#günün bilim kitabı
Explore tagged Tumblr posts
Text
Günün Kitap Önerisi: Genombilim
Günün Kitap Önerisi: Genombilim Kısa Bir Giriş Yazar: John Archibald Çevirmen: Nurettin Elhüseyni Günün Kitap Önerisi: Genombilim Kısa Bir Giriş “İnsan genomu ve ona ilişkin bilgiler yaşamımızı değiştirecek… Genombilim sadece teknolojik sınırları değil, sosyal, hukuki ve etik sınırları da zorlayan ve hızla gelişen bir alan. Nitekim DNA dizileme teknikleri öylesine hızlı evrim geçiriyor ki,…
View On WordPress
#bilim kitabı#Genombilim#Genombilim Kısa Bir Giriş#Günün Kitap Önerisi#Günün Kitap Önerisi: Genombilim#Günün Kitap Önerisi: Genombilim Kısa Bir Giriş#kitap#Kısa Bir Giriş
0 notes
Text
saçma sapan bir sınavdan daha geçtik. hayatı, kendimi çok sorguluyorum bu kadro sınavlarından sonra ckdkck ve son bir yıldır her başarısız denemenin ardından üzüldüğüm ilk ve belki en büyük şey amk eskişehir’inde yaşamaya devam edecek olmak oluyor ya. nefret ediyorum senden nefretttt 😠 neyse kendime çok yüklenmedim. hazır olabileceğim bir sınav değildi. sosyoloji sormamışlar sadece. 1 sosyoloji 1 siyaset bilimi 1 uluslararası ilişkiler sorusu vardı. uluslararası ilişkiler bana baktı ben ona baktım, boş kaldı o soru. saçma. hangi insan evladı üç soruyu da dosdoğru cevaplayabilir bilmiyorum. yani o sınava geldiysen ya sosyoloji ya siyaset bilimi ya uluslararası ilişkiler mezunu ve öğrencisisin. kendi alanına bile tamamen hakim olman zorken, bir de alanın dışı iki alana da hakim olman nasıl mümkün olabilir. zaten bu kadro sınavları bana hepten saçma geliyo. oraya gelenlerin hepsi zaten belli bir yaşa gelmiş insanlar, ya doktora yapmışlar ya da yapıyorlar, o yaşa kadar zaten bir şeyler yapmışlar ki doktora sürecine gelmiş ya da tamamlamışlar. ales puanıdır dil puanıdır, yine belli ki kalburüstü bir puan almışlar. yüksek lisans bitirmişler cart curt. yani zaten yıllardır ortaya koydukları emek, oraya gelen herkesin o işi hakkıyla yapabileceğini gösteriyor. bizden önceki dönem, yani bizim hocalarımız, dil’den ales’ten baraj puanı alarak hoca oldular. bizim önce aşmamız gereken bir “ilk 10” barajı oluyor, önce birkaç yıl ilk 10a girmek için yani sadece sınava girebilmek için puan kasıyoruz. sonra bir de sınavda başarılı olmak için alakamızın olmadığı olmasının da gerekmediği incik cıncık bütün literatürü hatmetmeye çalışıyoruz. bu saçmalık. herkesin bir çalışma alanı olur. göçtür medyadır toplumsal cinsiyettir siyasettir kenttir ailedir sosyal teoridir blablabla. bir alan üzerinde uzmanlaşmaya çalışırsın, öyle de yaparsın, günün sonunda profesör de olsan kendi bilim dalında belli bir alanda profesörsün. yani o sorduğunuz soruları alın kendiniz cevaplayın sayın doçentler, çalışmadığınız bir konuysa bilemezsiniz, ama bilemeseniz bile doçentsiniz, çünkü bilemeyebilirsiniz, bunları ezberden bilmek bir şey göstermiyor. derslerinize bile bir gün önceden hazırlanıp gelen insanlarsınız. bu böyle olur çünkü. ha şimdi denilebilir ki “çalışmıyorsun tatava yapma, birileri cevaplayabiliyor ki neticede kadroya giren birileri oluyor”. tamam da işte kim giriyor? ezberi en kuvvetli olan mı? soruları önceden alan mı? arkası sağlam olan mı? ben sınavsız giriş falan da beklemiyorum. herkesin kendinde olanı gösterebileceği tarzda sınavlar olmalı. özel çalışma alanları değil, herkesin bilmesi gereken teorik, metodolojik temeller sorgulanabilir. ama kalkıp allah aşkına dahrendorf’un sosyolojik insan kavramını da sormazsın ya. soruyorlar işte. kenarda köşede kalmış bir adamın onlaaarca kitabı içinden kenarda köşede kalmış türkçeye çevrilmemiş bir kitabını soruyorlar. türk sosyolojisi soracak, mehmet izzet soruyor adam. ya da işte dünkü sınav. 9/11 sonrası abd, ab, rusya’nın ortadoğu politikalarını karşılaştırmalı değerlendirmemi istiyor. şimdi ben bu konuya çalışmamışım, uluslarası ilişkiler konusu bu, haberlerden takip ettiğim bildiğim kadarıyla oraya bir şeyler saçmalamak da istemiyorum. uluslararası ilişkiler disiplininin terimleriyle konuşamayacaksam susmam gerekiyor. öyle de yaptım. ama niye benden bu isteniyor işte. ne alaka. saçma buluyorum. ama zaten her şey saçma di mi. kpss için de milyonlarca genç gereksiz şeyler ezberlemek zorunda kalıyor. kim milyoner olmak ister’e hazırlanıyoruz sanki.
3 notes
·
View notes
Text
On üç pipo öyküleri/İlya Ehrenburg
Ertan Yavuz
Ünlü Sovyet yazarı, gazeteci ve eylem adamı İlya Ehrenburg'un gerçek insanları ve onların yokluk, varlık, savaş, barış, gurur, kibir, kıskançlık, cesaret, korkaklık... ve daha pek çok insani duygunun bir pipo etrafında anlattığı on üç harika öykü kitabının adıdır “On Üç Pipo”
Gelin isterseniz bu on üç pipo ne anlatıyor bakalım.
I. Pipo: Öyküsü adeta “Diderot Etkisini” tekrar anlatır bizlere. Özel olarak tasarlanmış bir piponun elden ele geçerek sahip olunduktan sonra ki hayatlarının değişimi ve bu değişimle sadece bireysel olarak kendilerinin değil çevrelerinin ve onlara bakış acılarının da nasıl değiştiğini anlatır. Mesela pipoya sahip olan kişinin birden bire hayalleri ve bu hayallere bağlı arzuları da değişime uğrar. Sahip olunmak istenen mevkiler, yaşanmak istenen aşklar, verilmek istenen emirler, cezalandırılmak istenen kişiler... Hepsi bir bir tasarlanır. Fakat bilinmeyen bir gerçek vardır ki o da; herkes herşeyi başaramaz. Ya da şöyle de söylenebilir. Kimi potansiyeller uygun kapasite olmadan, gerekli görgü ve eğitimle pişmeden gerçekleşemez. İşte I. Piponun öyküsü elden ele geçen bir kısır döngünün hikayesidir.
II. Pipo: Kitaptaki ikinci öykü özelikle benim için en dokunaklı olanlarındandır.Hikaye Lui Ru adında bir duvar ustası adamla ve onun basından geçen varoş yaşamıyla ilgilidir. Lui’nin çocukluğu sürekli aç ve ağzı bir lokma ekmek için tıpkı bir karga gibi açık dolaştığı şeklinde ifade edilir. Babası ne zaman dışarı çıksa ona göre ekmek bulmaya gider. Ancak aslında bir direnişçidir. Aslında babası ekmek bulmak için değil eşit ekmek hakkı için mücadele etmektedir. Tabii malum kader onu da yakalar. Lui kimsesiz bir şekilde kalır ve kendini kendiyle avutur uzun yıllar... O “kaygısız kadınların yüzlerinden tasasız gülümsemeler eksilmesin diye kurulan tiyatro, mağaza, kahve ve bankaların; yıldızsız karanlık gecelerde şık erkekler yakut rengi likörlerini zevkle yudumlasınlar diye dikilen güzel evlerin yapımında çalıştı.”
Lui’nin en büyük zevki sadece sahip olduğu bir pipoyu ve içine koyabildiği ucuz tütünü içebilmekti. Uzun yıllar kadınlardan kaçan Lui günün birinde aşık olup evlenir ve bir çocuk sahibi olur. Hikaye bu ya; artık babası gibi çocuğuna sadece ekmek bulması değil aynı zamanda eşit ekmek hakkı için mücadele etmesi gerekir. Yıllarca beyefendiler yakut rengi likörlerini yudumlasınlar ve kaygısız kadınlar şen kahkahalarını rahat rahat atabilsinler diye çalışan Lui’i için hiç kimse bir şey yapmaz ve hiçbir yere sığdıramaz. Tıpkı oğlu Pol gibi...
İkinci öykü Lui’nin ve hayatının kısacık özeti gibidir. Bir anda parlayıp yok olan yıldızlar gibi...
Konuyu fazla uzatmak istemememin sebebi kitabı okuyacaklar için tadını kaçırıcı ayrıntıları vermek istemememdir.
III. Pipo: “Eşeğe deseler ki "Önünde ahır, arkanda uçurum var", hayvan anırdıktan sonra gene de geri geri gider. Bu yüzden ona "eşek" demişler ya ...” Hikaye Selanik’te yaşayan fakir yaşlı bir eskici olan Yeşuva ’nın bilgece sözleriyle başlar, sonrasında o daha onsekiz yaşındayken ölüm döşeğindeki babasının o ve kardeşlerine verdiği öğütlerle devam eder. İlk öğüt, büyük oğluna aşk adına, ikinci öğüt onun bir küçük kardeşi Leyba’ya eğlence ve onun sonrasında getirdiği can sıkıntısı adına, üçüncüsü İshak’a bilmek ve bilim adına ve dördüncü öğüt en küçük oğlu Yeşuva’ya da hiçbir zaman içmediği ama gözü gibi sakladığı piposu ve onu neden hiç içmediği adına...
IV. Pipo: “En ürkek ışın bile gideceği yere ulaşmak için binlerce yıl yol alır, ışığınkinin yanında insan ömrü ise kısacık kalır” İnsan evladı tarih boyunca sebebi belli olmayan ve sonucunun sadece beynelminel kişilerin işine yaradığı bir çok savaş görmüştür. Bu savaşlarda ölenlerin çoğu; ya çoban, ya çiftçi, ya da mavi yakalı işçiler olmuştur. ‘Kıvırcık saçlı esmer askerler altı aydır yiyip içip balçık dolu çukurlarda uyuyor, ateş ediyor, ellerini havaya kaldırarak ardı ardına ölüyorlardı.” İşte bu öykü de böylesi kanlı savaşların birinde elinde tek umut kaynağı bir pipo ve bir içimlik tütünü olan asker Piyer Dübua’nın öyküsüdür. “Öyle bir terazi yapalım ki, bir kefesine en ürkek ışının binlerce binlerce yılını koyup öbür kefesine de ufak bir asker piposunun bir içimlik tütmesine yetecek kadar zaman atalım. Nasıl edip de böyle bir teraziyi yapsak, insan tohumunun serüvenini tartabilsek? ..”
V. Pipo: Aristokrasi denildiğinde ilk akla gelen kişilerin Fransızlar ve İngilizler olması sanırım özelikle bu iki ırkın yüzyıllar süren kolonileşme çabaları ve kendinden olmayan ırklara ve sınıflara karşı büyüklük taslamaları sebebiyle olmuş olacak ki, bu öykü de de İngiliz soylularından olan Lord Edvard Grayton'un ve diğer Lord tanıdıklarının gereksiz uğraşlarından ve çevresindeki kişilere bu uğraşlardan daha az değer vermeleri anlatılır. Mesela; Lort Edvard’ın inanılmaz hassas davrandığı pipo koleksiyonu varmış. Başka bir Lord olan Williams Risent’ın 814 bulldog cinsi köpek koleksiyonuna, Lord Robert Saymison’un ise İngiltere’nin en iyi tavla koleksiyonuna sahipmiş. Bu öyküdeki pipolar insana ve insanlığa değer vermeyen, sadece kendi zevkleri uğruna yaşayan ve aslında birçoğu gereksiz uğraşları olduğundan fazla yücelten insanları anlatır.
VI. Pipo: Tesadüflere inanır mısınız? Bu hikaye tamamen şans eseri bir isim karışıklığı nedeniyle bir film şirketiyle anlaşma sağlayıp başrol oynamayı başaran Corc Rendi ve karısı Meri ile ilgili. Yapımcı firma Con Renc adını karıştırıp yanlışlıkla Corc Rendi’ye sözleşme imzalatır. Adı “insanlar ve kurtlar” olan filmin çekimi için karısıyla birlikte Kanada’ya giden çiftimiz orada filmin kötü karakteri “Sam” yani oyuncu William Poker’le karşılaşır. Fakat aslında hiçbir işi olmayan kahramanımız Corc filmin konusu olan ihanete uğrayıp terkedilen bir avcı olan Tom’la kendini karıştırmaya başladığında işler çığırından çıkar. Peki bu hikâyede pipo nereye saklanmıştı dersiniz? Dünyanın birçok yerinde gösterime girecek olan filmin başrol oyuncunun öyle sıradan ve basit bir filtresi olan sigara içebileceğini düşünmüyorsunuz her halde?
VII. Pipo: Zaman zaman insanlar şans getirsin ya da kötü ruhlardan konuşsun diye üzerlerinde bazı taşlar veya bazı tılsımlı sözler taşırlar. Bu öyküde tıpkı bu bahsi geçen değerli taşlar gibi tılsımlı saydığı beyaz bir Hollanda piposu ile yolu kesişen kahramanımızın basından geçen ilk gençlik dönemleri anlatılır. Çiftlik sahibi Martin Van Broot ve on iki genç kızı ile işlettikleri mandırada bir oda kiralayan genç kahramanımızın pipo, aşk ve kutsal değerler arasındaki gelgitleri okunası bir öykü olmasına sebep olmuş.
VIII. Pipo: Gustav Le Bon “Mariya” isimli gemisinin efsanevi kaptanı. Mariya Kopenhag, Rio de Janeiro arası birbirine su arıtma cihazı ve kahve taşıyan ufak bir yük gemisi. Onu efsane yapan ise on iki yıldır hiç değişmeyen kaptanı Gustav. Gustav kendi halinde karadan çok denize aşık bir adam, onu karaya bağlayan ne bir kadın, ne bir ev, ne de özel bir şey var. Gustav takıntılı derecede denize ve yolculuk boyunca ağzından düşürmediği piposuna bağlı. Fakat onun hayatı bir gece kaçak bir şekilde gemisine aldığı Zanzanetta ve aşığı Jül de Rosinyol ile kesiştiğinde artık eskisi gibi olmayacaktır. İnsan hayatı hiç ummadığı zamanlarda, hiç ummadığı şekillerde değişime uğrayabilir. Kimine göre “Kaderden kaçamazsınız” öyle değil mi?
IX. Pipo: Hikayemiz miskin Belçikalı bir milyoner olan Van Esterped adında bir adamın şatafatlı balolardan, lüks ve leziz yemeklerden, kadınlardan, uykudan kısaca parasının ve nüfuzunun ona sağladığı tüm ihtişamdan sıkılarak Kongo’ya yaptığı yolculuğu ve bu yolculukta başına neler geldiğini anlatıyor. Milyoner Van Esterped kendi gibi milyoner ve milyoner adayı arkadaşlarıyla çıktığı bir gemi seyahatinde bindikleri geminin batması sonucu tek kurtulan kişi. Ancak buna pek kurtulmak denir mi onu da hikayeyi okuduğunuzda anlayacaksınız. IX. Pipo öyküsü daha çok gerçekle hayalin, iyilikle kötülüğün, saflıkla, uyanıklığın, yapaylıkla doğallığın iç içe geçtiği bir hikaye. Bazen insan Van Esterped gibi yıllarca rüyada yaşayabilir. Ama bir gün bir pipo tüm gerçekliği ortaya çıkararak o rüyadan sizi uyandırabilir. Sonucu ne olursa olsun...
X. Pipo: “Kiyev'de Mariyinsko-Blagoveşensk Sokağındaki otuz üç numaralı evde Nikita Galaktionoviç Volyaçka adında, sessiz mi sessiz, kimseye zararı dokunmayan, aynı zamanda belirgin bir özelliği bulunmayan bir tarih öğretmeni otururdu.” Hikayemizin kahramanını sanırım anladınız. Ama maalesef bu sefer yanıldınız. Bu öykünün kahramanı çam ağacından yapılmış, doğru düzgün bir ağızlığı bile olmayan, üstelik boya ve cila işlemi dahi görmemiş sıradan bir pipo. Bazı tüketim mallarının azlığı ve bunları alacakların çok olması sebebiyle piyango şeklinde insanların almaları sağlandığında Volyaçka’ya düşen işte bu sıradan pipoydu. Ama ne uyanık bir pipodur o! Sessiz sakin bir adama neler yaptırdı bir bilseniz.
XI. Sahip olunan nesnelerinde birer ruhu olduğunu ve gerçekte asıl sahibin o nesne olduğunu düşündüğünüz oldu mu hiç? Peki bir nesne sahibini ne kadar etkileyebilir? Hem de bu etkilenme işi cinsiyetlerine kadar vardıysa? XI. Pipo öyküsü içenleri sadece klasik davranış olarak değil bu davranışların cinsiyet anlamında da değişebileceğinin çoğu zaman komik ama düşündürücü bir anlatımını sunuyor. Çiftçilikle uğraşan, ata binen ve çeşitli bilimsel çalışmalar yapan Valentin Apollonoviç bu pipoyu içtikten bir ay sonra karısının gergefinde hercai menekşe oyası işlemeye başlar. Tabi Valentin’nin ve pipoyu içenlerin durumları bunlarla da sınırlı değil bilmenizi isterim.
XII. Pipo: Kürt Şuller adında Alman bir ormancı ile onun karısı Elsa’nın hayatları gayet sıradan bir şekilde akıp giderken onlara beyaz porselen ve üzerinde “Bana tatlı bal ver” yazan bir pipo da eşlik ediyor. Kurt kaba saba bir ormancı ve en ağır tütünleri kullanarak içtiği piponun kokusundan nefret eden Elsa. İçinden keşke kırılsa da kurtulsak diyen Elsa gün geliyor o pipoyu kendi elleriyle bir başkasına sunuyor. Elbette hikaye bu anlattıklarımla sınırlı değil. Kurt Şuller’in savaşa katılması ve sonrasında gelişenler...
XIII. Pipo: Paris’te Celeplik yapan Bay Vevo ve ondan yaşca daha genç karısı Margo'nun hayatlarında tütüyordu. Bay Vevo gerek işine gerekse paraya olan düşkünlüğü sebebiyle karısına yeterli ilgiyi göstermiyor Margo da bu ilgiyi başka yerlerde arıyor. “Bunlardan biri ozan Jül Alüet, öteki ise Sor bon matematik fakültesinde öğrenci Jan Lime'ydi.” Bir gün Jül ünlü ozan Verlen’in pipo içtiğini görür ve gidip kendisine bir pipo alır. Bunu gören Jan da Margo karşısında küçük düşmemek için bir pipo da kendisi alır. Aslında Bay Vevo karısı Margo’nun tavırlarından ve onun çevresinde sürekli dolaşan bu iki gençten şüphelenmektedir ama umursamaz.
İlya Ehrenburg On üç pipo kitabını 1923 yılında yazmış ve her hikâyede elden ele dolaşan pipoların yeni sahiplerini nasıl bir mahvoluşa sürüklediğini ironik bir üslupla muhteşem anlatmış. Bir eşya tek başına kadere hükmedemez, ancak hükmedebileceği sözde bir sahibi olduğunda görün nasıl da oynar onların kaderleriyle...
Meraklısına Resim: Vinset van Gogh/ Self Portrait with pipe
2 notes
·
View notes
Text
GELECEĞE POZİSYON ALMAYI GEREKTİREN SEBEPLER VE YAPILABİLECEKLER
İLK SÖZ
Eski anlatıların çöküp yerine yenisinin gelmediği bir çağda nasıl yaşanır?
Bilgiye erişimin, yazılı kaynak azlığı, okuryazar oranının ve dönemin egemen güçlerinin sansürü sebebi ile çok zor olduğu yıllarda, geleceği tahmin edemeseniz bile eski anlatılar genelde yolunuzu çizmenize yardımcı oluyordu. 1019 yılında dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir birey olsaydınız, 1069 yılında etrafınızın nasıl şekilleneceği konusunda bir öngörünüz olabilirdi. Bir liman şehrinde yaşayan bir gemi ustasının oğlu büyük olasılıkla babası ile aynı yoldan rahatlıkla gidebilirdi. Oysa günümüzde, bilgiye erişim inanılmaz derecede kolay, okuryazar oranı çok yüksek, birden fazla dil bilmek sıradan bir özellik ve egemen güçler gerçeği saklamak için sansür yerine akıl almaz derecede kolay bir yol seçiyorlar, “bilgi kirliliği”. Bugün öğrendiğiniz yeni bir bilginin doğruluğunu analiz edemeden eskime tehlikesi var. Bu sebeple eski anlatılar sizi ancak geriye götürecektir.
2069 yılında dünyanın neye benzeyeceğini bilmiyoruz, yarın çıkacak bir yazılım veya makine öğretisi ile binlerce işsizin doğması en küçük sorunumuz olacak. Sanayi devrimi sonrası sadece tarım makinalarının üretimde kullanılmaya başlamasıyla dünyanın hemen her yerinde büyük işsizlik ve bunun sonucunda göç dalgaları oluştu. Bugün gelişmiş ülkelerde dördüncü sanayi devrimi yaşanıyor; otomasyon, kalitenin arttığı sıfır hatalı imalat, sanayide ve üretimde esneklik, farklı paydaşların değer zincirine katılımı, zincirler arasında iş birliği, müşteriye yakınlık, büyük veriye dayalı yüksek değer oluşturma ve robotik temelli gelişim öncelikli olmak üzere sürekli bir güncelleme var. Bu sebeple, hayal kurmayan, üretmeyen, sorgulamayan, iletişim ve işbirliği yeteneği zayıf bir toplum yaratan liberal eğitim sistemi, kitlesel ve bireysel ölçekte ömrünü tamamlamıştır. Bu sistem; insanlara gemi yaptırmanın yolunu onlara marangozluk öğretip görev vermek olduğuna inanıyor, ama gelecekte ruhsal ve sosyoekonomik olarak ayakta kalacak bireyler; engin denizlerin özlemi, aşkı ile yaşayanlar olacaktır.
21. yüzyıl bütün öngörülerin aksine şekillenebilir, bu sebeple çıkış yolunu bulmak ve bir an önce harekete geçmek gelecekte aklı fikri ve vicdanı hür bireyler için çok zaruridir. Fakat egemen güçlerin, eğitim sistemini günlük çıkarlarından bağımsız yapılandırma ihtimali nerede ise imkansızdır. Tarihi kaleme alanlarda bu egemen gücün gölgesinde kalarak tarihin temiz sayfalarını kirleteceğinden, bireysel olarak neler yapabiliriz noktasına yoğunlaşmak, gelecek sağlıklı nesiller için hayati önem taşımaktadır. Mevcut sistemde, çocuklarımız Türkçe dersleri alıyorlar ama okuduğunu anlamıyorlar. Resim, müzik, beden eğitimi dersleri alıyorlar, ama okuldaki bu dersleri alan öğrencilerden başarı basamakları tırmanan kitleler oluşmadı. Yabancı dil dersi alıyorlar ama sonuç “anlıyorum ama konuşamıyorum” oluyor. Birçok sıfat sahibi insan yetiştirdik ama doğaya ve hayvanlara saygılı insan olma erdemine erişmiş bireyler yetiştiremedik. Bu sebeple yenilenmemiz ve kendimizi baştan yaratmamız gerekiyor.
Kendimizi nasıl yenileyeceğiz ve nereden başlayacağız?
Tarih sayfaları başarıları ve buluşları büyük puntolarla yazılmış bilim insanları, devlet adamları, sanatçılar ile dolu. Bu insanların ortak özelliğiyse, tarihin en eski öğretisi olan “kendini bil” ve onların yaşam şekli olan “ağır çekimde çoklu görev” anlayışıdır. Ülkesinin kurtuluş savaşı yıllarında başkomutan sıfatı ile geometri kitabı yazan, başka dillerde eğitim kitapları okuyan devlet adamı. İkinci dünya savaşı sırasında tarihi daha farklı açılardan görebilmek için birden fazla hoca ile çalışan ve aynı zamanda yarış atları, uçaklar ile ilgilenen kraliçe. Başka bakış açıları görmek için felsefe ile yoğun ilgilenen matematikçi. Türlerin kökenini araştırırken müzik aleti çalan bilim insanı. Fiziksel engelli olduğu gerçeğinden kaçmayıp kendini botanik ve resim sanatına adamış sanat insanı gibi örnekler elbette artırılabilir.
İşimizi günün şartları gereği seçmiş olabiliriz ama yetenekli olduğumuz alanları, hobilerimizi belirlememiz, yani kendimizi bilmemiz gerekli. Bir iş ile ilgilenirken bir çıkmaza düştüğümüzde veya onu yapmak istemediğimizde, kendimizi mevcut ruh halinden kurtarıp yenileyebilmemiz için, sosyal medyada vakit geçirmek yerine ağır çekimde yaptığımız diğer görevlerimize dönebiliriz, kim bilir belki de ana işinizi yapamamanız hayatınızın en büyük fırsatıdır. Hayatımızda ki noktaları geleceğe bakarak değil, geçmişe bakarak birleştirebiliriz diyen Steve Jobs’un, sırf sevdiği için aldığı kaligrafi derslerinin sizlere bu satırları yazmama sebep olduğu bilinci, beni her yeni güne umutla uyandırıyor. O gün orada olmasaydım onu göremeyecektim veya bu fikir aklıma gelmeyecekti gibi bir kısmı tesadüfi noktalar bugünümüzü oluşturuyor. Bu nedenle farklı görevler bize, çağın önünden gitmeyi, bakış açımızı değiştirmeyi ve tıkandığımızda önümüzü açmayı sağlayacaktır.
Onur AVCI
Mart 2019 Ankara
GELECEĞE POZİSYON ALMAYI GEREKTİREN SEBEPLER VE YAPILABİLECEKLER
Çağımızın en ürpertici sorunu nedir?
Bin yıl önce, 1019’da insanların gelecek hakkında bilmediği bir sürü şey vardı. Bununla beraber toplumun temel özelliklerinin aynı kalacağına inanıyorlardı ve bu konuda pek de haksız sayılmazlardı. 1019’da Gazneliler döneminde yaşıyor olsa idik, Gazneli Mahmut’un toplamda düzenlediği 17 Hindistan seferinden birine denk geleceğimizden bazı sonuçları öngörebilir, milyonlarca insanın savaş ve salgın hastalıktan ölebileceğini ve Hindistan’ın sonunda boyun eğeceğini tahmin edebilirdik. Ancak 1059’da bile çoğu insanın ya da topluluğun çiftçilik, dokumacılık bölgeye göre balıkçılık ile uğraşacağı, hükümdarların ordusu ve devlet düzeni için insana ihtiyaç duyacağı, erkek egemen bir toplum olunacağı kesindi. Bundan kaynaklı; 1019 yılında fakir olan Gazneli halkı, çocuklarına, günün şartlarında tarım yapmayı, at nalı çakmayı ve bakımını, dokuma yapmayı öğretirken, varlıklı Gazneli halkı erkek çocuklarına Daru’l Ulum Medresesi’nde Biruni’nin astronomi ve matematik çalışmalarını, güzel yazı yazmayı, Farsça edebi eserler okumayı, güzel konuşmayı, ata binmeyi, hükmetmeyi, yönetmeyi öğretiyorlardı. Kız çocuklarına ise mütevazı, yumuşak başlı ev hanımı olmayı ve ev yaşamının gerekliliklerini öğretiyorlardı. Çünkü bu becerilere 1059’da da ihtiyaç duyulacağı aşikârdı.
Oysa günümüzde dünyanın herhangi bir yerinin 2069 da neye benzeyeceğine dair bir fikrimiz yok. İnsanlar günlük ihtiyaçlarını karşılamak için ne yapacak bilmiyoruz, ordular ne tip silahlarla donatılacak, siyaset dünyaya ve topluma nasıl şekil verecek bilmiyoruz. Yarın sabah atom bombasından daha etkili bir bombayı çılgının birinin atıp atmayacağını bilemiyoruz. Genetik, biyomühendislik ve beyinle bilgisayar arayüzlerinin arasında kurulacak doğrudan bağlantılar ile insan bedeninde kelimenin tam anlamı ile bir devrim gerçekleşebilir, muhtemelen insan ömrü daha uzun olacak diyebiliriz. Bu sebeple eğitim alan kitlenin bugün öğrendikleri 2069’da hiçbir işe yaramayabilir. Günümüzde hemen hemen tüm eğitim kurumları bilgi yüklemeye odaklanıyor. Eskiden bunun bir anlamı vardı diyebiliriz çünkü bilgi azdı ve ağır ağır sızan bilginin önü dönemin egemenleri tarafında sansürle kesiliyordu, bu sebeple bilgi yüklemesi hayati önem taşıyordu. Örneğin; 1800’lü yıllarda Osmanlı İmparatorluğunun bir taşra kasabasında yaşıyor olsa idiniz dünyanın geneli hakkında çok fazla bilgi edinmeniz nerede ise imkansızdı. Radyo, gazete, halk kütüphaneleri gibi halkın bilgi alacağı kaynaklar yoktu. Okuma yazma bilseniz bile kaynağa ulaşmanın imkansız olduğu yıllarda, ulaştığınız kaynaklar ya dini yazıtlar ya da imparatorluk sansürü ile yazılmış birkaç şey idi. Örneğin 1 Kasım 1831 de ilk resmi Türkçe gazete Takvim-i Vekai yeni çıkmış ama ülke sırlarının sızdırılmaması için gerekli tedbirler alınmıştı. Aynı durum, Meksika, Rusya, Hindistan, Çin taşrasında da geçerliydi. Ama çağdaş okullar devreye girdiğinde kartlar yeniden dağıtılmış ve muazzam bir gelişme hızı ile her çocuğa okuma yazma öğretme ve temel bilimleri aktarmak birincil görev olmuştu.
Oysa 21. Yüzyılda inanılmaz miktarda bilgiye maruz kalıyoruz ve sansür uygulamak isteyenler bile bunu yapmak yerine bilgi kirliliği yaratıp dikkatimizi dağıtmaya çalışıyorlar. Utanç verici olsa da (bilemediğimiz, öngöremediğimiz politik bir amaç gütse bile) Wikipedia ülkemizde siyasi otorite tarafından sansürlü ama çeşitli programlar ile bu sansürü aşabiliyoruz. Şu an Türkiye’nin bir taşra kasabasında yaşıyor olsa idiniz elinizde bir akıllı telefonunuz varsa okuyup dinleyebileceğiniz ücretsiz kaynağı taramaya ömrünüz yetmezdi. Düşünsenize, TED konferansları, EdX dersleri başta olmak üzere dünyanın en elit üniversiteleri birkaç tuş ötenizde. Bu şartlarda hiçbir hükümet hoşuna gitmeyen tüm bilgilerin üzerini örtme beklentisine giremez. Bunun yerine bilgi kirliliği yaratarak, halkı birbiri ile çelişen haberlere boğmak inanılmaz ve korkutucu derecede kolay. Dünyanın hemen her yerindeki insanlar, küresel ısınma, Türkiye’deki terör olayları, Suriye iç savaşı gibi olaylardan bir tık uzakta ama o kadar çok çelişkili haber var ki neye inanacağını bilmek gerçekten zor. Bunun yanında bir tık ötede başka şeyler olduğunu da bildiğimizden tek bir şeye odaklanmak nerede ise imkansız oluyor, kaçıyor aradan mutlaka bir şeyler. Veya politika, bilim konularına dalmak karmaşık geldiğinde eski sevgilimizi sosyal medyada kontrol etmek, kedi videosu izlemek, fenomen hayatlarını takip etmek veya porno izlemek daha cazip geliyor. Hemen hemen tüm gençlik, kahvecilerde önünde kitaplar, teknolojik aletler, renkli renki kalemler ile telefonda zaman geçiriyorlar. Bu satırları yazdığım sırada sağımda oturan yeni nesil gencin macbook bilgisayarı açık ekranda grafikler var ama kendisi Instagramda, solumda oturan ise renkli kalemlerini sıraya dizmiş tıpkı karşısındaki gibi kitaplar açık ama ellerinde telefon muhtemelen attıkları anlık hikayeye kaç kişi bakmış onu kontrol ediyorlar.
Böyle bir dünyada öğretmenlerin öğrencilerine vermeleri gereken en son şey daha fazla bilgi. Zaten gereğinden fazlasına maruz kalıyorlar. Bunun yerine insanların bilgiyi anlamlandırabilme, neyin önemli neyin önemsiz olduğunu ayırt edebilme, her şeyden önce pek çok bilgi parçasını dünyaya ilişkin geniş bir resme dönüştürebilme yeteneğine gereksinimleri var hemde çok acil. Aslında bu batılı liberal eğitim sisteminin temel hedefi idi ama şimdiye kadar batıda bile tam anlamı ile oturmadı. Ülkemizde ise derme çatma, yapboza dönmüş eğitim sisteminde oturması imkansızdan da imkansızı desek çok söylemiş olmayız. Kendini geliştirmenin ve araştırmanın farkındalığına varmamış öğretmenlerimiz, geçim kaygısı ile birlikte otorite korkusu ile karşı karşıya kalınca, çocukları düşündürmek yerine, çocukları kendi kendine “düşünmeye” teşvik etmekle yetindi. Öğretmenler, öğrencilere bolca veri ve bir miktar özgürlük sağlayarak kendi kendilerine dünyaya dair bir resim çizerler, eğer bu nesil tüm verileri sentezleyip tutarlı ve anlamlı bir dünya görüşü yaratmayı başaramaz ise diğer nesilde deneriz daha çok zamanımız var diye düşündüler. Artık zaman kalmadı, alacağımız kararlar hayatın geleceğini kısa sürede şekillendirecek ve biz kararları mevcut dünya görüşümüz doğrultusunda alacağız. Bu nesil evrene dair kapsamlı bir muhakeme yeteneğinden mahrum kalırsa, yaşamın geleceğini tesadüfler veya kendi egolarını tatmin etmekle uğraşan kibirli kabadayı politikacıların günlük çıkarları belirler.
İşte bu çağımızın en ürpertici sorunudur.
Çağımızın sorunlarına mevcut eğitim sistemi neden çözüm olamaz?
Hemen hemen bütün dünyada liberal eğitim sistemi gereği, öğrencilere yoğun bilgi aktar��lmaya devam ediliyor. Ek olarak ise daha fazla bilgi iyidir mantığı ile diferansiyel denklem çözme, kodlama dilleri, laboratuvar ortamında testler, çince konuşmak gibi bir dizi önceden belirlenmiş yetenek veriliyor ve ülkemizde bu alanda olan yarış ibretlik duruma varmış durumda. Fakat 2069 da dünya iş piyasasında neler olacağını bilemiyoruz, insanların hangi hususi becerilere ihtiyaç duyacağını bilmiyoruz. Çince için en verimli çağlarını harcayıp, 2069’a gelindiğinde yapay zekâ uygulaması ile yeni Google Translate arayüzü sayesinde sadece “Ni hao” demeyi bilseniz bile kusursuz bir şekilde Çince konuşmaktan öte, Mandarin, Kantoca ya da Hakka dillerinde sohbet edebileceğimizi keşfedebileceğimizden, en verimli yıllarımızı bu yolla tüketmek çok akıllıca olmasa gerek. Kodlama dilleri, yeni uygulamalar, bir günde zengin olma hikayeleri ile aklı karışan nesil 2069’da yapay zekanın kendilerinden daha iyi program yazdığı gerçeği ile karşılaştığında iş işten geçmiş olacak.
Bu şartlarda ne öğreteceğiz?
Cevaplaması hemen hemen kolay bir soru; Çoğu pedagoji uzmanı okulların şu dört şeyi öğretmeye başlaması gerektiğini savunuyor. Eleştirel Düşünce. İletişim. İşbirliği. Yaratıcılık. Kısaca teknik becerileri ikinci plana bırakıp, genel amaçlı yaşam becerilerine ağırlık veren bir sistem öneriliyor. Bu örnek ülkemizin kuruluş yıllarında Köy Enstitüleri adlı eğitim programında temel alınmış ama ülkenin o günkü şartları, benimsenememiş demokrasinin yarattığı kendini bulamamış toplumun önyargıları ve bundan kaynaklı oluşan tepkileri, mitlerin yarattığı bilgi kirliliği, siyasi iktidarın ve muhalefetin ortak hataları sonucunda program işleyemez duruma gelmiştir. Bugün gelişmiş eğitim ve refah düzeyine sahip İskandinav ülkeleri -eksikleri olsa da- bu sistemin benzerini kullanmaktadır. Temel hedef iş içinde eğitim, eleştiri, iletişim, yaratıcılık ve işbirliğidir. Bunlardan da önemlisi ise; değişimle başa çıkma, yeni şeyler öğrenebilme, alışılmışın dışında ki durumlarda akli dengeyi koruyabilme becerileri olacaktır. Yeni dünya düzeninde, ayakta durabilmek için sadece yeni fikirler ve ürünler icat etmek yeterli gelmeyecek; önce kendinizi tekrar tekrar yeniden inşa etmeniz gerekecek. Bu şartlarda; teknolojiyi istenilen düzeyde kullanamayan şimdiki neslin gelecekte nasıl kaybolacağını, yok olacağını görmemek zor olay. Ülkenin en önde gelen politik ve iş dünyası simaları yeni dünya düzenine hazırlık yapmak yerine, başka ülkelerin lider olduğu alanlarda; örneğin otomobil, akıllı telefon, savaş araçları üretmeye kafa yorarsa. Bu kişilerin yetiştirdiği nesillerde elbette tarla alıp satmak, inşaat yapmak, cafe açıp işletmek, otomobil alıp satmak gibi çoğaltılacak ölümlü iş hamleleri yapacaktır.
Diğer yandan değişim hızı arttıkça sadece ekonomik dengeler değil, “insan olmak” kavramıda mutasyona uğrayabilir. 4,54 milyar yıl yaşındaki dünyamızı kavramak için geçmişten referans almaya devam edeceğiz ama artık değişim çok hızlı. Binlerce yıl önce yaşamış ve o günün şartlarında toplumu düzenlemek için kurallar yaratmış kişilere, mitlere dayanarak yaşamı idame ettirmek, gelecekte birey olarak yok olmanın ilk adımıdır. Toplumlar da bireylerden oluştuğuna göre, toplumumuzun ayakta ve yaşanılabilir medeni standartlarda gelecekte var olması için?; toplumumuzu geleceğe birey birey hazırlamalıyız.
1848’de Komünist Manifesto dünyaya “Katı olan her şey buharlaşır” diye Marx ve Engels’in sesinden haykırırken, akıllarında ağırlıklı olarak ekonomik ve toplumsal yapı vardı. O yıllarda özellikle Avrupa ve Amerika’da insanlar çiftliklerindeki işlerden olup, fabrikalarda çalışmak için şehirlere taşınıyordu ve o yıllarda cinsiyetlerini değiştirebilmeleri ya da altıncı hislerini geliştirebilmeleri uzak bir ihtimaldi. Olurda bir tekstil fabrikasında iş bulurlarsa, çalışma hayatlarının tamamını bu işte geçirebilirlerdi. Belirtmek isterim ki ülkemizde bu süreç 1948 yıllarında başlamış sayılabilir. Örneğin; ilk traktörün Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde sergilenmesinin sonuçlarının, 21 milyon nüfusu olan ülkede 2 milyon göçe neden olacağını kimse öngöremedi veya öngörenlerin sesi çıkmadan bastırıldı, bu nüfus çarpık kentleşmenin başlamasına sebep verip kentleri köyleştirdi desek yanılmış sayılmayız. Sonuç olarak yüz yıl kadar dünyayı geriden takip ettiğimiz varsayılırsa günümüz şartları daha kolay algılanabilir, ülke olarak yürünmüş yollarda yürümekten vazgeçmeliyiz.
2048’e gelindiğinde fiziksel ve bilişsel yapılar da buharlaşacak ya da veri parçacıkları bulutlarına karışacak. O yıllarda tüm dünyada, insanların siber aleme göç etmekle, akışkan cinsel kimliklerle ve bilgisayar implantlarıyla sağlanan yeni duygusal deneyimlerle başa çıkması gerekebilir. Diyelim ki üç boyutlu bir sanal gerçeklilik oyunu için son moda kıyafetler tasarlamak gibi bir iş buldular; on sene içinde bu iş kolunun hem de bu alanda sanatsal yaratıcılık gerektiren tüm mesleklerin, yapay zekâ tarafından ele geçirilmeyeceği ne malum? Yani yirmi beş yaşında bir çöpçatan sitesine kendinizle ilgili; “Yirmi beş yaşında İstanbul’da yaşayan moda sektöründe çalışan, heteroseksüel bir kadın” yazıyorsunuz. Otuz beş yaşına geldiğinizde ise tanımınız; “Cinsiyeti belirsiz, yaş değişimi geçirgen, iletişim ve etkileşim faaliyetlerini çoğunlukla YeniKozmos sanal aleminde sürdüren ve hayatının amacı hiçbir modacının ulaşmadığı doruklara ulaşmak olan biri,” olarak değiştiriyor. Kırk beşinize geldiğinizde flört de, kendini tanımlamakta modası geçmiş şeylerden biri olacaktır. Bir algoritmanın size en uygun eşi bulması ya da yaratmasını bekliyorsunuz. Hayatın anlamını moda tasarımında bulmaya gelince, algoritma sizi öyle geride bırakmış ki, önceki dönemlerde yakaladığınız büyük başarılara bakınca kıvanç değil utanç duyuyorsunuz ve kırk beş yaşında, önünüzde hayal edemeyeceğiniz daha nice radikal değişimler var.
Tabi bu bir senaryo, bunu olduğu gibi algılamayın. Kimsenin tahmin edemeyeceği ancak öngörüde bulunacağı bir zaman dilimindeyiz. Biri size 21. yüzyılın ortasında dünyanın nasıl olacağını tasvir eder ve bu size bilim kurgu gibi gelirse, büyük olasılık ile bu yanlış bir tasvirdir. Ama biri size 21. Yüzyılın ortasında dünyanın nasıl olacağını tasvir eder ve bu size bilim kurgu gibi gelmez ise bu kesinlikle yanlış bir tasvirdir. Ayrıntılarından emin olamayız ama değişimin kendisi kesin olan tek şeydir.
Çok eski dönemlerden beri hayat birbirini tamamlayan iki evreye ayrılıyordu; öğrenme evresini takiben çalışma evresi geliyordu. Hayatınızın ilk döneminde bilgi biriktiriyor, beceriler geliştiriliyor, dünya görüşü ve sabit bir kimlik inşa ediyordunuz. 15 yaşında gününüzün çoğunu (okul yerine) ailenizin kayısı bahçesinde geçirseydiniz de yaptığınız en önemli şey öğrenmekti; kayısı nasıl toplanır, ne zaman aşı yapılır, budanır? Büyük şehirlerden gelen açgözlü kayısı tüccarları ile nasıl pazarlık yapıldığını, toprak ve su sebebi ile diğer çiftçiler ile çıkan anlaşmazlıkların nasıl çözülmesi gerektiğini öğreniyordunuz. Hayatınızı ikinci evresinde ise; dünyada yolunuzu bulmak, geçiminizi sağlamak ve topluma katkı sağlamak için edindiğiniz becerilere güveniyordunuz. Tabi elli yaşında bile kayısı, tüccarlar ve anlaşmazlıklar ile ilgili yeni şeyler öğreniyordunuz ama bunlar yalnızca iyice şekillenmiş becerilerinize atılan ufak çentikler idi.
21. yüzyılın ortasına gelindiğinde, ivme kazanan değişim ve buna ek olarak ortalama yaşam süresinin uzaması sonucu, bu geleneksel yöntem hükmünü yitirecek. Yaşamın elle tutulur bir tarafı kısmen kalmayacak ve farklı evrelerde gitgide daha az bir süreklilik gözlemlenecek. Bunların sonucunda; “ Ben kimim” gibi basit, kısa ama çok derin bir soru her zamankinden daha ivedi ve karmaşık bir soruya dönüşecek. Bu durumun yoğun gerginlikler içermesi muhtemel, çünkü değişim her zaman gerginlikler yaratır ve çoğu insan belirli bir yaştan sonra değişimden hazzetmez. On beş yaşında iken tüm hayatınız değişimden ibarettir. Bedeniniz büyür, zihniniz gelişir, ilişkileriniz derinleşir. Her şey akış halinde, her şey yenidir. Kendinizi keşfetmekle meşgulsünüzdür, çoğu genç durumu tedirginlikle karşılasada aynı zamanda heyecan duyar. Önünüzde yeni ufuklar açılır ve fethedebileceğiniz koca bir dünya vardır. Elli yaşına geldiğinizde değişmek istemezsiniz ve çoğu insan dünyayı fethetmekten umudu kesilmiştir. Yaşadık gitti kafasına girersiniz, sabit koşulları tercih edersiniz. Becerilerinize, kariyerinize, kimliğinize ve dünya görüşünüze bir sürü yatırım yapmış olduğunuz için yeni baştan başlamak istemezsiniz. Bir şeyi kurmak için ne kadar çaba sarfettiyseniz, ondan vazgeçmek ve yeni bir şeye yer açmak da o kadar güçtür. Halen yeni deneyimlerden ve minik ayarlardan keyif alsanız da ellilerindeki çoğu insan kimliklerinin ve kişiliklerinin derin yapısını elden geçirmeye hazır ve nazır değildir. Bunu nörolojik nedenleride vardır. Beynin şekillenmesi genç bireylerde orta yaşlılara göre daha müsaittir. Ama 21. yüzyılda istikrar sağlama şansı az, sabit bir kimliğe, işe ya da dünya görüşüne sarılmaya çalışırsanız dünya yanınızdan vın diye geçerken bakakalma riskiniz yüksek. Ortalama yaşam süresinin uzama olasılığını göze alırsak, uzun yıllar boyunca budala bir fosil gibi kalabilirsiniz. Sırf ekonomik açıdan değil, en önemlisi toplumsal açıdan işlevinizi koruyabilmek için durmadan öğrenme ve kendinizi baştan inşa etme yeteneğine ihtiyacınız var, hele ki elli gibi genç bir yaşta.
İnsanlık, bireysel olarak da, bir bütün olarak da; süper zekalı makineler, biyomühendislik ürünü bedenler, duygularınızı son derece isabetli bir şekilde yönlendiren algoritmalar, insanların sebep olduğu ani iklim felaketleri, çok kısa sürede kendini yenileyen iş dünyası ve ihtiyaçları gibi daha önce kimsenin karşılaşmadığı şeylerle başa çıkmak zorunda kalacak. Daha önce karşılaşılmamış bir durum ile yüzleşince yapılacak en doğru şey nedir? İnanılmaz miktarda bilgi yağmuruna tutuluyorsanız ve bunları sindirip analiz etmenin hiçbir yolu yok ise nasıl davranmalısınız? Yoğun belirsizlik halinin bir arıza değilde bir özellik olduğu bir dünyada nasıl yaşanır? Böyle bir dünyada hayatta kalıp başarı sağlamak için zihninizin son derece esnek, duygusal dengenizi son derece ihtiyatlı kullanmaya ihtiyacınız var. Durmadan hakim olduğunuz şeyleri geride bırakmak ve bilinmezliği benimsemek durumunda kalacaksınız. Ne yazık ki çocuklara bilinmezi kucaklamayı ve akli dengelerini korumayı öğretmek, bir matematik denklemini ya da 1. Dünya Savaşı’nın nedenlerini öğretmekten çok daha zor. İnsan dirençli olmayı bir kitap okuyup ya da bir ders dinleyerek öğrenemez. Genellikle öğretmenlerin kendileri de 21. Yüzyılın gerektirdiği zihinsel esneklikten yoksun çünkü onlarda eski sistemin ürünü.
Sanayi Devrimi bize seri üretim bandı kavramı üzerine kurulu bir eğitim kuramı miras bıraktı. Sabah, adı eviniz olan beton kutudan çıkıp. Adı servis olan metal bir kutuya binip. Gün ağarmadan şehrin orta yerinde veya dışında, adı okul olan beton bir kutuya girip. Zil çalınca birbiri ile yaşıt olan 20-30 çocukla beraber, birbirinin aynısı masa sandalyeye sahip adı sınıf olan bir kutuya giriyorsunuz. Her saat bir yetişkin gelip konuşmaya başlıyor, hepsi bunun için devletten maaş alıyor. Biri dünyanın şekli hakkında konuşuyor, öbürü insanlığın geçmişinden bahsediyor, bir diğeri insan bedenini açıklıyor, kimi sayıları anlatıyor, kimi kelimeleri. Günün bitiş zili çalınca, sırası ile sınıf kutusundan okul kutusuna, servis kutusundan, ev kutusuna transfer oluyorsunuz. Bu modelin sonuçları ise iç karartıcı; İntel şirketinin 2016 yılında yaptığı bir araştırma sonucuda; Ülkemizde, çocukların yarısı hayal kurmuyor, yetişkinlerin yalnızca %14 hayal kuruyor. Hayal kuran çocukların ne hayal kurdukları ise daha trajik. Bu hayal, telefon, ev, araba sahibi olmak, müteahhit olmak, toplumda sıfatı olan bir iş sahibi olmaktan ileriye gitmiyor. Hayal kurmayan bir gençlikten iyi gelecek, dolayısıyla kalkınmayı, bireysel, toplumsal ve teknolojik olarak gelişmeyi beklemek mümkün değil. 2015 yılında Dünya bankası ve MEB iş birliği ile yapılan son PISA sınav sonuçlarına göre; 72 ülkede 15 yaşındaki 540 bin öğrenci arasında yapılan testte nüfusunun yarısı otuz yaşın altında G20 ülkesi olan Türkiye; anadilinde okuduğunu anlamada 50. sırada yer alırken matematikte 49, fende ise 52. olmuştu. Öte yandan dünya genelinde öğretmenlerin derecelendirildiği PIAAC raporlarına bakıldığında ise Türkiye 31 ülke arasında sonuncu oldu. Bu modeli alaya almak kolay ve eski başarılarına rağmen artık iflas ettiğine nerede ise herkes katılıyor. Ama henüz bir alternatif geliştiremedik. Yani, sedece Bostan’da üst sınıf mahallelerde değil, Türkiye taşrasında da uygulanabilecek bir seçenek yok. Yani ilk defa dünya bir konuda sıfır çizgisinde. Bütün gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ilk defa bir “yarışta” hemen hemen eşit ve bunun farkında değiller.
İşte bu sebeple Türkiye, Meksika, Hindistan ya da Arnavutluğun bir yerinde ömrünü doldurmuş bir okula kısılıp kalmış 15 yaşındaki bir genç ile İngiltere, Almanya ya da ABD de yeni yapılmış son teknoloji ile donatılmış bir okuldaki aynı yaşta bir gence verilecek en iyi tavsiye; yetişkinlere fazla bel bağlama olur. Çoğu iyi niyetli olabilir ama yeni dünyayı anlamıyorlar işte. Eskiden dünya yavaş değiştiğinden, yetişkinler dünyayı iyi biliyordu ve onları örnek almak nisbeten sağlam bir yoldu. Ama 21. Yüzyıl farklı olacak, değişimin artan hızı yüzünden yetişkinlerin söylediği şeylerin eskimeyecek bir bilgi mi, yoksa modası geçmiş bir önyargı mı olduğu belli olmayacak. Peki, onun yerine neye bel bağlanabilir? Teknolojiye mi? Bu daha riskli bir kumar. Teknolojinin pek çok faydası görülebilir ama hayatınızda çok yer kaplar ise, onun gündemine esir düşebilirsiniz. İnsanlar binlerce yıl önce tarımı keşfetmiş ama bu teknoloji sadece bir avuç seçkini zenginleştirirken insanların çoğunu tutsak etmiş. Çoğu insan kendini sabah akşam ot yolarken, kavurcu güneşin altında Çukurovada pamuk toplarken bulmuş. Aynı şey sizinde başınıza gelebilir. Teknoloji kötü bir şey değil, hayattan beklentiniz belli ise, teknolojinin o şeyi elde etmenize faydası dokunur. Ama hayattan ne beklediğinizi bilmiyorsanız, teknolojinin amaçlarınızı şekillendirmesi ve hayatınızın kontrolünü ele geçirmesi çok kolaydır. Özellikle de teknoloji insanları daha iyi anladıkça, o size hizmet edeceğine siz ona hizmet eder hale gelirsiniz hızla. Suratları akıllı telefonlarına yapışmış şekilde sokaklarda dolaşan zombileri gördünüz mü? Sizce onlar mı teknolojiyi kontrol ediyor, yoksa teknoloji mi onları?
Algoritmalar, biyoteknoloji ve makine öğretisi geliştikçe insanların en derin duygu ve arzularını yönlendirmek kolaylaşacak ve sadece yüreğini sesini dinlemek her zamankinden daha tehlikeli bir hal alacak. Coco-Cola, Amazon, Google ya da hükümet yüreğinizin iplerini elinde tutmayı beyninizdeki butonlara basmayı bilirse, kendi benliğinizle onların pazarlama uzmanlarını birbirinden ayır edebilir misiniz? Böyle bir tehlikenin altından kalkmak için, insanoğlu kendi işletim sistemine tam anlamı ile vakıf olmak zorunda. Ne olduğunuz ve hayattan beklentinizi bilmek için yeryüzünün en eski öğretisine kulak vermek gerekiyor; “Kendini bil.” Ama bu tavsiye 21. yüzyılda daha önce hiç olmadığı kadar ivedi çünkü Sokrates’in zamanına kıyasla çok ciddi bir rakip var. Coco-Cola, Amazon, Google ve hükümet sizi ele geçirmek için yarışıyor. Akıllı telefonunuzu, bilgisayarınızı, banka hesabınızı değil, sizi ve organik işletim sisteminizi ele geçirme yarışındalar. Zaten teknolojik bütün aletlerin “hacklendiği” bir çağda yaşadığımızı biliyorsunuz ama bu gerçeğin sadece küçük bir kısmı. Aslında insanların “hacklendiği” bir çağda yaşıyoruz. Algoritmalar şu anda sizi izliyor. Nereye gittiğinizi, ne aldığınızı, kiminle buluştuğunuzu izliyorlar. Yakında attığınız her adımı, aldığınız her nefesi, kalbinizin her atışını takip edecekler. Büyük ve makine öğrenmesi sayesinde sizi gitgide daha iyi tanımayı umuyorlar. Ve bu algoritmalar sizi sizden daha iyi bilir hale gelince sizi kontrol edip yönlendirebilecek ve bu konuda yapabileceğiniz çok bir şey olmayacak. Sonuçta basit bir deneysel mesele bu: algoritmalar içinizde neler döndüğünü sizden daha iyi bilirse otorite onlara geçer. İşte tarihsel süreçte sıraladığım bu çıkarımlar nedeni ile çağımızın sorunlarına mevcut eğitim sistemi çözüm olmaz.
Bu şartlar altında çağımızın sorunlarına çözüm önerileri nelerdir?
Tabii siz, tüm bu otoriteyi algoritmalara devredip, kararları sizin ve tüm dünyanın yerine onların almasında hiçbir sakınca görmeyebilirsiniz. Öyle ise rahatlayın, hiçbir şey yapmayın, olayları akışına bırakın ve bu satırları okuduğunuzdan kaynaklı kaybettiğiniz zamana üzülün. Ama kendi varoluşunuzun ve hayatın geleceğinin kontrolünü bir nebze de olsa elinizde tutmak istiyorsanız algoritmalardan ve hükümetten daha hızlı koşmalı, kendinizi onlardan önce tanımalısınız. Hızlı koşmak için yanınıza fazla yük almayın. Tüm yanılsamalarınızı geride bırakın. Fazla ağırlık yapıyorlar. Benliğin sınırlı tanımında kaçmak, 21. yüzyılda hayatta kalabilmek için zaruri bir yetenek haline gelebilir. İnsanlar bir kutunun içine hapsolmaktan korkuyorlar ama zaten kendi beyinleri içinde hapsolduklarının farkına varamıyorlar. Bu nedenle eleştirel düşünce, iletişim, işbirliği, yaratıcılık temelli bir eğitim sisteminin yarattığı özgür bireyleri beklemeye zamanınız yok, böyle bir sistem zaruri ama bireysel olarak derhal yapılabilecek şeyler var. O halde harekete geçin, bireysel sınırlarınızı yıkın, yapamazsınız diyenlere cevap vermeye bile zamanınız yok.
İleri derecede yaratıcı insanlar arasında yaygın olan, aynı zamanda bizler gibi sıradan insanlar tarafından da rahatlıkla uygulanabilecek bir modeli örnek alabilirsiniz. Birçok bilim insanının yaşantısında izleri olan bu yapıya, ekonomist Tim Harford’un seslendiği gibi seslenebiliriz; “ağır çekimde çoklu görev”. Bu yaşam şeklini kısaca şöyle özetleyebiliriz; hiç acelemiz olmadan, ilgi alanlarımıza göre çeşitlendirilirmiş birden fazla yapılacak, takip edilecek, geliştirilecek yaşantımızla büyüyen veya yok olan projeler. Bu size mantık dışı gelebilir, hem zamanımız yok acele etmeliyiz hem de ağır çekimde çoklu görev nerden çıktı diyebilirsiniz. Aynı anda yürütülmesi gereken birden çok projeye sahip olmak bize ne kazandıracak. Tek bir yere kanalize olmak daha mantıklı değil mi? Aynı anda yürütülmesi gereken birden çok projeye sahip olmak ve ruhsal duruma veya duruma göre, konular arasında oradan oraya geçiş yapabilmek size mantıksız geliyorsa sebebi, çaresizlikten dolayı çoklu göreve geçmeye alışkanlığınızdır. Acelemiz vardır ve her şeyi bir kerede yapmak istiyoruzdur. Çoklu görevi yavaşlatmak istiyorsak bunun parlak bir şekilde işe yaradığını görebiliriz.
1959 yılında, Bernice Eiduson isimli bir psikolog 40 öncü bilim insanının kişilik ve çalışma alışkanlıkları üzerine uzun bir araştırma projesi başlattı, araştırma Eiduson öldükten sonra bile devam etti. Ve çağımıza ışık tutan sonuçlarından sadece bir tanesi ise, şu sorulara cevap veriyor. “Bazı bilim insanları hayatları boyunca önemli çalışmalar üretmeye nasıl devam ediyorlar?” “Kişilikleriyle mi, becerileriyle mi?” “Günlük rutinleriyle mi?” “Kalıtsal mı?”
Ortaya çıkan bir model çok açık ve birçoğumuz için şaşırtıcı. En iyi bilim insanları çalıştıkları konuyu değiştirip durdular. Yayınlanan ilk yüz makaleleri boyunca ortalama olarak kırk üç kez konu değiştirdiler. Görünen o ki yaratıcılığın sırlarından en önemlilerinden biride ağır çekimde çoklu görevdi. Bu konuda yapılan birçok araştırma var, günümüzde başarılı ve geleceğe yön veren insaların hayatını incelersek farklı bir sonuç alamayacağımız aşikar. Kitlelerin tanımadığı insanlar arasında araştırmalar yapılsa idi eğer bireysel yaşamlarında başarılı, neşeli, enerjik ve pozitif, kendi yaşantısına hakim olan ve bir önceki kendinden daha iyi olmayı başarı sayan insanların ortak özelliklerinin, ağır çekimde çoklu görev olduğunu gözlemleyebilirdik. Peki neden? Neden dünya bu kadar hızlı dönüşürken, meslek tanımları, yaşamsal tanımlar her geçen yıl farklı bir hal alırken, neden ağır çekim çoklu görevi öneriyoruz. Bunu basit ama derinlemesine üç başlıkta toplayabiliriz.
Bir, çağın önünden gitmek yani yaratıcılık, genelde bir fikri orijinal bağlamından aldığınızda gelir ve onu başka yere taşırsınız. Vaktinizi bir tepeden diğerine tırmanarak geçirirseniz farklı açılardan bakmak kolaylaşır. 1895 yılında Wilhelm Konrad Röntgen bir elektirik deneyinde röntgeni icat etti, bir yıl sonra 1896 yılında Henri Becquerel yeni keşfedilen röntgen ışınları üzerinde çalışırken radyoaktiviteyi keşfetti, sanırım radyoaktivite keşfedilmese idi günümüzde nelerin eksik kalacağı hayal gücümüzle sınırlı. Beklenmedik şeyleri nasıl belirleyeceğimizi, matematikçi ve meteorolog Ed Lorez 1960 yılında Kaos teoremini (kelebek etkisi) bilgisayarında ki bozuk bir çıkıştan ilham alarak netleştirdi, eksikliği birçok bilim dalını derinden etkiledi desek yanılıyor olmayız.
İki, bir şeyi iyi yapmayı öğrenmek, genelde başka şey yapmanızı sağlayabilir. Liberal eğitim sistemi beyninizi tek türlü eğitiyor ama beyninizi çapraz eğitmek mümkün. Yakın zamanda rastgele seçilmiş 18 tıp öğrencisi Philadelphia Sanat Müzesinde bir kursa kaydedildi ve orada görsel sanat çalışmalarını eleştirmeyi ve incelemeyi öğrendiler. Kurs bitiminde bu öğrenciler, kursa katılmayan diğer tıp öğrencileri ile karşılaştırıldılar. Sanat kursu olan öğrencileri bariz bir şekilde göz hastalıklarını, fotoğrafları inceleyerek teşhis etmek gibi görevleri gerçekleştirmede büyük ölçüde daha iyi hale geldiler, daha iyi göz doktoru oldular. Örneğin; Dr. Michael Crichton, 14 yaşında New York Times’da gezi notlarını yazma imkanı buldu. 1969 da Harward Medical Scholl dan tıp doktoru ünvanı ile mezun olduğunda dört kitabı yayınlanmıştı bile, ilk önemli bilimkurgu romanı olan The Andromeda Strain çok satanlar listesinde idi. “Jurassic Park” ve “E.R’nın (Acil Servis) ”yaratıcısı. 1995 yılında, dünyanın ticari olarak en başırılı kitabını kaleme almış olarak çoklu uğraşının başarısının tadını çıkardı. Ayrıca dünyanın ticari olarak en başarılı TV dizisinin sahibi ve dünyanın ticari olarak en başarılı filminin de sahibiydi. 1996’da o hepsini bir daha yaptı. Kendi deyimi ile kurguyu hayata geçirmişti.
Üç, tıkandığımız zaman bize destek olabilir. Bu bir anda olmaz, bulmaca çözerken oluşan hissi anımsayalım ve cevabı bulamıyorsunuz ve bunun nedeni çoğunlukla yanlış cevabın kafanıza takılıp kalmış olmasıdır. Bunu çözmek için gidin ve başka bir şeyle uğraşın, yani konu değiştirin. Yanlış cevabı unuttuğunuzda doğru cevabın aklınıza gelmesi için gerekli alan oluşacaktır. Fakat burada daha yavaş zaman ölçeğinde takılıp kalmak en büyük düşmanınız olacaktır.
Yatırım için reddediliyorsunuz, hücre kültürleriniz büyümüyor, roketleriniz çarpışıp duruyor, yazdığınız kodlar hata veriyor, bir büyücü okuluyla ilgili kitabınızı kimse yayınlamıyor, belki de üzerinde çalıştığınız problemin çözümünü bulamıyorsunuz. Bu şekilde takılı kalmak; durgunluk, stres hatta depresyon demek, fakat üzerinde çalışılacak başka heyecanlı bir projeniz varsa takılıp kalmak, yalnızca başka bir şey yapma fırsatıdır. Hepimiz takılabiliriz, Albert Einstein özgün ve mucizevi bir on yıldan sonra en büyük başarısı olan genel görelilik teorisinin parçalarını bir araya getiriyordu, ama tıkandı, yorulmuştu ve bu sebeple daha kolay problemlerden biri olan Lazer ışınının teorik temelini oluşturan Eşdeğer radyasyon salınımı konusuna döndü. Bunula uğraşırken, tazelendi, bakış açısına yeni bilgiler ekledi ve genel görelilik teorisine tekrar göz atarken, yıllarca kendisinin bile inanmayacağı sarsıcı fikri gördü; evren sabit değildi, genişliyordu.
Bu ağır çekimde çoklu görev işi sizi elbette Einstein veya bir başkasına dönüştürmeyecek. Fakat bu yaratıcı hayatlarımızı düzenlemenin güçlü bir yolu. Yolunda giden bir projede iyi durumda ise devam edin ama tıkandığınızda bir çıkış yolu için kendinize şans tanıyın. Bu bağlamda, bir problemimiz olabilir, tamamen bunlatıcı bir hal alan projeleri nasıl durduracağız, fikirleri zihnimizde nasıl tutacağız? Bunun basit ve pratik bir çözümü geçtiğimiz on yıl boyunca sınırları bulanıklaştıran, kültürleri kaynaştıran, herkesin müziği ile dans eden, ödüller kazanan, bu sırada üç kitap kaleme alan Amerikalı koreograf Twyla Tharp’tan geliyor: Ve diyor ki “Her şey olmalısınız, neden dışlayalım, bütün her şey olmalısınız.” Tharp’ın bu farklı projelerinin bunlatıcı hale gelmemesi için kullandığı yöntem, oldukça basit. Her projeye büyük bir karton kutu veriyor ya da dijital eşdeğeri, projenin adını kutuya yazıyor. Bir ilham kaynağı sağlayan herhangi bir şeyi, DVD, kitap, dergi sayfaları gibi fiziksel olan her şeyi içerisine atıyor. Sonra şöyle yazıyor; “Bu kutu, hiçbir zaman unutulmaktan endişe etmeyeceğim anlamına geliyor. Yaratıcı insanların en büyük korkularından biri, parlak bir fikri bir yere yazmadığı veya güvendiği bir yere koymadığı için kaybetme korkusudur. Ben bundan endişe duymuyorum, çünkü nerede bulacağımı biliyorum. Hepsi kutuda.”
Zamanın ve teknolojinin çok hızlı akmasından dolayı acelemiz varmış gibi görünebilir ama aslında hiç aceleniz olmadığı için sizi ağır çekimde çoklu görevi uygulamaya davet ediyorum. Yavaş yaşamayı sarsıcı bir boyuta taşıyan bilim insanı Charles Robert Darwin sadece bıraktığı eserler ile değil yaşamı ile de günümüze ışık tutuyor. Onsekiz yaşında okulu bırakıp “Beagle” gemisine yerleşik doğa bilimci olarak kaydolduğunda iki alana ilgi duyuyordu, zooloji ve jeoloji. Beş yıl sürecek olan gemi seyahatinde zooloji ve jeoloji alanları arasında muhteşem bir sinerji yaratacak olan mercan kayalıklarını araştırmaya başladı. Bu, onun sadece yavaş sinerji hakkında düşünmesini sağlamamış, su altı yaşamının başka boyutlarını gözlemleme şansı bulmuş ve uzun deniz yaşamı nedeni ile insanın iç yapısı hakkında da onu düşünmeye itmişti. Bu nedenle döndüğünde yeni ilgi alanları eklemişti psikoloji ve botanik; Darwin, yaşamının tamamı boyunca bu farklı alanlar arasında gidip gelsede hiçbirini tamamen terk etmedi. 1837’de “yer solucanları”, “türlerin dönüşümü” adını verdiği iki ilginç projeyi iki küçük deftere notlar alırken, zihnini dinlendirmek için farklı bir alandan çalışmaya Ekonomist Thomas Malthus’un Nüfus Teorisi’ni okuyarak başlıyor, teorinin aklında yarattığı sorular ile birdenbire türlerin nasıl ortaya çıkabileceğini ve yavaşça gelişebileceğini doğal seleksiyon süreci aracılığı ile fark ediyor. Evrim kuramının her bir önemli evresini not alırken, hayatında bambaşka bir proje ile yüzleşiyor, oğlu William doğuyor. Doğal bir tecrübe olarak değerlendirdiği bu süreci gözlemleyen Darwin yeni bir defter ile notlar alarak insan bebeğinin gelişim sürecini gözlemliyor. Evrim kuramı üzerinde çalışmaya devam ederken, tüm bunları türlere göre sınıflandırmada eksik olduğunu düşündüğünden olsa gerek bu konuda çalışmaya başlıyor. Sonunda, kaya midyeleri üzerinde dünyanın öncü uzmanı haline gelmek için sekiz yılını harcıyor. Hiçbir zaman bitirmediği, yaşamı boyunca üzerinde çalışmaya devam ettiği kitap “Doğal Seçilim”, Darwin’in temel öğeleri düzenledikten 20 yıl sonra yayınlanan “Türlerin Kökeni”, büyük tartışmalara yol açan “İnsan Türeyişi”. Oğlu William’ı salonda önünde emeklerken görebildiğinde ilham alarak yazdığı, yayınlandığında oğlu William’ın 37 yaşında olduğu insan bebeğin gelişimi hakındaki bir kitap. Darwin tüm bu süreç boyunca bilardo odasında saksılardaki yer solucanları üzerinde çalışıyordu, bundan hiç vazgeçmedi diyebiliriz. Tepkilerini görmek için üstlerine ışık tutuyor, kaçıp kaçmayacaklarını görmek için sıcak maşa tutuyor, koku hislerinin olup olmadığını anlamak için tütün çiğniyordu ve üflüyor, yer solucanlarına klarnete benzeyen fagot bile çalıyordu. Bu büyük adamı; “İnsan Türeyişi” kitabının alacağı tepki konusunda, stresliyken, endişeliyken ve yorgunken hayal edebilirsiniz. Siz veya ben sosyal medyaya girip, bir iki resim, tweet atıp veya bir Netflix dizisi açarak bulunduğumuz ortamdan bir anlığına kaçarken, Darwin yer solucanlarını inceleyerek rahatlamak için bilardo odasına giderdi. Tam da bu yüzden son büyük çalışmalarından birinin şu olması çok normal: üzerinde 44 yıl çalıştığı “Solucanların Eylemleri Yoluyla Sebzelerde Küf Oluşumu”.
Artık 19. yüzyılda yaşamıyoruz, herhangi birimiz oturupta 44 yıl boyunca yaratıcı veya bilimsel projeler yapacağını sanmıyorum. Fakat bu büyük ağır çekimde çoklu görev insanların yaşamında öğreneceğimiz bir şeyimiz var. Modern dünya bize birkaç seçenek sunuyor gibi görünüyor, eğer bundan faydalanmayacaksak, her şeyi görmezden gelerek bir ���keşiş” gibi tek bir şeye odaklanarak yaşamalıyız. Bence bu, çok büyük yanlış bir ikilem. Doğal yaratıcılığımızı serbest bırakarak ağır çekimde çoklu görevin işe yaramasını sağlayabiliriz. Sadece yavaşlamamız gerek. Yani, telefonunuzu, sosyal medyanızı bir kenara bırakın, bir proje listesini yapın işe koyulun birkaç kutu alın ve başlayın.
(Darwin’in yaşamının zaman çizelgesine temsili aktarımı)
Kaynaklar ve son söz: 1- Yuval Noah Harari 21. Yüzyıl için 21. Ders 2- Wikipedia ve TED Konuşmaları.
Bu çalışmayı oluştururken, bazen bütün bir cümleyi ya da paragrafı, bazen de fikri, Yuval Noah Harari’nin 21. Yüzyıl için 21. Ders kitabından aldım. Hangi bölümler olduğunu belirtmek çok fazla görsel karmaşaya sebep olacağından, belirtmemeyi tercih ettim. Yazıda geçen tüm tarihler ve sayısal veriler için Wikipedia’yı tercih ederken TED konuşmalarından aldığım bilgileri Wikipedia’dan kontrol edip ekledim. Düşüncelerim ile harmanlayıp, tarihi örnekler ile güçlendirdiğim bu satırların tamamını tek başıma ürettiğimi iddia etmiyorum. Ben, hayatımda uzun yıllardır farketmeden -beni mutlu ettiği için- kullanmış olduğum bir yaşam şeklinin insanların bana “hayalperest” demesine sebep oluğunu da biliyorum. Bireylerin varoluştan gelen hayalperestlik özelliğinin farkına varamadıkları bir yüzyılda, “sistemin” insanların yaratıcı varlıklar olduğuna kendilerini inandırmamaları için bu özelliğimizi bilerek ya da şartlar gereği köreltmeye çalıştığını gördüm ve kendi farkındalıklarım ile bu özelliğimin peşinden gittim. Sistemin bize bunu dayatmasıyla geleceğin bireyler üzerindeki belirsizliğini farklı kaynaklardan bir araya getirerek bir çözüm modeli sunmaya çalıştım.
Otuz sekiz yıllık bir oğul, on beş yıllık bir öğretmen, iki yıllık bir kedi babası, birçok gönül kırıklığı, güzel dostları ve küçük bir aile sahibi olan biri olarak; bu satırları kendiside gerçekten iyi bir öğretmen olan ama yazdığım bu satırlar dahil hiçbir “teşvik edici” sözünü duymadığım çok sevdiğim babam Nusret AVCI’ya ve var olmamda katkı sunan tüm dostlarıma adıyorum.
Mutlu olmak için dünyaya geldiğimizi sanmıyorum ama neşemizi asla kaybetmeyelim.
Onur AVCI Şubat 2019 Ankara
#onuravci#onuravcı#eğitim#egitim#gelecek#teknoloji#yapay zeka#makine öğrenmesi#nusretavcı#21.yy#tarih#öğretmen#öğrenci#eğitimsistemi#meb#darwin#agircekimdecoklugorev#ağırçekimdeçoklugörev#ted#tedxtalks#tedxspeaker#tedxistanbul
2 notes
·
View notes
Text
Kitap Bağımlılığı Sendromu
Neden kitap satın alırız? Bazılarımız kapağını ya da yazarını sevdiği, bazılarımızda içeriğine ilgi duyduğu için. Peki, hevesle aldığımız kitapları neden aylar, belki de yıllarca okumayız?
Kitaplığınız, okuyacak zaman bulamadığınız kitaplarla mı dolu? Bu kitaplar, sizde büyük bir suçluluk duygusu mu yaratıyor? Korkmayın, yalnız değilsiniz. Hatta Japonlar buna bir isim bile vermiş. Bu duruma “tsundoku” deniyor.
Tsundoku hastalığı var olan kişiler….
1- Asla kitapları istiflediklerini düşünmezler. Günün birinde aldıkları kitapları mutlaka okuyacaklarını düşünürler. 2- Kitaplıklarının dolu olması tsundoku hastalığı olan kişileri mutlu eder. 3- Yeni alınmış kitap kokusuna bayılırlar. 4- Mutlaka okunması gereken kitaplar listesinde yer alan kitapların çoğu ellerinde vardır. 5- Başkalarına ödünç kitap vermekten hiç hoşlanmalar. Verirlerse de mutlaka peşine düşerler. 6- Gitmekten en çok hoşlandıkları yerler kitap fuarlarıdır. 7- Okumayacaksan neden alıyorsun bu kitapları diyen kişilere karşı inanılmaz kızgınlık duyarlar. 8- Tablette veya diğer elektronik ortamlarda kitap okuma alışkanlığından nefret ederler. 9- Ara sıra kitap evlerine kitap okuma niyetiyle gitseler bile bir anda kendilerini kitap alışverişi yaparken bulurlar.
Aşağıdaki öneriler bu sorunuzu çözmeniz için fikir verebilir belki de…
Okumayı Bir Öğrenme Yolu Olarak Düşünün
Sırf zevk için, sabun köpüğü niteliğinde kitaplar okumak genelde bizler için fazla sorun yaratmaz. Ama kitap temelde sorunlarımızı çözmemize yardımcı olmalı, bize yeni pencereler açmalı, düşündürmeli ve bazen de yormalıdır insanı. Herşeye rağmen okumak, öğrenmenin temelidir. New York Times’taki bir röportajında Bill Gates’in ne dediğine bakalım:
“Bu aralar ilginç yerlere gidiyor, bilim insanlarıyla tanışıyor ve internet üzerinden birçok derse katılıyorum. Ancak okumak, bir şeyler öğrenmek için izlediğim en önemli yol.”
Gates yalnız değil. İşin sırrı sorulduğunda Warren Buffet, bir grup öğrenciye şöyle bir cevap veriyor:
“Her gün beş yüz sayfa kitap okuyun. Bilgi böyle öğrenilir. Hepiniz bunu yapabilecek güce sahipsiniz ancak hiçbiriniz yapmayacaksınız.”
Beş yüz sayfayı geçin, günde elli sayfa bile okuyabiliyor musunuz?
Aynı Dönemde Birden Çok Kitap Okuyun
Aynı anda iki üç kitap birden okumayı deneyebilirsiniz. Böylelikle sıkılmadan bir kitaptan diğerine geçebilirsiniz. Birkaç kitabı birden okumak birinden edindiğiniz fikri, diğerlerindeki fikirlerle birleştirmemizi sağlar. Aynı zamanda bu yöntem, diğer kitaplara kaldığınız yerden devam etmenin heyecanını sürekli kılar.
Sesli Kitaplar Dinleyin
Sesli kitaplar, özellikle okuduğunuz kitaplar işiniz ile ilgili olanlar gibi okumanız zorunlu olanlar ise, kitapları bitirebilmeniz için harika bir yoldur. İşteyken, yoldayken, temizlik ya da spor yaparken yararlanabilirsiniz onlardan. Sesli kitaplara alıştığınızda okuma hızı arttırabilir, hatta iki katına bile çıkarabilirsiniz. Evet, hepimiz kitap kokusunu seviyoruz ancak günümüzde karşımıza hayatın pek çok yerinde engel olarak çıkan zamanın yetmemesi sorununu bu şekilde atlatmak mümkün olabilir.
Kötü Kitapları Okumayı Bırakın
Karl Lagerfeld’in dediği gibi: “Satın aldığınız her kitapla onu okuyacak zamanı da satın almalısınız.”
Oprah Winfrey, bir kitabı ellinci sayfasına geldiğinizde eğlenceli bulmuyorsanız bırakmanız gerektiğini söylüyor. Buna ekleme yapmak gerekirse, “Eğlenceli ve yararlı bulmuyorsanız bırakın.”
Anti-Kütüphanenizi Oluşturun
Nassim Taleb okumadığınız kitapların, bitirdiklerinizden çok daha değerli olduğuna inandığını söylüyor. Bizi okunmamış kitaplardan oluşan bir anti-kütüphane oluşturmaya davet ediyor.
Anti-kütüphanemizin, paramızın ve yerimizin yettiği kadar okunmamış kitaplarla dolu olması gerekiyor.
Yine de “tsundoku” diğer zararlı alışkanlıklar arasında belki de en az zararı dokunanı…
2 notes
·
View notes
Photo
It’s only Mondaaaaaaay diye bağırarak uyandığım pazartesi ile birlikte aşırı yoğun geçeceğine inandığım okulun ilk haftası başlamış oldu. İlk dersimize okulun en korkulan hocası girdi ve dedi ki ‘’ bu dönemden sağ çıkarsanız bir daha korkunuz olmasın.’’ Sabahın 8.40 ′ında derse giren hocamızdan bunu duyunca bir an bayılacak gibi oldum. Neyse ki günün geri kalan kısmı @bitmiyorsarkim ile kısacık buluşmamızla güzelleşti. Sonra salı, çarşamba, perşembe derken tüm hocalar derse girdi, programı dağıttılar, dersi anlattılar. Ve ben her ders çıkışında daha da eridim. Toplamda yedi dersim ve bir tane de alıp almayacağım henüz açıklanmayan bir ders var. Yedi dersin beş tanesi pratik, iki tanesi teorik. Şimdi gittikçe erimeme sebep olan şeyden bahsedeceğim. Ben teorik ders düşkünü bir insanım. Mesela dersin bir tanesinde 3000 kelimelik bir essay yazmamız gerekecek ve 50 puan. Tam alıp alamayacağımı bilememekle beraber dönem içinde tek heyecanlandığım konu. Daha şimdiden kütüphaneye gidip konu ile ilgili kaynak taraması yaptığımı, yazım aşamasını vs her şeyi kafamdan canlandırıp huzur doluyorum. Ben hasta mıyım doktor ? Kısacası bu dönem motivem yerlerde. Toparlarsın mutlufil.
Şimdi gelelim başka konuya. İyi bir devlet üniversitesi olarak bilinen canım okulumda bilim dışında neler ile uğraşmak zorunda bırakıldığımı yazacağım şimdi. Copyright hakkı nedeniyle hocalar kitaplar kütüphanede arkadaşlar demek dışında bir şeye karışmıyor, haklı olarak. Kitaplar ingilizce ve sadece ders kitabı değil ileride kaynak olarak da kullanılabilirler . İlk yıllarda kitapları orjinal alıp ilerde kütüphanemde olur diyecek kadar gönlü zengin bir kız iken kitap fiyatlarının neredeyse 3 katına çıkması ile ben de artık fotokopicilik dünyasına atladım. Bugün kütüphanede bu işin acemisi olarak iki arkadaş kitap alıp, hangi chapterları almamız gerektiğini belirlerken bölümden başka insanlarla karşılaştık. Ve resmen mutlufil ve arkadaşı sizden gizli gizli gelip kitap alacağınızı beklemezdik imasını duydu kulaklarım. Arkadaşlar siz ciddi misiniz, napcam ben kütüphane kitaplarını, alıp sandığa koyacak değilim.burada duruyor kitap işte. Ben alınca mı kıymete bindi Allah aşkına, çocuk musunuz? o kadar sinirlendim ki yazarken hala ellerim titriyor. Sonra eve geldim üzüntüden migren tuttu akşama kadar, gerçekten akşama kadar sadece yattım. Havam değişsin diye kalkıp meyve suyu hazırlamak istedim. Bir ton elma doğradım ve bilin bakalım ne oldu? Meyve sıkacağı çalışmıyor. Elimdeki doğranmış meyveleri etrafa saçasım geldi. 10 kere derin nefes alıp, elma dilimlerini kaseye koydum. Şimdi onları yiyorum. Hayır mutsuz değilim, birkaç gün yemelik doğranmış elmam var. Beni siz delirttiniz diye haykırmak istiyorum. Ben insanların küçük hesaplarından, imalarından,yarışlarından gerçekten bıktım.Ben kendi alanımda huzur içinde yaşamak istiyorum. Niye bu kadar çirkiniz Allah’ım. Allah affetsin ama ben insanlardan korktuğum kadar başka bir şeyden de korkmuyorum. Allah’ım sen sabrımı arttır.
Şarkı.
25 notes
·
View notes
Text
Okumaktan hoşlanır ve bazıları da..
Okumanın herhangi bir yaşı yok. Bunun için ne zaman hangi yaşta olursanız olun ve nerede olursanız olun kitap okuyabilirsiniz. Okuduğunuz kitabın konusunun ne olduğu önemli değildir. Bunun için önceliğiniz sevdiğiniz bir kitabı okuyarak başlamak olmalıdır. Eskiden kitaplar elle çevrilerek okunurken bugün ise dijitale aktarılmış olması kitaba ulaşmayı kolaylaştırırken bu kitaptan alınabilecek keyfin miktarını da değiştirir. Yani aslında kitap okumak istiyorsanız en güzel olanı kağıdın kokusunu içinize hissetmektir. Bunun içinde alacağınız kitap setlerini bir süreklilik haline getirdiğinizde okumaktan çok daha fazla keyif alabilirsiniz. Okumak sadece insanın kariyerinde bir adım daha fazla atması demek değildir. İnsan başkalarının dışında kendisi içinde okuyabilir ve böyle bir durumda okuyacağı kitabın konusu da herkese göre değişiklik gösterir.
Bazı insanlar roman okumaktan hoşlanır ve bazıları da bilim kurgu hayranı olabilir. Kitap okurken insan kitaptaki karakterin yerine kendisini koyduğunda yaşamdan alacağı keyfi çok daha üst seviyeye artırmış olacaklardır. Kısacası şöyle belirtirsek eğitim ve kitap okumanın insan yaşamı içerisindeki önemi ve etkisi çok büyüktür, okuduğunuz kitap kadar bilgileneceğiniz gibi sevdiğiniz kitapları okudukça da alacağınız keyif o kadar yüksek olacaktır. Kitap okurken yaşadığınız sıkıntılardan kurtulmak günlük telaşın tüm getirilerini göz ardı etmek insanın karşılaşabileceği en güzel duygudur. Yoğun bir günün ardından ayaklarınızı uzatarak okuyacağınız kitap kendiniz rahat hissetmenizi sağlayacaktır.
0 notes
Text
Günün Her Saatinde İzleyebileceğiniz Popüler Diziler
Dizi Nedir
İnternetin yaygın bir iletişim aracı haline gelmesi dizilerin, filmlerin ve kitapların online olarak izlenebiliyor veya okunabiliyor olmasını sağladı. Yerli ve yabancı tüm dizi filmleri izleyebileceğiniz online platformların hayata geçmesi ile birlikte gündemdeki dizileri istediğiniz zaman izleme şansına sahipsiniz. Neokur en beğenilen dizilerden en popüler kitaplara kadar her şeyi bulabileceğiniz bir adrestir. https://www.neokur.com/ sayfayı ziyaret ederek filmler, diziler ve kitaplarla ilgili değerlendirmeleri takip edebilir, beğendiğiniz dizileri online izleyebilirsiniz.
Dizi Film Önerileri
Geçmişte televizyonda izlenmek üzere çekilen diziler günümüzde internette de izlenebiliyor. Günlük veya haftalık olarak bir sıra halinde izlenen bu diziler, online hizmet veren platformlarda sürekli izlenebiliyor. Diziler, filmlerden daha kısa yapıtlardır. Her gün yayımlanan diziler günlük dizi, haftanın bir günü yayımlanan dizilere ise haftalık dizi adı verilir. Dizilerin farklı süreleri vardır. Bazı diziler 20 dakika iken bazıları 60 dakika ve daha fazla sürebilir. Diziler de filmler gibi farklı kategorilere sahiptir. İzleyiciler hangi türü seviyorsa o diziyi seyrederek keyifli zaman geçirebilir. Hangi diziyi izlemeye başlamak istediğinizi belirlemeden önce dizilerin değerlendirmelerini okuyabilirsiniz. Birçok farklı kategoriye sahip olan dizilerle ilgili bilgi sahibi olmak, dizinin konusu ve oyuncu kadrosu hakkında bilgi edinmek ve dizinin izleyici kitlesi tarafından kabul edilip edilmediğini öğrenmek için sosyal paylaşım platformlarında yer alan değerlendirmeleri takip edebilirsiniz. Bu yorumlar ve eleştiriler film, dizi veya kitaplar hakkında size farklı bakış açılarını sunacaktır. Böylece çok yönlü bir değerlendirmeye giderek seçici davranabilecek ve en iyisini ve en çok izlenen diziyi yada filmi izleme, en popüler kitabı okuma fırsatı yakalamış olacaksınız. Kitap, dergi, dizi, film değerlendirme ve yorumlama platformu olan www.neokur.com drama, gerilim, macera, komedi, bilim kurgu, aksiyon, aşk, fantastik türlerinde onlarca dizinin kritiğinin yapıldığı bir sosyal paylaşım platformudur. Sayfayı ziyaret ederek filmler, diziler ve kitaplar hakkında merak ettiğiniz her şey hakkında bilgi alabilirsiniz.
Neokur.com
0 notes
Text
Günün Kitap Önerisi: Bilim Kadınları
Günün Kitap Önerisi: Bilim Kadınları (Ciltli) Dünyayı Değiştiren 50 Korkusuz Bilimci Yazar: Rachel Ignotofsky Çeviri: Çicek Eriş “Bu kitapta cesaret eden, öncü olan, risk alan ve dünyayı değiştiren kadınlar var. Bu kitapta ilham var.” – Mary Roach – Tarih boyunca birçok kadın, dünyamız hakkında sorular sordu. Onlara, “Yapamazsın,” dendiğindeyse yanıtları hazırdı: “Sıkıysa beni…
View On WordPress
#Bilim Kadınları#Bilim Kadınları (Ciltli)#Bilim Kadınları (Ciltli) Dünyayı Değiştiren 50 Korkusuz Bilimci#Ciltli#Dünyayı Değiştiren 50 Korkusuz Bilimci#Günün kitabı#Günün Kitap Önerisi#Günün Kitap Önerisi: Bilim Kadınları#Günün Kitap Önerisi: Bilim Kadınları (Ciltli) Dünyayı Değiştiren 50 Korkusuz Bilimci#Günün Kitap Önerisi: Bilim Kadınları Dünyayı Değiştiren 50 Korkusuz Bilimci#Günün Kitap Önerisi: Bilim Kadınları Dünyayı Değiştiren 50 Korkusuz Bilimci Ciltli#kitap önerisi
0 notes
Text
Günün Kitap Önerisi: Atomların Dansı
Günün Kitap Önerisi: Atomların Dansı Evren Hakkında Bilmeniz Gereken Her Şey Yazar: Marcus Chown Çevirmen: İmge Tan Çok satan ‘Biraz Kuantum’dan Zarar Gelmez’ kitabı yazarından!… Ödüllü popüler bilim yazarı Marcus Chown, bu kitabında günlük hayatın gerçeklerinin, doğanın nihai gerçekliğini nasıl ortaya çıkardığını açıklıyor.Bir pencereden yansıyan görüntünüz, evrenin en derin seviyede…
View On WordPress
#Atomların Dansı#Atomların Dansı Evren Hakkında Bilmeniz Gereken Her Şey#bilim kitabı#Evren Hakkında Bilmeniz Gereken Her Şey#Güneş Sistemi&039;nden Solucan Deliği&039;ne Evren Hakkında Bilmeniz Gereken Her Şey#Günün kitabı#Günün Kitap Önerisi#Günün Kitap Önerisi: Atomların Dansı#Günün Kitap Önerisi: Atomların Dansı Evren Hakkında Bilmeniz Gereken Her Şey#kitap önerisi
1 note
·
View note
Text
DÜNYAYI KURTARAN FİKİRLER
Sevgili Dostlar,
Kısa metraj bilim kurgu, genellikle küçük bütçeli filmlerden oluştuğu için sinema salonlarında pek yer bulamıyor, fakat çok değerli fikirleri çok lezzetli açılardan canlandırabiliyor. Yaklaşık 2 milyon aboneli DUST kısa metraj bilim kurgu kanalında bu hafta izlediğimiz birkaç filmi sizlerle paylaşmak istiyoruz:
1) The Ocean Maker (Okyanus Yapıcı) filmi, denizler kaybolunca geriye kalan tek su kaynağı olan bulutları koruyan cesur bir pilotun 9 dakikalık hikayesi. 2) Planet Unknown (Bilinmeyen Gezegen) filminde, dünyadaki tüm kaynaklar tükenince insanoğlu yaşamın devam etme ihtimali olan gezegenlere robot araçlar gönderir. Filmin süresi: 8:45 3) Time Trap (Zaman Kapanı) filminde, bir uzay yolcusunun füze tamiri için yedek parçaya ihtiyacı vardır ve bunu indiği ilk gezegende zaman kapanını kullanarak bulmak zorundadır. Süre 7:47 4) Shepherd (Çoban) adlı filmde, bilinmeyen bir cisim dağlara çarpınca civardaki bir kız münzevi bir çobanla birlikte hareket ederek dünyayı kurtarırken koyunların aslında sadece koyun olmadığını anlar. Filmin süresi: 7:55
“Dünyayı kurtaracak bir diğer fikir ise Avantajix olabilir” diye düşünenler ise aşağıda sıralanan günün fırsatlarına bakabilir…
Günün İlham Veren Fikirleri:
Bugün Başka Neler Kazansak?
1) Haribo Sevenler Mini Cooper Otomobil Kazanıyor: CarrefourSA’ya Avantajix üzerinden tıklayarak gidin ve kampanyalı Haribo ürünlerinden alıp öncelikle çekilişsiz kurasız para iadenizi kazanın. Ardından paketten çıkan şifreyi internet üzerinden girin ve Mini Cooper Countryman otomobil kazanma şansını yakalayın. Son katılım tarihi: 31.12.2020. Daha fazla detay için: www.hariboile100de100eglence.com
2) Bu Çekilişe Katılarak Welmont Sehpa Kazanabiliriz: Kelebek Mobilya, 3 şanslı takipçisine “Welmont Sehpa” veya ürün değerinde hediye çeki kazandıracak. Çekilişe katılmak için; @kelebekmobilya sayfasını takip edin, yoruma #kelebekmobilya yazın ve son 3 görseli beğenin. Son katılım tarihi: 20.09.2020. Detaylar için: www.instagram.com/p/CEoZyhijIsZ
3) Çalışma Masamıza Avokadolu Kalemlik ve Ajanda Kazanalım: Woohoobox, 1 şanslı takipçisine avokado kalemlik ve ajanda hediye ediyor. Çekilişe katılmak için içerik görselini beğenin. Sonuçlar 21.09.2020 tarihinde duyurulacak. Detaylar için: www.instagram.com/p/CFH2vGcB4g6
4) Kitap Almak Her Hafta Hediye Kazandırıyor: BKM Kitap, sitesinde de yazdığı üzere bu ay her hafta çekilişle dijital saat, airpods, taşınabilir hoparlör, çalışma masası veya kitaplık hediye ediyor. Çekilişe katılmak için 100TL’lik hazırlık kitabı alışverişi yapmak yetiyor. Her haftanın sonucu, izleyen haftanın ilk günü (pazartesi günü) açıklanıyor.
Sevgiyle ve Sağlıkla Kalın.
(Not: Yukarıdaki yazı Avantajix kullanıcılarına 17.09.2020 tarihinde gönderilmiş olan e-bültenin bir kopyasıdır. Siz bu yazıyı okuduğunuzda kampanyalar güncelliğini yitirmiş olabilir. En güncel detaylara şu an www.avantajix.com adresinden ulaşılabilir. Keyifli okumalar dileriz.)
#Avantajix#avantaj#avantajix nasıl çalışır#bedava#para kazanmak#para kazanma yolları#paraiadesi#cash back#casback#alışverişi ucuzlatmak#alışveriş yapınca para veren site#online alışveriş#indirim#indirim kodu#indirim kuponu#cekilis#yarışma
0 notes
Text
Türk Edebiyatı'nın En İyi 50 Kitabı !
1.Masumiyet Müzesi (Orhan Pamuk)
“İçinde tekrarlanan ‘niye geldin?’ sorusu, ‘iyi ki geldin’ biçimini almıştı hemen.” 2.Kürk Mantolu Madonna (Sabahattin Ali)
"Bir ümidim yok. Bu sondu. Artık hiç bir şeyin değişmesine imkan yok, lüzum da yok." 3. İnce Memed 1-2-3-4 ( Yaşar Kemal )
“Bu insanlar zaten bu kadar ahmak olmasalardı, bu dünya bu kadar ahmak olmazdı.” 4.Medarı Maişet Motoru (Sait Faik Abasıyanık)
"Kolumuzda kuvvet kaldıkça, kafamızda o deli ışık yandıkça bir şeyden korkmam, Allah'tan başka!" 5.Yılanların Öcü (Fakir Baykurt)
"Günler geçip gidiyor. Gençlik gidiyor. Dünya gidiyor. Gelimli gidimli dünya, ahir son ucu ölümlü dünya! Ölümlü, ama dönümlü değil.." 6.Anayurt Oteli (Yusuf Atıgan)
''Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.'' 7.Handan ( Halide Edip Adıvar)
"Kadınlar ne acayip mahluklar, ruhlarında ne çok muhtelif şeyler için ayrı ayrı yerler var." 8.Şu Çılgın Türkler (Turgut Özakman)
“Türkleri savaşarak yenemeyiz ama belki bir oldubitti ile manen çökerterek sonuç alabiliriz.” 9.Kayıp Aranıyor (Sait Faik Abasıyanık)
"Uçurtma demiş ki: “ Ah! İpim olmasaydı.” Kant’ın güvercini daha ileri gitmiş: “Bir de şu hava olmasaydı!..” demiş. Her ikisi de kendilerini gökyüzüne yükselten şeyin bu iple, hava olduğunu unutmuşlar.." 10.Huzur (Ahmet Hamdi Tanpınar)
"Vücutlarımız, birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir. Asıl mesele, birbirimize hayatlarımızı verebilmektir. Baştan aşağıya, sadece bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip oradan tek bir ruh olarak çıkabilmektir." 11.Saatleri Ayarlama Enstitüsü ( Ahmet Hamdi Tanpınar)
"Bu daima böyledir. Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir." 12.Ayaşlı Ve Kiracıları (Memduh Şevket Esendal)
"Her yer bana boş ve hüzünlü geliyor. Yeryüzü bana eskimiş görünüyor, her yeri toz kaplamış." 13.Çalıkuşu (Reşat Nuri FGüntekin)
"Saklamaya çalışma, nafile. Sevda, çocuk gözlerinden uyku gibi akıyor." 14.Demirciler Çarşısı Cinayeti ( Yaşar Kemal)
"Yürekleri yanmıyor, acımıyor, bir şeyleri eksik bunların, insanlıklarından bir şeyler yitirmişler." 15.Benim Adım Kırmızı (Orhan Pamuk)
"Aradığın şeyi yüreğinle arıyorsun," dedim hiç düşünmeden. "Oysa aklınla karar vermen gerekir." 16.Orta Direk (Yaşar Kemal)
"İçinden, ta yürekten gülüyordu. Böyle gülen adamlardan, insanlara kötülük gelmez." 17.Kuyucaklı Yusuf (Sabahttin Ali)
"Varlığı büyük boşlukları dolduracak mahiyette değildi; fakat yokluğu müthişti.." 18.Yer Demir Gök Bakır (Yaşar Kemal)
"İşte ölüm dedikleri de buydu. Sonsuz bir yalnızlık, çaresizlikti." 19.Sırça Köşk (Sabahattin Ali)
"Ama ruhumuz böyle gökyüzlerinde uçup dururken birdenbire yere inip insan küçüklüğü ile karşılaşmak ne tuhaf oluyor." 20.Esir Şehrin İnsanları (Kemal Tahir)
"Bir yerde okumuştum. İnsanlar acıya sevinçten daha fazla dayanıyorlar." 21.Veda (Ayşe Kulin)
"Ters giden bir şeyler varken, hayat yolundaymış gibi nereye kadar yaşanabilir?" 22.Kiralık Konak (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
" Çoktandır, ne okuduğum var, ne yazdığım!" Bütün eski meşguliyetlerim bana şimdi yavan geliyor." 23.Yaban (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
"Sanki benim ağzımla onun kulağı arasında ki mesafe beş on kilometredir." 24.Tutunamayanlar (Oğuz Atay)
"Ben iç dünyama dönüyorum. Orada hayal kırıklığına yer yok." 25.Bereketli Topraklar Üstüne (Orhan Kemal)
"Bir insan ya insan olmalı, insanlar için canını vermeli, ya da kalabalık etmemeli dünyamıza!" 26.Korkuyu Beklerken ( Oğuz Atay)
''...Beni anlamıyorlardı zararı yok. Zaten beni daha kimler anlamadı...'' 27.Gurbet Kuşları (Orhan Kemal)
"Gözlerim çok kuvvetlidir. İyi bakar, iyi görürüm. Bakıyorum, sende cehaletten başka bir şey göremiyorum." 28.Göçmüş Kediler Bahçesi ( Bilge Karasu)
"Dışarısı dünyanın en tehlikeli yeri olmuştu. Kedilerden, köpeklerden, belki de, belki değil, muhakkak, insanlardan biri..." 29.Eylül (Mehmet Rauf)
"Ama nasıl yaşıyorlar yarabbim.Sevmeden, sevilmeden nasıl yaşanıyor?" 30.Araba Sevdası (Recaizade Mahmut Ekrem)
"Fazla düşkünlüğün ve aşırılığın her çeşidi sahibine türlü maskaralıklar ettirir; özellikle aşk ve sevda, insanı hepsinden çok maskara eder..." 31.Serenad (Zülfü Livaneli)
"Haklı olanı güçlü kılamadığımız için güçlü olanı haklı kılıyoruz..." 32.Son Ada (Zülfü Livaneli)
"Ahmaklardan kaçıyorum... çünkü onlarla baş edemem." 33.Ölmeye Yatmak (Adalet Ağaoğlu)
"Acaba hiç kendim olmuş muydum? Hiç kendimiz olduk mu? Görevlerin birlikte götürülmediği bir yerim oldu mu hiç?" 34.İstanbul Hatırası (Ahmet Ümit)
"Toplum çürümüş, neresinden tutsak, elimizde kalıyor." 35.Aşk-ı Memnu (Halid Ziya Uşaklıgil)
"Anlasanıza, ölüyorum! Onların gözümün önünde seviştiklerinden, gözümün önünde... Ben işkenceler içinde kıvranırken, onların saadetlerinden ölüyorum..." 36.Odalarda (Erdal Öz)
"Bunca insanın arasında bula bula onu mu bulmuştum? Değer miydi buna?" 37.Çocukluğun Soğuk Geceleri (Tezer Özlü)
"Birbirimizden hep uzağız. Her gece birlikteymiş gibi yatıyoruz. Hep birlikte olmak istiyor gibi yatıyoruz." 38.Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (Nazım Hikmet)
"Demek ben de kuduracağım. (İçimden gülmek geldi, "Kuduracağım" sözünde komik bir şey var, Allah kahretsin." 39.Denizin Çağırışı (Kemal Bilbaşar)
"Bekleyin, hepimiz günün birinde büsbütün çıldıracağız ve ondan sonra dünya rahat edecek..." 40.Tehlikeli Oyunlar (Oğuz Atay)
"Beklenen geç geliyor, geldiği sırada insan başka yerlerde oluyor." 41.Bir Bilim Adaamının Romanı (Oğuz Atay)
"Anlamıyorlar, nazlanıyorum sanıyorlar. Oysa hiçbir şey istemiyor içim..." 42.Susuz Yaz (Necati Cumalı)
"Kimseye güveni yoktu onun! Hayatında güven duygusu nedir bilmemişti." 43.Sevgili Arsız Ölüm (Latife Tekin)
"Uzağa bakmak iyi değilmiş, uzağa baka baka aklını oynatanlar varmış lan..." 44.Yalnızız (Peyami Sefa)
"Canım sıkıldı dün çok. Böyle hâdiselerin zehri kalır insanın içinde. Bazen ömrünün sonuna kadar unutmaz değil mi insan?" 45.İçimizdeki Şeytan (Sabahattin Ali) "Böyle dümdüz bir beynim olacağına hiç olmamasını tercih ederdim. " 46.Aylak Adam (Yusuf Atılgan)
"Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı." 47.Yalan (Tahsin Yücel)
"Gülümsüyor, ama düş kırıklığına uğradığı da belli." 48.Kar (Orhan Pamuk)
"İnsan mutluyken mutlu olduğunu bilmez. Yıllar sonra, çocukken mutlu olduğuma karar verdim: Aslında değildim. Ama sonraki yıllardaki gibi mutsuz da değildim. Mutlu olmakla ilgilenmezdim çocukluğumda." 49.Ankara (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
"Dertleri nedir hiç bilmiyordu. Fakat, her birinin öbüründen gizlemeye çalıştığı bir kederi, bir endişesi var gibiydi." 50.Mel'un (Selim İleri)
"Umutla bekleyiş aynı değildir. Umutta bekleyiş, beklenti vardır ama, her bekleyiş umutlu değildir. Esasen bütün bekleyişlerim ümitsizdi." Read the full article
0 notes
Photo
Günaydın kalbi güzel dostlar. Bu zor günlerde, yogun bir şekilde takipçilerimizden kitap tavsiyesi talebi geliyor. Bu bizi oldukça mutlu etti. 🤗❤🌹 " Günün Kitabı " başlığı altında her gün bir kitap tavsiyesinde bulunacak ve birlikte okuyacağız. GÜNÜN KİTABI: BÜYÜKLERE FEMİNİST MASALLAR Dişi Antropoit, Dikenli Gül, Rozetli Lezbiyen ve Halaları, Kısa Boylu İnsanın İtirafları, Fahişe ve Türevleri, Kadın Dev, Harika Cadı, Bunu Yapan Dişi Kurbağa Çıldırmış Olmalı, Balıkçının Karısı ya da Aptal Feminist, Erkeğin Odası, Erkek Yiyen Memeli, Lakayt Aşık, Kumsalda Yaşayan Kadın… Bir bakıma kitaptaki zamansız diyebileceğimiz masallar bunlar, fakat kadınların ortak tüm dertleri de zamansız sayılmaz mı? Mesela taciz, şiddet mesela, fiziksel aşağılanma, sosyal hayatta özgürce yer alma... Ve daha pek çok barikat da, zamansız. #EvdeKal #öykü #roman #müzik #yazar #şair #tiyatro #yeraltıedebiyatı #edebiyat #ressam #resim #müzik #mizah #senaryo #sanatçı #sanat #felsefe #fanzin #EvdeKalTürkiye #bilim #kitap #dergi #LGBT+ #kafka #kadın #avaredergi #DurdurunHayatı #psikoloji #DayanışmaYaşatır #şiir #medya https://www.instagram.com/p/B-V7sh_AScO/?igshid=med82gb28bko
#evdekal#öykü#roman#müzik#yazar#şair#tiyatro#yeraltıedebiyatı#edebiyat#ressam#resim#mizah#senaryo#sanatçı#sanat#felsefe#fanzin#evdekaltürkiye#bilim#kitap#dergi#lgbt#kafka#kadın#avaredergi#durdurunhayatı#psikoloji#dayanışmayaşatır#şiir#medya
0 notes
Photo
Birçok medeniyet tarihte kendi yüzyılların ötesine Taşan bilim konusunda inkişaf eden süreçleri yaşamışlar biz hala onların bize bırakmış olduğu kalıntılardan sırlarını çözmeye çalışıyoruz Selçuklu ise Tıp konusunda çok ileri noktalara gitmiş ve bütün hastalıkları tedavi edebilecek duruma gelmişler Sabuncuoğlu Ailesi Selçuklunun son dönemlerinde tıp bilimi ile uğraşan büyük bir aile Şerafettin Ali Sabuncuoğlu da bu ailenin son fertlerinden dir diyebilirim Selçuklunun bu mirası büyük oranda Osmanlı'ya kalmış Fatih Sultan Mehmet'in baş hekimlerinden biri biri olan Şerafettin Ali Sabuncuoğlu xv yüzyılda bize karantinanın ve viral enfeksiyonlar ile mücadele etmenin nasıl olduğunu detaylı bir şekilde açıklamış O günün Türkçesi ile yazdığı bu Metin günümüzde hala anlaşılabiliyor hikayeler bölümünde Türkçesini de paylaştım Arzu edenler oradan bakabilir ama anlamayan çıkacağını çok tahmin etmiyorum Zira Şerafettin Ali sabuncuoğlu'nun yazdığı 3 kitabı da okuma şansım oldu hepsini net olarak anlayabiliyorum çok fazla Osmanlıca kelime yok Selçuklu Türkçesi ile yazılmış Hekimlik yaptı Amasya'daki Bimarhane cerrahi müdahalelerin de yapıldığı özel bir hastane ve Tıp Fakültesi olmakla beraber akıl hastalarının da tedavi edilebildiği bir Merkez konumunda 18 yüzyıla kadar hizmet vermiş Birçok konuda ilham Aldığım bu büyük alimi hayırla yad ediyor verdiği öğütleri günümüzde güncel olarak hala değerini koruduğunu belirtmek istiyorum #Amasya #coronavirüsü #karantina #merzifon (Merzifon, Amasya) https://www.instagram.com/p/B96Sv_Uhva3/?igshid=1jro7jbmri70a
0 notes
Text
Günün Kitap Önerisi: Derin Basitlik
Günün Kitap Önerisi: Derin Basitlik Kaos, Karmaşa ve Yaşamın Ortaya Çıkışı Yazar: John Gribbin Çevirmen: Alkım Kızıltup, Arda Barişta Günün Kitap Önerisi: Derin Basitlik Kaos, Karmaşa ve Yaşamın Ortaya Çıkışı Etrafımızdaki dünya bize oldukça karmaşık ve sürprizlerle dolu görünür; depremler olur, borsada inişler çıkışlar yaşanır, hava durumu çoğu zaman doğru çıkmaz. Bütün bunların bir kuralı var…
View On WordPress
#bilim kitabı#Derin Basitlik#Derin Basitlik Kaos Karmaşa ve Yaşamın Ortaya Çıkışı#Günün kitabı#Günün Kitap Önerisi#Günün Kitap Önerisi: Derin Basitlik#Günün Kitap Önerisi: Derin Basitlik Kaos Karmaşa ve Yaşamın Ortaya Çıkışı#Kaos Karmaşa ve Yaşamın Ortaya Çıkışı#kitap önerisi
0 notes
Photo
☑️ Büyük ve değerli sözler söyledik. Yüksek ideallerin sahibi olduk. Ve imtihan değişti.. 📍BÜYÜMENİN GEREĞİ📍 Yüz birimin zekâtı olarak verilen iki buçuk, iki yüz birim için beş olur. Mal, büyümesi ile beraber infak edilen oranını da büyütür. Dinin emri de böyledir, aklın gerektirdiği de. Sözler büyüdükçe sözün gereğinin de büyümesi gerekir. Sözünün eri olmanın sonucu budur. Dün Müslümanlar olarak, devletten oturduğumuz evlere kadar her alanda cılızdık. Zenginimiz azdı ve cılızdı. Sesimiz kısıktı. Herkes uçağa binerken biz umumiyetle otobüse, trene binebiliyorduk. Köy evleri, gecekondular evlerimizdi, sitelerde meskûn değildik. Camilerimiz soğuk ve klimasızdı. İşçi kesimi idik. Esnaf olanımız da küçük bütçeli idi. Toplantılarımızı evlerimizde yapabiliyorduk. Nöbetleşe kitap okuyabiliyorduk. Âlimlerimiz istedikleri kitabı yazıp bastıracak durumda değillerdi. Şu veya bu alanda eksiklik ve yetersizlik sürekli önde duruyordu. Çocuk yetiştirmede bile yetersizdik. Psikoloji bir bilim olarak gündemimizde değildi. Şimdi elhamdülillah, hayatın içinde imkânlar açısından eksikliğimizin makul olabileceği bir alan kalmamış gibidir. Devlet yönetiminde varız. Bilimsel çalışmalarda varız. İş adamlarımız var. Eğitim kurumlarımız var. Hamd etmemizi gerektirecek pek çok nimetle iç içeyiz. Elhamdülillah. Bunca nimetten sonra bizim bir önceki neslin çalışma ve iş planlarını uygulamamız yeterli olmayacaktır. Elimizdeki mal yüz iken verdiğimiz zekât oranının o mal iki yüz olunca aynı kalamayacağı gibi Müslümanlık adına yapacağımız işlerde de bir önceki nesil düzeyinde kalamayız. Nüfus çoğaldığı için ��ehir camilerini büyütürken, fitne kabardığı için de akide eğitimini yaygınlaştırmalıyız. Makul olan budur. Çocukların kavrama yaşı, hayata bakış açıları büyüdü ise bizim de onlara din ve insanlık izahımız o büyümeye uyumlu olmalıdır. Evlerimizin metre karesinin büyüdüğü bir dünyada evimizin kimliğini ve dindarlaşmasını nasıl küçük bırakabiliriz? Artık çocuklarımızın din adına yetişmelerini sağlarken elif cüzü ve Kur’an hatmi listesine çağın şartlarını ihtiva eden cihadı da koymalıyız. Ahlak bilgisi ve uygulamasına insanlık maddesi de eklemeliyiz. Bir zamanlar çocuklarımıza otuz iki farz öğretmeyi yeterli buluyor olabilirdik. O günün şartları öyle bir öğretimi hamd edilecek seviye olarak görmemize neden olabilirdi. Artık İslam bir bütün olarak verilmelidir. İslam’ın şartlarını anlatma düzeyinden İslam’ın şartlarına kilitlenmiş anlayışa geçmek gerekiyor. Her şeyin büyüyüp geliştiği bir zaman ve ortamda hedefler ve uygulamalar da gelişmeli, büyümelidir. Kur’an’ımızı hatmetmenin yerini Kur’an’ımızı yaşama almalıdır. Namaz için abdest almanın yerini abdestli yaşama almalıdır. Kandil geceleri gündüze ve gündüzden de hayata taşınmalıdır. Minarelerin kandillerini evlerimize ve sokaklarımıza taşımadıkça gelip geçen kandillerin arasında bir dindarlığa mahkûmuz demektir. İslam kâinat dinidir, onu yöreselleştiremeyiz. Bütün insanlık, bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda İslam olmakla mükelleftir. Uzay çağı ortamlarında dinimizi o ortamların zorunlu kıldığı büyüklüğe taşımamız bu çağın mü’minleri olarak bizim görevimizdir. Dünkü nesil için sabır bir anlam taşıyordu. O nesil o anlamla imtihan oldu, muhasebeleri de öyle olacak. Bu neslin sabır imtihanında alan büyümüştür. İletişimden teknolojinin onlarca alanında gelişmeler oldu. Bu gelişmelerden mü’minler de istifade etti. Saldırılar ve hileler büyüdü. Şeytanın ilgi odakları farklılaştı. İbadetler için imkânlar da engeller de değişerek gelişti. Dün ile bugün arasında benzerlik yokmuş denecek kadar değişim oldu. Sabrın da o çapta değişip büyümesi gerekmez mi? Artık hastane koridorlarında sabırla beklemenin yanında internetin kullanıldığı cihazların önünde haramın cazibesine karşı sabırla direnip takvadan yana tavır koymak da bir sabırdır. Sabır meydanımız genişlemiştir. Takva gerektiren seviyemiz yükselmiştir. Umut ve heyecan birikimimize ihtiyaç büyümüştür. Rabbimiz bizi böyle bir zamanda yaratmayı takdir buyurmuş ise bizim de bu zamanın düzeyinde kulluk icra etmemiz şart olmuştur. Kendimizi oyalayamayız. Yüz lira iken birikimimiz, zekâtı iki buçuk lira idi. Şimdi iki yüz lirası olanların yine iki buçuk lira zekât vermesi zekât kaçırmaktır. Ümmetimiz büyüdü. Dine hizmet alanları çoğaldı. İmtihanlar yaygın duruma geldi. Ufuklar büyütülmelidir. Eğitim derinleştirilmelidir. Sabır, takva, züht, cihat, iffet, şecaat, letafet, ihsan gibi kavramlarımız da bu geniş ufukların derinliğine münasip tutulmalıdır. Bütün çağların ve bütün mekânların ümmeti olmak, bu ümmetten biri olmak bunun zorunlu sonucudur. ll Nureddin Yıldız ll Kaynak:📝» http://www.nureddinyildiz.com/makaleler/buyumenin-geregi
1 note
·
View note