki hakkına sahip olmasını hedefliyorsa, neden basitçe bunu söylemiyor?
Sanırım bunun cevabı, yukarıda bahsettiğim gibi, Deklarasyonun imzacısı olan birtakım kişilerin açıkça, en başta bu kullanımları mümkün kılan eşya statüsüyle ilişkili biçimde gelenekselleşmiş hayvan kullanımlarının tümünü ortadan kaldırmayı reddediyor olması. Hayvanlar mülk olarak kaldıkça, çıkarlarının eşit gözetilmesi mümkün olmayacak çünkü onların çıkarları mülkiyet sahiplerinin çıkarlarından daha hafif gelmek zorunda. Hayvan kullanımı geleneğine sahip olmak işte budur. Deklarasyon hayvanların eşya statüsünü ortadan kaldırmayı önermediği için, imzacısı olamam.
Beşincisi, Deklarasyon İnsan Harici Kişileri Tanımıyor
Deklarasyon, hissedebilirliğin acıya maruz kalmamaktan yana bir çıkara sahip olmak için yeterli olduğunu belirtiyor fakat hissedebilirliğin hayatta kalmaktan yana bir çıkara sahip olmak için yeterli olduğu görüşünü tanımıyor. Bu yüzden, Deklarasyon insan harici hissedebilir varlıkların birer kişi olduğunu onaylamıyor. Bunun nedeninin, imzacıların birkaçının açıkça hissedebilirliğin kişi olmak için yeterli olmadığını ve yalnızca hissedebilirliğe sahip olan bir hayvanı acısız şekilde öldürmenin o hayvana zarar vermeyeceğini çünkü hayvanların ebedi bir şimdiki zaman algısı içinde yaşadıklarını ve gelecekteki öz benlikleriyle ilişki kuramadıklarını savunması olduğundan şüpheleniyorum.
Yapıtlarımda (1,2) bu görüşü reddettim ve hissedebilirliğin hayatta kalmaktan yana bir çıkara sahip olmak için yeterli olduğu ve kasten hissedebilirlik sahibi bir hayvanı öldürmenin ya da hayvanların ölümleriyle sonuçlanacak gelenekselleşmiş hayvan kullanımlarının parçası olmanın ahlaken yanlış olduğu görüşünü savunmayı sürdürdüm. Eğer insan harici hissedebilen varlıklar ebedi bir şimdiki zaman algısı içinde sıkışmış olsa bile (ki sürekli kullandığımız insan harici varlıkların birçoğunun öyle olduğunu sanmıyorum), var oldukları her saniyenin bilincindeler ve bu kaçınılmaz olarak kendileri olarak var olmanın nasıl bir şey olduğuna dair bir farkındalığı da içeriyor. Hayvanlar ebedi bir şimdiki zaman algısı içinde yaşıyor olsalar bile, bir saniye sonraki bilinçleriyle kaçınılmaz olarak ilişkililer. Her saniye kendilerinin farkındalar. Her saniye bir “ben” var. Öznel farkındalık budur. Hissedebilirlik varoluşun sürekliliği için bir araçtır; hissedebilen ama insanlarınki gibi bir akla sahip olmayan bir varlığın varoluşunun devamlılığından yana bir çıkarı olmadığını söylemek, gözleri olan insanların görmekten yana çıkarları olmadığını söylemeye benziyor.
Deklarasyon, acı çekmemeye yönelik bir çıkarı değerlendirmek amacıyla bilişsel olarak daha çok veya daha az karmaşık olanlar arasında bir ayrım yapmanın yanlış olduğunu iddia ediyor. Katılıyorum. Ama aynı şekilde, hayatta kalmaya yönelik bir çıkarı değerlendirmek amacıyla da bilişsel olarak daha çok veya daha az karmaşık olanlar arasında bir ayrım yapmayı haklı gösteremeyiz. Ve imzacıların bazıları yapıtlarında bunu yapıyor. Her halükarda, Deklarasyon hissedebilirliği insan harici varlıkların kişi sayılmaları için yeterli bulmuyor ve imzacısı olamam.
****
Anladığım kadarıyla Deklarasyon, herhangi bir görüşü destekliyor gibi yorumlanabilmesi ve hem veganlar hem de vegan olmayanlar tarafından imzalanabilmesi için kasten ve aleni şekilde yüksek derecede bir muğlaklıkla yazılmış. Ama bana göre, çok sayıda insanın, her ne anlama gelmesini isterlerse o anlama gelecek ve hem veganlara hem de naveganlara uyabilecek bir şeyi imzalaması faydasız olmanın ötesinde, tam anlamıyla asıl amaca zarar veriyor. İhtiyaç duyulan şey, — acil olarak— tüm hayvan kullanımlarının sonlandırılması ve ahlaki bir yükümlülük olarak veganlık için net bir çağrı. Eğer hayvanların etik değerleri varsa, veganlık mantıklı tek cevap.
Deklarasyonun yayınlandığı zamanın, amacı internet sitesinde “artan farkındalık ve eğitimle, hayvanların her zaman hissedebilen varlıklar olarak algılandığı ve refahlarının daima en iyi şekilde gözetildiği bir dünya yaratabilmek” şeklinde ifade edilen Dünya Hayvanları Koruma Günü olduğunu da belirtmek istiyorum. Deklarasyon ne yazık ki, tıpkı Dünya Hayvanları Koruma Günü gibi, tüm hayvanların sırf insan çıkarları için kullanılmama temel hakkını gözetmeyen bir görüşü ifade ediyor. Deklarasyonu mevcut haliyle imzalayamam. Dayanışma ve bir hareket inşa etme ruhuyla, aşağıdaki kısa ve öz paragrafı Deklarasyona ilaveten son paragraf olarak eklemlerini öneriyorum.
Yukarıda bahsedilenlerin ışığında, imzacılar olarak hayvanların, yalnızca hissedebilirliklerine binaen, acı çekmemek ve hayatta kalmaktan yana hakikaten önemli çıkarları olan, ahlaken değerli kişiler olduğunu kabul ediyoruz. Hayvan sömürüsünün sonlanması gerektiğinde hemfikiriz ve bunun anlamı tüm hayvan kullanımlarını sonlandırmamız ve hayvanların yasal mülkiyet statüsünü kaldırmamız gerektiğidir. Son olarak, veganlığın günümüzde hem ahlaki bir yükümlülük olduğu hem de şimdiye kadar tanımlanmış olan hayvan sömürüsünün sonlandırılması için kritik olduğu görüşündeyiz.
Eğer bu paragraf eklenseydi, çok büyük bir şevkle imzacı olurdum. Gary L. Francione Board of Governors Professor of Law and Katzenbach Scholar of Law and Philosophy, Rutgers University Visiting Professor of Philosophy, University of Lincoln (UK) Honorary Professor of Philosophy, University of East Anglia (UK)
4 Ekim 2022 Türkçe çeviri: Eda Çivaş
Orijinal metin https://www.abolitionistapproach.com/why-i-did-not-sign-the-montreal-declaration-on-animal-exploitation/
Deklarasyon Türkçe Çeviri https://greea.ca/en/hayvan-istismarina-iliskin-montreal-deklarasyonu/
0 notes
Text
3. Vegan Yaşam Kampı Sürecinden Deneyim Aktarımları ve Kampa Yönelik Eleştiriler
9-10-11 Temmuz 2022 tarihlerinde Çanakkale’de düzenlenmesi planlanan 3. Türkiye Vegan Yaşam Kampı, takip eden kişilerin bildiği üzere, kamp yapılacak yerlerin son anlarda mühürlenmesinden kaynaklanan belli sorunlar yaşanması ve kampa katılacak birçok kişinin katılmaktan bu son dakika sorunları sebebiyle vazgeçmesi sonucunda, planlanandan daha az kişiyle gerçekleştirildi. Bu son dakika aksiliklerine dair alınan tutum, kampın organize edildiği süreç boyunca kamp organizasyonuna belli eleştiriler getirilmesine yol açtı.
22 Ağustos 2022 sabahı 3. Türkiye Vegan Yaşam Kampı Sonuç Metni isimli mail, kampa giden ya da çeşitli sebeplerle gitmeyen/gidemeyen ama kampa önceden kayıt yaptırmış herkesin mail kutusuna düştü. Metni dikkatlice okuduktan sonra, kampı organize eden kişilerin, kendilerine gelen eleştirilere cevap vermek bir tarafa, sorumluluğu üzerlerinden atarcasına, kampa katılma şartlarını yerine getirmiş olan ama “jandarma-polisle karşı karşıya gelme riskini alır mısınız” dendiğinde bu riski almak istemeyen, onlarla kendi tabirleriyle “dayanışmayan” bazı kişilere belli ithamlarda bulunduklarını üzülerek gördük. Üstelik, kampa katılmayan birçok farklı görüşten kişi olmasına rağmen, yazıda bazı katılımcıların “abolisyonist veganlar” diye kategorilendirilip ayrı tutulduğuna, bu katılımcılardan, maruz bırakıldıkları bir durumu dile getirdikleri için öz eleştiri beklendiğine şaşkınlıkla şahit olduk. Bizler de bahsi geçen metindeki kampa katılmayıp kendi başına kamp yapan birkaç vegan olarak (organizasyondan gördüğümüz muamelenin takip ettiğimiz hayvan hakları kuramıyla bir ilgisi yoktur) bu süreçle ilgili yaşadığımız kişisel deneyimlerimizi paylaşma ihtiyacı duyduk. 3. Türkiye Vegan Yaşam Kampına katılan birkaç arkadaş da deneyimlerini aktarmak istediğini söyleyince, onların deneyimleriyle kendimizinkileri bir araya getirerek, ne yaşandığını bir de katılımcıların gözünden aktarmak istedik.
İrem Zeyneloğlu:
3. Vegan yaşam kampının sonuç metnini okuyunca kampa katılmaktan son anda vazgeçenlerden ve farklı bir noktada başka bir kampa katılmayı tercih edenlerden biri olarak 3. Vegan Yaşam Kampı öncesindeki süreçle ilgili kendi deneyimimi paylaşma ihtiyacı hissettim.
Vegan kampa katılmak üzere 24 Haziran itibariyle bungalov ücretini ödeyerek kesin katılacağımı kamp ekibinden ilgili kişiye bildirdim ancak sonraki süreçte WhatsApp grubuna dahil edilmedim. Bu nedenle kampla ilgili bilgileri dolaylı olarak WhatsApp grubunda bulunan arkadaşlarımdan alabildim. Kamp yerinin mühürlendiği bilgisini ise sosyal medyadan edindim. İlgili kişiye mesaj attığımda bilginin doğru olduğu ancak organizasyon ekibinin başka bir alan ayarlayacağı söylendi. Ben nasılsa bungalovda kalacağım için çadır arayışına girmemiştim. Benim durumumda olup çadırı olmayanlar için nasıl bir ayarlama düşünüldüğü konusunda ancak arkadaşlarımdan dolaylı bir bilgi edinebildim. Bana gelen bilgiye göre yeni alanda taş binalar bulunmakla birlikte odalarda kalabalık şekilde kalmak zorundaydık ve alanda yalnızca iki duş-WC olması nedeniyle odalardaki duş ve tuvaletlerin herkesin kullanımına açık olması düşünülmekteydi. Bu koşullarda kalamayacağımı kamp yetkilisine mesajla bildirdiğimde ayrıntılı bilgi verebilecek başka bir kişinin telefon numarası iletildi. Bu kişiye çok zor ulaştım ve ortak duş-wc kullanımının 08:00-22:00 saatleriyle sınırlı olacağını öğrendim. Kampa katılıp farklı fikirleri tartışmayı ve vegan dostlar edinmeyi çok istediğim için bu şartları kabul ettim. Arkadaşlarım ulaşım kısmını ayarlamışlardı. Yola çıkmadan birkaç saat önce kamp ekibi tarafından arandım ve yeni alanın da mühürlendiği, fakat organizasyon ekibinin her şeyi göze alarak kampı mutlaka düzenleyeceği, jandarmayla sorun yaşanabileceği, koşullarla ilgili garanti vermenin mümkün olmadığı söylendi. 1 Mayıs’ın resmî tatil olmadığı dönemde, 90ların ortasında 1 Mayıs’a katılmış, yıllarca tutuklu yakını olarak cezaevine gidip gelmiş, sendikalı biri olarak bu bilgiler beni korkutmadı. Ancak kampın koşullarının hayvan hakları ve veganlık üzerine odaklanıp rahatça tartışabileceğimiz bir ortama müsaade edip etmeyeceğiyle ilgili şüpheye düştüm. Yaşananların etkisiyle tartışma odağının hayvan haklarından kayması/sunumların kesintiye uğraması ihtimali olduğunu düşündüm (nitekim kamp organizatörlerinin yolladığı sonuç metnini okuyunca benzer eleştirilerin geldiğini gördüm). Kamp organizatörlerinin yaşamış oldukları güçlükleri ve hayal kırıklığını anlıyorum, tüm emeklerine rağmen sürecin tıkanması gerçekten üzücü. Ancak kampa ilk kez katılacak biri olarak benim önceliğim veganlık ve hayvan haklarını rahatça konuşabileceğimiz, hayvan hakları tartışmasının başka sorunlar tarafından gölgelenmeyeceği/kesintiye uğramayacağı bir ortamda aktivizm yapmaktı. Bu nedenle turizm sektöründe çalışan ve işinde de son derece başarılı olduğu için yola çıkmadan sadece iki saat önce benim gibilere çözüm üretmeyi başaran arkadaşım ve ona yardımcı olan diğer dostlar sayesinde aradığım ortamı bulabileceğim bir kampa katılmayı tercih ettim.
Ayrıca kamp organizasyonuyla ilgili sorunlar başlamadan önce, henüz her şey yolunda giderken kamp organizasyon ekibinden birisi (sanırım mesleğim nedeniyle) Marx ve hayvan hakları konusunda sunum yapmak isteyip istemeyeceğimi sordu. Medium’da Vegan Abolisyon hesabından yayınladığım yazılarımda savunduğum görüşler kampı organize edenlerin fikirleriyle birebir örtüşmediği için önce biraz şaşırdım. Belki yazılarımdan haberdar değillerdir diyerek görüşlerimi tekrar özetledim. Telefondaki kişi bunun sorun olmayacağını söyledi. Bunun üzerine yalnızca Marx üzerine sunum yapmak yerine daha kapsayıcı bir sunum yapmayı tercih ettiğimi belirttim. Telefondaki kişi ekip üyelerine danışıp bana dönüş yapacağını söyledi. Birkaç gün sonra arandığımda genel bir “iktisat teorisi ve hayvan hakları” sunumu yerine Marx üzerine bir sunum aradıkları bilgisi verildi. Burada altını çizmek isterim ki beni arayan kişinin üslubu son derece kibar, net ve dürüsttü; kendisine herhangi bir eleştirim yok. Ancak ekiptekilerin neden sadece Marx’la ilgilenip diğer teorilerin ışık tuttuğu noktaları önemsiz addettiklerini hâlâ anlamış değilim. Oysa Marx’a ek olarak Keynesgil görüş, Klasik ekol, güneş lekeleri teorisi ve daha birçok iktisadi literatür bize hayvan hakları ve aktivizmiyle ilgili o kadar çok şey söylüyor ki…
Her ne kadar Vegan Yaşam Kampı’nda bir araya gelip hayvan hakları konusunda fikir alışverişi yapamadıysak da farklı ortamlarda birlikte tartışmayı, farklı yöntemlerle ilgili aklıma takılan soruları sorabilmeyi ve yeni veganlarla tanışabilmeyi hâlâ istiyorum. Bu nedenle kamp organizatörlerinin yolladığı sonuç metnindeki ayrıştırıcı/itham edici dilin talihsiz olduğunu düşünüyorum. Kampın kendisinin bir amaç haline gelmediği, hayvan hakları aktivizminin birçok aracından biri olduğu kamplarda bir araya gelebilmek dileğiyle…
Onno Paluyan:
Evet, o “etik dışı davranan hain” benim.
Üçüncüsü düzenlenmeye çalışılan Türkiye Vegan Yaşam Kampı’na gitmek yerine 15 kişinin daha “aklını çelip” Balıkesir Ören’de vegan kamp düzenlemeye önayak olan, inisiyatif alıp grubun sözcülüğünü üstlenen ve grubun vermiş olduğu kararı açık ve net bir şekilde kamp organizasyon grubuna hiçbir çarpıtma olmadan aktardığım için bu “etiket”e lâyık görülen kişiyim.
“Bütünleşik mücadele” sloganıyla yola çıkan 3. Türkiye Vegan Yaşam Kamp’ı koordinasyon ekibi dayanışma ruhuna aykırı davrandığımı(zı) dile getirirken ilk telefon görüşmemizden itibaren, ulaşım konusunda kendilerine gerekli araştırmayı ve yardımı yapabileceğimi söylediğimde de aynı fikirlere mi kapılmışlardı acaba? 12 yıldır turizm sektörünün içinde çalışan biri olarak İstanbul’dan kamp alanına ulaşımı sağlamak için işimizi görebilecek araç firmalarının detaylarını ilettiğimde, araçta TÜRSAB’ın (Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği) belirlemiş olduğu, bulunması gereken zorunlu belgelerden bahsettiğimde, araç kaptanını yatırmak için kamp etrafındaki otelleri, motelleri, pansiyonları aradığımda ve kampın gerçekleşeceği alana otobüs giremeyeceğini, o yüzden ulaşımın daha küçük araçlarla yapılması gerektiğini söylediğimde (Dada Kamp etrafında bulunan beş farklı tesisle birebir görüşüp hepsinden “buraya yazın otobüs zor girer” cevabını almışken) de “birileri” bize engel olmaya çalışıyor diye mi geçirdiler içlerinden?
Dada Kamp iptalinden sonra Küçükkuyu’da bulunan yeni kamp yeriyle ilgili çadır alanı, gölgelik, tuvalet sayısı, denize mesafe vs. gibi detayları kamp organizasyon ekibinden beklemek bizim kadar kampa katılan herkesin duymak istediği ve önemsediği detaylardı. Ancak bu soru WhatsApp grubundan yöneltildiğinde koordinasyon ekibi yoğunluğundan olsa gerek ki kaale dahi alınmadı. “İstanbul’dan yola çıkıp nereye geleceğiz biz?” sorusuna ise “Siz Çanakale’ye gelin, o zaman kamp yerini söyleyeceğiz” cevabı hangi açıklama ardına sığınılırsa sığınılsın hiçbir akla mantığa sığmayan kötü organizasyonun bir sonucu olarak karşımıza çıkmaya devam etti.
16 kişilik ekiple kendi aramızda görüşüp “madem bir vegan kamp var ve madem biz de gitmek istiyoruz; o zaman çıkalım yola” kararını verdik. Yola çıkacağımız Cuma günü ikinci kamp alanının da iptal olduğunu, yeni kamp yerinin Çanakkale Kepez Halk Plajı olacağını öğrendiğimizde kampa katılacak birçok kişinin yaşadığı çekinceyi biz de yaşamaya başladık. Nasıl ki Caddebostan Halk Plajı’na çadır kurulamıyorsa Çanakkale Kepez Halk Plajı’na da 350 kişiyle çadır kuruyor olmak sıkıntı yaratabilirdi. Sağ olsunlar ki kamp organizasyon ekibi sürecin başından beri ilk defa inisiyatif alıp bu durumun zor olabileceği ama her koşulda, tüm engellemelere rağmen kampı yapmaya kararlı oldukları açıklamasında bulundular. Yani, yine tekinsiz bir bilgi verilmiş, ödemesini ve maddi manevi hazırlığını zaten yaptığımızı düşündüğümüz bu kampla ilgili anlık ve yüklü bir beklentide daha bulunulmuştu. Ve işte ipler bizde tam da bu noktada koptu!
16 kişilik ekip olarak bir karar vermemiz gerekiyordu: Rezervasyonunu yaptığımız aracı yola çıkmamıza saatler kala iptal etmek demek ödemesini gitmesek bile yapıyor olacağımız anlamına geliyordu. Halk plajında çadır kuruyor olmak jandarma ile karşı karşıya kalabileceğimiz anlamı taşıyordu. Sonuç olarak 3. Vegan Yaşam Kamp’ına gitmek hiçbir açıdan bize güven vermiyordu ve hiçbirimiz macera aramıyorduk. Yola çıkmamıza 3 saat kala 16 kişilik grupta müsait olan herkes Çanakkale – Balıkesir hattındaki kamp alanlarını, pansiyonları vs. aramaya başladı. Balıkesir Ören’de aradığım kamp alanına durumu tüm detaylarıyla izah ettiğimde bayramda müsait olduğunu ve maksimum 40 çadıra kadar bizi alabileceğini söyledi.
Tüm bu süreç boyunca kamp koordinasyon ekibi WhatsApp grubunda birçok kişi tam da bizim yaşadığımız çekinceleri yaşamış olacaklar ki bir bir kampa katılmayacaklarını ve rezervasyonlarını iptal etmek istediklerini yazmaya başladılar. Ben de bizim grubun adına kampa katılmayacağımızı, başka bir yer bulduğumuzu, bayramda orada kampta olacağımızı, yolu düşen gelmek isteyenleri bekleyeceğimizi gayet açık ve net bir şekilde aktardım. Organizasyon ekibi bayram süresince sosyal medyadan paylaşabileceğimiz fotoğraf, video vb. paylaşımları görüp bizi “sonradan hain” ilan etmek yerine gittiğimiz kamp alanının adını yazıyor olmamızdan ötürü “önceden hain” ilan etmeyi tercih etti.
O akşam kamp organizasyon ekibinden bir arkadaşın beni aramasıyla yaklaşık 20 dakika süren bir telefon görüşmesi yaptık. Görüşme boyunca yaptığım davranışın etik olmadığını, yanlış olduğunu, kampa katılacakları bölmeye çalıştığımızı, paralel kamp yaptığımızı dile getiren birçok suçlamayla karşı karşıya bırakıldım. Kamp yapmanın kimsenin tekelinde olmadığı, her isteyenin istediği yerde ve istediği kişilerle kendi vegan kampını yapabileceği, kamp sürecinin doğru yönetilemediği, bilgi akışının düzgün bir şekilde sağlanamadığı, artık bu organizasyonun ve kamp alanının bize güven vermediği gibi birçok konuda gerekli açıklamayı yaptıktan sonra karşılaştığım cümle: “madem yeni bir yer buldunuz, o zaman tüm kamp ekibi için müsait olup olmadığını sormanız sonra gelip bize veya organizasyon ekibinden tanıdığınız birilerine söylemeniz ve bu duyuruyu herkese bizim yapıyor olmamız” gerektiği yönündeydi. Organizasyon ekibine göre, ya paramızı ve tatilimizi yakmamak için çıkacağımız yolculuğa 1 saat kala, bulduğumuz her kamp yerine 350 kişi alıp alamayacağını soracak ve bunu da bizi sürece dair bilgilendirmemiş bir ekibe aktaracaktık, ya da hem kamp paramızın hem de kamp günlerimizin heba olmasına razı olacaktık. Sevgili kamp organizasyon ekibi; birleşik bütünleşik bol dayanışmalı hepimizin elini taşın altına koyup görev alıp organizasyon içinde bulunacağımız mücadeleye ne oldu? Yeri geldiğinde tüm katılanlardan bunu beklerken yeri geldiğinde organizasyon ekibine danışmadan iş yapamıyor mu olduk?
3. Türkiye Vegan Yaşam Kampı Sonuç Metni olarak yolladığınız yazıda da belirttiğiniz gibi kamp öncesinde, sırasında ve sonrasında gelen eleştirilere cevap vermek yerine “kamp koordinasyonunun sorumluluğunda değildir” diyerek topu taca atmayı tercih etmişsiniz. Bu da yetmezmiş gibi “biz hain demedik” deyip işin içinden sıyrılarak karşı taraftan savunma beklemişsiniz. Buyurun size noktasından virgülüne kadar yaşanan sürecin özeti.
Oğuzhan Kaya:
3. Türkiye Vegan Yaşam Kampına katılmak ve katkı sunmak için çok heyecanlıydım. Katkı sunabilmek için atölye yapabileceğimi de bildirmiştim ve benden bir sunum yapmam istendiğinde memnuniyetle kabul etmiştim. Sunumun safsatalar ya da azaltmacılık olması ricası geldiğinde ben Hayvan Refahı ve Hayvan Dernekleri konulu bir sunum yapmak istediğimi söyledim. Kafessiz Türkiye ile ilgili de bir şeyler söylemem konusunda organizasyon ekibinden rica geldiği söylendiğinde de elbette söylerim demiştim. Bu yazışma sonrasında hayvan hareketinde bulunan herkesin anlayabileceği netlikte bir konu seçtiğim için kamp dönemi geldiğinde hem sunumumu yaparım, hem de güzel bir bilgi alışverişi yaparız diye düşünmüştüm. Zaten kampa katılmaktaki ana motivasyonum orada veganlarla tanışmak ve güzel bir ortamda bilgi alışverişinde bulunmak, farklı fikirleri dinlemek ve onlara benim hayvan hakları hakkında benimsediğim görüşlerden bahsetmek, eleştirileri varsa dinlemek ve bunları tartışmak, farklı görüşleri de dinleyip, o görüşler hakkında kafama takılan şeyleri sormak ve böylece çok verimli bir kamp geçirmek istiyordum. Yeni veganlarla tanışmak da işin bir diğer güzel yanı olacaktı.
Sunum konusunda benimle tekrar iletişime geçilip sunum metni istendiğinde bu beni ilk rahatsız eden konu oldu. Sunum metnini gönderemeyeceğimi ilettiğimde teşekkür edildi ve konu yeniden kapandı benim için. Sonrasında tekrar iletişime geçip en azından madde madde ne anlatacağımı bildirmemi istediklerini söylediler içerik ekibi olarak. Ben de başlık gayet net, iki konudan bahsedeceğim, bunları alt alta madde olarak yazıp göndermemi mi bekliyorsunuz dediğimde ısrar devam etti ve bu konu hakkında yapmış olduğum bir sunum varsa videosunu atmam istendi. Ben de bir sansür mekanizması mı işletiliyor, neden bu ısrar diye üzüldüğümü belirttim. Benimle iletişime geçen kişi gayet kibardı ve konunun ondan bağımsız olarak, yanlış bir yöntem izlenmesi olduğunu söylediğimde yine kibar bir şekilde içerik ekibinin talepleri olduğunu söyledi. Sonrasında bir arkadaşımın yapmak istediği sunumu, kendi yaklaşımlarına ters olduğu için önce kabul etmelerine rağmen içeriği öğrendikten sonra reddettiklerini öğrendiğimde bu sansür mekanizmasını anlamış oldum. Bu çok rahatsız edici bir olaydı önemsemeseler de. Azaltmacı öneriler, refahçı öneriler olmaması için bu sansür mekanizmasını işlettiklerini söylediklerinde ise Türkiye’ye bu kavramları tanıtan abolisyonist yaklaşımdan maalesef içerik ekibindeki bazı kişilerin bihaber olduğunu anladım. Ve elbette sorunun sadece bu azaltmacı öneriler ya da refahçı öneriler sorunu olmadığını, kendi bakış açılarına ters bir şeyler de söylenmemesi için böyle bir yol izlediklerini anlamış oldum. Adına Türkiye Vegan Yaşam Kampı dediğiniz bir organizasyonda, veganlık ile ilgili sunum yapacak birini, objektif bilgiler vereceği ve sizin yaklaşımınızdan anlatmayacağı için reddetmek çok nahoş bir durumdu. Kendi benimsedikleri fikri savunamamaktan mı çekiniyorlardı acaba. Eğer bir fikri benimsiyorsanız, karşıt görüşte biriyle neden o fikri benimsediğinizi konuşur, argümanlarınızla anlatırsınız. Karşı argümanlar gelirse de fikrinizi yine bu argümanlara cevap vererek savunursunuz. Maalesef kamp ekibi böyle bir yolu seçmeyip, biz inandıysak doğrudur, tartışmaya kapalıdır tarzı bir yolu seçti. Bunları söylemek gerçekten üzücü. Kampa gidip bu konuları da eleştirme isteği oluştu elbette.
Kampa iki gün kala önce şaka sandığımız, kamp yerinin mühürlenmesi sonucu kampın iptal olduğu haberini aldık. 16 kişilik bir grupla minibüsle gidecektik ve ne yapsak diye kendi aramızda konuşmaya başladık. Son güne kalırsak araç iptali mümkün olamayacağından, yol paramız yanacaktı. Kamp ekibi ısrarla kampı yapacaklarını beyan ettiğinde, son günde 350 kişilik yeni bir kamp alanının bulunamayacağını düşünsek de, hem destek olmak hem de kampa gitme motivasyonumuzun yüksek olması sebebiyle aracı iptal etmeyerek kampa yine de gitme kararı aldık. Yeni kamp yeri bulunduğu söylendiğinde haklı olarak nasıl bir yer olduğunu sorduk ve maalesef kampı organize edenler bizlere güvenmeyerek, sanki ismi öğrenirsek iptal ettirmeye çalışacakmışız gibi, kamp hakkında bize bilgi vermedi. Kampın şartlarını sorduğumuzda—isim değil şartları—bu tarz mesajları görmezden geldiler istanbul whatsapp ulaşım grubunda. Ayrı bir ekip olarak gideceğimiz için, nereye gitmemiz gerektiğini sorduğumuzda ise siz Çanakkaleye gelin biz size söyleriz gibi şeyler söylediler. Minibüs-otobüs ücretlerinin kilometre hesabına göre değişeceğini bir tarafa bırakırsak, gideceğim araç oraya girebilecek mi? Ekstra bir şeyler almamız gerekecek mi kamp yerinin lokasyonuna göre? Buna benzer sorularımıza cevap bulamamamıza rağmen yine de ses çıkarmadık ve son gün artık otobüs saatimizi beklemeye başladık.
Akşamüstü saat 5 gibi arkadaşlarımızdan birini arayıp, 2. kamp yerinin de iptal edildiği, polis-jandarmanın gelip gidilecek yeni yerde de (yer henüz belli olmamasına rağmen) mühürleme yapabileceği, çadırların kaldırılabileceği, halk plajına gidileceği gibi haberleri duyunca önce şaka sandım. Sonra olayın ciddiyeti anlaşılınca, ne yapabileceğimizi birlikte gideceğimiz arkadaşlarla kendi aramızda yeniden konuşmaya başladık. Bu arada İstanbul WhatsApp ulaşım grubunda birazdan herkes tek tek aranacak dendiğinde, ne için aranacak diye sorduğumda kamp ekibinden olup olmadığını bilmediğim birisi “kafalardaki soru işaretleri ve otobüs kalkış yerinin tarifi için olabilir” dediğinde olayı öğrendiğim için artık keşke öyle olsaydı, birazdan ararlar herkesi haber vermek için dedim. 350 kişiyi bu kadar kısa sürede aramak elbette zor bir iş ve bu panik anında olayı mesaj yoluyla duyurmayı düşünememiş ya da uygun görmemiş olabilirler. Olayı bilmeyenler bir sıkıntı mı var dediğinde, “bu kamp yerinin de mühürlendiğini duydum” yazdım insanların bu bilgiyi öğrenmek için aranmayı beklememesi adına. Daha önce cevap veren kişi üslubunu değiştirerek, “yok böyle bir şey ya niye insanları galeyana getiriyorsun” diye tasvip etmediğim tarzda bir mesaj attı. Birkaç dakika içinde belki ben grupta yazdım diye belki mesajla da duyurabilecekleri akıllarına geldiği için bilgi herkesle paylaşıldı. Bu kişiden bir kusura bakmayın bekledim doğal olarak ve üslubunun yanlış olduğunu, en azından bir pardon diyebileceğini söylediğimde grup adminlerinden mesaj gelmemişken farklı mesajlar atarak gerginlik yarattığımı söyledi bu kişi. Net bir bilgiyi bile paylaşmak için adminlerden izin almamız, organizatörlerden izin almamız gerekiyormuş. Bu nasıl bir hiyerarşi diye düşünmeden edemedim. Sonradan benzer durumların kamp organizasyonunda bulunan kişilere de yapıldığını öğrendim. Hiyerarşik bir yapı olduğunu organizasyonun içinden, kamp sonrası bu grupla bağını kesen bir kişi vegan piknikte doğrudan söyledi bizlere. İnsanlar paralarını geri istediklerinde bunun öngörülemez bir şey olduğunu söyleyip para iadesini jandarmadan mı alalım onlar mühürledi gibi şeyler yazıldı. Bizimle bu riski alır mısınız diye arandığımda, yaklaşık 1 saat sonra, birçok kişinin verdiği cevap gibi ben de bu riski almak istemediğimi ve paramın iade edilmesini istedim. Arayan arkadaşım da paramı iade etmek için o numaraya IBAN atmamı rica etti. Burada şunu da belirtmek durumundayım, kamp ekibi gönderdikleri mailde mali konularla ilgili eleştirileri kabul etmiyoruz demişler. Gözden kaçırdıkları nokta şu: Bir organizasyon düzenliyorsanız bu riskleri alırsınız, insanların parasını kendileri size bırakmadığı müddetçe geri vermek zorundasınız. Otobüs ücretlerinin iadesi ile ilgili, yine destek beklentisiyle, paranızı geri istemeyin dendi ve doğal olarak bazı kişiler maddi durumlarının bunun için yeterli olmadığını ve paralarının iade edilmesini istediler. Otobüs firması son dakika iptalinde elbette para iadesi yapmaz, o parayı artık organize edenler vermek durumunda. Bunu bu şekilde sormaları bile mantıksız, parayı otobüse ödedik, geri alamayacağız, siz de istemeyin diyemezsiniz. İnsanlar isterse bırakır o paraları.
Sayımız çok olmadığı için Örende bir kamp yeri bulduk ve veganlıkla ilgili çok verimli sunumların olduğu, hem eğlendiğimiz, hem kaynaştığımız çok güzel bir kamp geçirdik. Kampa katılan iki navegan da vegan olmaya karar verdi kampın sonuna doğru. Bu kadar kısa bir sürede kamp yeri bulmamız konusunda önceden planlı olduğuna dair ithamlar da geldi maalesef, biz aksine kampa mutlaka katılıp, sunumlar yapıp, başka yaklaşımları da konuşmak konusunda çok motiveydik. Ve buradaki kötü niyet şuradan da anlaşılıyor, önceden planlasak neden son gün son saati bekleyelim, 2. kamp yerinin iptal edileceğini nereden bilelim? Komplo teoriciliğini artık bırakmak lazım. Kamp yerini kolay bulmamız sayımızın az olmasından ve aramızda turizm işi ile uğraşan ve işini çok iyi yapan bir arkadaşımızın olmasından, sunumları kısa sürede planlamak ise, abolisyonist veganlar olarak düzenli yaptığımız “Temel Vegan Aktivizm Atölyeleri” sayesinde, hazırlık yapmadan da bu sunumları yapabilecek donanımda olmamızdan kaynaklı idi. Bunu tebrik etmek, ne güzel veganlıkla ilgili dolu dolu sunumlar yapmışsınız demek yerine önceden plan yaptığımızla itham etmek kötü bir yaklaşım, kim bu şekilde düşündü ise.
Umarım bu eleştirileri gerçekten ciddiye alıp, sözde bir öz eleştiri değil, gerçek bir öz eleştiri verip, kazandıkları tecrübelerle sonraki yıllarda daha güzel kamplar gerçekleştirebilirler organizasyondaki arkadaşlar. Ben yine de böyle bir organizasyonu düzenlemek için ellerini taşın altına koydukları için kendilerine teşekkür ediyorum.
Burak Yeşilyurt:
3. Türkiye Vegan Yaşam Kampı’nın üzerinden geçen uzun bir sürenin ardından bugün posta kutuma düşen metin, konuyu tekrar ele almamızın, içinde bulunduğumuz durumu tekrar hatırlatmamızın ve eleştirilerimizi yinelemenin gerekliliğini ortaya koydu.
Organizasyon ekibinden almış olduğumuz, bize hesap sorulan, ithamlarda bulunulan telefon görüşmesinde, içinde bulunduğumuz durum ve çözüm biçimimiz net bir şekilde karşı tarafa aktarılmıştı aslında. Fakat hiçbir şekilde böyle bir görüşme yaşanmamış gibi “tekrar” kampı bölmeye çalışan “hain” ekip olarak itham edilmemiz meseleyi artık “iyi niyetli” olarak nitelendiremeyeceğimiz, hedef gösterildiğimiz bir noktaya taşıdı.
Öncelikle; kampa özellikle hayvan meselesinde ortaklaştığımız/ortaklaşmadığımız noktalar üzerine konuşma, tartışma, hayvan hakları adına gerçekleştirilen aktivizm yöntemlerini masaya yatırma motivasyonuyla gitmeyi planladığımızı bulunduğumuz ortamlarda da sosyal medya hesaplarımızda da defalarca dile getirdik. Hayvan hakları adına aktif bir şekilde çalışan bir ekiple, katılımcı kitlesiyle bunları paylaşmak hareketimizi sağlamlaştırma, ivmesini artırma adına oldukça büyük bir fırsat neticede. Bu sebeple her şeye rağmen beraber kamp yapma motivasyonumuzun sorguya açık olmadığı ortada diye düşünüyorum. Bu doğrultuda bize yöneltilen ithamları, özeleştiri talebini ciddiye alıp her detayın üzerinden teker teker geçelim ve eleştirilerimizi de yineleyelim istiyorum.
Kamp sürecine dair gelen eleştirilerin birçoğunun başka sebeplere, yanlış bilgilere dayandırıldığını ya da sonradan ortaya çıkan gelişmeler üzerine kurulduğunu, sürecin posta kutumuza düşen metin kadar açık-net olmadığını ve yine metinde özetlendiği gibi organizasyon ekibi tarafından epik bir şekilde yürütülmediğini “İstanbul VegKamp Ulaşım” whatsapp grubundaki yazışmaları da baz alarak hatırlayalım. Ne diyelim, hafıza önemli ve siz de b12’si yüksek bir vegana çattınız.
1-"Kamp süresince yaşanan kamp yeri değişiklikleri ve kamp koşulları noktasında yeterince şeffaf olunmadığı gelen eleştiriler arasındadır. Kamp alanlarının sürekli olarak kolluk kuvvetleri tarafından taciz edilmesinin önüne geçmek ve kampı yapabilmek için ikinci kamp alanını duyurmadık. Bu konuda eleştiriler geldi, güvensizlik oluştu. Güvensiz hisseden kişilere durum açıklanarak kendilerini güvende hissetmiyorlarsa onları yargılamadığımızı, anladığımızı paralarının iade edilebileceğini söyleyen konuşmalar yapıldı. Katılımcılar ile bir araya geldiğimiz ilk anda seçenekler konusunda bir toplantı düzenleyerek Geyikli’de yapılması kararı da oy çokluğu ile toplantıda tartışarak alındı. Bu konuda gelen eleştirinin mevcut şartları gözetmeden yapıldığını düşünüyoruz."
Kamp organizasyonunun bilgilendirme konusunda şeffaf olmadığı yönündeki eleştirilerin ikinci kamp yerinin isminin güvenlik amaçlı verilmemesine bağlandığını görüyoruz burada. Halbuki bu konuda “İstanbul VegKamp Ulaşım” whatsapp grubundaki katılımcılar tarafından anlayış gösterildi. İstenen bilgi kamp yerinin ismi değil, ilk kamp yerinin hangi gerekçeyle mühürlendiğine dair net bir açıklama, ikinci kamp yerinin imkanları (wc, duş, yemek vb.) hakkında bilgiler ve yeni bulunan kamp yerinin de mühürlenmeyeceğine dair verilmeye çalışılan teminatın kaynağıydı.
Dada Kamp’ın mühürlenmesinin ardından geç de olsa yapılan açıklamada kampın ruhsat sebebiyle mühürlendiği çok net bir şekilde belirtilmiş ve sonuna “Aylardır emek verdiğimiz dayanışma ile örgütlediğimiz bu kampı eşitlik, adalet karşıtı politikaların yok etmesine izin vermeyeceğiz” cümlesi iliştirilmişti. Ertesi sabah yapılan “Tabii ki olası durumlar yaşanabilir, kimseye garantisini veremeyiz. Son iki gün kala yerin iptal edilmesi kampa engel olmak istemelerinden kaynaklı.” açıklaması sorunun ne olduğuna dair kafa karışıklıklıklarını gidermemekle beraber oluşan güvensizlik ortamını da tırmandırdı. Bu aşamada sorulan soruların kâle alınmayıp cevaplanmaması da takdir edersiniz ki bir hayli önemli ve hâlâ açıklama bekleyen bir güvensizlik sebebiydi.
İkinci mühürlenmenin ardından “Kampımız ayrımcılık karşıtı ilkesi ırkçılık, cinsiyetçilik, LGBT+fobiye karşı oluşumuz sebebiyle gittiğimiz kamp alanlarına hükümet müdahalede bulunuyor. Herhangi bir sorunla karşılaşabiliriz.” açıklaması geldi. Bununla birlikte kamp organizasyonu, kimin tam olarak ne gerekçeyle, kime ya da neye karşı mücadele ettiğine, karşılaşılabilecek yeni sorunların neler olabileceğine dair hiçbir bilgi vermeden kendi davasına destek bekleyen bir oluşuma dönüştü. Yani güvensizlik ortamı kampın isminin verilmemesinden değil şeffaf yürütülemeyen bu süreç yüzünden oluştu.
Bu noktada whatsapp grubunda, farklı kişiler tarafından yazılan birkaç alıntıya yer vermek istiyorum ki içinde bulunduğumuz durum net bir şekilde anlaşılsın ve vermiş olduğumuz kararla da bölücü, etik dışı hareket eden, davaya ihanet eden hainler olarak fişlenmemizin-karalanmamızın altının ne kadar boş olduğunu hepimiz bir kez daha görelim:
-“kampa gelip gelmeme konusunda karar verebilmek için daha detaylı bilgiye ihtiyacımız var. problemin neyle ilgili olduğunu bile şahsen tam anlayamadım.”
-”mevcut tüm planınızı açıklayın ki destek olalım, çözüm arayışına katkıda bulunalım. böyle fazlasıyla edilgen, sürüklenen bir halimiz var.”
-”nereye gideceğimi bilmediğim bir şekilde yola çıkmak istemiyorum.”
-”otobüs paramı alabilecek olsam şimdi iptal etmiştim.”
-”kimse keyfine iptal etmiyor sonuçta ortada risk ve belirsizlik var.”
-”neyle karşılaşacağımızı bilmemiz gerekiyor. mevcut ormanlık alan yasakları ve plaj gibi yerlerde kamp yapılmasına izin verilmediği düşünülünce.. bu riski alamayacak kişiler için iptal konusunda bilgi verebilirseniz çok iyi olur.”
Biz de hepimizin yaşadığı bu belirsizlik ve güvensizlik duygusunu göz önünde bulundurarak “oy birliğiyle” başka bir kamp alanı bulma ve kampımızı gerçekleştirme kararı aldık. Bu kararı almamızın/alabilmemizin altında; yapılan harcamaların telafisinin olmaması, hayvan hakları amacıyla bir kamp gerçekleştirme motivasyonumuzun halen devam ediyor olması ve en başında kendi minibüsümüzü kiralamış olmamızın bize sağladığı hareket imkanınının getirdiği güven yadsınamaz faktörlerdi. Amacımız öncelikle (telefon görüşmemizde de belirttiğimiz üzere) vegan kampı hep beraber gerçekleştirebileceğimiz bir yer bulmaktı. Fakat tahmin edileceği gibi ertesi gün başlayacak, 350 kişilik bir kamp alanı bulmak pek de mümkün değildi. Görüştüğümüz kamp alanının çadır kapasitesini ve olanaklarını öğrendikten sonra aldığımız yanıt doğrultusunda bizimle benzer durumda olup kampa katılmaktan vazgeçen, yakın şehirlerde yaşayan ya da hareket/ulaşım olanağı olanlar için bir seçenek olarak ortak whatsapp grubunda paylaşım yaptık. Paylaşımın hemen ardından gelen telefon aramasında etik olmayan davranış sergilemekle, kampı bölmeye çalışmakla, hainlikle suçlandık. Telefonda yapılan açıklamanın yerine ulaşmadığını ya da ulaşması istenmediğini bir kez daha hain ilan edildiğimiz e-postada görüyoruz. Bununla birlikte şunu da çok net anlıyorum ki mesele vegan kamp yapmak değil; birilerinin o vegan kampı yapması, prestijinin-güvenilirliğinin sarsılmaması- bekası uğruna her şeyi göze almasıymış. Ne kadar tanıdık geliyor değil mi bu tavırlar :) Aşağıdaki alıntılar da bunu oldukça destekler nitelikte:
-"organizasyon ekibinden biri: belediye başkanı gelip kalabilirsiniz dedi. Kepez halk plajına gidiyoruz. kampımız engellenmeye çalışılıyor, bu durumda riskler var, orada başka müdahalelerle karşılaşabiliriz. kamp parası iade edilecek, ulaşım parası edilmeyecek."
-"organizasyon ekibinden biri: otobüsler iptal edilirse kamp tamamen iptal edilmiş olacak. kampa gelemiyorsak bile gidenler için dayanışma gösterelim lütfen."
-"bu yazdığınızdan sadece kamp iptal olmasın diye otobüs iptali yapılamadığı anlaşılıyor."
-"ben niye zorla destek vermek zorunda bırakılıyorum?"
-"bizi burda kampı engellemeye çalışıyormuşuz gibi gösteriyorsunuz. ama ben sadece paramı geri istiyorum yani."
Posta kutumuza düşen ve bize hesap soran metinde geçen “Güvensiz hisseden kişilere durum açıklanarak kendilerini güvende hissetmiyorlarsa onları yargılamadığımızı, anladığımızı paralarının iade edilebileceğini söyleyen konuşmalar yapıldı.” cümlesinin karşılığının aslında bu olduğunu bilmenizi isterim.
2-Kampın antidemokratik olduğuna gelen eleştirilerin kamp alanlarının mühürlenmesinden itibaren yaşanan süreç üzerinden yanıtlandığını görüyoruz metinde. Kriz anında verilecek hızlı karar mekanizmasının bir gereği olarak sunuluyor bize. Halbuki biz o demokratik olmayan kararları kampın organizasyon sürecinde, sunumların belirlenmesi aşamasında da gördük. “Onlardan” olmayanların sunumlara kabul edilmediği, yapılan sunum teklifinin geri çekildiği, zararsız görülüp yapılmasına izin verilen sunumların da denetlenmeye çalışıldığı bir süreçti bu. Antidemokratik olma eleştirisini buradan çizelim lütfen. Kriz anlarını öne sürerek yapılan eleştirinin altını boşaltmış oluruz aksi taktirde.
3-"Son 1 gün kala imkânsızlıklara rağmen bulunan kamp yeri koşulları ile 3 ay öncesinden organize edilmiş kamp yerinin koşullarını kıyaslamak ve bu sorumluluğu da koordinasyon ekibine atfetmenin haksız bir eleştiri olacağını düşünmekteyiz. Herkese kampın bir halk plajında yapılacağı bilgisi verilmiştir. Bir işletmede olmayacağı için duş ve tuvalet konusunda zorlukların olacağı bilinmektedir. Ancak tuvaletlerin ve duşların kamp alanından 10 dakikaya yakın bir uzaklıkta olmasının herkese zorluk yaşattığı bir gerçekliktir."
Burada da “İstanbul VegKamp Ulaşım” whatsapp grubundaki tuvalet, duş, yemek vb. tüm ihtiyaçların karşılanacağına dair verilen teminatın aksi bir beyanla karşılaşıyoruz. Herkese “bu zorlu koşulların” bilgisinin verildiği öne sürülüyor ve sorumluluk yanlış bilgilendiren kamp organizasyonunun üzerinden atılıp “bile isteye” katılanlara yükleniyor. Hafızanızı, yazışmaları bir gözden geçirin ve verdiğiniz kararların arkasında durup yüzleşin lütfen.
4- Son olarak; “Ancak kendilerinin sunumlarının programdan çıkması, @veganpiknik Instagram hesabından ve İstanbul Vegan Yaşam Kampı’nın WhatsApp grubundan Balıkesir Ören’de kamp yaptıkları yerin adını duyurup vegan yaşam kampına gitmemeye ve kendilerinin fiili olarak düzenledikleri kampa çağrı yapmaları ile katılımcılara durum anlatılmıştır. Katılımcıların anlatılan durumdan çıkarımları kamp koordinasyonunun sorumluluğunda değildir. Bu yapılan biz vegan kampın yapılması için mücadele ederken, kolluk kuvvetleriyle uğraşırken açıkça etik dışı bir davranıştır ve dayanışma ruhuyla bağdaşmamaktadır. Kendilerinden bu konuda öz eleştiri bekliyoruz.” bize hain demediklerini iddia ederken inanılmaz bir çelişki örneği olarak; nasıl “hainlik” yaptığımızı, davalarını nasıl “sattığımızı” anlatan, ajitasyon dolu, suçlayan, hedef gösteren bu cümlelerle amaçlarının ne olduğunu bize ve tabii ki herkese açıklamak zorunda olduklarını düşünüyorum.
Eda Çivaş:
Etik dışı davrandığı iddia edilen 16 kişilik grubun bir üyesi olarak öz eleştiri talebine cevaben ben de vegan kamp sürecine dair kendi deneyimlerimi birinci ağızdan paylaşma ihtiyacı duyuyorum. Her şeyden önce, hayvan hakları meselesinin kendisine dair üzerine eğilmek ve tartışmak gereken birçok konu varken, kampa dair bu yazıyı yazmaktaki temel motivasyonum hayvan hakları aktivistlerinin bir araya geldiği ortamlarda benzer problemlerin ve tartışmaların tekrar etmemesi. Buna ek olarak, söz konusu itham karşısında elbette kendimi doğru temsil etmek istiyorum. 3. Vegan Yaşam Kampı’nı daha önceleri sosyal medyada görmüş olmama rağmen ilk kez, beraber aktivizm yaptığım arkadaşlarımdan birisi “Kampa geliyorsun değil mi?” diye sorduğunda detaylıca inceledim. Özel hayatımda bazı belirsizlikler ve başka tatil planlarım olduğu için uzun süre kampa kayıt yaptırmadım. Fakat kampın gerçekleşeceği tarihe yakınlaşırken farklı topluluklardan veganlarla iletişime geçtiğimde onların da bir kısmının kampa katılacağını öğrendim. Hâlihazırda beraber aktivizm yaptığım ekipten iki ayrı arkadaşımın gerçekleştireceği sunumları ve bu sunumlara gelecek geribildirimleri kaçırmak istemiyordum. Vegan Yaşam Kampı’nın, farklı bölgelerden ve topluluklardan katılımcılarla birlikte hayvan hakları meselesi üzerine eğilmek için çok güzel bir fırsat olduğunu düşündüm. Fikir alışverişi yapmak, tecrübelerimizi aktarmak ve benimsediğimiz çeşitli aktivizm yöntemlerini konuşup hayvanlar için neyin daha faydalı olduğuna dair keşiflerde bulunma motivasyonuyla son kayıt tarihi geçmiş olmasına rağmen, bir umut kampın organizasyon ekibiyle iletişime geçtim.
Organizasyon ekibinden iletişim kurduğum arkadaşlar çok kibar davrandılar ve inisiyatif alarak kampa kayıt yaptırmam için yardımcı oldular, kendilerine teşekkür ederim. Fakat kampa üyeliğimi gerçekleştirmem, ardından da kamp ve tek yön gidiş için ulaşım ücretini ödememi hemen takiben WhatsApp İstanbul ulaşım grubuna alındığımda karşılaştığım gündem Dada Kamp'ın ruhsatına el konulmuş olmasıydı. Durumun iç yüzünü ve tam olarak zamanlamasını elbette bilmemekle birlikte, halihazırda bir problem varken bu benimle paylaşılmadan kampa üyeliğimin gerçekleştirilmiş olduğu şüphesini duydum. Benim için güvensizlik duygusu ilk bu noktada başladı. İkinci kamp yeri arayışı ve sonrasında oluşan genel kararsızlık ve güvensizlik ortamını detaylandırarak tekrar etme ihtiyacı duymuyorum. Yola çıkacağımız gün ikinci kamp yerinin de ruhsatına el konulduğu haberini aldık. Bu sırada “Kampımızın ayrımcılık karşıtı ilkesi ırkçılık, cinsiyetçilik, LGBT + fobiye karşı oluşumuz sebebiyle gittiğimiz kamp alanlarına hükümet müdahalede bulunuyor.” gibi açıklamalar yapılıyor, ama olayın detayları -talep edilmiş olmasına rağmen- hiç paylaşılmıyordu. Birçok kişi ne yapacağını bilmiyordu, farklı topluluklardan tanıdığım birkaç ayrı kişiyle telefonla görüşerek durum kritiği yaptım. Yeterli şeffaflıkta açıklamalar yapılmadan WhatsApp grubunda plajda kamp yapılacağı bilgisi paylaşıldıktan sonra neyin parçası olmamın beklendiğini anlayamadığım ve kampın odağının hayvan hakları meselesinden uzaklaşacağını öngördüğüm için Vegan Yaşam Kampı'na katılmama kararı verdim. O durumda sağduyulu kararın bu olduğunu düşündüm. Aynı düşünceyi beraber aktivizm yaptığım ve kendi otobüslerini kiralamış olan arkadaşlarımın da paylaştığını ve (kimse o saatten sonra ayarladıkları otobüsleri iptal edemeyeceği ve ödemesini yapmak zorunda oldukları için) bu fırsatı değerlendirerek başka bir yerde tatil yapmayı planladıklarını tahmin ederek onlarla iletişime geçtim. Planım eğer başka bir alternatif düşünüyorlarsa Vegan Yaşam Kampı için kalkacak olan otobüse binip daha sonra kendi imkânlarımla arkadaşlarımın yanına geçmekti.
<<Burada bir parantez açmak istiyorum. Tanıdığım birkaç kişinin kampa gitmekten vazgeçip ücretini her türlü ödemiş olduğu ulaşım hizmetinden bir şekilde faydalanmaya çalıştığını biliyorum. Bence bu öngörülebilir durum, sebep olunan mağduriyetin somut bir örneğidir. Dada Kamp’ın ruhsatına el konulmasının ardından ulaşım grubunda yazılmış olan iki mesajı paylaşmak istiyorum.
"Arkadaşlar malumunuz birçok kişi çok farklı şehirlerden aktarmalı biletler alarak sırf kamp için gelme planları yaptı. Böyle bir talihsizlik yaşanmış olması üzücü, fakat insanların daha fazla mağdur olmamaları için iptal olacaksa geç olmadan bunu duyursanız kendi imkanlarıyla gelecek olanlar iptallerini yapıp para iadelerini maksimum şekilde almaya çalışırlar. Bu akşamı geçersek yarın iptal etmek istesek bile iade alamama durumu olabilir. Siz de zor durumda kalıyorsunuz farkındayız ama alternatif plan yapmak iade işleriyle uğraşmak gibi şeyler için bize de zaman kazandırmış olursunuz."
"İstek ve motivasyonunuzu çok iyi anlıyoruz ancak aramızda 2-3 gün zor izin alabilmiş çalışanlar veya bütçesinin büyük bir kısmını ayırmış öğrenciler var ve bu belirsizlikte zaman akmaya devam ediyor ve mağdur olmak istemiyoruz o yüzden 2-3 gün kala yeni yerler bulmak yerine belirsizliğe son vermek ve para kaybını minimuma indirmek daha yapıcı olabilir bu süreçte" Bu kaygıların belirtilmesinin ardından organizasyon ekibi kamp iptalinin o an gündemlerinde olmadığını ve kampı gerçekleştirme iradelerini sürdürdüklerini beyan etmiştir. Birçok kişi kaygılarını belirtip çözüm önerileriyle gittiği halde kampı erteleme fikrinin bile bir gündem olarak ele alınmadığını belirten organizasyon ekibinin ulaşım ücretleriyle ilgili mağduriyetin sorumluluğunu kabul etmemesi bana pek de adil görünmüyor. "Sorumluluğumuzu kabul ediyoruz fakat imkanlarımız şu an bunu telafi etmeye yetmiyor, sizin de desteğinizi bekliyoruz" gibi bir açıklama bile - kendi adıma konuşmam gerekirse- anlamlı olurdu. Bu konuda hâlâ kamp organizasyonundan geçerli bir öz eleştiri bekliyorum. >>Arkadaşlarımla iletişime geçtiğimde onların da Vegan Yaşam Kampı’na katılmama kararı aldıklarını, kiraladıkları otobüsü iptal edemediklerini, güvende hissedecekleri yeni bir kamp alanı bulduklarını ve 16 kişilik otobüste bir kişilik yer açıldığını öğrendim. Son dakikaya kadar Vegan Yaşam Kampı’na katılmaktan vazgeçmemiş olduğum ve dolayısıyla çantalarım da hazır olduğu için, öncesinde gidiş için ayarladığım otobüs biletini yakarak en azından arkadaşlarımın planına katılmaya karar verdim. Bunu takiben turizm sektöründe çalışan ve bizim için son birkaç saat içinde gayet pratik bir çözüm üretmekte çok başarılı olan arkadaşımız İstanbul ulaşım grubunda bir mesaj paylaşarak 16 kişi adına kampa katılmayacağımızı, başka bir kamp alanında olacağımızı, orada yer olduğunu ve “rotasını değiştirmek isteyenler” olursa bize katılabileceklerini belirtti. Maildeki iddiaya cevap olarak, bu 16 kişilik ekibin “Vegan Yaşam Kampı’na gitmemeye” ne zaman ve nasıl çağrı yaptığını sormak istiyorum. Birçok kişiyle benzer şekilde, biz de bireysel olarak duruma dair kaygı ve eleştirilerimizi dile getirdik. Ancak Vegan Yaşam Kampını bölmeye yönelik bir çabamız varmış veya ikinci bir kamp paralel olarak planlanmış gibi imalar hem asılsız hem de üzücü. Değinmek istediğim bir başka mesele; söz konusu mailde 16 kişilik ekip "abolisyonist vegan" olarak anılmış. Bu bilgiyi tam olarak nereden edindiklerini veya teyit ettiklerini de sormak istiyorum. Ekibin büyük kısmı abolisyonist kuram çerçevesinde aktivizmini sürdürse de grubun tamamı halihazırda abolisyonist kuramı benimsemiş kişilerden oluşmuyordu. Bu durumda, mailde -insanlara vegan yaşam kampına gitmeme çağrısı yaptığımızı iddia eden paragrafın içinde- ikinci kez ilintisiz bir şekilde tekrarlanan "abolisyonist veganlar" vurgusunun kasten olmasa da Abolisyonist kuramın kendisini hedef gösterdiğini düşünüyorum. Zaten aynı paragrafta kendi gerçekleştirdiğimiz kampa dair duyuruları paylaştığımız @veganpiknik Instagram hesabı makul sebeplerle belirtilmiştir ve konuyla ilişkisi bakımından bu yeterlidir.
Ayrıca, mailde herkesin tek tek arandığı yazılmış. Şahsen organizasyon ekibi tarafından hiç telefonla aranmadığımı ve bu suretle özel olarak bilgilendirilmediğimi de belirtmeliyim. Son olarak önemli olduğunu düşündüğüm ve eklemek istediğim bir şey var: Maildeki “…hayvanların sömürüsüne karşı verilen her türlü bireysel tutum ve/veya örgütlü mücadele suç unsuru haline getirilmeye çalışılmaktadır.” ifadesine katılmıyorum. Abolisyonist Vegan Hareket ve @veganpiknik ekibi yıllardır aktif olarak aktivizm yapmaktadır. Bugün benimsediğimiz veganlık odaklı aktivizm yöntemleriyle çok etkili sonuçlar alırken hâlâ politik engellere takılmamayı başarıyoruz. Bunu yaparken de ne insan ne de hayvan haklarından taviz veriyoruz. Yani, bu anlamda da bir öz eleştiri talep ediyorum. 3. Vegan Yaşam Kampı politik engellere neden takıldı? Organizasyon ekibi kampın hayvan hakları odağından uzaklaştığını düşünüyor mu, öyleyse sebepleri nedir? Başka türlüsü mümkün müydü?
Vegan Yaşam Kampı’nın beklediğimiz gibi koşullarda gerçekleşmemiş olması ve katılamamak hepimizi cidden üzdü. Fakat günün sonunda ben kendi adıma oldukça verimli, hayvan hakları meselesine yoğunlaşmış, çok keyifli ve eğlenceli bir kamp geçirdim. Farklı bir yere gitme niyetiyle hazırlandığımız için eksik kalacağımızı düşündüğümüz noktaları kolektif bir çaba ve yardımlaşmayla kolaylıkla telafi ettik. Mesela, mini kampımıza eklenen iki navegan da kendi aramızda yaptığımız sunumlar ve atölyelerin ardından kamptan vegan olma kararıyla ayrıldı. Her şeye rağmen, en başta böyle büyük ve değerli bir işe kalkıştıkları için 3. Vegan Yaşam Kampı’nın organizasyonuna emek veren herkesi tebrik ediyorum. Kampın politik sebeplerle engellenmeye çalışılması ne yazık ülkemizdeki atmosfere dair çok korkunç şeyler söylüyor ve karşılaştıkları engeller için üzgünüm. Yine de, bu sene yaşanan deneyimlerin yeniden gözden geçirilmesi ve sorumluluğun birlik beraberlik vurgusuyla birlikte bütüne yayılması yerine altına girilen sorumluluklar temelinde anlamlı bir öz eleştiri yapılması gerektiğini düşünüyorum. Gelecekte başka organizasyonlarda bir araya gelmeyi ve bu sene niyet ettiğimiz fakat gerçekleştiremediğimiz gündemleri paylaşmayı umut ediyorum.
--------------------------------------------------
Şimdi de 3. Türkiye Vegan Yaşam kampına katılmış olan bazı arkadaşların deneyimlerine bakalım.
Emre Yavuz:
Sevgili 3. Türkiye Vegan Yaşam Kampı koordinasyon ekibi,
22 Ağustos 2022 tarihinde mail kutuma düşen ve sizin imzanızı taşıyan sonuç metnini bir solukta okudum. Sizin ifadenizle “her şeye rağmen bize [size] inanan, güvenen yaklaşık 150 katılımcıdan” biri olarak kampla ilgili bazı hassas konuların bir kez daha sümen altı edildiğini görmekten dolayı bu yazıyı kaleme almaya ihtiyaç duydum.
Tüm yasaklamalara karşın kampın yapılması için gösterdiğiniz çabaya ve emeklerinize saygımdan dolayı bugüne kadar sosyal medyada açık açık yazmadığım bu eleştirileri gizli tutmam artık mümkün görünmüyor. Gerek kamp döneminde gerekse kamp sonrasında olabildiğince yapıcı davranmaya çalışıp kamp organizasyonuna dair rahatsızlığımı sadece yakın çevremdeki insanlarla, aktivist arkadaşlarımla paylaştığım ve düşüncelerimi onlardan hiçbir zaman saklamadığım ise beni tanıyanlar için sır değildir.
Organizasyon şemasına ilişkin bilgilerin yer aldığı metnin ilk bölümü görece en pozitif ve kapsayıcı dönem olarak görünse de içeride yaşanan kimi tartışmalara yer verilmemiş olduğunu belirtmekte fayda var. Bu tartışmalarının detaylarını öznelere bırakarak parantezi kapıyorum. (Bknz: İrem Zeyneloğlu yazısı). Hazırlık döneminde birçok farklı düşünceden ve akımdan gönüllü veganın ilk toplantılarda yer alması ve kampın tanıtımını yapması beni kampa gelmeye ikna eden en büyük etkenlerden olmuştu. Örneğin, daha önce atölye ve pikniklerden tanıdığım iki abolisyonist vegan arkadaşımın (Oğuzhan Kaya ve Ayşe Ceren Kaypak) konuşmacı olarak kampta yer alacağını öğrendiğimde hayvan hakları-veganlık ekseninden sapılmayacağına, tartışmaların bu eksende yapılacağına dair kanaat getirmiş ve kampa katılmaya karar vermiştim. Öyle ki, imkânları yeterli olmayan ve kampa gelmeyi düşünen başka insanların da böylesi bir fırsatı kaçırmaması için fazladan bir ödeme bile yapmıştım.
Kampın arifesinde malum ve mücbir sebeplerden dolayı ikinci kamp yerinin de yasaklandığının bildirildiği saatlerde özel araçla yola çıkmış dört vegan katılımcı olarak yolumuza devam edip organizasyon ekibinden bile önce Kepez plajında yerimizi almış, gelen her katılımcıya gerek çadırların kurulmasında gerekse eşyaların taşınmasında yardım etmiştik. Kimseden sağlıklı bir bilginin alınmadığı, WhatsApp grubunda müthiş bir bilgi kirliliğinin olduğu o belirsiz birkaç saatte dayanışma ruhuyla kamp için pek de elverişli olmayan bu alanı terk etmeyi düşünen birçok kişiyi de kalmaları için ikna etmiştik. Birtakım güven eksikliklerinden ve iletişim sorunlarından dolayı kayıtlarını iptal eden ve başka noktalarda kamp gerçekleştiren arkadaşlara yönelik eleştirileri ise haksız bulduğumu ifade etmek istiyorum. (Bknz: Burak Yeşilyurt / Onno Paluyan yazıları). Daha sonra yaşadıklarımı ve öteki arkadaşların tecrübelerini göz önüne alınca açıkçası sizlerle dayanışma konusunda doğru bir karar verip vermediğim konusunda kendimi sorgulamadan da edemiyorum.
Organizasyonun maddi koşullarının olağanüstü şartlarda mükemmel olmasını beklemenin haksızlık olacağını kabul ediyorum. Ancak geriye dönüp baktığımızda genel olarak organizasyon ekibinin tavırlarının, her şeye rağmen kampa gelme iradesi gösteren veganlara bile oldukça soğuk ve mesafeli olduğu yadsınamazdı. Kampın ilerleyişi ve geleceği ile ilgili sorduğumuz birçok soru havada bırakılmış, sağlıklı bir iletişim kurulamamıştır. Bu durum o kadar çok kişi tarafından deneyimlenmiştir ki atölyelerde dinleyiciler söz almaya, eleştiri yapmaya çekindiklerini birçok mecrada dile getirmişlerdir.
Bu mecralardan bence en önemlisi olan ve kamp sonrası eleştiri yazılarıyla dolan kamp WhatsApp grubu günlerce eleştiri yazılarıyla dolmuş, herkes kendi çerçevesinden eksik bulduğu kısımlara değinerek koordinasyon ekibinden öz eleştiri beklemişti. En sonunda, kamp yürütücüleri ileri bir tarihte Zoom toplantısı yapılacağını belirterek WhatsApp grubunun işlevini tamamladığı kararını alıp grubu itirazlara rağmen kapatmıştı. Böylece atölyeler boyunca pasifize edildiği ve güvende hissetmediği için söz alamadığını ifade eden dinleyicileri haklı çıkarırcasına bir araya gelmiş onlarca veganın iletişimi bir çırpıda organizasyon ekibi tarafından kesilmiştir. Kabul edersiniz ki gruptan herkesin teker teker çıkarılması son derece antidemokratiktir ve bu eyleme yönelik hiçbir öz eleştiri verilmeyip farklı yerlerde kamp yapan veganlardan öz eleştiri beklemek ise hedef şaşırtmaktan başka bir şey değildir.
Söz konusu Zoom toplantısı ise kamptan 2 hafta sonra 22 Temmuz Cuma günü 21:00'da gerçekleşmiştir. Tarih ve saat seçiminde de hiçbir katılımcıya danışılmadığının altını kalın çizgilerle çizmekte yarar var. Seçilen zaman dilimi anlaşılacağı üzere genellikle insanların iş sonrası dışarıda eğlendiği saatlere denk getirilmiştir. Bu nedenle de toplantıya katılım sınırlı kalmıştır: 20 kadar katılımcının ancak yarısı organizasyon dışından kişilerden oluşmuştur. Toplantı her atölye yürütücüsünün kampa neden gelmediğinin açıklanmasıyla başlamış, abolisyonist veganlardan iki katılımcının kampa katılmamaları “bu arkadaşlar zaten ayrı kamp kurdu” diyerek özetlenmiştir. (Bknz: Oğuzhan Kaya’nın yazısı) Diğer katıl(a)mayan atölye yürütücülerinin kampa gelmemesi ise “başka sebeplerden katılım sağlayamadılar, şimdi bunları söylemek etik olmaz” cümleleriyle açıklanmaya çalışılmıştır. Kampa katıl(a)mayan yürütücüler arasında hazırlık dönemindeki bazı gönüllülerin de bulunmasına ve başka yerlere kamp kurmalarına rağmen kendileri hakkına hiçbir açıklama yapılmamış, sadece abolisyonist veganlar hedef gösterilmiştir. Aynı durumda başka vegan gruplar varken sadece abolisyonist veganlara yönelik ithamlar bu nedenle anlaşılabilir değildir ve açıklamaya muhtaçtır.
Ceyhan Karaduman:
Vegan Kamp organizasyonel sorunlar:
Organizasyonda kamp yeri mühürlemeleri dışında, organizasyondaki kararsızlık, ilk önce Kepez’e gelip çadırları kurup hemen sonrasında şimdi toplanıyoruz ve Geyikliye gidiyoruz denmesi ve buna karşı çıkan kişilerin hiç dinlenmemiş olması ile başlıyor. Çadır kur çadır topla tekrar otobüs yolculuğu yap vs, herkes zaten yorgun ve uykusuzdu; dolayısıyla ilk gün sürekli bir toplan git çadır kur şeklinde geçti. Geyiklideki alan bir kamp alanı değildi bence, bir çeşit açık alan, ama kamp alanı değildi. Tuvalet 15 dakika, hızlı yürürsen o da, ayrıca anlatılacak gibi değil tuvaletin ve lavabonun pisliği ve kokusu, 3 gün boyunca böyle bir yere mahkûm edildi bir dolu insan. Ve buna dair nasıl bir çözüm sunabiliriz gibi bir kaygısı olmadı hiç kimsenin.
Yağmur ve hava şartları da çok desteklemedi bizi, çadırların içine su doldu, bu elbette organizasyonun bir suçu değil kesinlikle ama, orada hissettiğim herkes kendi başının çaresine baksın, çadırını ıslak ya da değil , hiç önemi yok, üşüyorsan da üşü, ya da otobüste yat . Ki öyle de oldu. Ama orada da üşüdük ve uyuyamadık.
Atölyeler bir şekilde yapıldı ama, çok dağınıktı. Karşı yorumlara cevaplar ya savunma mekanizması işleterek verildi ya da çok da önemsenmedi yorumlarımız.
Vegan Kamp içerik sorunları:
Kamp postlarının bile veganlık odağından çıkarılarak insan merkezci bir yere oturtulması ve çağrıların bunu gözeterek yapılması bence en temel sorunlardan biriydi. Kamp alanlarının mühürlenmesinin sebebi olarak da bunu görüyorum. Yanlış strateji, kavram karışıklığı ve neyin odağa alınacağının kavranamamış olması beni çok üzdü, endişelendirdi.
Kamp ile ilgili bu deneyimleri okuduktan sonra « hainlik, bölücülük, etik dışı » olmakla suçlanıp, özeleştiri vermesi beklenen kişilerin mi yoksa kamp organizatörlerinin mi yeniden bir durup düşünüp gerçek bir özeleştiri vermesi gerektiği yorumunu size bırakıyoruz.
Giriş, sonuç ve derleme: Oğuzhan Kaya
5 notes
·
View notes
Text
Zouma Kardeşler Cezalandırıldı. Peki, Ya Geri Kalanımız?
Gary L. Francione
West Ham futbol oyuncusu Kurt Zouma, kedisine tekme ve tokat atarak kedinin “gereksiz yere acı çekmesine” sebep olduğu için Hayvan Refahı Yasasını ihlal ettiği suçlamasını kabul etti. Dagenham ve Redbrdge’de oynayan erkek kardeşi Yoan Zouma olayı filme çekti ve Kurt’un yasaları ihlal etmesini salık verdiği veya teşvik ettiği gerekçesiyle suça ortaklık etmekle itham edildi. Kurt 180 saatlik kamu hizmeti cezasına çarptırıldı ve beş yıl süreyle herhangi bir kedi bakması yasaklandı. Yoan 140 saatlik kamu hizmeti cezasına çarptırıldı ve ayrıca beş yıl süreyle kedi bakması yasaklandı. Buna ek olarak 9,000 poundluk yargılama gideri tayin edildi. Bu da West Ham tarafından Kurt’a uygulanan 250,000 poundluk para cezasına eklendi. Hayvan Refahı Yasası “gereksiz yere acı çektirme” eziyetini yasaklıyor. Bu açık biçimde, en azından zevk, eğlence veya elverişlilik sebepleriyle uygulanan acıyı kapsıyor. Zouma Kardeşler yasaları ihlal etti çünkü kediye tekme ve tokat atmanın hiçbir gerekçelendirmesi yoktu. Ona sebepsiz yere zarar vermişlerdi.
Zouma kardeşlerin yaptığı bariz ve su götürmez biçimde, ahlaken ve hukuken yanlış. Fakat onların davası, basit ve doğrudan bir soruyu doğuruyor: Geri kalanımızdan ne farkları var? Neden hepimiz Zouma Kardeşlerle birlikte kamu hizmeti cezasına çarptırılmıyoruz?
Her sene, 80 milyar kara hayvanını yemek için öldürüyoruz. Bir milyar civarı hayvan Birleşik Krallıkta öldürülüyor. Yıllık katledilen balık sayısı tahminen bir ila üç trilyon arasında. Bu bir hayli ıstırap ve ölüm demek.
Bunu neyle gerekçelendiriyoruz?
Elbette başka seçeneğin olmadığı ve hayatta kalmak için hayvanları öldürmek zorunda kaldığımız zamanlar olabilir. Fakat bu durum her yıl katlettiğimiz hayvanların sarsıcı miktarının ufacık bir kısmının içindeki ufacık bir kısmı açıklar. Büyük kısmı içinse, hayvanları yiyoruz çünkü tatlarının güzel olduğunu düşünüyoruz ve hayvansal besinler rahatlıkla ulaşılabilir durumda. Hayvanları tüketmekten zevk alıyoruz; ortada bir gereklilik yok. The NHC (National Health Service/Ulusal Sağlık Örgütü) —ve Amerikan Beslenme Derneği gibi, diğer ülkelerdeki hemen hemen diğer tüm idari ve profesyonel kurul— hayvansal ürünler kullanmadan sağlıklı bir yaşam sürebileceğimizi onaylıyor. Dahası, giderek artan sayıdaki ana akım sağlık hizmetleri uzmanları hayvansal ürünler yemenin insan sağlığına zararlı olduğunu söylüyor. Her halükârda, hayvansal ürünler yemek kuşkusuz insan sağlığı için gerekli değil. Üstelik, hayvancılık küresel ısınmanın önde gelen sebeplerinden birisi. Oxford’daki araştırmacılar et ve sütten uzak durmanın, gezegen özerindeki etkimizi azaltmak için atabileceğimiz başlı başına en etkili adım olduğunu iddia ediyor. Kısacası, hayvanları ıstırap ve ölüme maruz bırakıyoruz çünkü onlardan elde ettiğimiz ürünleri tüketmeyi haz verici buluyoruz. Hayvansal besin tüketmek kolayımıza geliyor. Yiyecek için kullandığımız hayvanları maruz bıraktığımız acı ve ölüm gereksiz —tıpkı Zouma Kardeşlerin kediyi maruz bıraktıkları acı gibi. Hepimizin ahlaken iğrenç bulduğu bir davranışta bulundukları için suçlu olarak hüküm giyen Zouma Kardeşlerle geri kalanımız arasında ahlaki anlamda hiçbir farkın olmadığını ileri sürüyorum. Aslında, aramızda hayvan tüketenlerimiz, çektikleri acıyla birlikte ölümlerinden de sorumlu olduğumuz için Zouma Kardeşlerden daha kötü olabilir. Zouma Kardeşler kediyi öldürmediler.
Her birimiz Kurt Zouma ve Yoan Zouma’yız.
Bizim hayvanları yiyecek için kullanmamızın kediyi tekmelemekten farklı olduğu, çünkü ilkinin işleyişini düzenleyen yasaların olduğu ve “gereksiz” acıyı yasakladıkları yanıtı birçok sebepten yetersizdir. Öncelikle, hayvanlar taşınabilir mallardır. Onların çıkarlarını korumak paraya mâl olur ve çoğu zaman o parayı yalnızca bunu yapmaktan ekonomik bir faydamız olduğu zaman harcarız. Sonuç olarak, hayvan refahı standartları tarih boyunca son derece düşük olmuştur ve öyle olmaya da devam ediyor. “İnsani” muamele ve kesim kavramları hayal ürünüdür. “İnsanca” muamele edilmiş hayvanların birçoğu epey acı çeker. Fakat bu yanıtın meseleyi gözden kaçıran bir yönü daha vardır. Kimse Zouma Kardeşlerin yaptığı şeydeki problemin, daha “insani” bir üslupla davranmaya özen göstermekte çuvallamaları olduğunu iddia etmiyor. Çünkü yaptıkları şey hiçbir gereklilik veya mecburiyet içermiyordu, kediyi maruz bıraktıkları acı ahlaken ve hukuken yanlıştı. Elbette Kurt Zouma kediyi daha nazikçe tekmeleyip tokatlasaydı “daha iyi” olurdu. Fakat eylemleri, daha “insani” olsaydı bile, hâlâ yanlış olurdu. Benzer şekilde, yiyecek olarak kullandığımız hayvanlara daha çok acıdansa daha az acı çektirmemiz “daha iyidir”. Fakat hayvanları yemek için hiçbir zorunluluk yoksa tüm bu ıstırap gereksiz —ve yanlıştır. Bir diğer cevap, Kurt Zouma’nın mevzubahis zalimce davranışı bizzat kendisinin gerçekleştirdiğidir. Çoğumuz sadece marketten “yiyecek” satın alırız. Marketten hayvan cesedi satın almakla hayvanı bizzat öldürmek arasında, tıpkı haksız surette birini bizzat öldürmekle kurbanı öldürmesi için birine para vermek arasında fark olmaması gibi, ahlaki anlamda hiçbir farkın olmadığını ileri sürüyorum. Hukuk her ikisini de cinayete karışmak olarak ele alır. Ve biz suça azmettirmiş veya teşvik etmiş oluşumuzla, hiç olmazsa Yoan Zouma’yla benzeşiyoruz.
2007’de Micheal Vick isimli American futbol oyuncusuna, Virginia’da bir köpek dövüşü yürütmekle ilgili suçlardan dava açıldı. Yaptığı şeye karşı protestolar derin ve uzun soluklu oldu. Hâlâ suçlanmaya ve kınanmaya devam ediyor. 2010 yılında, Coventry’de bir banka çalışanı olan Mary Bale, bir kediyi saatlerce içinde kalacağı çöp tenekesine atmaktan yargılandı. O da kötülenmiş ve “Hitler’den beter” olmakla ve (Birleşik Krallıkta bulunmayan) ölüm cezasını hak etmekle suçlanmıştı. Aynı şekilde, benzer başka birçok vaka yaşandı. Bu vakalar, en azından kedi ve köpeklerin göz önünde bulundurulduğu noktada, gereksiz yere çektirilen acıya karşı yasaklamaların oldukça ciddi olduğunu anlıyor —ve kuvvetli bir şekilde hissediyor— olduğumuzu açıkça ortaya koyuyor. Fakat sevgi beslediğimiz ve çatalımızı sapladığımız hayvanlar arasında ahlaken veya hukuken tutarlı hiçbir ayrım yok. İşin garip tarafı şu ki RSPCA(Royal Society for the Prevention of Cruelty to Animals), Bale ve Zouma Kardeşlere dava açtı. RSPCA, RSPCA Assured aracılığıyla hayvansal besinlerin kullanımını destekliyor. Yani, RSPCA bir yandan hayvanlara geçerli bir sebep olmadan acı çektirilmesini teşvik ederken bir yandan da hayvanlara geçerli bir sebep olmadan acı çektiren insanlara dava açıyor. Yıllardır, açıkça damak tadı gibi önemsiz bir zevk için hayvanları tüketmeye devam edenlerimizin neden başka keyfi sebepler için hayvanları istismar edenlerden farklı olduğunu sorup duruyorum.
Şimdiye kadar mantıklı hiçbir cevap almadım. Eğer Kurt ve Yoan Zouma suçlularsa önemsiz amaçlar için hayvanları kullanmaya ve öldürmeye devam edenlerimiz de açıkça suçludur. Ve bu neredeyse hepimiz anlamına gelir. Belki de bir adım geri çekilip kendimize en azından—tatlarını sevsek bile— hayvanlara gereksiz yere acı çektirmek zorunda olup olmadığımızı sorabiliriz. Belki de oldukça rahatsız edici bir gerçeği kabul etmemiz gerekiyordur; eğer hayvanlar ahlaken değerliyse, veganlık ahlaki bir zorunluluktur.
Çeviri: Eda Çivaş
Kaynak: https://gary-francione.medium.com/the-zouma-brothers-have-been-sentenced-now-what-about-the-rest-of-us-b957adafb492
7 notes
·
View notes
Text
İnsan Hakları ve Hayvan Hakları: Ayrılmaz Biçimde Birbirine Bağlı
Gary L. Francione
Bazı hayvan savunucuları insan hakları ve hayvan haklarını birbirinden ayırabileceğimiz ve yalnızca ikincisini göz önünde bulundurabileceğimiz görüşünde. Dahası, sıklıkla herhangi bir hayvan haklarını insan haklarıyla ilişkilendirme girişiminin “radikal” olduğunu ve hayvan haklarının konumunu politize etmeye çalıştığını iddia ediyorlar. Bu akıl kârı değil ve hayvan haklarını anlama konusundaki bütünlüklü bir hatanın göstergesi. Bunu enine boyuna düşünelim: Hayvan sömürüsü neden yanlıştır?
Cevap: Yanlıştır çünkü insanları kullanmayı ahlaken kabul edilebilir bulmadığımız durumlarda hayvanlara ıstırap ve ölümü dayatmayı meşrulaştıramayız. Ahlaki topluluğun üyelerini belirlemek için türü kullanmak, tıpkı ahlaki topluluğun üyelerini belirlemek için ırk, cinsiyet, cinsel yönelim vb. kriterleri kullanmanın yanlış olduğu gibi yanlıştır.
Hayvan Haklarına Abolisyonist Yaklaşımın Beşinci İlkesi şöyle söyler: <<Abolisyonistler ırkçılık, cinsiyetçilik, heteroseksizm, yaşa bağlı ayrımcılık, engellilere yönelik ayrımcılık ve sınıfsal ayrımcılık dâhil olmak üzere, insan ayrımcılığının bütün formlarını —tıpkı türcülüğü reddettikleri gibi— reddederler. Özet Hayvan Haklarına Abolisyonist Yaklaşım türcülüğü reddeder çünkü ırkçılık, cinsiyetçilik, heteroseksizm ve diğer insanlara yönelik ayrımcılık türleri gibi, türcülük de ahlaki anlamda alakasız bir kriteri (türü) hissedebilen varlıkların çıkarlarını yok saymak ve değersizleştirmek için kullanır. Türcülüğe yönelik karşı çıkış ancak ayrımcılığın tüm biçimlerine yönelik genel bir karşı çıkışın parçası olarak anlam taşır. Bu yüzden, hayvan savunucuları olarak biz, ayrımcılığın diğer biçimlerine karşı bir tutumumuz olmadığını öne sürerken türcülüğe karşı çıkamayız. Türün insan harici hayvanların çıkarlarını yok saymak ya da değersizleştirmek için bir kriter olarak kullanılmasını reddettiğimizi; fakat ırkın, cinsiyetin, cinsel yönelim veya tercihin insanların çıkarlarını yok saymak ya da değersizleştirmek için birer kriter olarak kullanılmasına karşı bir duruşumuz olmadığını beyan edemeyiz. Türcülüğe karşı muhalefetimiz, tüm ayrımcılıklara karşı çıkmayı gerektirir.>> Hayvan hakları teorisinin insan haklarına dair bir duruşu olmadığını söylemenin hiçbir mantığı yoktur. Hayvan haklarını önemsediğinizi ama insan haklarını önemsemediğinizi söylemek yalnızca saçma değil, ayrıca misantropiktir. Ayrımcılıkları —ama tüm ayrımcılıkları— reddetmek hayvan hakları görüşünün tam merkezinde yer alır. Irkçılığı benimseyen, feminizmi reddeden veya herhangi bir ayrımcılık türüne teşvik edenlerin hayvan hakları hareketinde yeri yoktur.
Çeviri: Eda Çivaş
Kaynak: Gary L. Francione: The Abolitionist Approach to Animal Rights
0 notes
Text
Tom Regan ve Bir Zamanların Hayvan Hareketi Üzerine Değerlendirmeler
Gary L. Francione
İdare Meclisi Hukuk Ordinaryüs Profesörü Nicholas deB. Katzenbach Hukuk ve Felsefe Akademisyeni Rutgers Üniversitesi Hukuk Fakültesi New Jersey, ABD Fahrî Profesör (Felsefe) Siyaset, Felsefe, Dil ve İletişim Çalışmaları Fakültesi East Anglia Üniversitesi Norwich, İngiltere
Between the Species, Cilt 21, Sayı 1 Bahar 2018
Türkçe’ye çeviri: Gülce Özen Gürkan
Gerçek Bir Haklar Hareketinin Başlangıcı
Sahneyi kuralım: 15 Temmuz 1985. Aralarında Tom Regan'ın da olduğu yaklaşık 100 hayvan hakları aktivistinden oluşan bir grup, Bethesda, Maryland'deki Ulusal Sağlık Enstitüsünün (NIH) bir binasını ele geçiriyor. Pensilvanya Üniversitesi (Penn) Tıp Fakültesinde babunlar üzerinde yürütülen kafa travması deneylerini protesto ediyorlar. Göstericiler, hükümet kapsamlı bir soruşturma geçirmesi beklenen laboratuvarı fonlamayı en azından askıya almaya razı olmadığı sürece, binayı işgâl edeceklerini duyuruyorlar. Hükümet, göstericiler binadan ayrılmazlarsa onları tutuklamakla tehdit ediyor.
Yorgun, günlerdir yıkanmamış ve gergin protestoculardan oluşan kalabalık bir grup, kaçınılmaz hâle geldiği anlaşılan tutuklamaların korkusu üzerlerinde, geniş ama sıkış tıkış bir NIH bürosunda etrafını sarmış, esrik bir dikkâtle Tom’u dinliyordu. Tom, çeşitli sosyal hareketlerin tarihlerindeki şiddetsiz protestoları anlatarak ve böyle protesto gösterilerinin bu tip mücadelelerde ne kadar kritik bir rol oynadığı konusunda teminat vererek, onları sakinleştiriyor ve tekrar odaklanmalarına yardımcı oluyordu. Tom müthiş bir hikâye anlatıcısıydı. Hikâyeleri ve sosyal adalet hareketleri konusundaki bilgisi, grubu aralıksız olarak yaklaşık dört gün boyunca canlı ve istekli tuttu; göstericilerin yeniden cesaret kazanmasını ve hem protesto ettiğimiz deneylerin karşısında durma, hem de insan harici hayvanlara adalet gibi daha büyük bir hedefe ulaşma açısından, yaptığımız şeyin ne kadar önemli olduğunu anlamalarını sağladı.
Günlerce süren hararetli tartışmalardan sonra, 18 Temmuz 1985’te, öğlene doğru, Sağlık ve İnsan Hizmetleri Sekreteri Margaret Heckler, NIH’ye, protesto ettiğimiz deneylerin kapsamlı bir soruşturma beklemek üzere askıya alınmasını söyledi. Oturma eylemi başarıya ulaşmıştı. “Hayvan hakları” gürûhu, bir sivil itaatsizlik eyleminde federal devletin karşısında durmuş ve galip gelmişti; Tom da bu başarıda hayatî bir rol oynamıştı.
Bu oturma eylemi, şüphesiz, o zamana dek (ve belki bu zamana dek) Amerikan hayvan hakları hareketinde meydana gelen en kayda değer olaydı. Tom orada olmasaydı, sanırım göstericilerin çoğu öylece oradan ayrılır ve oturma eylemi başarısız olurdu.
Ben o göstericileri bir avukat olarak temsil ediyor ve göstericilerin peşinde oldukları meseleler ve talepleri hakkında NIH ile pazarlık ediyordum. Tom benim müvekkillerimden biriydi. Tom’la beni bir araya getiren de bu dava olmuştur.
1984 Temmuz’unda, Penn Hukuk Fakültesinde öğretim üyesi olarak ders vermeye başladım. 1984 Mayıs sonlarına doğru Penn Tıp Fakültesindeki bir laboratuvara zorla girildi. Laboratuvarda, babunlar üzerinde kafa travması deneyleri yapılıyor, babunların kafaları yerçekimi kuvvetinin 2000 katına kadar hızlandırılarak, kafasını doğrudan çarpan bir insanın alacağı yaradan farklı olarak, kafatasıyla birlikte hareket ettiğinde beynin ne çeşit yaralanmalara maruz kalacağı ölçülmeye çalışılıyordu. İçeri zorla kim girdiyse, sadece laboratuvarda gerçekleşen ve korkunç derecede şiddet içeren deneyleri değil, araştırmacıların bu deneylerin video kaydını tuttuğunu da biliyordu. İçeri girenler yaklaşık 60 saat uzunluğundaki video kasetleri götürdüler. Kopyalarını çıkarıp, Washington’daki nispeten yeni bir hayvan aktivizmi derneğine, Hayvanlara Etik Muamele Topluluğu’na (PETA) da anonim olarak bir kopya verdiler. PETA’nın kurucuları Alex Pacheco ve Ingrid Newkirk’le, bir yıl önce, Washington’da Sandra Day O’Connor adlı hâkime kâtip olarak hizmet verirken tanışmıştım. Kâtipliğim bittiğinde derneğe ücretsiz hukuk danışmanlığı yapmaya başladım.
PETA, “Unnecessary Fuss (Gereksiz Yaygara)” adında, uzun kasetlerdeki görüntülerden kesitlerin üzerine bir anlatıcının deneylerin doğasını açıkladığı, 25 dakika süren bir video hazırladı. 1984 Sonbaharında, Penn, ABD ve İngiltere’de basından büyük ilgi gören ciddî bir skandala karıştı—özellikle de İngiltere’de; deneylerle ilgili birtakım meselelerde Glasgow Üniversitesi’nin de adının geçmesi sebebiyle. Philadelphia’da nüfuzlu bir politik güç olan Penn, laboratuvarından kasetleri kimin çıkardığı hakkında kapsamlı ve sert bir cezai soruşturma başlatması için Bölge Başsavcılık Bürosu’nu harekete geçirdi. Ben ise bir yandan deneylere karşı çıkıyor, bir yandan da cezai soruşturmanın hedefindeki birtakım kişileri temsil ediyordum.
Takip eden Nisan ayında, deneyleri protesto etmek için üniversitede bir miting düzenlemeye karar verdim. Tom Regan’la ilk temasıma da bu olay vesile olmuştur. Bir önceki yaz, The Case for Animal Rights’ı (Hayvan Hakları Meselesi) okumuştum ve mitingde kitabın yazarını da ağırlamak mantıklı gelmişti. Tabiî akademisyenlerin özellikle de böyle bir durumda akademik kuruluşları eleştirmesinin ne kadar zor olduğunu bildiğim için, davetimi geri çevirme ihtimâline tamamen hazırlıklıydım.
1985’in ilk aylarında, Tom’la ilk kez konuştum. Evden telefonla arayıp kendimi tanıttım. Penn’deki tartışmadan haberdardı ve benim dâhil olduğumu da duymuştu. 27 Nisan’da yapılması planlanan miting için Philadelphia’ya gelip gelemeyeceğini sordum. Ulaşım masrafı için hiçbir fonumun olmadığını belirterek, gelirse evimizde ağırlamayı teklif ettim; konuşma yapmaktan onur duyacağını söyleyerek kabul etti. Tom’un muhtemelen üniversitede oldukça tatsız bir dönem geçiriyor olduğumu dile getirdiğini hatırlıyorum. Ona bu konuda “muhtemelen”lik bir şey olmadığı, Penn’in gerçekten bana çok kızdığı ve dekan yardımcısı tarafından, eylemlerimin kariyerimi tehlikeye attığı söylenerek açıkça tehdit edildiğim bilgisini verdim. Konuşmamızın içeriğine dair başka bir şey hatırlamıyorum ama Tom’un ne kadar zarif olduğunu düşündüğümü ve mitingde konuşmayı kabul etmesinin beni ne kadar heyecanlandırdığını hatırlıyorum.
26 Nisan 1985’te, mitingden önceki gece, Tom bizim evde kaldı; o, partnerim Anna Charlton ve ben, neredeyse sabaha kadar uyumayıp, Birleşik Devletler’de gerçek bir hayvan hakları hareketinin ortaya çıkmasına dair ortak arzumuzu konuştuk. Ortaya çıkan hareketin şeklini ve bazı kilit unsurlarını tartıştık—PETA’yı öne çıkaran “Silver Spring maymunları” meselesini, düzenlenen Hayvanlar için Harekete Geç mitinglerini ve o zamanlar meydana gelen ve insanların hayvanlar hakkında daha ilerici bir şekilde düşünmeye başladığına işaret eden diğer şeyleri. Tom, Penn mitinginde konuşmayı kabul ettiğini, çünkü mitingin bir dönüm noktası olacağının farkına vardığını söyledi—daha önce hiç prestijli bir üniversitede devletin fonladığı bir araştırmaya bu şekilde karşı çıkılmamıştı. Penn’in yaptıklarına başarılı bir şekilde muhalefet edersek, bunun artık ortamın değiştiğine dair bir gösterge olacağına ve toplumda hayvan hakları üzerine anlamlı ve geniş kapsamlı bir tartışma başlatabileceğimize inanıyordu—tabii Anna ve ben de.
Ertesi gün arabayla üniversiteye kadar gittik ve Penn kampüsünde mitingin gerçekleşeceği alana doğru yürümeye başladık. Böyle bir etkinliği düzenlemeye dair ben de mitingi birlikte düzenlediğim aktivistler de zerre kadar deneyim sahibi değildik; ya kimse gelmezse diye endişeleniyordum. Gelmesini umduğum 100 katılımcının gelmeme ihtimâline dair kaygımdan Tom’a da bahsettim. Bana endişelenmememi, bu etkinlik hakkında “içinde iyi bir his olduğunu” söyledi. Tom böyleydi işte (benim tanıdığım kadarıyla)—her zaman olumlu düşünmeye çalışırdı.
Mitingin yapılacağı alana yaklaştıkça, deneyleri eleştiren dövizler taşıyan insanların çoğaldığını fark etmeye başladık. Miting alanına girmek için köşeyi döndüğümüzde, en az 1500 kişinin toplandığını görünce şaşkına döndüm. Tom’a baktım; sevinçten öyle bir gülümsemesi vardı ki, asla unutamam. Bana döndü ve dedi ki; “Hayvan hakları hareketinin başladığına şâhit oluyoruz.”
Miting çok başarılı geçti. Evvelsi akşamki sohbetimiz esnasında Tom mülâyim ve gayet akademik bir izlenim bırakmıştı. Açıkçası, platforma çıkıp Emanuel Kant’ın içkin değere dair görüşlerini anlatarak herkesi uyutacağından endişe etmiyor değildim. Çok yanılmıştım. Mikrofonu aldığında, akademik Regan yok oldu. Tom, tutku ve inançla konuşan güçlü bir vizyonere dönüştü. Nasıl derler, “tutuşmuştu”. Kalabalığın son derece coşkulu tepkisi, Tom’un tavrıyla uyum içindeydi. Miting hem deneylere karşı kamusal desteği canlandırdı, hem de ABD ve İngiltere’deki hayvan örgütlerini meseleye odakladı.
O akşam eve döndüğümüzde hem mutlu hem de heyecanlıydık. Nereye varacağını bilmiyorduk; ama o gün önemli bir şey olmuştu. Tom, Anna ve ben, gecenin büyük bir kısmını—yine—konuşarak geçirdik.
ABD’nin dört bir yanındaki hayvan örgütlerinin, federal devleti Penn laboratuvarında olup bitenleri soruşturmaya iknâ edebilmek adına aylarca süren girişimlerinin ardından, o yazın sonlarına doğru NIH oturma eylemini başarıyla gerçekleştirmiştik. Eylemin hemen ardından, Tom’la birlikte mutluluktan uça uça, az önce neler olduğunu ve arkasından ne geleceğini konuşarak eve döndük. Hareketi değerlendirdik. Hayvan haklarından, elimizi uzatsak tutabileceğimiz, kazanmayı başarabileceğimiz bir gerçekmişçesine bahsettik. O günü hayatım boyunca unutamam. İkimiz de ne kadar iyimserdik! Tom, Penn laboratuvarına karşı yapılan kampanyanın Birleşik Devletler’deki hayvan hareketinde önemli bir kilometre taşı olduğuna iknâ olmuştu. Haklıydı. Kendisi de bu çabanın çok önemli bir parçasıydı.
Rotayı Haklara Çevirmek: Hak / Refah Çekişmesi
Oturma eyleminden sonra, Tom’la bol bol sohbet ettik ve sık sık görüştük. Tom ve partneri Nancy’nin kurduğu Kültür ve Hayvan Vakfı’nın açılışına destek vermeye, Kuzey Carolina’ya gittim. Anna’yla birlikte vakfın etkinliklerine katıldık; ben vakfın danışmanı oldum. Tom ve Nancy New York’u çok seviyorlardı; taşındığımızda onları sık sık ağırladık. Misafir odamıza “Tom ve Nancy’nin odası” diyorduk.
İlk zamanlarda tartışmalarımız daha ziyade felsefî meselelere yoğunlaşıyordu. Ancak sonraları—hareketteki farklı motivasyonların da bilinciyle—hayvan hakları kuramını uygulamalı bir konu niteliğiyle ele almaya başladık. Bu fikir alış verişlerinde, hareketin doğasına dair bugüne dahi uzanmakta olan bir ikilemi tespit ettik.
1983’ten beri PETA ve diğer hayvan örgütlerinin kampanyalarında ücretsiz avukat ve danışman olarak çalışıyordum. Bu kampanyalar, büyük çoğunlukla, hayvan refahı meseleleriyle ilgiliydi. “İnsanî” muameleye ve sömürünün sadece bazı biçimlerini eleştiren ve içten içe sömürünün diğer biçimlerinin nispeten daha iyi olduğu mesajını veren, ayrıştırılmış meselelere odaklanıyorlardı.
O zamanlar, aktivistler, kamusal beyanlarında, o belirli kampanyada talep ettiğimizden daha fazlasını istemediğimizi açıkça belirtmeye özen gösteriyorlardı. İngiltere’de bir televizyon programında Penn laboratuvarları hakkında verdiğim bir röportajda, savunduğumuz görüşün deneylerde dirikesim uygulamalarının tamamen bitirilmesi olup olmadığının sorulduğunu hatırlıyorum. Bunun ayrı bir soru başlığı olduğunu, PETA’nın Penn’e karşı kampanyasının sadece mevcut yasalar ve düzenlemelerin ihlâline odaklandığını söylemiştim. Evet, iyi bir avukat böyle cevap verirdi; ama bu açıklamayı yaparken ne kadar rahatsız hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum.
Bu kampanyalar, bazı açılardan, 1960’larda—yani hayvan hakları hareketinin öncesinde—yürütülen kampanyalardan tamamen farksızdı. O zaman kendimize neden hayvan hakları aktivisti diyorduk?
Tom da ben de, hayvan hakları için, hayvan sömürüsünün tamamen ortadan kaldırılmasına (abolisyonuna) ihtiyaç olduğunun farkındaydık; o zamanlar kendisini hayvan hakları savunucusu olarak tanımlayan bir çok kişi de hedefin abolisyon olduğu konusunda hemfikirdi. E ama hayvan sömürüsüne düzenlemeler getirmekten başka hiçbir şey yapmayan kampanyalarla, hayvan sömürüsünü nasıl ortadan kaldıracaktık? Yaptığımız her şeyi anlaşılır bir biçimde abolisyon bağlamında yapmazsak, abolisyon mesajını nasıl yayacaktık?
Aynı dönemde, Tom da kendi görüşleriyle Peter Singer’ın görüşleri arasındaki farkın hayvan hareketi tarafından takdir görmemesi hakkında bariz bir hayal kırıklığı içindeydi. Tom bir hak kuramcısıydı; Singer ise ahlâki hakları reddeden bir utilitaryen (faydacı) idi. Singer’ın görüşleri, hayvan refahı görüşünün baş mimarı olan 19. yüzyıl felsefeci ve hukukçusu Jeremy Bentham’ın düşüncelerini yansıtıyordu. Buna rağmen, Singer, “hayvan hakları hareketinin babası” sıfatıyla anılıyordu. O vakitler, aktivistler arasında, Tom’un 1983’te yazdığı The Case for Animal Rights (Hayvan Hakları Meselesi) adlı kitabıyla yaptığı çok önemli kuramsal katkılar, herhangi bir değer görmemişti. Gerçekten de, önemini takdir etmek bir yana, o zamanlar kitabı okumuş aktivist bulmak bile zordu. PETA da dahil olmak üzere, sözde hayvan örgütleri, kitabı satmadılar bile; Singer’ın Hayvan Özgürleşmesi kitabını sattılar, ve kitabın hayvan hakları hakkında olduğunu söylediler. Kafalar inanılmaz derecede karışıktı. Tom, kuramsal yaklaşımlar arasındaki farkın sadece soyut ve büyük ölçüde anlamsız bir akademik mesele olmadığını kanıtlamak istedi; hareketin benimsediği stratejiyle doğrudan ilişkili olduğunu netleştirmek istedi. Benim gibi Tom da, refah kampanyalarındaki ve sömürünün bir biçimini diğerinin yerine geçiren tek konulu kampanyalardaki bir şeylerin temelden yanlış olduğu kaygısını taşıyordu; ama düşünce biçimini nasıl somutlaştıracağını kestiremiyordu. Tom abolisyon üzerine konuşma yapmakta çok iyiydi—konuşmaları gerçekten her zaman güçlü ve inandırıcıydı—ama o da benim gibi, abolisyonun bir uygulama stratejisi olarak ne anlama geldiğinden emin değildi.
Hayvan hakları kuramının gerçek dünyada pratik olarak nasıl uygulanacağını anlamaya dair ortak ilgimiz, Tom ve beni teori ve pratik ilişkisi hakkında saatlerce süren (böyle söyleyince çok yetersiz kalıyor) konuşmalara sürükledi. Bu sorgulamalar sonucunda, hayvan refahı reformlarını ya da bir sömürünün yerine diğerini koyan tek konulu kampanyaları desteklemenin hayvan haklarıyla çeliştiğini açık açık anlatmak gerektiği konusunda mutabakata vardık. Hayvan “hakları” savunucularının refah reformu kampanyalarını ve basmakalıp tek konulu kampanyaları güya abolisyonist bir hedefin aracı olarak desteklemeleri olgusunu “yeni refahçılık” terimini ortaya koyarak tanımladım. İkimiz de yeni refahçılığa karşıydık.
Benimsediğimiz görüş, hayvan hakları savunucusu olmanın, hayvan sömürüsünü meşrulaştıramayacağımız ve insan harici hayvanlara borçlu olduğumuz adalet sebebiyle hayvan sömürüsünü tamamen ortadan kaldırmak zorunda olduğumuz konusunda apaçık olmayı gerektirdiğiydi. Bu bir merhamet, insaf ya da nezâket meselesi değildi. Ahlâken gerekçelendirilemeyeni yapmaya son verme gerekliliğini açık ve kamusal bir talebe dönüştürme meselesiydi.
Uygulamada, özellikle üç şeyi önemli bulduk. Birincisi, refah kampanyaları ya da basmakalıp tek konulu kampanyalar yerine, aktivistlerin belli hayvan kullanımlarının yasaklanması üzerine kampanya yapması gerektiğini düşündük—örneğin, kozmetik ya da ürün deneylerinde hayvan kullanımını, anne yoksunluğu çalışmalarında hayvan kullanımını, eğlence amaçlı hayvan kullanımını durdurmak gibi. Bunun yanında, böyle kampanyalar sürdüren hayvan hakları savunucularının hayvan hareketinin hedeflerini de açıkça belirtmek durumunda olduğuna inanıyorduk. Yani, haydi basmakalıp tek konulu kampanyaları başka bir şey gibi paketleyip satalım demiyorduk.
Büyük çoğunlukla, tek konulu kampanyalar sömürünün bir biçiminin yerine diğerini koyar. Örneğin, o zamanlar sürdürülen barınak haczi (belediye barınaklarının istenmeyen ya da yuvalandırılamamış hayvanları araştırma enstitülerine teslim etme zorunluluğu) karşıtı kampanya, bir zamanlar bir ailenin “evcil hayvanı” olan hayvanlar yerine, amaca yönelik olarak yavrulatma yoluyla üretilen hayvanların kullanılması görüşünü destekler. Hayvanları anne yoksunluğu ya da uyuşturucu bağımlılığı deneyleri gibi belli biçimlerdeki deneylerde kullanmaya karşı yapılan kampanyalar, bunun yerine özellikle bir başka deney biçimini desteklememekle birlikte, hayvanları hedef alınan deneylerde kullanmanın nedense hedef alınmayan diğer deneylerde kullanılmasına kıyasla ahlâken daha kötü olduğu mesajını verir. Buradan da, hedef alınmayan kullanımların ahlâken daha iyi olduğu fikrine varılır. Bu kampanyalar, hayvan kullanımını tamamen ortadan kaldırmaya yönelik haklar hareketinde kendi niyetlerini ifade etmede başarısız olmuşlardır.
Tom ve benim önerdiğimiz kampanyalar, açıkça ve kalıcı bir biçimde abolisyona giden adımlar olarak nitelendirilecek bir bağlamda sürdürülen belli pratikleri hedefliyordu—hayvan sömürüsü duvarından tuğla sökmek gibi. Dana eti tüketimini bitirmeye yönelik bir kampanyayla, dana eti tüketimini bitirmeye yönelik abolisyonist bir kampanya arasındaki fark şuydu: Birincisi dana etini ayrıştırılmış bir mesele olarak hedefleyip, dana etini biftek, yumurta ya da sütten ahlâken daha kötü gibi göstermek suretiyle dolaylı olarak insanları dana eti dışındaki hayvansal yiyeceklere yönlendirirken; ikincisi, tüm hayvansal tüketimin ahlâken gerekçelendirilemez olduğunu açıkça vurgulayıp, dana etini, yiyecek için olan tüm hayvan kullanımlarını aşama aşama bitirmeyi amaçlayan bir kampanyanın parçası olarak hedefliyordu. Anahtar fikir, abolisyonun bu kampanyaların apaçık bir parçası olması ve refah reformu kampanyalarının planın hiçbir noktasında yer almamasıydı.
Bizim kavramsallaştırdığımız şekliyle bu abolisyonist kampanyalar, hedeflenmemiş hayvan kullanımlarının hedeflenenlerden daha iyi olmadığını netleştirmekle kalmayıp, aktivistlerin insanlara problemin A olduğunu söylediği ve bunda hemfikir olunana kadar asıl problemin B olduğunu söylemediği basmakalıp kampanyaların “sağ gösterip sol vuran” doğasından kaçınmış olacaktı.
İkincisi, bu kampanyalar veganlığı bir ahlâki yükümlülük olarak tanıtıp destekleme zemininde yürütülmek zorundaydı.[1] Bunun kesinlikle şart olduğuna inanıyorduk. Hayvan hakları, veganlık olmadan anlamsızlaşıyordu. İlginçtir, o zamanlar hayvan savunucuları arasında veganlığa dair çok daha az fikir uyuşmazlığı vardı. Refahçıların çoğu vegan değildi ve olmaya da gerek görmüyordu, ama kendisini hayvan hakları savunucusu olarak tanımlayan hemen herkes vegandı ve olmayanlar da en azından naveganlığı savunmuyorlardı. En azından benim izlenimlerime göre, hayvan hakları aktivistliği söz konusu olduğu sürece veganlığın ahlâki yükümlülük olduğunu belirtmeye gerek bile yoktu—hayvan hakları savunucusu olmaya yüklenen anlamın bir parçasıydı. O dönemin hak savunucularının veganlığın hayvan hakları görüşünde gereksiz olduğu gibi bir şey tartıştıklarını hiç hatırlamıyorum; bugünkü “hayvan savunucularının” tartışmalarından farklı olarak.
Üçüncüsü, haklar hareketinin insan hakları ve hayvan hakları arasındaki ilişkiyi gayet açık ve dolaysız bir biçimde kabul etmesi gerektiğine inanıyorduk. Benim daha sol bir duruşumun olması ve Tom’un daha libertaryen olması gibi politik görüş ayrılıklarımız vardı ama hayvan hareketinin insan haklarıyla olan bağlantıyı kasten görmezden gelmesi ikimizi de kaygılandırıyordu. Hayvan haklarının ancak tüm ayrımcılık ve metalaştırma reddedildiğinde mantık zeminine oturacağına inanıyorduk. PETA’nın 1989’da başlattığı “kürk giymektense çıplak kalırım” kampanyasından, içerdiği cinsiyetçilik ve kadın düşmanlığı sebebiyle rahatsızdık; ki kampanyadaki ayrımcılık yıllar içinde daha da yoğunlaştı.
Refahçılığı reddetmenin, refah kampanyası yürütenlerin samimiyetini sorguladığımız ya da hak savunucuları ve refahçıların belli durumlarda birlikte çalışamayacağı anlamına gelmediği konusunda nettik. Ama hak savunucularının refah reformlarını desteklememesi, destekledikleri kampanyaların bir sömürünün yerine diğerini geçirme niyeti içermemesi, bunun yerine, nihai hedef olan abolisyona yönelik aşamalı abolisyonist adımlar atma niyetinde olması gerektiğine inanıyorduk. Bu hak savunucularının abolisyonu kamusal olarak öncelikli ve merkezde tutmaları gerektiğini düşünüyorduk.
Tom’la birlikte bu fikirleri konuşma yaptığımız çeşitli konferanslar ve diğer etkinliklerde savunmaya başladık. Bu fikirler anlaşmazlık yarattı ve sıklıkla şiddetli tepkilere yol açtı. Örneğin, hareketteki cinsiyetçilik üzerine yaptığım bir konuşmada, bir savunucu bana tükürdü, çünkü ona göre, PETA’yı eleştirerek “hayvanlara ihanet ediyordum”. Ama çoğunlukla aktivistler dediklerimizi anladı ve iknâ oldu; gittikçe artan sayıda aktivist, hareketi bir hayvan hakları hareketine dönüştürmeye ilgi duymaya başladı.
1990 yılında, Washington’da hayvanlar için bir yürüyüş gerçekleşti. Sadece hayvan hakları için yapılmıyordu; Peter Singer gibi birçok refahçı da katılmıştı. Ama yürüyüş büyük oranda hak yönelimliydi. Tom organizatör ve yürütücülerden biriydi; Tom ve ben, Hayvanlar için Ulusal İttifak (NAA) müdürü ve diğer yürütücü olan Peter Linck’le birlikte, yürüyüşü kongre binasına yönlendirdik. Yürüyüşte, abolisyonist mesajlı bir “Hayvan Hakları Bildirgesi” sunuldu. Konuşmacıların çoğu, net bir biçimde, refahçılığı reddettiğini duyurdu. Polis kalabalığın 24.000 kişi olduğunu tahmin ediyordu ama çok daha fazlaydık—en az iki katıydık. Yürüyüş, Tom ve bana, hayvan hakları ve abolisyon hakkında konuşmanın yeterli olmadığını; hayvan haklarını aktivizm stratejimize uygulamamız gerektiğini açıkça ifade etme şansı verdi.
1990’da ayrıca Anna Charlton’la birlikte, öğrencilerin hayvan meselesiyle ilgili gerçek davalarda bizimle birlikte çalışmak suretiyle hayvan hakları kuramı öğrenerek akademik kredi kazandıkları bir kurum olan, Rutgers Hayvan Hakları Hukuk Merkezi’ni kurduk. Merkez, ABD’de ve aslında dünyada, türünün ilk örneğiydi. Tom merkezin en büyük destekçilerindendi ve öğrencilerimizle sık sık bir araya gelip ziyaretçi öğretim üyesi olarak dersler verdi.
1992’de, Tom’la birlikte yazdığımız ve Animals’ Agenda’da[2] yayınlanan “Bir Hareketin Araçları, Amaçlarını Yaratır” adlı yazı, büyük yankı buldu ve tartışma yarattı. Yazı, Tom’la benim hayvan hakları felsefî kuramını yansıtıp uygulamaya sokacak taktikler üzerine uzun tartışmalarımızın bir sonucuydu. Refah kampanyalarının ve bir sömürü biçiminin yerine diğerini koyan tek konulu kampanyaların reddedilmesini teklif ediyordu. Veganlığı ve insan haklarıyla hayvan hakları arasındaki ilişkinin tanınmasını savunuyordu. Yazı, refah reformu kampanyalarını savunan ve bizim görüşlerimizi “pürizm” olarak nitelendiren PETA başkanı Ingrid Newkirk ile olan tartışmamızın bir parçasıydı.
1993 ve 1994’te, Rutgers Hayvan Hakları Hukuk Merkezi’yle Kültür ve Hayvan Derneği, Rutgers Üniversitesinde hayvan hakları ve insan hakları meseleleri üzerine gerçekleştirilen iki konferansa ortak sponsor oldu. Çiftlik çalışanları ve mezbaha işçileri gibi diğer iş kollarının temsilcileriyle, hayvan savunucularının yanı sıra, siyah hakları savunucuları, feministler ve eşcinsel hakları savunucularını, haklar ve adalet konusundaki ortak meseleleri tartışmak üzere bir araya getirdik. Radikal avukat William Kunstler, konferansların birinde açılış konuşmacısıydı; diğerinin açılış konuşmacısı ise siyah hakları aktivisti Dick Gregory’di. Gregory, konuşmayı kabul eden ama ikinci konferanstan hemen önce hayatını kaybeden Amerika Çiftlik Çalışanları Sendikası lideri Cesar Chavez’in yerine konuşmuştu. Bu konferanslar, ilk kez—en azından Birleşik Devletler’de ilk kez—hayvan hakları savunucuları ve diğer hareketlerden savunucularının, sosyal adâlet üzerine kişisel görüşlerini konuşmak üzere bir araya gelmesini sağlamıştı. Tom ve benim dâhil olup da hayvan hareketinde insan haklarının önemini tartışmadığımız hiçbir konuşma etkinliği ya da diğer tür etkinlik hatırlamıyorum. Hayvan savunucularının insan haklarına da ağırlık vermesinin yeni bir gelişme olduğunu düşünen günümüz “kesişimselcilerinin” kendi tarihlerinden haberleri yok.[3]
Tom’un çalışmaları, yasaların hayvanlara kayda değer bir koruma sağlamakta neden başarısız olduğunu anlamama yardımcı oldu; bunun yanında, hayvan kullanımını ve hayvana muameleyi düzenleyen yasaların saygı-temelli haklara kapı açamayacağı iddiam için gereken çerçeveyi sağladı. Hayvanların mülk statüsünü merkeze almam, Tom’un ahlâk felsefesiyle de detaylandırılarak, 1995 yılında, Temple Üniversitesi yayınlarının editörlüğünü Tom’un yaptığı bir serisinden çıkan Animals, Property and the Law (Hayvanlar, Mülk ve Yasa) adlı kitabımla sonuçlandı. Bunu ikinci kitabım—Tom’un da teşvikiyle—takip etti; Tom’la olan birçok tartışma ve sohbetimizi yansıtan Rain Without Thunder: The Ideology of the Animal Rights Movement, 1996’da yayınlandı. Rain Without Thunder’ın amacı çift yönlüydü. Refah reformlarının ve basmakalıp kampanyaların abolisyona götüreceğine dair yeni refahçı görüşü benimsemeye devam ederse, 1960’lardaki hayvan refahı hareketinin içine tekrar gömülme tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna dair, hayvan hakları hareketine yönelik bir uyarı teşkil etmesi amaçlanmıştı. Kitap ayrıca abolisyonist olan ve daha fazla netlik taşıyan kampanyalarla ilişkilenmek üzerine bir tartışma başlatmayı da amaçlıyordu. Abolisyonist kampanyaların belli özelliklere sahip olması gerektiği fikrini ortaya koydum: İdeolojik sömürü düzeninden köklenen belirli faaliyetleri hedef alan yasaklar önermeleri ve hayvanların ideoloji ya da pazarlık götürmez çıkarlarını tanımaları gerekiyordu. Abolisyonist kampanyaların tüm hayvan kullanımlarının ortadan kaldırılması fikriyle apaçık bir biçimde bağlantılandırılması; hayvan sömürüsü duvarından tuğlalar sökmeye yönelik artan çabaların birer temsilcisi olarak nitelendirilmesi—ve asla bir sömürünün yerine diğerini koymaması—gerekiyordu. Bu yaklaşım konusunda Tom’la tamamen hemfikirdik.
Gerçekten de, Tom haklar/refah ayrımının önemine dair inançları konusunda daha net olamazdı. Bir aktivist geçici olarak “Hayvan Hakları: Alternatif Bakış Açıları” diye adlandırdığı bir antoloji projesine Tom ve benim de yazılarımızla katkıda bulunmamızı teklif ettiğinde, Tom’un cevabı, “Gary ve ben hayvan haklarının ne anlama geldiğini/araçlarını ve hayvan hakları hareketinin [hayvan refahı hareketinden farklı olarak] nasıl olması ve ne yapması gerektiğini açıklamaya uzun zaman ayırdık” şeklinde oldu.[4] Bu antolojiye katkıda bulunması teklif edilmiş “herkesin”, “ya hayvan hakları ve hayvan refahı arasındaki ayrımı reddettiğini, ya da teoride fark olsa da pratikte olmadığını söylediklerini” belirtti. Şunları da ekledi; “Gary ve ben şöyle düşünüyoruz—hayır, şunda ısrarcıyız: Bu kişilerin görüşlerinin ciddi anlamda çelişkili olduğundan” ve “yeni yeni ortaya çıkan hayvan hakları hareketine ciddî anlamda zarar verdiklerinden tamamen eminiz.” Tom, başlık bu şekilde kaldıkça yazı yollayamayacağımızı, başlık değişirse (“Hayvan Savunuculuğu: Alternatif Bakış Açıları” başlığını önerdi) ve yazı yollarsak, bizim yazımız dışında antolojinin geri kalanını oluşturacak olan hayvan refahı görüşlerini eleştirir nitelikte olacağını açıkça belirtti. Son derece heyecan verici zamanlardı. 1995 yılının sonlarına doğru, felsefî ve hukukî kuramı—ve uygulanabilir bir stratejisi—olan bir hayvan hakları hareketinin ana hatlarını ortaya çıkardık. Tom’la birlikte abolisyonist görüşü görücüye çıkardık ve haklar/refah çelişkisi hakkında ABD ve Kanada’daki binlerce aktivistle konuştuk. Konferanslarda sıklıkla birlikte konuşma yapıyorduk; bazen de ortak sunumlar yapıyorduk. Ama ne zaman ve nerede konuşsak, aktivistlerin coşkusu ortadaydı. Onlar da refahçı kampanyaların ve basmakalıp tek konulu kampanyaların sıkıntılı olduğunu anlamışlardı; onlar da insan hakları-hayvan hakları bağlantısını görmüşlerdi; onlar da kendilerinden bağış ve bedava işçilik dışında bir şey istemeyen büyük ve şirketleşmiş hayır kurumları tarafından marjinal gösterilmekten bıkmışlardı.
Gerçek bir hayvan hakları hareketinin ortaya çıkmasına dair aciliyetin anlaşılmasına çok yakın olduğumuzdan emindik. 1990’ların ilk yarısında ben (Rutgers Merkezi yoluyla) ulusal örgütlere yasal hizmet (ücretsiz) sağlamış olsam da, bu grupların ilkelerine dair eleştirilerim aradaki ilişkiyi rahatsız bir hâle getirmişti; böylece PETA da dâhil olmak üzere bu gruplarla ilişkimi iyice azalttım. Tom ve ben, abolisyonist kampanyaları desteklemek için taban hareketine dâhil olan aktivistlere yerel seviyede danışmanlık yapmaya odaklanmıştık. 1995 yazının sonlarına doğru, Tom, Nancy, Anna ve ben, diğerleriyle birlikte, geliştirdiğimiz abolisyonist bakış açısını yaymak isteyen yerel grupları ortaya çıkarmaya ve güçlendirmeye yardım etme amaçlı bir taban iletişim ağında yer almaya karar verdik.
Sorun, diğerlerinin ne yapmaya çalıştığımızı anlamış ve olasılıkları bizim beğendiğimiz kadar beğenmemiş olmalarıydı.
Büyük, yerleşik ve şirketleşmiş hayır kurumları, üyelerinin çoğunun vegan olma yükümlülüğünü kabul etmek bir yana, vegan ne demek onu bile bilmediği, refahçı örgütlerdi. Refahçılar, büyük çoğunlukla, kedi, köpek ya da at seven; avlanmaya, ya da bir ihtimal, hayvan deneylerinde dirikesim uygulamasına karşı olan insanlardı. Bu örgütler, hayvan hakları hareketinin radikal söylemiyle ya da savunucuların sadece abolisyonist kampanyalar yapması fikriyle ilgilenmiyorlardı. O yüzden, Tom’la birlikte yaptıklarımız hoşlarına gitmiyordu. Pek de sürpriz değildi tabiî. İyice kemikleşmiş bu örgütleri yola getirebileceğimizi zaten düşünmüyorduk.
Gelgelelim, daha yeni olan, güyâ “hayvan hakları” güruhlarının yaptıklarımıza muhalefet etmesine daha çok şaşırmıştık. Bu grupların tamamı olmasa da büyük bir kısmı, kendilerini hayvan hakları güruhundan kabul ediyordu; ama aslında onlar da şirketleşmiş hayır kurumlarıydı. Dahası, kendilerini yerleşik hayır kurumlarına muhalif gösteren radikal söylemle, geleneksel refahçı ve tek konulu kampanyaları birleştirmenin çok daha kolay olduğunu fark etmişlerdi—bu kampanyalarla, radikal bir değişimin hiçbir biçimine ilgi duymayan ve kendi yaşamlarında değişiklik yapmalarını şart koşmayacak çalışmaları kolayca destekleyen “hayvanseverlere” hitap edebiliyorlardı. Bu gruplar yeni refahçıydı; hayvan haklarından bahsedip, güyâ abolisyonist bir sonuca varacak basmakalıp hayvan refahı yöntemleri benimsiyorlardı. Yeni refahçı gruplar—geleneksel refahçı gruplar gibi—taban hareketi çabalarını yıldırmaya çalıştılar. Üyelerinden iki şey istiyorlardı: Bağış yapmaları ve başkalarına bağış yaptırmak için ücretsiz çalışmaları. Tom ve ben, bu yeni refahçıların en azından bir kısmını haklar tarafına yönelmeye ikna edebileceğimiz konusunda iyimserdik. Doğrusu, 1989’dan tâ 1995’e kadar, zamanımızın önemli bir kısmını bu iknâ çalışmalarına harcadık. “Hayvan hakları” grubu olduğunu iddia eden daha yeni grupların liderleriyle sık sık buluşup, aktivizm yöntemlerinde abolisyonist bir yaklaşımı benimsemelerine iknâ etmeye çalıştık. Rain Without Thunder’ı da bu kitle için yazdım zaten. Ama anlaşıldı ki, “hareket”—geleneksel şirketleşmiş hayır kurumları olsun, yeni ve sözde daha yenilikçi hayvan hakları grupları olsun—birer işletmeden ibaretti ve Tom’la benim önerimizi rakip çıkacak bir ürün olarak görüp reddettiler.
Yollarımızın Ayrılması
1995’te, “hayvan hakları” grubu olduğunu iddia edip aslında yeni refahçı olan yeni grupları da içeren şirketleşmiş hayır kurumlarından ibaret bir hâle gelen “hayvan hareketi”, Tom’la yaptığımız haklar/refah ayrımına gittikçe daha çok karşı çıkmaya başlamıştı. 1990’da Tom’un da eş-yürütücülüğüyle Hayvanlar İçin Yürüyüş’ü gerçekleştirmiş olan ve geniş katılımlı bir yıllık ulusal konferansı himâye eden NAA, gittikçe refahçı ve yeni refahçı görüşlerin tarafında geçiyordu. Tom ve ben NAA konferanslarının düzenli konuşmacıları olmamıza rağmen, 1995’teki etkinliğe davet edilmedik; bu etkinlikte, yokluğumuz fırsat bilindi ve refahçı görüşleri reddettiğimiz için “elitistlik” ve “yobazlık”la suçlanarak saldırı altında bırakıldık.
1994’teki NAA konferansında, NAA direktörü Peter Gerard (eskiden Linck olan adını değiştirmişti) tarafından, kürsüyü benimle paylaşmaları için feminist bir grubu davet etmemden dolayı herkesin gözü önünde eleştirilmiştim. Hayvan hareketi, genel olarak, daha muhafazakâr insanları katkı sağlamaktan vazgeçirecek muhalif politik görüşler olarak algıladığı görüşleri desteklemek istemiyordu. NAA, benim ya da birlikte konuşma yapmak için davet ettiğim kişilerin, cinsiyetçi ya da kadın düşmanı kampanyalarından dolayı PETA’yı eleştirmesini istemiyordu; ki benim oturumlarımda olan tam da buydu.
Vegetarian Times adlı ulusal dergi, “İçerden Gelen Tehdit” başlıklı bir yazı yayınladı; bahsettiği “tehdit”, büyük oranda, Tom’la benim yaydığımız görüşlerdi[5]. Yazıda ülke çapında şirketleşmiş hayır kurumlarının bizi eleştirdiği yorumlara bol bol yer verilmişti. Örneğin, Ulusal Dirikesim Karşıtları Topluluğu’ndan (NAVS) Don Barnes, haklar ve refah görüşlerinin uzlaşabilir olmadığını savunduğumuz için Tom ve beni “felsefî elitizm” ile suçluyordu. Uygulanabilir hiçbir şey önermeden “vegan polis” gibi davrandığımızı imâ ediyordu.
1992’de Tom’la birlikte abolisyonist amaçlar için abolisyonist araçlar kullanmak üzerine yazdığımız yazıyı da yayınlamış olan Animals’ Agenda, abolisyonist görüşlere düşman bir refahçı olan Kim Stallwood’u baş editörlüğe getirdi. Animals’ Agenda yönetim kurulu başkanı Ken Shapiro da derginin hayvan refahı görüşüne sâdık editörlerindendi. Animals’ Agenda, Don Barnes tarafından haklar/refah ayrımına yönelik bir saldırı yazısını yayınladı. Yazı Tom ve beni hedef alıyor, haklar ideolojisinin ahlâken geçerli olup refahçılığın öyle olmadığını savunduğumuz için “elitist” olduğumuzu söylüyordu.[6] Yazı, haklar ve refah ideolojilerinin aynı sonuca vardığını iddia etmenin yanı sıra, oldukça tuhaf bir biçimde, insanların bir taban olarak daha çok müdâhil olabilmelerine yönelik çabalarımızı, “taban hareketi elitizmi” yaratarak ülke çapındaki şirketleşmiş hayır kurumlarına haksızlık yaptığımız gerekçesiyle kınıyordu. Cevap yazdık ama Animals’ Agenda yayınlamayı reddetti. Neredeyse tüm şirketleşmiş hayır kurumları—eski nizam olsun yeni refahçı olsun—Tom ve benim yaptığımızın “bölücülük” olduğu görüşünü benimsemeye başlamıştı.
Geriye dönüp bakınca, o zamanlar olup bitenlerin, şirketleşmiş hayır kurumları tarafından hayvan hakları taban hareketine yönelik olarak düzenlenen kasıtlı bir yok etme girişimi olduğu açıkça görülüyor. Bu gruplar, haklar ve abolisyon mesajının hayvan savunucularında nasıl karşılık bulduğunu gördüler ve bunun kendi iş modellerini tehdit ettiğini düşündüler. O yüzden de şiddetle tepki gösterdiler.
1995’te, NAA, Washington’a yapılacak ikinci bir yürüyüşün (ve buna bağlı çeşitli etkinliklerin) Haziran 1996’da gerçekleşeceğini duyurdu. Bu ikinci yürüyüş, refah ve hak kanatlarına bölünmemiş, birlik içinde bir hayvan hareketi fikrini vurgulamayı ve haklar ve refah görüşleri arasında bir çatışma olmadığı iddiasını desteklemeyi amaçlıyordu. Etkinlik, ya hayvan hakları ve abolisyon fikirlerini kesin olarak reddeden, ya da veganlığın ahlâki bir asgari olduğu fikrini reddeden birçok dernek tarafından finanse edilip düzenleniyordu. Örneğin, hayvan haklarını “radikal” bulup reddeden ve 1990’daki yürüyüşte Hayvan Hakları Bildirgesi’ne imza vermeyen Birleşik Devletler İnsanî Muamele Topluluğu (HSUS), 1996 yürüyüşünün ana sponsorlarındandı. Diğer sponsorların arasında, Animals’ Agenda ve eğitim müdürleri Tom’la bana sürekli saldıran Don Barnes olan NAVS da vardı. Etkinliğin danışmanlarından biri olarak, Peter Singer öne çıkıyordu. İkinci yürüyüş, bu durumda, hak ve refah görüşlerinin taban tabana zıt olduğuna ve hayvan hakları savunucularının refah kampanyaları ve bir sömürünün yerine diğerini koyan tek konulu kampanyaları desteklememesi gerektiğine dair görüşümüzü, “resmî” ve örgütlü olarak reddediyordu.
Tom başlangıçta çok öfkelendi ve 1995 Ekim’inde Michigan’ın Ann Arbor şehrinde yaptığı bir konuşmada 1996 yürüyüşünü boykot etmeye çağırdı. Boykot çağrısını destekledim. Zaten abolisyonu ciddiye alan kimsenin böyle bir etkinliği desteklememesi ve katılmaması gerektiği benim için gayet açıktı. Kasım 1995’te, Tom, Peter Gerard’ın kendisini yürüyüşe ve yürüyüşle bağlantılı olarak gerçekleşecek diğer etkinliklere davet etmesine karşılık yazdığı upuzun bir mektubun taslağını, bir grup insan arasında dolaşıma soktu.[7] Gerard’ın daveti, Tom’un boykotu geri çekmesini ve etkinliği desteklemesini amaçlıyordu. Tom, Gerard’a cevabında, endişelerini; “Bu yürüyüş çatışan ideolojilerin curcunası olacak, muhtemelen herkes ‘Hepimiz hayvanları önemsediğimiz için birlik olduk’ gibi bir pankartın arkasında birleşecek. Peter; senin de benim kadar farkında olduğun üzere, gerçeklerden bu kadar uzağa düşülemezdi.” şeklinde dile getirmişti. Yürüyüş sponsorlarının çoğunun, herkesçe bilindiği üzere, hayvan haklarını reddettiğini ve Tom’la benim hak ve refah yaklaşımlarının birbiriyle çeliştiğine dair görüşümüze karşı çıktıklarını da belirtmişti. Tom, ayrıca, ulusal örgütlerin hegemonyası lehine taban hareketi aktivistlerinin ötekileştirilmesine de itiraz ediyordu. Yürüyüşte ve diğer etkinliklerde bağışçıların mikrofona geçme hakkı “satın almasına” karşı çıkıyor, bunu “ahlâken tiksindirici” olarak tanımlıyordu. Medyanın ilgisini çekmek için, ünlülerin katılımını, onları yürüyüşte eş yürütücü yapmaya varacak kadar yüceltmeye itiraz ediyor, bunun verilecek mesajın içeriğini değersizleştireceğinden bahsediyordu. Yürüyüşe karşı çıkmak için “ilkeli sebepleri” olduğunu ve yürüyüşü desteklerse “haklar görüşüne ihânet etmiş olacağını” söyleyerek bitiriyordu. Boykot çağrısını geri çekmeyi reddetmişti.
Tom’la Gerard tarafından irtibata geçildiği dönemde, benimle de yürüyüşün ana sponsorlarından Hayvanları Savunurken grubunun yöneticisi Eliot Katz iletişime geçti; yürüyüşte ve diğer etkinliklerde ana sahnede konuşma karşılığında boykot desteğinden çekilmemi teklif etti. Reddettim.
1995 Aralık ayının ilk günlerinde, Tom, boykot çağrısını açıklayan, “Neden Yürümeyeceğiz” başlıklı bir bildiri taslağını dolaşıma soktu.[8] Çoğunlukla Gerard’a yazdığı mektup taslağının ana içeriğini tekrarlıyordu. Yürüyüş ve bağlantılı etkinliklerin “gerçekten hayvan hakları etkinlikleri olması bekleniyorsa, o zaman gerçekten hayvan hakları etkinlikleri olmaları gerekir; şunu kastediyoruz: Gerçekten ilk kelimeden sonuncuya kadar abolisyonist olmaları gerekir” sözlerini sarf ediyordu. “Yürüyüş, hayvan haklarının ne demek olduğu ve hayvan refahından nasıl ayrıldığına dair kafa karışıklığını azaltmak yerine daha da artıracak” diyordu. Yürüyüş ve bağlantılı etkinliklerin, “hayvan hakları ve hayvan refahı arasında fark olmadığı, ayrımın ‘yapay’ olduğu, arada bir fark olsa bile taban hareketi aktivistlerinin bunu anlayamayacağı, farkın geçerliliğinde ısrar edenlerin ‘elitist’ olduğu, hayvan hakları savunanların ‘köktenci yobazlar’ olduğu, vs. gibi mitlerin yaygınlaştırılması için fırsat olarak kullanılmaması gerektiğini” dile getiriyordu. “Bu yürüyüş, tam da bu yürüyüşün şu an planlandığı şekilde olmamalı” diyordu, çünkü ana sponsorlar tam da Tom’un ifşâ ettiği görüşleri savunuyorlardı. HSUS, NAVS ve Animals’ Agenda’dan, hak karşıtı görüşleri savunan ve abolisyonist görüşü reddeden sponsorlara örnek olarak bahsediyordu. Peter Singer’ın, hayvanların hakları olması gerektiği görüşünü reddettiğinden bahsediyordu. Yürüyüş organizatörü Peter Gerard’ın NAA konferanslarında haklar görüşünü nasıl dışarıda bıraktığından bahsediyordu.
Gerard’a mektubunda söylediklerini tekrarlıyordu: “Bu yürüyüş çatışan ideolojilerin curcunası olacak, muhtemelen herkes ‘Hepimiz hayvanları önemsediğimiz için birlik olduk’ gibi bir pankartın arkasında birleşecek.” Şunu da ekledi: “Yürüyüşün, ‘hepimiz hayvanları umursadığımız için bir bütünüz’ masalını yaymak suretiyle, gerçeği gizlediğine inanıyoruz—bu da yürümeyecek olmamızın bir diğer sebebi.” Yürüyüşte ve bağlantılı etkinliklerde mikrofona erişimin parayla satılacak olmasına itirazını da tekrarlıyordu. Ünlülere sırt dayamanın, hayvan hakları mesajında “inandığımız gerçekliği insanların gözünde ucuzlatacağını” belirtiyordu. Abolisyonist duruşun temsil edildiğinden emin olmak için birilerinin de yürüyüşte abolisyonist duruşu temsilen bulunması gerektiğini iddia eden bazı aktivistleri, Tom net bir biçimde şöyle yanıtladı: “Biz öyle düşünmüyoruz. Bize göre, ilkeli sebeplerle karşı çıktığımız etkinliklere katılmamız ve bu katılım yoluyla inanmadığımız görüşlerin güvenilirlik kazanmasına katkıda bulunmamız hâlinde, hayvan haklarına olan inancımıza ihanet etmiş olacağız.”
Yürüyüşü boykot etme sebeplerini bir kez daha teyit etmek adına, şunları söyledi: “Yürüyüş çok eğlenceli olsa da, gerçeği çarpıtan ve üstelik etik bakımdan da tiksindirici olan bir şeyin güven inşâ etmesine yardım etmektense, kısıtlı zaman, para ve enerjimizle yapabileceğimiz çok daha iyi şeyler olduğunu düşünüyoruz.” Boykotu “şiddetsiz sivil itaatsizlik” olarak adlandırdı ve “inanıyoruz ki, Gandhi ve Dr. King de yürüyüşe katılmayacakların arasında olurdu” dedi. Bir kez daha, yürüyüşü desteklersek “inandıklarımıza ve savunduklarımıza ihanet etmiş oluruz” dedi ve şunları ekledi: “Hepimizin ne kadar çok hata yaptığını, ne kadar fazla yanlış karar aldığını, pişmanlıklarımızı Tanrı bilir—bazıları mezarımıza kadar gelecek. Ama 1996 yürüyüşüne katılmama kararımız, bunlardan biri olmayacak.”
Tom’un 7 Aralık 1995 tarihli bildirisi, yürüyüşe dair çarpıcı ve apaçık bir kınamaydı. Bildirinin ben ve diğerleri arasında dolaşıma girmesinden kısa süre sonra—cidden birkaç gün sonra—Tom birdenbire kendisi ve Nancy’nin hareketten “bir süre izin alacağını” duyurdu. Bunu Ocak 1996’da bana yazdığı bir mektupla da teyit etti.
Ve sonra, 1996 Mart ayında, Tom, bilmediğim ve benimle hiçbir zaman paylaşmadığı bir sebeple, “iznine” son verip harekete dönmeye karar verdi. Ama dönmek istediği hareket başka bir hareketti. Boykot çağrısını geri çekti, yürüyüşü desteklediğini ve hem yürüyüş hem de bağlantılı etkinliklerde konuşacağını duyurdu.
2 Mart’ta Gerard’a yazdığı bir mektupta, yürüyüşün bir hayvan hakları etkinliği olacağından şüphe duyduğu hâlde yürüyüşü destekleyeceğini bildirdi.[9] Mektubunda, birçok sponsorun kendisinin katılmadığı görüşler benimsediğini de ayrıca belirtiyordu. Devamı şöyleydi:
Bu perde arkasına dair bir değerlendirme yaptığımızda, yürüyüşün bir hayvan hakları etkinliği olduğunu söyleyebilir miyiz? Bence dürüst cevap, “Hayır” olur. Öyle de olsa, ılımlı/refahçı örgütlerin bazen hayvan hakları/abolisyonist kampanyalara arka çıktığını, onların çalışmalarının bu kampanyaların başarısı için elzem olduğunu, hazırlayıp dağıttıkları materyallerin toplumu hayvanların zor durumuna dair süregelen bilgilendirme çalışmalarına ne kadar katkı sağladığını hatırlamak güzel. Her birimiz için kişisel olarak doğru olan, bu meselede de her katılımcı örgüt için doğru olan şudur: Herkes iyi bir şeyler yapar, kimse sadece iyi şeyler yapmaz.[10]
Aralık’taki bildirisinde, yürüyüşe haklar görüşünü temsil etmek için hak savunucularının da katılması gerektiği fikrine yürüyüşe katılmanın “hayvan haklarına ihânet” olacağı şeklinde karşılık veren Tom, 2 Mart’ta, “hayvan hakları felsefesine inanan insanlar yürüyüşe katılmayı reddederse, hayvan hakları tam anlamıyla temsil edilemeyecektir. Hayvan hakları savunucularının yürüyüşü destekleyip katılmaması için yeterince inandırıcı bir sebep olduğunu düşünmüyorum” beyanında bulunmuştu.
Bu mektubu gördüğümde, mektupla Tom’un şimdiye kadar söylediği her şey—sadece yürüyüş için de değil, önceki yıllarda söylediklerinin de—arasındaki bağlantısızlığı son derece sarsıcı bulmuştum; başlangıçta imzanın açıkça Tom’a ait olmasına rağmen, mektubu aslında Tom’un yazmadığını düşünmüştüm. Biraz daha soruşturdum ve gerçekten Tom’a ait olduğu doğrulandı.
Tom tarafından “en değerli müttefiklerine” gönderilen ve Gerard’a yolladığı 2 Mart tarihli mektubun da iliştirildiği 30 Mart 1996 tarihli bir belgede, yürüyüşün karşı çıktığı tarafları da olmasına rağmen, “bir şeyin desteklenmeyi hak etmesi için her şeyinin mükemmel olması gerektiğini şimdi de savunmuyorum, hiçbir zaman da savunmadım. Öyle bir duruşla, hiçbirimiz hiçbir zaman herhangi bir şeyi destekleyemeyiz” diyordu.[11] Şunu da belirtmişti: “Üzerine düşündükçe, hayvan hakları ve yürüyüş arasında mükemmel bir uyum olmamakla birlikte, yürüyüşü desteklemenin bir kişinin hayvan haklarına bağlılığıyla tutarsız olmadığına daha fazla ikna oldum.”
Tom, 7 Aralık bildirisinde “gerçeği çarpıttığını, üstelik etik bakımdan da tiksindirici olduğunu” söylediği bir etkinliği desteklememek ve etkinliğe katılmamak için “inandırıcı bir sebep olmadığına” karar vermişti. Tom, tam olarak eleştirdiği şeyi yapmayı seçmişti: Hayvan hakları ve hayvan refahının çatışan ve uzlaşmaz ideolojiler olmadığı fikrini yayıyordu. En uzun sahnenin en çok parayı verene satıldığı bir etkinliği destekliyordu. “Ünlücülük” diye adlandırdığı ve hareketi “ucuzlattığı” için kınadığı şeye bulanmış bir etkinliği destekliyordu. Tom eskiden hak ve refah yaklaşımları arasındaki temel farkı anlamakta başarısız olmuş “hayvan yanıltmacılık hareketi”nden bahsederdi. Sonra da bu yanıltmacılığı bağrına basmaya karar verdi.
Şu sebeple de kafa karıştırıcıydı; hayvan refahı hareketi gayet açık bir biçimde Singer’ı ve onun faydacılığını (utilitaryenizm) yol gösterici olarak benimsemişti. 1996 yürüyüşü çoğunlukla Singer’ın hareketin ideolojik mimarı olarak rolünü öne çıkarma üzerine kuruluydu. Tom, yıllarca buna içerledikten sonra, şimdi belli ki bunu öylece kabul ediyordu. Öyle ki, hayvan haklarına karşı açıkça düşmanlık sergileyen organizatörlerle birlikte, yürüyüşü kutluyordu.[12]
1996 yürüyüşünden sonra, Tom haklar/refah tartışmasına dair görüşlerini değiştirerek, refahçı ve basmakalıp tek konulu kampanyalara karşı daha yumuşak bir tavır aldı. Neredeyse ânında, daha önce eleştirdiği destek gruplarıyla çalışmaya başladı. Yine de, her ne dönüyorsa sona ermesini ve Tom’un önceden benimsediği abolisyon fikrini desteklemeye geri dönmesini umuyordum.
Ama dönmedi. Bu fikirlere—onları reddetmek dışında—tekrar dönüp bakmadı. 2004 tarihli Kafesler Boşalsın: Hayvan Haklarıyla Yüzleşmek adlı kitabında hayvan haklarının reformlar değil abolisyon anlamına geldiğini açıkça ifade etmesine rağmen, refahçı örgütlere dair eleştirileri tamamen silinmişti. Öyle ki, abolisyonistleri bizzat “yobazlar”, “elitistler”, “püristler” ve “bölücüler” olarak yaftalayarak (ve bu yaftalamaya devam ederek) refah reformu çabalarını destekleyen kişilerin bazılarını “hayvan hakları savunucusu” olarak kabul etmeye başlamıştı. Metinde HSUS, PETA, Farm Sanctuary ve diğer refahçı ve yeni refahçı grup ve kişilerin adlarını geçirmenin yanı sıra; kitabın teşekkürler kısmında, en başta 1996 yürüyüşünü boykot etmesinin sebeplerinden biri kendisinin varlığı olan HSUS başkanı Wayne Pacelle’e, bize “elitistler” diye saldıranlara cevap vermek istediğimizde yayınlamayan Animals’ Agenda editörü Kim Stallwood’a, diğer sebepler bir yana hayvan sömürüsü içeren Babe filminin reklamını yaptığı için sert biçimde eleştirdiği bir örgüt olan Farm Sanctuary’den Gene Bauston’a (artık Baur) teşekkür ediyor; üzerine bir de, o zamanlar PETA’da olan ve yıllar yılı refahçılığı destekleyip veganlığın ahlâki bir yükümlülük olduğunu reddeden Bruce Friedrich’e “çok şey borçlu olduğunu” söylüyordu.
Tom, hayvan etiğini ahlâki yükümlülükler yoluyla savunmanın “ahlâk kumkumalığı” olduğu, çünkü kimsenin “masum” olmadığı ve ahlâki meselelerde “hepimizin grinin tonları olduğu” gibi fazlasıyla tanıdık refahçı mantralar kusuyordu.[13] 1996 yürüyüşünü desteklemeye karar verdiği zamanlarda refahçıların nasıl da “elzem” olduğu ve abolisyonist davaya katkıda bulunduğu üzerine düşüncelerini yansıtır biçimde, “her hayvan hakları savunucusunun hayvan hakları hareketine katacağı bir şey vardır” diyordu.[14] 2004’teki fark şuydu; geleneksel refahçılar ve yeni refahçılar da dahil olmak üzere artık neredeyse herkesin, “hayvan hakları savunucusu” olduğunu düşünüyordu. Hayvan sömürüsünün abolisyonuna giden kademeli adımlar olarak tek konulu kampanyalar yapma fikrini destekliyordu; ama böyle kampanyaları savunanların çoğunun—“hayvan hakları savunucusu” olarak düşündüklerinin önemli bir kısmı da dahil olmak üzere—abolisyonu çabalarının varacağı bir hedef olarak görmediğini anlamıyor gibiydi. Dolayısıyla, bu tip geleneksel tek konulu kampanyalar, bir sömürünün yerine başka bir sömürüyü koymaktan daha fazlasını pek yapamıyordu. Kafesler Boşalsın, bir zamanlar Tom’un problemin kökeni olarak gördüğü “hayvan yanıltmacılık hareketinin” bir nevi kutsanması niteliğindeydi.
2005’te, Tom, refahçı Kim Stallwood’la birlikte bir konferans düzenledi. “Power of One” (Tek Kişinin Gücü) adlı konferans, Kafesler Boşalsın’da geçen “herkes bir şeyler katar” fikrini özellikle merkeze alıyordu.[15] Konferans, Tom’un bir zamanlar savunduğu her şeyi nasıl reddettiğinin bir göstergesiydi. İki açılış konuşmacısı vardı. Birincisi, “hayvan refahında daha yüksek standartların arkasındaki itici güç” olarak tanımlanan, Whole Foods CEOsu John Mackey’di. İlginçtir ki, Singer, birçok büyük refahçı/yeni refahçı derneği temsilen, 2005 yılında Mackey’i, hayvan sömürüsünün güya daha yüksek hayvan refahı standartlarına “öncülük etme” sürecini başlattığı için kamusal olarak övmüştü.[16] Böylece Tom ve Singer, Singer’ın temsil ettiği ve mektubu imzalayan diğer refahçı derneklerle birlikte, tamamen ortak bir noktada buluşmuştu.
İkinci açılış konuşmacısı, İngiltere Parlamentosunun eski bir üyesiydi; görünen o ki, 2004 yasasındaki, broşüre göre “tilki avını yasadışı ilân eden” pasajda etkili olmuştu. Ama tilki avı yasaklanmamıştı. 2004 yasa tasarısı sözde (zorunlu kılınmamıştı) köpeklerle yapılan bazı tilki avlarını engelliyordu. Tilkileri saklandıkları yerden çıkarmak için köpekleri kullanmayı engellemiyordu; dolayısıyla da av olarak kullanılan eğitilmiş bir kuş, tilkiyi öldürebiliyordu. Tilkiyi saklandığı yerden çıkarmak için köpek kullanıp sonra da vurmayı engellemiyordu. 1996 öncesi Tom Regan’ın “tilki avlama yasağını” acınası bir şakadan daha fazlası olarak görmeyeceğini bildiğim için, bu durum bana akıl almaz geliyor.
Konferansta, PETA başkanı Ingrid Newkirk de dâhil olmak üzere birçok refahçı konuşmacı vardı. PETA, Tom’un eskiden karşı çıktığı refahçı ve tek konulu kampanyaları desteklemenin yanı sıra, durmaksızın cinsiyetçi ve kadın düşmanı görsel kullanıyordu—Tom eskiden buna da hayvan hakları görüşüyle çeliştiği için karşı çıkıyordu. Daha da beter hâle gelsin diye, konferansın sponsorları, HSUS, başka iki refahçı grup ve bir refahçı yayıncı olmuştu. Diğer refahçı gruplardan birinin—Farm Sanctuary—adı John Mackey tarafından özellikle zikrediliyordu; HSUS ve PETA’yla birlikte, Whole Foods’un “mutlu sömürü” standartlarını formüle etmek için, “hisse sahibi olarak” aslında hayvan endüstrisiyle birlikte çalışıyordu.[17]
Tom, “Bir Kişinin Gücü Çemberi” adında özel bir kayıt kategorisi önerdi; 500$ ödeme karşılığında, konferans programında ismin özel olarak anılması, özel bir resepsiyona erişim ve Kafesler Boşalsın’ın imzalı kopyasını içeriyordu. Kültür ve Hayvan Derneği, içlerinde hayvanların “mutlu” sömürülmesini destekleyenlerin de olduğu birçok refahçıya ödenek çıkardı.
Tom’un 1996’da hayvan hakları kuramının pratikte ne anlama geldiğine dair oldukça belirgin bir saptama yaptığı benim için açıktı. Bu saptama, daha eski tarihlerde onunla birlikte yaptığımız ve benim bugüne kadar sürdürdüğümden oldukça farklıydı. 1996’dan sonra, Tom yeni refahçı görüşün bir versiyonunu benimsedi. Abolisyonun nihaî hedef olduğuna gerçekten de tutkulu bir biçimde inanıyordu. Ama abolisyon hedefine ulaşmak için önceden açıkça doğruluğunu savunduğumuz yöntemlerin uygun olmadığı fikrini benimsemişti. Yöntem olarak, Tom, birkaç ay önce açıkça reddettiklerini kabul etmişti: “çatışan ideolojilerin curcunası, ‘Hepimiz hayvanları umursadığımız için, birlik olduk’ pankartının arkasında birleşme”.
Yollarımızı ayırdıktan ve uygulamadaki stratejileriyle birlikte “hayvan hareketi” mücadelesini gördükten sonra, ben de Rain Without Thunder’da bu tip kampanyalar yürütmenin yine de düşünülebileceğinden bahsetmemin hata olduğuna karar verdim. 1992’de Tom’la Animals’ Agenda’daki yazımızda da belirttiğimiz üzere, yasaklama önerili kampanyaları desteklemek yine de, abolisyonist amaca abolisyonist araç niteliğini koruyordu. Yani, bir sömürünün yerine diğerini koymayı açıkça talep eden ya da imâ eden geleneksel tek konulu kampanyalardan farklı olarak, abolisyonist kampanyaların, belirgin bir biçimde abolisyona giden aşamalı adımlar olması ve en azından Rain Without Thunder’da tanımladığım koşulları sağlaması gerekiyordu. Gelgelelim, abolisyonist bir hareketin yokluğunda, böyle kampanyalar, diğer sorunların yanı sıra, sömürüyü desteklemenin ötesine geçemiyorlardı; çünkü ister istemez bir sömürü biçiminin diğerlerinden daha kötü olduğu fikrini destekliyorlardı ve abolisyonist bir bağlam olmadığı sürece, ister istemez bir sömürü diğerine göre ahlâken daha iyi olarak görülecekti.[18]
Veganlar kayda değer bir varlık göstermediği sürece etkili bir hayvan hakları hareketinin de asla var olamayacağını; veganlığın gerekliliği 1980lerde ve 90ların ilk yıllarında hayvan hakları savunucuları arasında tartışmasız bir ön kabulken, refahçı ve yeni refahçı hayır kurumlarının büyük oranda ve gittikçe de artan etkisi sonucu bu gerekliliğin reddedilmeye başlandığını anlamıştım. Veganlığın—bir adalet talebini yansıtan ahlâki bir yükümlülük içerdiği anlayışıyla—hayvan hakları hareketinin temeli olmasının şart olduğu düşüncesini yeniden yeşertmek ve merkeze almak önemliydi. Savunuculuk çabaları, ilerde üzerine yasaklama önerili anlamlı kampanyaların kurulabileceği sağlam bir temel inşâ edecek, yaratıcı ve şiddetsiz veganlık eğitimine odaklanmalıydı. Belli ki Tom bu çözümlememle aynı fikirde değildi; geleneksel tek konulu kampanyaları desteklemeye devam etti ve 1996’daki yol ayrımımızdan önce yaptığı çalışmalardan farklı olarak, sonraki çalışmalarında bu kampanyalarla ilgili sorunları kabul etmedi.
Tom neden hareketteki duruşunu çarpıcı bir biçimde değiştirmeye karar vermişti? Belli ki kuramsal görüşleri değiştiği için değildi. Tom’un The Case for Animal Rights’taki “filika meselesine” yaklaşımının kuramında çok ciddî açmazlara yol açtığını ve Singer’ınkine benzer bir bakış açısından mükemmeliyetçilikten muzdarip olduğunu düşünmeme rağmen;[19] Tom’un haklar kuramının Singer’ın utilitaryen kuramından çok farklı olduğuna şüphe yoktu. Singer’ın “aramızdaki felsefî farkların pek de bir önemi yok” iddiası[20] açıkça yanlıştı. Aradaki farklar son derece önemliydi. Regan’ı 1996’ya kadar harekette çok farklı bir yaklaşım izlemeye yönlendiren şey bu felsefî farklardı. Öyleyse neden, 1996’dan sonra, Tom’un hareketin stratejisine dair vizyonu neredeyse Singer’ınkinden farksız hâle gelmişti?
Bilmiyorum.
Tom, yüzleşmelerden nefret ederdi. Bence inandığı—ve o zamanlar benim de inandığım—şey, yaptıklarımızın, hedef abolisyon olduğunda izlenecek en iyi yol üzerine, en azından ülke genelindeki örgütler seviyesinde, mantıklı bir tartışma başlatacağıydı. Bence ikimiz de karşılaştığımız düşmanlığa hazır değildik. Bir tartışma yoktu. Mantıklı analiz yoktu. Bir öfke, bir de sırf sorunları dile getirdik diye Tom’la benim “bölücü” olduğumuz iddiası vardı. İkimizin de, “hareketin” hiçbir şekilde toplumsal bir hareket olmadığını, sadece bir grup şirketleşmiş hayır kurumundan ibaret olduğunu tam olarak idrak edebildiğini sanmıyorum. Strateji daha ziyâde en etkili bağış toplama taktiklerinin hayata geçirilmesiydi ve ahlâki yükümlülükleri ya da abolisyon hedefini hayata geçirmeyi pek de içermiyordu. Asıl hedef bağış toplama rekabetinde başarılı olmaktı; öyle de sürdü. Hayvan etiği bir işletmeydi; şimdi de öyle. Tom ve ben, bu oyundaki karakterler içinde, işvereni “hareket” olmayan çok az insandan ikisiydik.
Tom’la peşine düştüğümüz tartışma ve diyalog ortamı, büyük örgütler için gölge mâliyetten fazlası değildi. Tartışmakla ilgilenmiyorlardı ve Tom’la beni, Vegetarian Times’daki yazıda da tanımladıkları üzere, tehdit olarak gördüler. Bize kötücül yöntemlerle saldırdılar; konumlarını sorgulamaya kalkan herkese de kötücül yöntemlerle saldırmaya devam ettiler. “Hayvan savunucularının” çoğu, “araçlar amaçları meşrulaştırır” düşüncesini gayet ciddiye alır. “Hayvanlara yardım ettikleri” ve kendilerinden farklı düşünen herkes “egosunu tatmin ettiği ve hayvanlara zarar verdiği” için, eleştirinin içeriğini anlamamakta ve o kişilere zarar verebilecek şeyler söyleyip yapmakta sakınca olmadığına inanırlar. Her hâlükârda, Tom ve ben, bize yöneltilen davranıştaki kötücüllük karşısında buz kesmiştik. Bu durum, Tom’un “hareketle” barışıp yeni refahçı duruşu benimsemeye—abolisyonu nihaî amaç olarak tanıtıp, amaca varacak araçlar olarak refahçı ve geleneksel kampanyaları benimsemeye—karar vermesiyle sonuçlanmış olabilir.
Pratikte de o zamanlar şirketleşmiş hayır kurumlarının hayvan savunucuları üzerinde daha fazla kontrol sahibi olduğu bir gerçekti. İnternet, şimdi olduğu kadar etkili bir iletişim aracı değildi. Animals’ Agenda’da Tom ve bana saldırıldığı dönemde, cevabımızın dergi tarafından basılmaması, saldırıyı okuyan insanlara ulaşabilirliğimizi önemli oranda düşürmüştü. Savunucular arasında iletişim, büyük oranda konferanslar yoluyla gerçekleşiyordu; bu konferanslar da, büyük oranda, büyük şirketleşmiş hayır kurumlarının düzenlediği etkinliklerdi. 1995’te Tom ve benim NAA konferansına—o zamanların esas yıllık konferansı—çağrılmamamız, ülkenin dört bir yanından etkinliğe katılan hayvan savunucularına erişimimizi ciddî anlamda azaltmıştı. Tom, büyük örgütlerle barışmazsa, artık onların dünyasındaki bir “oyuncu” olamayacağı için, onlar tarafından fiilen “susturulacağından” endişe etmiş olabilir. Ben gerçekten 1996’dan sonra “hareketten” dışlandım. Öyle ki, Peter Gerard’la geçirdiğim ve bana görüşlerimin bir sonucu olarak bir daha asla ülke içi bir konferansta söz alamayacağımı söylediği bir konuşma hatırlıyorum. Ama internet devreye girdi ve neyse ki büy��k kitlelerle iletişim kurmayı mümkün kılıp, büyük şirketleşmiş hayır kurumlarının iletişim kanallarına erişim üzerindeki kontrol açısından hegemonyalarını bitirdi. Belki dönüm noktasını 1996 yerine 2006 ya da 2016’da yaşasaydık, Tom farklı kararlara varırdı. Gerçi sonrasında internet iletişime fırsat verse de, abolisyon karşıtlarının, genelde sahte kimlikler kullanarak, kötücül ve hattâ onur kırıcı saldırılar yapma olanaklarını artırdı. O yüzden, Tom susturulamayacağını düşünseydi dahi, daha yüksek derecede kötücüllükle yüzleşmesi gerekecekti.
Tabiî sadece tahminde bulunuyorum. Tom’un neden hızla ve vurucu biçimde değiştiğini bilmiyorum. Bildiğim şey ise, değişmiş olduğu. Bu da haklar kuramını abolisyon hedefine varması beklenecek bir stratejiye birlikte dökme çabamızın sonu oldu.
Sonuç
Tom’la birlikte çalıştığım yıllarımdan birçok anım var. Bu yazıda sadece küçük bir kısmını paylaştım. Birlikte çok iyi zamanlarımız oldu. Tom, Nancy, Anna ve benim Madrid Complutense Üniversitesi’nde birlikte zaman geçirdiğimiz 1992 yazı gözümde canlanıyor. New York’taki akşam yemeklerimiz; Tom ve Nancy’nin sevdiği özel bir Tayland restoranındaki de dâhil. Greenwich Köyü’ndeki çatı katımızda, birlikte ve Sue Coe, Marly Cornell gibi sanatçı dostlarımızla geçirdiğimiz nice zamanı hatırlıyorum. İnandığım, ve Tom’un da inandığını bildiğim şey, hayvanlara yönelik düşüncelerimizde bir paradigma değişimini, en önemlisi de, 200 yıldır hayvan etiğini etkisi altına almış olan refahçı paradigmanın açıkça reddini içeren yeni bir toplumsal hareketin—bir taban hareketinin—ortaya çıkışının merkezindeydik. İnsan hakları ve hayvan hakları arasındaki ilişkinin kabul edildiği, veganlığın ahlâki bir yükümlülük olarak vurgulandığı bir paradigma değişiminin.
Örgütlü “hayvan hareketi”, 2018’de geldiği hâliyle, “azaltmacılığa”, “mutlu sömürüye” ve refahçılığın tüm diğer biçimlerine teşvik eden şirketleşmiş hayır kurumlarının ürkütücü bir koleksiyonundan ibaret.[21] “Hareket”, refah reformları ve geleneksel tek konulu kampanyaların abolisyona götüreceği gibi dayanaksız—ötesinde, absürd—bir yeni refahçı iddiayı sayıklayıp durmak dışında, hayvan hakları ve abolisyondan hiç bahsetmiyor değilse de nadiren bahsediyor. “Hareket”, veganlığı, acıyı azaltmanın “serbest gezen tavuk yumurtası” kullanmak, “kafessiz domuz eti” yemek gibi bir diğer yolu gibi lanse ediyor ve asla ahlâki bir asgarî ya da yükümlülük olarak göstermiyor. Bugün vardığımız “hareket”, Tom ve diğerlerini de sürükleyen, hayvanlarla ilgili kim ne yapsa abolisyon mücadelesine katkıdır şeklindeki yanıltıcı düşünme biçimi. Tom’un 1995’te Peter Gerard’a dediği gibi: “Hiçbir şey gerçeklerden bu kadar uzak olamaz.” Maalesef, bir sebeple, 1996’da Tom bunları gerçeklik olarak benimsedi.
İşin garip yanı, Tom’un ve Peter Singer’ın görüşlerindeki kuramsal farklılığa ve Tom’un hareketin kendi çalışmalarını hiç takdir etmemesine içerlemesine rağmen, en nihayetinde harekete dair neredeyse aynı vizyonu benimsediler. Benimsedikleri bu vizyon da, bana göre, hayvanlar için bir felâket ve asla abolisyona varmaz—varamaz. Sadece hayvanları sömürmeye devam etme konusunda insanların içlerini rahatlatır. Bir de, kariyer “aktivistleri” için birçok iş imkânı sağlar.
Tom’la birlikte çalışmaya devam etsek daha farklı olur muydu? Bilmiyorum açıkçası. Bir yandan, büyük hayvan dernekleri bizi tehdit olarak görmeye ve bize her yolla saldırmaya devam ederlerdi; bundan şüphem yok. Refahçılar, yeni refahçılar ve abolisyona karşı çıkan diğerleri, diğer şeylerin yanında, benim görüşlerimi hâlen “bölücü”, “köktenci” ve “pürist” diye yaftalıyor—tıpkı ikimizin görüşlerini, Tom bunların artık kendi görüşleri olmadığına karar vermeden öncesinde, tam da bunlarla yaftaladıkları gibi.
Diğer yandan, Tom’la birlikte bir haklar hareketinin temellerini kurmayı başardık; bundan da şüphem yok. Hareketin ortaya çıkışını görmeye çok yaklaştık. 1995’te, ulusal örgütlerle hiçbir işi olmayan ve abolisyon fikrini yaygınlaştırmakta tutarlı davranan bir taban hareketi yaratma hedefiyle, yerel gruplarla yapmaya başladığımız çalışmalar nereye varırdı, görmek ilginç olabilirdi. O taban hareketini kurmayı başarabilir miydik hiçbir fikrim yok, ama bence şansımız yüksekti.
İyimser bir not düşerek bitireyim. Tom’la birlikte kurmaya giriştiğimiz hayvan hakları hareketinin 1996’da sönümlendiği bir gerçek olsa da, bu, refah reformlarıyla geleneksel kampanyaların reddi ve abolisyon anlamındaki hayvan hakları fikrinin de sönümlendiği anlamına gelmiyor. Aksine, 2018’deki abolisyonist hareket—en azından benim içinde bulunduğum hareket—gayet canlı ve iyi.[22] Bir taban hareketi. Şirketleşmiş dernekler yok; bağış yapma çağrısı yok. Bu hareket, hayvan haklarının kabulü; hayvan refahının reddi; veganlığın bir ahlâki yükümlülük olarak merkezîleşmesi; hayvanlara yönelik ayrımcılıkla birlikte insanlara yönelik ayrımcılığın da reddi; ve şiddetin reddini temel alıyor. Değişimi yönlendirmede bireyin gücünü kabul edip yüceltiyor; ama bu değişim, hayvanların ahlâken değer taşıdığını kabul etmenin davranıştaki tek karşılığının veganlık olduğu anlayışıyla başlıyor.
Abolisyonist hareket, dünyanın dört bir yanında bölge bölge yeşeriyor, çünkü gücünü dâhil olanların tutkusundan alıyor. Bir işletme değil. Bağışçılarını memnun etmek ve bağış vermeye devam etmelerini sağlamak için hayvanlara ihânet eden derneklerle ilgisi yok. Hayvan haklarını ve adalet ne gerektiriyorsa onu yaygınlaştırmakla ilgileniyor. Hayvanların ahlâken biraz olsun değeri varsa—ki birçok kişi bunda hemfikirdir—o zaman onları yemek, giymek ve kullanmak suretiyle doğrudan sömürmenin artık sürdürülemeyeceğini insanların anlamasına yardımcı olmayı amaçlayan, yaratıcı ve şiddetsiz hayvan hakları savunuculuğuyla ilgileniyor. Gelecekle ilgili çok heyecanlıyım ve yeni nesillerden genç insanların—yaşı ilerlemiş olanların yanı sıra—adaleti yansıtan ve yaygınlaştıran ahlâki bir yükümlülük olarak veganlığın önemini takdir ettiğini gördüğüm için çok mutluyum.
Şu an içinde bulunduğum abolisyonist hareketin 1995’e kadar bildiğim Tom Regan’dan coşkulu bir onay alacağından oldukça eminim. Geçmiş günlerimizdeki gibi Tom’la oturup strateji kurmayı dilediğim çok zaman oldu. Bir daha asla yapamayacağımız için üzgünüm.
Bu yazıyı şekillendirmenin yanı sıra, burada bahsedilen tüm olayları benimle birlikte asıl dönemlerinde yaşamış olan Anna Charlton’a teşekkür etmek istiyorum. Marly Cornell, Sam Earle, Dr. Frances McCormack ve Linda McKenzie’ye, yazıyı okudukları, çok değerli yorumları ve düzenleme önerileri için minnettarım. Bu yazı, olağanüstü insan harici mültecilerden olan ve hayatımızı paylaşma zevki ve onurunu bizlere yaşatan Tobias’a ithaf edilmiştir.
[1] O zamanlar hayvan hakları savunucuları genelde “vejetaryen” kelimesini kullandıklarında tüm hayvansal yiyecekleri reddedenleri kastederlerdi. Dönemin hak savunucularının daha ziyade veganlığın yiyecek kısmını merkeze aldıkları doğrudur; gerçi çoğumuz giyimdeki sorunları (sadece kürk değil elbette) ve diğer kullanımları da konuşuyorduk. Şimdi bile, veganlığı hayvan kullanımının reddi olarak anlatsam da, naveganların hayvansal gıda tüketimini öncelikli bir mesele olarak ele alma eğilimindeyim; insanlar hayvanlar üzerinden beslenmenin ahlâken gerekçelendirilemez olduğunu kabul etmeden hiçbir şeyin değişmeyeceğine, ve bir kabul ederlerse her şeyin değişeceğine inanıyorum. Hayvansal gıda yemenin âdil olmadığını kabul edip vegan olanlar, sonrasında zaten deri ayakkabı ya da yün kazak satın almazlar. Hayvanat bahçelerini, sirkleri ve akvaryumları finanse etmezler. 1995 Eylülünde, Amerika Dirikesim Karşıtı Topluluğu çalışanlarından biri Tom’u peynir yerken gördüğünü iddia etti. (Dean Smith, Gary Francione’a mektup, 19 Eylül 1995; Dean Smith, Tom Regan’a mektup, 25 Eylül 1995). Konuyu Tom’a açtım ve asla et ve balık yemediği, evde hiçbir hayvansal gıda tüketmediği, ama başkalarının evinde ya da restoranlarda zaman zaman peynir gibi hayvansal gıdalar tükettiği cevabını aldım. Etkinliklerde konuşma yaptığında asla hayvansal ürün tüketimine teşvik etmediği, benimleyken asla hayvansal ürün tüketmediği ve tüketmeye dair herhangi bir eğilim göstermediği için, oldukça şaşırmıştım. Onun “esnek” vegan duruşunu neden ahlâken kabul edilebilir bulmadığımı açıkladım. “Esnek” vegan olmanın utilitaryen görüşle nasıl bağdaştığını anlayabilirdim (Singer da çizgiyi aynı yerden çekiyordu; evde vegan olduğunu ama seyahatteyken ya da başkalarının evlerindeyken olmadığını beyan ediyordu) ama haklar görüşüyle neresinden bağdaştığını anlamamıştım. Bir sonraki kısımda açıklayacağım sebeplerle, bu olayın meydana gelişinden kısa bir zaman sonra, Tom’la birlikte çalışmaya son verdik. O zamandan sonra birlikte çalışmaya devam etseydik, Tom’un veganlığını “esnetmeye” son verme kararı alması gerekecekti. Ancak, tekrar vurguluyorum, halka açık sunumlarımızın hiçbir yerinde, hiçbir zaman, “esnek” vegan bir görüş savunmamıştı. (Not: Burada bahsedilen tüm mektup ve diğer belgeler, yazar tarafından dosyalanmıştır.)
[2] Animals’ Agenda, Ocak/Şubat 1992, 40.
[3] “Kesişimsel” kelimesi, türcülüğe ek olarak insanlara yönelik tüm ayrımcılıkların da reddedilmesinin, hayvan haklarının bütünleyici bir parçası olması anlamına geldiğine göre, biz bu görüşü zaten uzun yıllar önce benimsemiştik. Penn Hukuk Fakültesi’nde ders vermeye başladığım 1985 yılından itibaren, hukuk felsefesi derslerimde ne zaman hayvan hakları kuramı hakkında konuşsam, insan haklarından, özellikle de feminizmden bahsederdim. İnsan hakları/hayvan hakları meselesi, Tom ve benim, 1980lerin sonlarından itibaren yaptığımız kamusal sunum ve konuşmaların bir parçası olagelmişti. “Kesişimsellik”, göreceliliğin bir biçimi olarak tanıtılıp, abolisyon ve veganlık gibi ahlâki yükümlülüklerin azınlıkların “yaşam deneyimlerini” göz ardı ettiği görüşünü temsil ettiği sürece, biz bu duruşu kabul edemezdik. Ben reddetmeye devam ediyorum, çünkü ahlâki göreceliliği yanlış buluyorum. Bkz. “Essentialism, Intersectionality, and Veganism as a Moral Baseline: Black Vegans Rock and the Humane Society of the United States,” AbolitionistApproach.com, http://www.abolitionistapproach.com/essentialism-intersectionality-andveganism-as-a-moral-baseline-black-vegans-rock-and-the-humane-societyof-the-united-states/ (10 Ocak 2016).
[4] Tom Regan, Betsy Swart’a mektup, 9 Eylül 1995. Tüm vurgular orijinalindendir.
[5] Mark Harris, “The Threat From Within”, Vegetarian Times, Şubat 1995, 62.
[6] Don Barnes, “The Dangers of Elitism”, Animals’ Agenda, vol.15, no.2, 44 (1995). Barnes yazıda doğrudan Tom ve benim ismimizi vermemişti ama saldırısının bizi hedef aldığı Vegetarian Times’daki yazıya yorumlardan açıkça belliydi.
[7] Tom Regan, Peter Gerard’a mektubun taslağı, yazara fakslanmıştır, 17 Kasım 1995.
[8] Tom Regan, “Why We Will Not Be Marching”, e-posta, 7 Aralık 1995.
[9] Tom Regan, Peter Gerard’a mektup, 2 Mart 1996.
[10] Vurgu orijinalinde de mevcuttur.
[11] Tom Regan, gizli alıcılara mektup, 30 Mart 1996.
[12] Animals, Property, and the Law gibi, Rain Without Thunder da, Temple Üniversitesi Yayınlarından çıkmıştı. Ama önceki kitabımdan farklı olarak, Tom’un serisinin içinde yayınlanmamıştı. Kitaba 1996 Yürüyüşü etkinliklerini anlattığım, “Geri Geri Yürümek” başlıklı bir not ekledim. bkz. s.226-30
[13] Tom Regan, Kafesler Boşalsın: Hayvan Haklarıyla Yüzleşmek (İstanbul: İletişim Yayınları, 2007), 274. (Orijinali: Empty Cages: Facing the Challenge of Animal Rights. Lanham, Maryland: Rowman and Littlefield, 2004, 186.)
[14] Kafesler Boşalsın, 284.
[15] “Power of One” konferansını anlatan broşürün bir kopyası için bkz. https://www.abolitionistapproach.com/media/pdf/PowerofOnebrochure.pdf
[16] Peter Singer, John Mackey’e mektup, 24 Ocak 2005. bkz. https://www.abolitionistapproach.com/wp-content/uploads/2015/09/support1.jpg
[17] Mackey’nin bu grupların adını andığı ses kaydından duyulabilir. bkz. “Mackey on Stakeholders”, www.abolitionistapproach.com/mackeyonstakeholders/ (22 Ağustos 2015)
[18] Bkz. Gary L. Francione ve Anna Charlton, Animal Rights: The Abolitionist Approach (Newark, New Jersey: Exempla Press, 2015), 41-43.
[19] bkz. Gary L. Francione, “Comparable Harm and Equal Inherent Value: The Problem of the Dog in the Lifeboat,” Between the Species, Yaz-Güz 1995, 81-89, kitap notu olarak yeniden basım: Gary L. Francione, Animals as Persons: Essays on the Abolition of Animal Exploitation (New York: Columbia University Press, 2008), 210-229.
[20] Tom Regan ve Peter Singer, “The Dog in the Lifeboat: An Exchange,” New York Review of Books, 25 Nisan 1985.
[21] bkz. örn. Gary L. Francione, “Hayvan Refahı Düzenlemeleri, “Mutlu” İstismar ve Türcülük, AbolisyonistVeganHareket.org, https://abolisyonistveganhareket.org/post/92532930701/hayvan-refah-duzenlemeleri-mutlu-somuru-ve-turculuk (27 Ağustos 2013).
[22] Abolisyonist harekete dair ayrıntılı bilgi için bkz. Francione ve Charlton, not 18. Ayrıca bkz. http://www.AbolitionistApproach.com ve http://www. HowDoIGoVegan.com.
1 note
·
View note
Text
“Hepçilliğin” Anlamı Üzerine
Gary L. Francione
İnsanlar hepçildir. Yani ihtiyaç duydukları besin öğelerini hem bitkisel hem de hayvansal gıdalardan alabilir ve onları sindirebilirler.
Ahlaki meseleler söz konusu olduğunda ise tüm bilmemiz gereken hayvansal gıdaları yemek zorunda olmadığımızdır. Bunu yapıyor olmamız ahlaki bir seçimdir. Ve hayvanların ahlaki açıdan bir önemi olduğunu düşünüyorsak, hayvanları yemeyi (veya giymeyi ve kullanmayı) *seçemeyiz*.
Bazı kişiler hayvansal ürünleri pişirmeden yiyemediğimiz için ve pişirmenin “doğal” olmadığı gerekçesiyle insanların hepçil olmadığını söylüyorlar.
Tabii ki bu insanların hayvansal gıdaları sindirebilmesi ve onlardan besinlerini alabilmesinden farklı bir sorudur. Evet, fizyolojimiz bazı açılardan otçullara benzemektedir. Ama insanlar kesinlikle hayvansal ürünleri sindirebilir ve onlardan besinlerini alabilirler.
Pişirmenin besinlerin “doğallığını bozduğu” gerekçesi ile (ve yine bu da insanların sindirebilmesi ve besinlerini alabilmesinden farklı bir sorudur) bazı insanlar çiğ hayvansal ürünler yiyebiliyorlar: kibbe (çiğ kuzu), tartar (çiğ inek veya at) bunlardan bazılarıdır ve birçok insan çiğ balık yer. Yani pişirilmemiş olan “doğal” ise, çiğ hayvansal gıdalar da “doğal” olur.
Ancak pişirmek “doğal” değilse, sebze ve meyveleri de pişiremeyiz ve çiğ beslenme ile kendimizi sınırlarız (ve böylece pişmemiş olduğu sürece bazı hayvansal gıdalar “doğal” olmuş olur).
Her ne olursa olsun, hayvansal gıdaları sindirebiliyor ve onları besin olarak kullanabiliyoruz. Bununla beraber karşı çıkan çok olsa da bana göre bitkisel beslenme çok daha sağlıklıdır.
Ancak bunun bir önemi yok.
Önemi olan hayvansal gıdaları yemek zorunda olmayışımız ve bunu yapmamızın bir tercihten ibaret olduğu.
Ve eğer ahlaki meseleleri ciddiye alıyorsanız, tercihinizi bu yönde kullanamazsınız.
Çeviri: Ceren Kaypak
Kaynak: https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=749364868416603&id=156275557725540
1 note
·
View note
Text
Balıkların Hissedebilirliği Üzerine
Gary L. Francione
Hayvan savunucusu olduğunu iddia eden bir çok kişiden balıkların diğer hayvanlara göre “daha az hissedebilir” olduğunu duyuyorum.
Bu hissedebilirlikle ilgili tamamen YANLIŞ bir düşünme biçimidir. Bir varlık hissedebilirse veya öznel olarak yaşamının farkında ise bu bizim için yeterlidir. Asla bir balığın tavuktan daha mı az yoksa daha mı çok hissedebilir olduğunu veya bir tavuğun inekten veya domuzdan daha mı az veya daha mı çok hissedebilir olduğunu sorgulamamalıyız.
Bir varlık hissedebiliyorsa, o varlık öznel olarak yaşamının farkındadır O varlığın çıkarları vardır ve acı çekebilir. O varlığın yaşamını sürdürmekten yana çıkarı vardır. Bu açıdan tüm hissedebilir varlıklar aynıdır. Bazı varlıkların diğerlerinden daha az hissedebilir olduğu ve bu nedenle onları öldürmenin ahlaki açıdan daha kabul edilebilir olduğu saçmalığına inanmamalıyız. Hissedebilirlik var-yok meselesidir, derece meselesi değil. Bir varlık hissedebiliyorsa, hissedebilir varlıkların salt birer kaynak olarak kullanılmama ahlaki hakkı söz konusu olduğunda, diğer tüm hissedebilir varlıklarla eşittir.
Hissedebilirliğin “derecesi” fikri bilişsel gelişkinliğin “derecesi” fikriyle benzerdir. Örneğin Peter Singer yalnızca zihinsel olarak gelişkin ve insana benzer biçimde kendisinin farkında olan hayvanların yaşamını sürdürmekten yana çıkarı olduğunu öne sürer. Bu görüşü reddediyorum. HER hissedebilir varlığın sadece hissedebilir olmaktan dolayı yaşamını sürdürmekten yana çıkarı vardır. Bir varlığın hissedebilir olup da yaşamını sürdürmekten yana çıkarı olmadığını söylemek hissedebilirliğin ne olduğunu gözden kaçırmaktır.
Çeviri: Ceren Kaypak
Kaynak: https://www.facebook.com/100044505336684/posts/477720217054819/
64 notes
·
View notes
Text
Azaltmacılığı Azaltmamız Gerek
Gary L. Francione
Birçok “hayvan savunucusu” hayvanları ahlaken önemsemenin tek mantıklı karşılığı olan veganlığı ahlaki bir yükümlülük olarak savunmak yerine, meseleyi tamamen acı çekmek olarak görüp, hayvanların çektiği acıyı azaltmak için insanları daha az hayvansal ürün tüketmelerikonusunda desteklememiz gerektiğini öne sürer.
Bu yaklaşım—ki çoğunlukla “azaltmacılık” olarak bilinir—yanlıştır.
“Azaltmacılık” yaklaşımı şirketleşmiş ve bağış toplayan hayvan dernekleri ve onların takipçileri tarafından çok sevilir. Çünkü bu yaklaşım biz hayvanları yemeye, giymeye ve çeşitli şekillerde kullanmaya devam ederken de “hayvan savunucusu” olabileceğimiz görüşünü destekler.
Bu da bağışçı havuzunuzun çok geniş olabilmesi demektir. Herkes “hayvan savunucusu” olabilir ve bağış yapabilir.
“Azaltmacılık” bir hayvan refahı ekonomisi meselesidir.İnsan harici hayvanlara karşı adalet meselesi değil.
Ve toplumsal dönüşüm meselesi de değildir.
Hayvanlar için dünyayı değiştirmede başarılı olmamızın TEK yolu güçlü bir abolisyonist vegan hareket inşa etmektir. Hayvanlarla ilgili toplumsal söylemi değiştirmemizin, böylece mesele muameleymiş gibi davranmayı bırakıp, sözümona "insani" oluşundan bağımsız biçimde, hayvan *kullanımını* gerekçelendirebiliyor muyuz ona odaklanarak tartışmaya başlamamızın tek yolu budur.
“Azaltmacılık” hayvan haklarına ihanet etmektir.
Çeviri: Ceren Kaypak
Kaynak: https://www.facebook.com/abolitionistapproach/posts/445155650311276
11 notes
·
View notes
Text
Abolisyonist Yaklaşımın Beşinci İlkesi ve “Kesişimsel Veganlık”
Gary L. Francione
Abolisyonist Yaklaşımın Beşinci İlkesi şudur:
Abolisyonistler ırkçılık, cinsiyetçilik, heteroseksizm, yaşa dayalı ayrımcılık, engellilere yönelik ayrımcılık ve sınıf ayrımcılığı dahil olmak üzere insanlara yönelik tüm ayrımcılık biçimlerini- türcülüğü reddettikleri gibi- reddederler.
Hayvan Haklarına Abolisyonist Yaklaşım türcülüğü reddeder, çünkü ırkçılık, cinsiyetçilik, heteroseksizm ve insanlara yönelik tüm ayrımcılık biçimlerinde olduğu gibi, türcülükte de hissedebilir varlıkların çıkarları ahlaki açıdan alakasız bir özellik (tür) öne sürülerek değersizleştirilmekte ve yok sayılmaktadır. Türcülüğe yönelik karşı çıkış ancak ayrımcılığın tüm biçimlerine karşı çıkışın bir parçası olduğunda anlamlıdır. Yani biz hayvan savunucuları olarak türcülüğe karşı çıkıp, diğer ayrımcılık biçimleri ile ilgili bir duruşumuzun olmadığını söyleyemeyiz. Bir yandan insan harici kişilerin çıkarlarını değersizleştirmek veya yok saymak için tür niteliğinin bir gerekçe olarak kullanılmasını ahlaki olarak yanlış bulup, diğer yandan insan çıkarlarını değersizleştirmek veya yok saymak için ırk, cinsiyet veya cinsel yönelim/tercih gibi özelliklerin kullanılmasının ahlaki sakıncası ile ilgili bir fikrimizin olmadığını söyleyemeyiz. Türcülüğe karşı çıkıyor oluşumuz tüm ayrımcılıklara karşı çıkmamızı gerektirir.
Peki bu “kesişimsel veganlıktan” nasıl farklıdır?
Kesişimsel veganlık türcülükle sınırlı kalmayıp tüm ayrımcılık biçimlerine karşı çıktığı müddetçe bir farklılık yoktur.
Ancak kesişimsel veganlığı destekleyen birçok kişi veganlığın bazı gruplar için bazı koşullarda ahlaki bir yükümlülük *olmadığını* öne sürer. Örneğin hayvan sömürüsünün bazı azınlık grupların kültürel geleneği ve değeri olması halinde, veganlığı ahlaki bir yükümlülük olarak savunmanın “ırkçı”, “ayrıcalıklı” veya “elitist” olduğunu söylerler.
Abolisyonist Yaklaşım kesişimsel veganlığın bu türünü kategorik olarak reddeder. Veganlık tüm gruplar ve tüm koşullar için geçerli olan ahlaki bir yükümlülüktür. Ahlaki kurallar, örneğin çocuklara işkence etmemek ve onları öldürmemek kuralı gibi, tüm gruplar ve koşullar için geçerlidir. Kesişimsel veganlar veganlığı herkes için ve her koşulda ahlaki yükümlülük olarak görmüyorlarsa, o zaman veganlık savunmuyorlardır; savundukları şey türcülüktür; tabii, çeşitli kesişimsel koşullarda çocuklara acı çektirmeyi ve öldürmeyi de onaylamıyorlarsa. Ancak, hem hayvanları hem de masum insanları öldürmekte sorun olmadığını iddia ediyorlarsa, görüşleri türcü olmayabilir, ama bariz biçimde ahlaken yanlıştır.
Ve gerçekten dünyada hissedebilir bir varlığın başka bir türe ait olduğu için başkalarının kaynağı olarak kullanılabileceği düşüncesinden daha “ayrıcalıklı” ve “elitist” bir şey yoktur. Bu inanışın kendisi “ayrıcalıklı” ve “elitist” kelimelerinin tanımıdır.
Çeviri: Ceren Kaypak
Kaynak: https://www.facebook.com/abolitionistapproach/posts/451838642976310
1 note
·
View note
Text
Neden Şiddet Görseli Kullanmıyorum?
Gary L. Francione
İşte bana sorulan diğer bir soru (bu sorunun çeşitli biçimleri bana sıklıkla soruluyor):
“Neden şiddet görsellerini derslerinizde/anlatımınızda kullanmıyorsunuz?”
Bunun iki temel (ve birbiriyle ilişkili) sebebi var:
Şiddet görselleri genellikle kullanıma değil muameleye odaklanır. Örneğin mezbahalarda yaşanan şiddetin çekimlerini izleyen kişiler çoğunlukla sözümona daha “insani” veya “iyileştirilmiş” sömürü biçimlerini destekleme yoluna girerler. Genelde veganlığı ahlaki bir yükümlülük olarak görmeyen ve bağış toplayan birçok büyük hayvan refahı derneğinin bu görüntüleri sevmesinin nedeni budur. Bu görüntüler, sözümona “en korkunç kötüye kullanma biçimlerini” ortadan kaldıracağını öne sürdükleri “bebek adımları” ile insanları kampanyalarına dahil etmek için biçilmiş kaftandır.
İnsanların gerçekten şu basit düşünceye odaklanmasını istiyorum: Hayvanlar yaşamlarına değer veriyorlar. Ölümleri tamamen acısız bir biçimde bile olsa ölmek istemiyorlar. Gerçekten de birçok insan tıbbi tedaviler örneğinde olduğu gibi yaşamak için büyük miktarda acıya katlanır. Hiç kimse acıdan hoşlanmaz ancak herkes yaşamına acıdan daha çok değer verir. İnsanların bunun tüm hissedebilir varlıklar için geçerli olduğunu görmesini istiyorum. Bunu belli bir türün belli bir bilişsel yeteneği nedeniyle değil, hissedebilir olmanın bir sonucu olarak görmelerini istiyorum. Hayvan sömürüsünün ne derece “insani” olduğunun önemi yoktur (ve hayvan kullanımının ekonomisi nedeniyle bu asla “insani” olamayacaktır), onları öldürmek, özellikle de bariz biçimde önemsiz gerekçelerle öldürmek, yanlıştır.
Çeviri: Ceren Kaypak
Kaynak: https://www.facebook.com/100044505336684/posts/471790567647784/
1 note
·
View note
Text
Vegan Hareket Neden Tüketici Talebine Odaklanmalı?
Gary L. Francione
Vegan hareket tüketici talebine odaklanmak ZORUNDA
Biri bana şöyle bir bilgi gönderdi: “Burada bize devlet sübvansiyonlarının hayvansal ürünlere talep yarattığını ve tüketici davranışındaki değişimin “herhangi bir boyutunun” önemi olmayacağını söyleyen bir grup var.”
Bu kimselerin kim oldukları hakkında bir fikrim yok. Onları ya da gruplarını daha önce hiç duymadım. Her hâlükârda söyledikleri – sübvansiyonlar olduğu sürece tüketici talebinin önemsiz olduğu fikri- bariz şekilde yanlıştır ve temel iktisadı anlamadıklarının işaretidir. Ve-sürpriiizzz-bağış topladıklarını belirteyim.
Buradaki sorun aşikar:
Birincisi, tüketiciler ürünleri talep etmezlerse ürünlerin sübvanse edilip edilmediğinin bir anlamı yoktur. Dolayısıyla “vergilerimiz bilinçli olarak et ve süt endüstrisinin kayıplarını karşılamak için kullanılırken tüketici davranışındaki herhangi bir değişim hayvanları kurtarmaya yetmeyecektir” demek en basit tabirle hatalıdır. Eğer hepimiz hayvansal ürünleri tüketmeyi bırakırsak sübvanse edilen ürünler raflarda çürüyecekler. Anahtar tüketici talebidir.
İkincisi, sübvansiyonların fiyatı düşürdüğü ve ürünleri erişilebilir kıldığı ve düşük fiyatların da talebi canlandırdığı doğrudur- ama ancak tüketici hayvan sömürüsünde sorun görmüyorsa. Yani yine konu tüketici talebine geldi. Anahtar tüketici talebidir.
Üçüncüsü, eğer sübvansiyonlar kesilir ve fiyatlar artarsa (talebin ne kadar esnek olduğuna bağlı olarak; çünkü bazı ürünler fiyat artışına karşı pek hassas değildir) talepte bir miktar düşüş olabilir ve arz fazlası sıfırlanabilir, ancak tüketici talebi farklı bir düzeyde de olsa devam ettiği sürece hayvanlar acı çekmeye ve ölmeye devam edecekler. Anahtar tüketici talebidir.
Dördüncüsü, kanun koyuculara baskı yapılmasını destekleyecek geniş ve politik öneme sahip vegan bir hareketin yokluğunda kanun koyucunun sübvansiyonları keseceğini kim neden düşünsün ki! Yani insanların çoğu hayvansal ürün tüketiyorken kanun koyucunun sübvansiyonları kesmesi ne kadar muhtemeldir? Hayvansal ürünleri tüketenlerle sübvanse edilen endüstriler birlikte güçlü bir seçmen kitlesi oluşturuyorlar.
Beşincisi, başka şartlar altında var olmayacakken sübvansiyonlara bağlı olarak üretilen hayvanlar mevcut olsa da tüketici talebi hala çok büyük boyutlarda. Sübvansiyonları hayvanlardan alıp bitkilere yönlendirmek hayvanları “özgürleştirmeyecek”.
Sübvansiyonlara tabii ki karşıyım. Fakat, sorunun tüketici talebi değil de sübvansiyonlar olduğunu söylemek temel iktisadın anlaşılmasında sorun olduğuna işarettir. Sübvansiyonların kesilmesi için en ufak bir ümidimiz varsa büyük, politik olarak örgütlenmiş bir vegan harekete ihtiyacımız olacak.
İnsanları veganlıkla ilgili bilgilendirmemiz lazım. Ve bunu hepimiz yapabiliriz. Bunun için toplum tarafından sübvanse edilen bir örgüte daha ihtiyacımız yok. Aslında, sübvanse edilen bu gruplardan daha az olsa ve başkalarını bilgilendirmek gibi zor bir görevi yerine getirmeye hevesli daha çok insan olsa hayvanların durumu çok daha iyi olurdu. Bazı şeylerin değişmesi için tek yol bu.
Çeviri: İrem Zeyneloğlu
Kaynak:
https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=3394729527213444&id=156275557725540
12 notes
·
View notes