#Portreler ve Türkiye
Explore tagged Tumblr posts
Text
Portreler ve Türkiye (İnsan Tabiatı Üzerine)
Günlük hayatımızda ve insanlarla olan alışverişlerimizde fazla parlak ve keskin bir zekâ göstermek de doğru değildir. Derin bir anlayış bizi fazla inceliğe ve fazla meraka götürür. Zekâmızı olaylara ve dünya işlerine daha elverişli bir hale getirebilmek için biraz ağırlaştırmak, körleştirmek, onu bu karanlık ve bayağı hayata uydurmak için karartmak ve bulandırmak lazımdır. Nitekim gevşek ve alelade zekâlar işleri daha kolaylıkla, daha başarıyla çevirirler. Yüksek ve ince felsefi düşünceler iş görmeye elverişli değildir. Keskin bir fikir inceliği, kabına sığmayan bir zekâ çevikliği işlerimize engel olur. Dünya işlerini daha hoyratça, daha gelişigüzel yürütmeli ve her zaman talihe büyük bir pay bırakmalıdır. İşleri derin, inceden inceye düşünüp aydınlatmaya lüzum yoktur. Birbirine zıt birçok parlak fikirler ve biçimler içinde insan kendini kaybeder.
Her işin bütün şartlarını ve sonuçlarını arayıp hesaplayan adam karar vermekte güçlük çeker; orta bir kafa da işleri görür, büyük küçük bütün teşebbüslere yeter. Dikkat ederseniz en iyi işçiler nasıl iş gördüklerini söylemekten aciz kimselerdir. Buna karşılık, yaptıklarını çok iyi anlatan kimselerin elinden iyi iş çıktığı pek görülmez. Her iş üzerinden bol bol, güzel güzel konuşmasını çok iyi bilen birini tanırım ki, kendisine senede yüz bin lira gelir getiren bir serveti acınacak bir şekilde elinden kaçırdı.
- Montaigne, Denemeler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2020, s. 42.
#edebiyat#montaigne#denemeler#felsefe#Türkiye#Portreler#Portreler ve Türkiye#yazar#yazı#şair#şiir#poem#dize#şairane#mısra#alıntı#şiirsokakta#şiirheryerde#filozof#Aybü#ybü#ankara#istanbul#tumblr#hayat#yaşam
8 notes
·
View notes
Text
54. Visions du Réel’in ardından…
VAUD- Murat Türker, İsviçre'nin Nyon kentinde düzenlenen Visions du Réel festivalinden gözlemlerini Bianet’e yazdı. Superdoğan" başlığını taşıyan serginin posterleri Visions du Réel için geldiğim Nyon sokaklarında karşıma zırt pırt çıktığında propagandaya maruz kalmış kadar oluyordum… İsviçre'nin nezih kasabası Nyon'da düzenlenen uluslararası belgesel festivali Visions du Réel, filmlerin gösterildiği muhtelif salonlar arasında malum koşuşturmayla geçti. İlkbaharın iddialı habercilerinden mor salkımların daha yeni açmış olması iklimdeki çalkalanmayı teyit ederken Leman gölünün karşı yakasında Fransa Alplerindeki kar örtüsü manzaranın ihtişamını taçlandırıyordu.Köklü festivalde belgesellerin kurmacayla flörtünün dörtnala koştuğu verilen ödüllerle de kesinleşmiş oldu. Bu arada Nyon'un sokakları ve meydanlarının stratejik noktalarına yerleştirilmiş reklam panolarında hakikatin mühim temsilcilerinden biri olarak fotoğrafın da rötuşlanmak suretiyle kurmacaya epey yaklaşabildiği ayrıca teyit ediliyor gibiydi. Duyurulmakta olan Nicolas Righetti imzalı "Superdoğan" başlıklı fotoğraf sergisi, Türkiye Cumhurbaşkanı'nın bilhassa seçim propagandalarında kullanılmış fotoğraflarından oluşuyor, öznenin gerçek görüntüsünden çok daha genç sanılabileceği, kırışıklardan mümkün olduğunca arındırılmış, adeta cilalı portreler tercih edildiği hemen dikkat çekiyordu.
Sanatçının siyasi liderin fotoğrafını çekmek gibi bir niyeti olmadığı, sadece ilgili kişiler tarafından şekillendirilmiş imajı ve kitleler üzerindeki tesiriyle alakadar olduğu kesindi. Bir fotoğrafta bazılarının yakışıklı bulduğu Hollywood yıldızı Kevin Spacey'nin havası yok muydu? Seçimler geçip gittiğinde, muhteşem propaganda malzemesi ortalığa saçılıp parçalanırken, rüzgârla savrulup yerlerde sürüklenirken ihtimamla görüntülenmiş ve bu sayede ölümsüzleştirilmiş kişiye (ve ayrıca çevreye) hürmette kusur edilmiyor muydu? Righetti'nin aynı başlıkla yayımlanmış iddialı kitabında da bu tezat zaten teferruatlı şekilde yansıtılıyordu... Festivalin ödüllerinden bazıları Visions du Réel'in öne çıkan yarışmalarından Burning Light klasmanında ödül sanal dünyada geçen bir filme verildi. İnternet dünyasındaki oyuna dalan genç sinemacılar Ekiem Barbier, Guilhem Causse ve Quentin L'helgoualc'h avatarlara dönüşerek 963 saatlerini orada geçirmişler; bu sayede tüm oynayanlar gibi korkularını, hayallerini dışa vurmuş oldular. Bir hayatta kalma macerasının içinde şiddetle karşılaştılar, sanal olsa da seyircinin bu alandaki tahammül sınırlarını zorladılar, aynı zamanda siyasi manada duruşlarını dışa vurmayı da ihmal etmediler. Nispeten eski sayılabilecek oyunda tabiatın ve insanın canladırılma estetiği de esas hallerine göre rahatsız edici boyutlarda olsa bile "Knit's Island" adlı film FIPRESCI'nin de ödül vermeye layık gördüğü belgesel oldu. Belgesel ile kurmaca arasındaki çizginin belirsizleştiğine dair garip bir hisse kapıldığımız bir diğer film "This Woman" oldu. Festivalde muhtelif ödüllerle başarısı taçlandırılan Alan Zhang imzalı filmde allak bullak olmuş Çin coğrafyasında bir kadının yolunda emin adımlarla ilerleyişine şahit olurken oryantalist bir bakış açısıyla, cinselliğini kameradan çekinmeden yaşaması, bilhassa muhafazakâr bir toplumun temsilcisi olduğu düşünüldüğünde çarpıcıydı. Para ve emlakla rahatlıkla baş eden kahramanın erkeklerle münasebetlerinde sık sık hayal kırıklığına uğraması, duygularını samimiyetle dışa vurması ve bilhassa hayat enerjisi seyirciyi büyüledi; salonda alkışlar hararetliydi. Yönetmen Zhang'ın oyuncaklı senaryosu sayesinde "This Woman"ı izlemek gayet eğlenceli bir tecrübeye dönüştü, film kendine has numaralarla geleneksel belgesel çizgisinin ötesine geçti. Nyon'da seyirci ödülü klasmanında yarışanlar arasında "Pianoforte" festivalin kazananı oldu. Piyano çalma hususunda istikbalin yıldızları sayılan genç yetenekler Polonya'nın prestijli Uluslararası Chopin Piyano Yarışmasında yer alırken enerjileri perdeden taşıyor, onlara yön veren öğretmenlerinin bilgeliği bilhassa o yaşlarda ihtiyaç duyulabileceklere birebir karşılık veriyor. Batı medeniyetinin "cici" ve "nezih" dünyasından aslında çok bildik bir mevzuyu zarafetle işlemeyi başaran yönetmen Jakub Piątek muhteşem bir montajla filme gayet müzikal bir ritm kazandırıyor, kahramanlarının hayatında çok mühim manası olan anları yakalarken bir klasik müzik ziyafetine de seyirciyi cömertçe dahil etmiş oluyor. Coğrafya büyüler! Seyrettiklerimin arasında, festivalde geleneksel belgesel sinema sanatı açısından açık ara favorim "El Eco" adlı kırsal coğrafya güzellemesiydi. Berlinale'den ödüllü, Tatiana Huezo imzalı eser, yalnız fotoğraf direktörlüğüyle seyirciyi büyülemekle kalmadı, kırsal kesimde yaşamanın sihirli yanları kadar değişmekte olan bir toplumun acılarına da dahil etti. Meksika'nın ücra köşelerinin birinde hayvancılıkla uğraşan, geniş ailelerden müteşekkil El Eco köylüleri arasında en çok çocuklar ve ergenlikle beraber isyan duyguları tetiklenmiş gençler, gayet şefkatli kameranın zarif hedefi haline geliyor. Huezo bizi sanki asla terk etmek istemediğimiz bir masal dünyasına götürüyor ve tüm zorluklarına rağmen doğayla uyumlu ve iç içe yaşamanın lüksünü layıkıyla hatırlatıyor. Büyüleyici bir diğer coğrafyada, çölde geçen "Borj el Mechkouk" adlı kısa ve mütevazı film bizi Fas'ın Errachidia bölgesine taşıyor. Çok y��nlü sanatçı Driss Aroussi'nin yönetmenliğini kotardığı şirin belgeselin iki kahramanı var: Biri çölde su arama görevi edinmiş bir adam, diğeri onun küçük arabasını çeken tatlı bir merkep. Tarım için sonuna kadar sömürülmüş yer altı su kaynakları iklim değişikliğiyle iyice kuruduğundan kahramanlarımızın işi çok zor. Çöl manzaralarının muhteşem fonunda ritmimizi düşürerek fabl benzeri bir anlatıma dahil olurken "medeniyet"ten uzak olmanın konforuna kavuşuyoruz. Yönetmen genel manada pesimist bir neticeye ulaşsa da kültürel referanslardan mahrum bırakmadığı belgeseliyle seyirciyi mutlaka tatmin ediyor. Afrika coğrafyasında ise Uganda'ya gayet hızlı bir pike yapıp çekirgelerle empati kurmaya çalışıyoruz. Genelde tarım alanlarını talan etmeleriyle tanınan bu ilginç yaratıklar "Grasshoper Republic" adlı belgeselde insanın kurbanı olup geceleri çok güçlü ışık kaynaklarıyla hazırlanan tuzaklara kanıyor ve milyonlarcası ölüme kendilerini balıklama atmış oluyorlar. Boyut olarak bana okyanuslardaki sardalya avlarını hatırlatan vahşi dinamik, böceklerin insanları besleme kapasitesinin geniş çapta anlaşılmasıyla yakında onların da yok olma tehdidiyle karşı karşıya olduklarını hissettiriyor. Her ne kadar yüksek bütçeli ve ticari belgesel şablonuna takılı kalsa da Daniel McCabe'nin birbirinden enteresan detayı genel dokuya işleyerek ortaya çıkardığı cilalı sonuç, gezegendeki can pazarlarından birini afişe etme misyonunu layıkıyla yerine getirmiş oluyor. Kuir gençlik dağıtırken...
Çin'in 20 milyonu aşan nüfusuyla en kalabalık dördüncü şehri Çengdu'da kuir gençliğin sevdiği bar Funky Town yakında kapanacaktır. Yeni bir metro istasyonunun inşası için yok edilecek barın etrafındaki inşaat gürültüsü tüm mıntıkayı çoktan cehenneme çevirmiş vaziyettedir. Fakat alkol ve muhtelif maddelerle çılgınlıklarını sürdürmeye endeksli gençler için ölümüne yaşadıkları dinamikler silsilesinin yanında gürültünün pek bir önemi kalmamış gibidir. "The Last Year of Darkness" adlı belgeselde yönetmen Ben Mullinkosson kahramanlarıyla mutlaka empati kurduğunu hissettirirken bizi eğlencelere, partilere, muhtelif drag gösterilerine dahil ediyor; kahramanlarının aynı zamanda hassas ve kırılgan evrenini hoyratça teşhir etmekten de geri durmuyor. Ne de olsa istikbalden pek ümitli olmayan, intihara meyilli bir jenerasyondan bahsediyoruz; Çin gibi tutucu bir toplumda Batı klişeleriyle bezeli hür bir hayat sürdürmek sevdası ortaya adeta kayıp bir jenerasyon çıkarmış, genç sinemacı Mullinkosson da bunu karabasan gibi belgeseliyle gün yüzüne çıkarmış, daha ne! Festivalin ödülleri hakkında teferruatlı malumata buradan ulaşabilirsiniz. Kaynak: Bianet Read the full article
0 notes
Photo
KIRKLANMIŞ PORTRELER'E KARASU'DA BÜYÜK İLGİ Karasu Milli Eğitim Müdürlüğünce düzenlenen Karası Yazarlık Okulunca düzenlenen panelde Fahri Tuna'nın geçtiğimiz günlerde yayımlanan 'Kırklanmış Portreler' kitabı hakkında panel ve imza günü düzenlendi. Yazarlık Okulu eğitimcisi Yazar - Türk dili ve edebiyatı öğretmeni Arzu Özdemir'in organize ettiği panele, ilçedeki yazarlar, yazarlık okulu ogrencileri ve edebiyatseverler büyük ilgi gösterdi. İlçenin sevilen edebiyat öğretmeni Cafer Erdoğan'ın yönettiği panelde Matematik öğretmeni Sıla Özgen 'Kırklanmış Portreler'de Kadın Olgusu', Türkçe öğretmeni Burcu Aksu'nun 'Kırklanmış Portreler'de Dil ve Anlatım', Yazar / Türk dili ve edebiyatı öğretmeni Arzu Özdemir'in 'Kırklanmış Portreler'den Yola Çıkarak Bur Fahri Tuna Portresi Yazmak' üzerine birer bildiri sundular. Panel başkanı Türk dili ve edebiyatı öğretmeni Cafer Erdoğan ise 'Fahri Tuna Kitaplarında Mekan Oluşumu ve Şiirsellik' üzerine konuştu. Yaklaşık bir saat süren panelin ardından izleyiciler, Yazar Fahri Tuna'ya son kitabı ve yazarlık serüveni üzerine sorular sordular. On kadar ortaokul öğrencisinin de izlediği panel-imza gününün sonunda izleyiciler Tuna'ya kitaplarını imzalattılar. Karası İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü adına özel bürodan Fatma Betül Gökhan, Yazar Fahri Tuna'ya çiçek takdim etti. Programın sonunda konuşan Tuna, 'Vefa, 130 bin kelimelik Türkçe Sözlüğün en anlamlı terimi. Şahsıma ve kitabıma vefa gösteren ilçe milli eğitim müdürü Çetin beye ve geçtiğimiz sene birlikte yazarlık dersi verdiğimiz Yazar Arzu Özdemir'e, kitap üzerine derinlikli analizler yapan panelistler Cafer Erdoğan, Sıla Özgen ve Burcu Aksu kardeşlerime, soğuk kış akşamına rağmen zahmet edip panele katılarak programı güzelleştiren siz vefalı yüreklere ve edebiyata gönül vermiş dostlarıma ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Bu program ile Karası on altı ilçe arasında farkını ortaya koymuştur. Karasu'yu da özellikle tebrik ediyorum. Edebiyatla kalın, edebiyatça kalın, edebiyatta kalın. Yaşasın edebiyat' dedi. https://www.fisiltihaberleri.com/haber/kirklanmis-portrelere-karasuda-buyuk-ilgi-7720.html #yazar #şiir #edebiyat #kitap #aşk #şiirsokakta #istanbul #şair #söz #şiirheryerde #siirsokakta #siir #izmir #kitapkurdu #sevgi #tbt #iyigeceler #güzelsözler #sözler #türkiye #love #huzur #ankara #cemalsüreya #ask #instagram #turkey #günaydın #mutluluk #sair
0 notes
Text
Tüyap’ın bu yıl ki kitap fuarında, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın onur ozanı seçilmesi, çok yerinde bir değerlendirme. Sergievinin yüz kişiyi zor alan, küçük salonunda, omuz omuza belki iki yüz kişi sıkışmış. Geç kalmamız yüzünden, kızım Emine ile içeriye güçlükle girebildiğimizde, Dağlarca özlediğim o tok sesiyle, Alpay Kabacalı’nın sorularını yanıtlıyordu. Kırk yıllık dostum Dağlarca’nın söyledikleri, elbet benim için yeni olamazdı. Ama salonu dolduran gençler bakımından hem yeniydi, hem de yarım yüzyılı aşan bir şiir deneyimini yaşayan bir ozanın sözleri olarak çok önemliydi. Dağlarca, olgun bir bilge söylemiyle, şiirin büyük bir çile işi olduğunu belirtiyor, şiiri darıltmamak için, düzyazı yazmaya bile yanaşmadığını anlatıyordu. Bir dizesinde eksikliğini duyduğu bir sözcüğü bulması, eğer Bolu dağına gitmesini gerektiriyorsa, hiç yüksünmeden, yürüyerek gidebilirdi. Bunu göze alamayacakların, şiire hiç başlamamaları daha yerinde olurdu. Alpay Kabacalı ve meraklı dinleyicilerin soruları sona erince, daha doğrusu izlencenin saati dolunca, birlikte sergievinin konuk salonuna geçtik. Biz kahvelerimizi söylerken, Tüyap’ın davetlisi, Dağıstanlı Sovyet ozanı Resul Hamzatov ile Vera Feonova da geldiler. Babacan görünümlü ve iri cüsseli Hamzatov’un Dağlarca’ya ilk sözü: “Dağıstanlı ben olduğuma göre, Dağlarca adı, sizden çok bana yaraşırdı. Ama siz benden önce davranmışınız,” biçiminde oldu. Kahveler içilirken, yarım saate yakın süren özel söyleşinin konusu şiir çevirisiydi. Şiir çevirisinin ve şiir çevirisinde yeterli olacak ölçüde yabancı dil öğreniminin güçlüğü üstünde duruldu. Dağlarca’ya göre, insanın yetmişinde bile ana dilini öğrenme süreci son bulmadığı göz önüne alınırsa, bir yabancı dili yeterince kavrayabilmek kolay olmamalıydı. Hele birkaç yabancı dili bildikleri savında olanlar herhâlde ciddiye alınamazlardı. Fazıl Hüsnü Dağlarca, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın imza köşesinde beklenildiğinden, kahve söyleşisini uzatmadık. Sergilenen kitapların arasından geçerken, Feyzi Halıcı ile İmren Aykut’a rastladık. Dağlarca, imzalayacağı kitaplarına yazacağı sunu dörtlüğünü, lastik mühür olarak hazırlatmış. Kendisine yardım eden görevli genç kız, getirilen kitapları mühürleyip usta ozanın önüne koyuyor, o da: “Yaşarım Bir daha Okusa beni Biri daha.” Dizelerinin altına, imza isteyenin adını yazarak, imzasını atıyordu. Dağlarca’nın onur ozanlığı dolayısıyla, Alpay Kabacalı’nın hazırladığı Türkçenin Ses Bayrağı Fazıl Hüsnü Dağlarca adını taşıyan, güzel baskılı kitap, seçme şiirleriyle, hakkında yazılanlarla, kendisiyle yapılan konuşma ve çeşitli konular üzerine görüşleri, açıklamalarıyla, doyurucu bir yapıt. Gerçi Tüyap’ın bin tane bastırıp ilgililere dağıttığı, satış dışı bu kitabın sunuş yazısında: “Elinizdeki bu küçük saygı kitabı, Fazıl Hüsnü Dağlarca yüceliğindeki bir ozanın yarım yüzyılı aşkın şiir geçmişi karşısında yapılması gerekenlerin en basitidir,” denilmekteyse de, hiç çekinmeden söylemek gerekir ki, Türkçenin Ses Bayrağı Fazıl Hüsnü Dağlarca adına uygun düşen, yararlı bir çalışma olmuş. (Bebek, 6 Kasım 1987) - Naim Tirali, Türkçenin Ses Bayrağı (Geçmiş Zaman Külleri / Edebiyatımızdan Portreler, Tartışmalar ve Fısıltılar) - Görsel: Kürşat Coşgun (Fazıl Hüsnü Dağlarca)
#Naim Tirali#Türkçenin Ses Bayrağı#Fazıl Hüsnü Dağlarca#Türkçe#Şair#Şiir#Edebiyat#Anı#Tüyap#Kitap#Kürşat Coşgun#Yürekbalı
22 notes
·
View notes
Text
EKREM DUMANLI BİLE ZAMAN GAZETESİ İÇİN BÖYLE SÖZLER SÖYLEMEDİ…
MertReport Feb 15, 2020
“Siyasi ayak” tartışmaları aldı başını gidiyor. @Akparti, @herkesicinCHP’yi, #CHP #AKP’yi; #Erdoğan, @kilicdarogluk’nu, #Kılıçdaroğlu, #Erdoğan’ı suçluyor. Aslında ikisi de haklı. Haksız oldukları Erdoğan tarafından uydurulan bir örgüte siyasi ayak aramaları. #17Aralık’tan sonra #Türkiye sağduyusunu tamamen kaybetti.
Bugün Türkiye’de yaşanan tartışmalar bu kafa karışıklığının tezahürü. Bugün siyasetin tartıştığı #GulenHareketi’yle kurulan temas veya ilişkiler ile #15Temmuz darbesinin niteliği, iktidarın rolü #Kılıçdaroğlu’nun kafasının karışık olduğu konular. #CHP, iktidarın uydurduğu, olmayan bir terör örgütün siyasi ayağı tartışmasıyla kazanan taraf olmaya çalışıyor.
#Erdoğan @kilicdarogluk’nu Zaman gazetesine vermiş olduğu röportaj nedeniyle “fetö” dediği örgütün “siyasi ayağı” olmakla suçluyor. İnsanların aklıyla alay ediyor. #Kılıçdaroğlu kiminle uğraştığının, muhatabının nasıl bir karakter olduğunun hala farkında değil. Biz hatırlatalım. Sofrada tuzumuz olsun.
25 Ocak 2012 yılında Türkiye’nin en fazla tiraja sahip gazetesinin 25. Yıl dönümü kutlamaları yapıldı. Kutlamalara dönemin başbakanı da katılarak, yaş günü pastasını kesti ve bir konuşma yaptı. Şunları söyledi:
youtube
“Müdahalelere çanak tutmayan, psikolojik operasyonlara selam durmayan, emir-komuta zinciri içerisinde manşet atmayan, zor zamanlarda hakkı hukuku, demokrasiyi savunan tüm yazarları medya mensuplarını da buradan selamlıyor, hepsine teşekküre diyorum."
İşte #Zaman böyle bir gazete olarak ortaya çıktı. 80 müdahalesinin ağır havası Türkiye’nin üzerinde iken #ZamanGazetesi ateşte açan bir çiçek gibi Ankara Rüzgârlı Sokak’tan Türkiye’nin fikir ve medya dünyasına renk kattı. 1986 yılından bu yana gazeteye emek veren herkesi tebrik ediyoruz.
#Zaman, sadece bir gazete olmadı, bin yılın birikimiyle bu toprakların sesi, nefesi olarak Türkiye’nin son 25 yılına şahitlik yaptı. Çeyrek asrın kaydını tuttu. #ZamanGazetesi haberleriyle olduğu kadar yorumlarıyla duruşuyla tavrıyla kendisine farklı bir yer edindi.
Neyse ki bu topraklar, böyle zor zamanlarda büyük yiğitler yetiştirdi. Bu topraklar çok büyük mütefekkirler, sanatçılar, çok büyük kalem erbabı, çok büyük gönül insanları yetiştirdi.
#ZamanGazetesi, bir rüzgâra kapılıp gitmek yerine bu ülkenin rüzgârına güç, bu ülkenin vizyonuna vizyon kattı. En zor zamanlarda doğruyu söylemenin bedel gerektirdiği, manşetlerin gazete binalarının dışında kurgulandığı dönemlerde Anadolu’nun Trakya’nın hissiyatını zaman dile getirdi.
Sosyal sorumluluğunu hakkıyla yerine getirerek, gazeteciliği, meslek ahlakını yükselterek #Zaman, genç nesillere genç gazetecilere örnek teşkil etti.
İnandığı gibi dosdoğru olan fikir namusuna inanan, kalemini satmayan kalemini kiralamayan doğruyu mertçe savunup yanlışın karşısında mertçe dikilen herkesi yürekten gönülden selamlıyorum.
Topla, tüfekle, silahla, yumrukla değil, kalemiyle, fikriyle birikimiyle hikmetliyle mücadele veren, zulme de zalime de özellikle karşı çıkan ama hoşgörüden, kardeşlikten asla taviz vermeyen kardeşlerimiz oldu.
25 yıl boyunca hakkı savunduğu, hukuku savunduğu en güçlü şekilde demokrasiyi savunduğu için Zaman gazetesine bir kez daha şükranlarımı sunuyorum.
Tüm siyasî hayatım boyunca dünya genelinde 100’den fazla ülkeye ziyarette bulundum. Gittiğim ülkelerde Türkiye’nin okullarını, vefakâr öğretmenlerini, Türkiye muhabbetiyle büyüyen, Türkçe konuşan çocukları görmekten çok büyük bir gurur hissettim.
Çok büyük heyecan hissettim. #Zaman camiasını, #Zamangazetesi yöneticilerini, bize, ülkemize bu gururu yaşattıkları için, bu heyecanı yaşattıkları için, sesimizi dünyaya duyurdukları için ayrıca teşekkür ediyor, her birini gönülden kutluyorum.
#Avustralya’dan #Azerbaycan’a, #İspanya’dan #Amerika’ya kadar 35 farklı ülkede 10 farklı dilde, 2 farklı alfabede yayın yapan bir Türk gazetesini, #Zaman’ı görmekten büyük gurur duydum.
Adeta manşetlerle savaştık. Manşetlerin ok olup üzerimize yağdığı süreçlerden geçtik. Muhtar bile olamaz diye manşetlerin atıldığı günlerden bugünlere ulaştık.
#Gazetecilere haber yazdırdılar, o kupürleri dosyaya koyup partimiz aleyhine kapatma davası açtılar. Allah şahittir ki asla ve asla intikam peşinde olmadık, olmayacağız. Herkes için demokrasi, adalet diye haykırdıysak bugün de aynı şekilde bunun kararlı mücadelesini veriyoruz.”
#receptayyiperdogan’ın konuşmasında bahsettiği gazete #Zaman’dı. Okullar cemaate ait Türk Okulları’ydı. Yazarlar, #MümtazerTürköne, #AhmetTuranAlkan, #AliÜnal, @mustaf_unal gibi isimlerdi…
Bırakın #FethullahGulen’i, #EkremDumanlı’nın bile yıllarca yönettiği #ZamanGazetesi için böyle sözler söylemedi. Yazmadı.
El Hak bu sözler yanlış değildi. Belki de son 10 yılda #Erdoğan’ın ağzından çıkan en doğru sözlerdi. Ancak konuşmanın üzerinden 4 yıl geçtikten sonra tam tersini yaptı. #17Aralık ve 25Aralık’ta patlayan yolsuzluk dosyası “dindar başbakan”ın, “kindar yüzünü” ortaya çıkardı.
Yolsuzlukları yapanları değil, ortaya çıkaran ve yazanları suçladı. Eski düşmanı “#Ergenekon”la dost oldu. Eski dostu “düşman” ilan etti. Hırsızlık ve yolsuzluk iddialarını kapatmak için büyük bir savaşa girişti.
Bir savcı iki polisle Türkiye’nin en büyük sosyal hareketini terör örgütü ilan etti. Okullarını, yurtlarına, gazetelerine, televizyonlarına el koydu. Yağmaladı, Kapattı.
Övgüyle bahsettiği gazeteye önce kayyım atadı, sonra kapattı. Yazarları, muhabirlerini hapsetti. Öylesi tasarımcısına, çaycısına bile müebbet hapis cezaları istedi.
“Gurur duyuyorum” dediği Türk okullarını kapattırmak için dünyayı dolaştı. Bu okullardan Türk bayraklarını indirdi. “Vefakâr, cefakâr” diye bahsettiği öğretmenleri bulundukları ülkelerden kaçırdı.
Kendini kurtarmaya denemediği yöntem söylemediği yalan kalmadı. Paralel devlet diyerek, parti devletini kurdu. #MustafaKemal’in örgörüsü gerçekleşti: “Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler.”
Ankara Ticaret Odası Kongre Merkezi’ndeki kutlama programının sunuculuğunu #KadirÇöpdemir yaptı. #RecepTayyipErdoğan’ın dışında Başbakan Yardımcıları #BülentArınç ve #BekirBozdağ, Bakanlar #AhmetDavutoğlu, #TanerYıldız, #MehdiEker, #SuatKılıç, #İsmetYılmaz, #RecepAkdağ ve #MehmetŞimşek katıldı.
Görkemli gecede ayrıca, #Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı #MustafaDestici, #CHP Genel Başkan Yardımcısı #GürselTekin, #ABD Büyükelçisi #FranscisRicciardione ve Fransa Büyükelçisi #LaurentBili de yer aldı. Yani hepiniz oradaydınız “ulan”.
Kuruluş yıl dönümünde gazete çalışanlarının yapmadığı bir şekilde #Zaman’ı öven dönemin başbakanı bugün “#Zaman’a röportaj vermiştin” diyerek, #Kılıçdaroğlu’nu ‘siyasi ayak’ olmakla suçluyor. @eczozgurozel gibi zekâ yoksunu #ergenekon aparatları @bulent_korucu’nun değimiyle “tantanacı” ise “#Zaman gazetesinin manşetten #İşBankası ile ilgili yaptıkları çağrıya uyun bakalım. CHP buna direnir” diyor.
Hay bin kunduz!!! Allah akıl fikir versin. CHP, bir gazetenin haberlerini delil diye sunan bu tantanacılardan, kullanışlı aptallardan “arınmadıkça” zor iktidar olur …
Bugün yukarıdaki konuşmayı yapan, pasta kesen, gazete yazarlarını uçağında, konutunda, evinde ağırlayan #Erdogan, ile #ZamanGazetesi’ne röportaj veren, gazete kapatılması diye açıklama yapan arasında “siyasi ayak” tartışması yapılıyor. İkisi de birbirini suçluyor. Görülen odur ki sadece iktidara sahip olanlar değil, iktidara aday olanlar da “gaflet ve dalalet hatta hıyanet” içinde. Muhalefet #AKP’nin argümanlarıyla kendisini savunuyor, Erdoğan’ın düşmanlarını düşman belliyor. ‘Cadı’ yok, ‘cadı’ya korkutarak ülkeyi ele geçiren bir zalim yönetim var diyemiyor.
Sahi, adaleti, vicdanı evrensel hukuku savunmazsanız, ilkesel tavır almazsanız, yukarıdaki sözleri söyledikten sonra @gulenmovement’ne bugün yaşananları yapan #Erdoğan, #CHP’ye, veya “#fetö, #fetö” diye ortalıkta gezinenlere neyi yapmaz ki.
“İŞTE BU, ŞÜPHESİZ ONLARIN ‘DERİN BİR KAVRAYIŞA SAHİP OLMAMALARI’ DOLAYISIYLA BÖYLEDİR.” 59/13.
#Hizmet#Erdogan#Gulen#@HizmetMovement#@gulenmovement#fetö#HizmetHareketi#OHALdeSOYKIRIM#@herkesicinCHP#@kilicdarogluk#recep tayyip erdoğan#13temmuz#akp#Youtube
4 notes
·
View notes
Text
K.1. Defterİmden Portreler, İlber Ortaylı (Kİtap İncelemesİ)
Önceki yazımda verdiğim sözü tutmuş olmanın mutluluğuyla, uzak ve yakın politik, edebi veya bilim tarihinde önemli işlere imza atmış insanların, İlber Ortaylı’nın leziz Türkçesiyle ele alındığı ‘Defterimden Portreler’i inceliyoruz bu hafta. İlber Ortaylı’nın herhangi bir tanıtım cümlesine ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Zira, son 5-10 yıl içerisinde, özellikle HaberTürk ve CNN Türk gibi ulusal kanallarda Murat Bardakçı’nın, Fatih Altaylı’nın ve Deniz Bayramoğlu’nun programlarına katılması ve yayımlanan kitap sayısındaki artışla (özellikle daha popüler bilim üslûbuyla yazılan kitapları) sokaktaki adam tarafından da çok iyi tanınan ve sevilen bir figür haline geldi. Onca kitabı arasında neden ‘Defterimden Portreler’i seçtiğimi merak edenler olabilir. Çok basit bir sebebi var, bu kitapta 292 sayfada 78 yerli ve yabancı politik, edebi veya bilim figürünü kısaca gerek tarihi önemleri, gerekse entelektüel etkilerine değinerek ele alıyor İlber Ortaylı.
Kitapta ele alınan kişiler arasında kimler yok ki? Gaius Iulius Cæsar’dan İbn-i Haldun’a, Evliya Çelebi’den Ludwig van Beethoven’a, Lev Tolstoy’dan Neslişah Sultan’a, Bülent Ecevit’ten Ayla Erduran’a, Attila İlhan’dan Kemal Kurdaş’a hepimizin en azından adını duymuş olduğu bir sürü isim sıralanabilir. Bununla birlikte, bir çoğunu daha evvel duymadığımız değerli entelektüeller de mevcut. Bu kitap hobi olarak tarih okuması yapmayı seven İlber Hoca hayranları için çok güzel bir kitap. Zira, son 2000 yılda Akdeniz Coğrafyasın’da yaşamış önemli insanlardan bahsederken, o kişilerin hayatlarındaki önemli olaylara da değinmiş olması münasebetiyle sadeleştirilmiş bir Akdeniz incelemesi okuyorsunuz kitabın uzak tarihte yaşamış figürlerin incelendiği ilk kısmında. İkinci kısımda ise ‘Çağdaş Türkiye’den Portreler’ inceleniyor. Yaşının el vermesi münasebetiyle okuduklarımızın bir kısmı doğrudan İlber Ortaylı’nın bu kişilerle olan bireysel tecrübelerinden oluşuyor.
‘Defterimden Portreler’in ‘Tarihten Portreler’ başlığını alan ilk bölümü daha evvel de söylediğim gibi daha tarihî ve bilindik kişilerden oluşuyor. İlber Ortaylı bu ana hatlarıyla bilinen isimlerden bahsederken genel geçer bilgiler dışında hazmı kolay fakat daha derin bir anlayış sağlayan bilgiler de veriyor. Misal Augustus’un Roma’nın ilk imparatoru olduğu genellikle bilinir. Fakat İlber Ortaylı bu detayı vermekle beraber, Augustus’un Galatya eyaletinin başkenti olan Ancyra’yı Roma’nın Anadoludaki topraklarının ortasında bulunması ve ordular veya tüccarlar için uğrak bir nokta olması münasebetiyle önemsediği ve Frig döneminden kalan bir tapınağın üzerine Augustus Tapınağını yaptırıp bir de dünya çapında bugün halen meşhur olmasını sağlayan ‘Testamentum Ancryranum’u (Ankara Nutuğu) koydurduğu bilgisini verir. Ve bu metinde İmparator Augustus’un yönetimi süresince yaptığı icraatların hepsini yazılı olarak beyan ettiğini ekler. İlber Ortaylı kitap boyunca mercek altına aldığı ‘portre’lerle ilgili, bu tarz kıyıda köşede kalmış bilgileri gerçek bir ustalıkla kitabın akışına yedirmiş. Kitabın ilk bölümünde adı geçen şahıslar tarihe olan bireysel ilgimden mütevellit pek de yabancı olmadığım figürler olmalarına karşın, ağzımı açık bırakan detaylarla da sık sık karşılaştım. Eğer ki çok tarih okuması yapan birisi değilseniz, bu kitap vasıtasıyla çok güzel ve değerli bilgiler edineceğinizin garantisini verebilirim.
Yazıya devam etmeden bir itirafta bulunayım. Kitabın ‘Çağdaş Türkiyeden Portreler’ kısmındaki isimleri görüp, üçte birini bile tanımadığımı farkedince afallamış ve şaşırmıştım. Ve hatta haddimi aşıp, keşke daha bilindik isimleri ele alsaymış diyerek, kendi ülkemin yakın dönem entelektüel tarihiyle ilgili cehaletimi aşırı miyoplar haricindeki herkesin gözleri önüne sermiştim. Bu talihsiz olaya mukabil ‘İki düşün, bir konuş’ ve ‘Söz gümüş ise, sükût altındır’ gibi sözlerin değerini daha iyi anlamış ve özütmüş oldum.
İlber Ortaylı, kitabın bu bölümünde ele aldığı isimlerin epey bir kısmıyla bireysel olarak da tanıştığı ve onlarla ortak anıları da olduğu için, buralarda verilen bilgiler çok ama çok değerli. Misal, ‘‘son Osmanlı Şehzadesi Osman Ertuğrul Efendi’nin nüktedan bir kisiliği vardı. ‘En eski İmparatorluk Mısır 2500 yıl sürdü, sonra Roma 1200 yıl, bizimkisi 600 yıl, İngiltere 250 yıl... Süre gittikçe yarılanıyor, giderek sonuncu imparatorluğun ömrü 15 dakika olacak.’ demiştir’’ şeklinde kağıda döktüğü ifadelerle zaman zaman bahsi geçen şahıslarla olan bireysel anılarına başvuruyor o zâtları bize tanıtırken.
Bu kitabın ‘Çağdaş Türkiyeden Portreler’ kısmının benim için önemli olma sebeplerinden bir diğeri de Semavi Eyice gibi aydınların ne kadar zor koşullarda eğitim aldıklarından (Misal 1924 Amasra doğumlu Sanat Tarihçisi Semavi Eyice’nin 1943 sonbaharında Bizans sanat tarihi okumak için gittiği Berlinde bombalamalar altında, elektrikler kesik olduğu için mum ışığı altında katıldığı dersler, gibi.), yaşamlarını ya da araştırmalarını sürdürdüklerinden bahsetmesinden ileri geliyor. Ya da Kemal Kurdaş’ın ODTÜ kampüsü kurulurken verdiği emekler; Bülent Ecevit, İsmail Cem ve Attila İlhan gibi aydınlarımızın zarif kişilikleri ve insan sevgilerini anlatması...
Bir başka çarpıcı örnek ise İlber Ortaylı’nın 1965′te girdiği Mülkiyedeki üçüncü yılında dersine giren Nermin Abadan Unat ile ilgili yazdığı aşağıdaki satırlardı:
‘‘Nermin Hanım, değişikti. Kimi nerede azarlayacağını tahmin edebilirdiniz. Önyargılara ve ezbere tahammülü az olan zümredendi. Aynı özelliği sınıf arkadaşı, kadim dostu ve Mülkiye’den sonra gittiğim ODTÜ’de hocam olan Mübeccel Kıray’da da gördüm. Çakma fikir ve sözde gözlemlere tahammülleri yoktu, iyi de yapıyorlardı. Bu sayede bir nesil daha ciddi ve namuslu düşünmeye alıştı.’’
'Defterimden Portreler’de daha bir sürü değerli insan ile güzel bilgiler var keşfetmenizi bekleyen. Kitabın ilk bölümünde dünya tarihi ve bizim tarihimizde yer almış önemli figürler hakkında güzel ve değerli bilgiler veriliyor. Kitabın devamındaysa, yakın tarihimizde topraklarımızdan çıkmış, farklı alanlarda uzmanlaşmış, hem doğu, hem batı, hem de kendi kültürünü bilen ve hazmetmiş entelektüelleri tanıtıyor İlber Ortaylı. Yeni nesillerin bu entelektüelleri tanımasına ve belki de kendi rol modellerini bulmalarına yardımcı olarak gerek gençlere, gerek Türkiye aydın sınıfına, gerekse dünyada giderek yok olmaya yüz tutmuş entelektüel sınıfa, bu médiocrité (vasatlık) çağında bir umut ışığı oluyor.
Önümüzdeki hafta bir podcast tanıtımı ile tekrar karşınızda olacağım.
Bir sonraki yazıda görüşene dek, keyfiniz yerinde olsun.
Esenlikler,
tmg
1 note
·
View note
Text
“Yahya Kemal, Siyasî ve Edebî Portreler kitabında, Doktor Nazım’ı anlatırken şöyle der: Hayatın her türlü zahmetlerine tahammül edebilir, lâkin kendi kanaatlerinden başka türlü kanaatlere tahammül edemezdi. Kesin bir şekilde biliyor ve söylüyoruz ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, uzun süre, böyle bir zihniyet tarafından yönetilmiştir. Her türlü zahmete katlanılmış, fakat farklı görüşlere ve görünüşlere asla tahammül edilememiştir...”
10 notes
·
View notes
Text
Amsterdam'da Türkiye’nin Tarihî ve Kültürel Dokusu Sergilendi
Amsterdam’da Türkiye’nin Tarihî ve Kültürel Dokusu Sergilendi
Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü tarafından Türkiye’nin tarihî ve kültürel dokusunu yansıtan fotoğraflardan oluşan “Türkiye Manzaraları Sergisi”nin açılışı gerçekleştirildi. Fotoğraf Sanatçısı İzzet Keribar’ın koleksiyonunda bulunan Türkiye’deki kültür varlıkları, cami, kilise, portreler ve eski İstanbul fotoğraflarından müteşekkil 60’tan fazla eserin yer aldığı sergide, Türkiye’nin ve Türk…
View On WordPress
0 notes
Text
Amsterdam'da Türkiye’nin Tarihî ve Kültürel Dokusu Sergilendi
Amsterdam’da Türkiye’nin Tarihî ve Kültürel Dokusu Sergilendi
Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü tarafından Türkiye’nin tarihî ve kültürel dokusunu yansıtan fotoğraflardan oluşan “Türkiye Manzaraları Sergisi”nin açılışı gerçekleştirildi. Fotoğraf Sanatçısı İzzet Keribar’ın koleksiyonunda bulunan Türkiye’deki kültür varlıkları, cami, kilise, portreler ve eski İstanbul fotoğraflarından müteşekkil 60’tan fazla eserin yer aldığı sergide, Türkiye’nin ve Türk…
View On WordPress
0 notes
Text
Amsterdam'da Türkiye’nin Tarihî ve Kültürel Dokusu Sergilendi
Amsterdam’da Türkiye’nin Tarihî ve Kültürel Dokusu Sergilendi
Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü tarafından Türkiye’nin tarihî ve kültürel dokusunu yansıtan fotoğraflardan oluşan “Türkiye Manzaraları Sergisi”nin açılışı gerçekleştirildi. Fotoğraf Sanatçısı İzzet Keribar’ın koleksiyonunda bulunan Türkiye’deki kültür varlıkları, cami, kilise, portreler ve eski İstanbul fotoğraflarından müteşekkil 60’tan fazla eserin yer aldığı sergide, Türkiye’nin ve Türk…
View On WordPress
0 notes
Text
Amsterdam'da Türkiye’nin Tarihî ve Kültürel Dokusu Sergilendi
Amsterdam’da Türkiye’nin Tarihî ve Kültürel Dokusu Sergilendi
Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü tarafından Türkiye’nin tarihî ve kültürel dokusunu yansıtan fotoğraflardan oluşan “Türkiye Manzaraları Sergisi”nin açılışı gerçekleştirildi. Fotoğraf Sanatçısı İzzet Keribar’ın koleksiyonunda bulunan Türkiye’deki kültür varlıkları, cami, kilise, portreler ve eski İstanbul fotoğraflarından müteşekkil 60’tan fazla eserin yer aldığı sergide, Türkiye’nin ve Türk…
View On WordPress
0 notes
Text
Amsterdam'da Türkiye’nin Tarihî ve Kültürel Dokusu Sergilendi
Amsterdam’da Türkiye’nin Tarihî ve Kültürel Dokusu Sergilendi
Amsterdam Yunus Emre Enstitüsü tarafından Türkiye’nin tarihî ve kültürel dokusunu yansıtan fotoğraflardan oluşan “Türkiye Manzaraları Sergisi”nin açılışı gerçekleştirildi. Fotoğraf Sanatçısı İzzet Keribar’ın koleksiyonunda bulunan Türkiye’deki kültür varlıkları, cami, kilise, portreler ve eski İstanbul fotoğraflarından müteşekkil 60’tan fazla eserin yer aldığı sergide, Türkiye’nin ve Türk…
View On WordPress
0 notes
Text
54. Visions du Réel’in ardından…
VAUD- Murat Türker, İsviçre'nin Nyon kentinde düzenlenen Visions du Réel festivalinden gözlemlerini Bianet’e yazdı. Superdoğan" başlığını taşıyan serginin posterleri Visions du Réel için geldiğim Nyon sokaklarında karşıma zırt pırt çıktığında propagandaya maruz kalmış kadar oluyordum… İsviçre'nin nezih kasabası Nyon'da düzenlenen uluslararası belgesel festivali Visions du Réel, filmlerin gösterildiği muhtelif salonlar arasında malum koşuşturmayla geçti. İlkbaharın iddialı habercilerinden mor salkımların daha yeni açmış olması iklimdeki çalkalanmayı teyit ederken Leman gölünün karşı yakasında Fransa Alplerindeki kar örtüsü manzaranın ihtişamını taçlandırıyordu.Köklü festivalde belgesellerin kurmacayla flörtünün dörtnala koştuğu verilen ödüllerle de kesinleşmiş oldu. Bu arada Nyon'un sokakları ve meydanlarının stratejik noktalarına yerleştirilmiş reklam panolarında hakikatin mühim temsilcilerinden biri olarak fotoğrafın da rötuşlanmak suretiyle kurmacaya epey yaklaşabildiği ayrıca teyit ediliyor gibiydi. Duyurulmakta olan Nicolas Righetti imzalı "Superdoğan" başlıklı fotoğraf sergisi, Türkiye Cumhurbaşkanı'nın bilhassa seçim propagandalarında kullanılmış fotoğraflarından oluşuyor, öznenin gerçek görüntüsünden çok daha genç sanılabileceği, kırışıklardan mümkün olduğunca arındırılmış, adeta cilalı portreler tercih edildiği hemen dikkat çekiyordu.
Sanatçının siyasi liderin fotoğrafını çekmek gibi bir niyeti olmadığı, sadece ilgili kişiler tarafından şekillendirilmiş imajı ve kitleler üzerindeki tesiriyle alakadar olduğu kesindi. Bir fotoğrafta bazılarının yakışıklı bulduğu Hollywood yıldızı Kevin Spacey'nin havası yok muydu? Seçimler geçip gittiğinde, muhteşem propaganda malzemesi ortalığa saçılıp parçalanırken, rüzgârla savrulup yerlerde sürüklenirken ihtimamla görüntülenmiş ve bu sayede ölümsüzleştirilmiş kişiye (ve ayrıca çevreye) hürmette kusur edilmiyor muydu? Righetti'nin aynı başlıkla yayımlanmış iddialı kitabında da bu tezat zaten teferruatlı şekilde yansıtılıyordu... Festivalin ödüllerinden bazıları Visions du Réel'in öne çıkan yarışmalarından Burning Light klasmanında ödül sanal dünyada geçen bir filme verildi. İnternet dünyasındaki oyuna dalan genç sinemacılar Ekiem Barbier, Guilhem Causse ve Quentin L'helgoualc'h avatarlara dönüşerek 963 saatlerini orada geçirmişler; bu sayede tüm oynayanlar gibi korkularını, hayallerini dışa vurmuş oldular. Bir hayatta kalma macerasının içinde şiddetle karşılaştılar, sanal olsa da seyircinin bu alandaki tahammül sınırlarını zorladılar, aynı zamanda siyasi manada duruşlarını dışa vurmayı da ihmal etmediler. Nispeten eski sayılabilecek oyunda tabiatın ve insanın canladırılma estetiği de esas hallerine göre rahatsız edici boyutlarda olsa bile "Knit's Island" adlı film FIPRESCI'nin de ödül vermeye layık gördüğü belgesel oldu. Belgesel ile kurmaca arasındaki çizginin belirsizleştiğine dair garip bir hisse kapıldığımız bir diğer film "This Woman" oldu. Festivalde muhtelif ödüllerle başarısı taçlandırılan Alan Zhang imzalı filmde allak bullak olmuş Çin coğrafyasında bir kadının yolunda emin adımlarla ilerleyişine şahit olurken oryantalist bir bakış açısıyla, cinselliğini kameradan çekinmeden yaşaması, bilhassa muhafazakâr bir toplumun temsilcisi olduğu düşünüldüğünde çarpıcıydı. Para ve emlakla rahatlıkla baş eden kahramanın erkeklerle münasebetlerinde sık sık hayal kırıklığına uğraması, duygularını samimiyetle dışa vurması ve bilhassa hayat enerjisi seyirciyi büyüledi; salonda alkışlar hararetliydi. Yönetmen Zhang'ın oyuncaklı senaryosu sayesinde "This Woman"ı izlemek gayet eğlenceli bir tecrübeye dönüştü, film kendine has numaralarla geleneksel belgesel çizgisinin ötesine geçti. Nyon'da seyirci ödülü klasmanında yarışanlar arasında "Pianoforte" festivalin kazananı oldu. Piyano çalma hususunda istikbalin yıldızları sayılan genç yetenekler Polonya'nın prestijli Uluslararası Chopin Piyano Yarışmasında yer alırken enerjileri perdeden taşıyor, onlara yön veren öğretmenlerinin bilgeliği bilhassa o yaşlarda ihtiyaç duyulabileceklere birebir karşılık veriyor. Batı medeniyetinin "cici" ve "nezih" dünyasından aslında çok bildik bir mevzuyu zarafetle işlemeyi başaran yönetmen Jakub Piątek muhteşem bir montajla filme gayet müzikal bir ritm kazandırıyor, kahramanlarının hayatında çok mühim manası olan anları yakalarken bir klasik müzik ziyafetine de seyirciyi cömertçe dahil etmiş oluyor. Coğrafya büyüler! Seyrettiklerimin arasında, festivalde geleneksel belgesel sinema sanatı açısından açık ara favorim "El Eco" adlı kırsal coğrafya güzellemesiydi. Berlinale'den ödüllü, Tatiana Huezo imzalı eser, yalnız fotoğraf direktörlüğüyle seyirciyi büyülemekle kalmadı, kırsal kesimde yaşamanın sihirli yanları kadar değişmekte olan bir toplumun acılarına da dahil etti. Meksika'nın ücra köşelerinin birinde hayvancılıkla uğraşan, geniş ailelerden müteşekkil El Eco köylüleri arasında en çok çocuklar ve ergenlikle beraber isyan duyguları tetiklenmiş gençler, gayet şefkatli kameranın zarif hedefi haline geliyor. Huezo bizi sanki asla terk etmek istemediğimiz bir masal dünyasına götürüyor ve tüm zorluklarına rağmen doğayla uyumlu ve iç içe yaşamanın lüksünü layıkıyla hatırlatıyor. Büyüleyici bir diğer coğrafyada, çölde geçen "Borj el Mechkouk" adlı kısa ve mütevazı film bizi Fas'ın Errachidia bölgesine taşıyor. Çok yönlü sanatçı Driss Aroussi'nin yönetmenliğini kotardığı şirin belgeselin iki kahramanı var: Biri çölde su arama görevi edinmiş bir adam, diğeri onun küçük arabasını çeken tatlı bir merkep. Tarım için sonuna kadar sömürülmüş yer altı su kaynakları iklim değişikliğiyle iyice kuruduğundan kahramanlarımızın işi çok zor. Çöl manzaralarının muhteşem fonunda ritmimizi düşürerek fabl benzeri bir anlatıma dahil olurken "medeniyet"ten uzak olmanın konforuna kavuşuyoruz. Yönetmen genel manada pesimist bir neticeye ulaşsa da kültürel referanslardan mahrum bırakmadığı belgeseliyle seyirciyi mutlaka tatmin ediyor. Afrika coğrafyasında ise Uganda'ya gayet hızlı bir pike yapıp çekirgelerle empati kurmaya çalışıyoruz. Genelde tarım alanlarını talan etmeleriyle tanınan bu ilginç yaratıklar "Grasshoper Republic" adlı belgeselde insanın kurbanı olup geceleri çok güçlü ışık kaynaklarıyla hazırlanan tuzaklara kanıyor ve milyonlarcası ölüme kendilerini balıklama atmış oluyorlar. Boyut olarak bana okyanuslardaki sardalya avlarını hatırlatan vahşi dinamik, böceklerin insanları besleme kapasitesinin geniş çapta anlaşılmasıyla yakında onların da yok olma tehdidiyle karşı karşıya olduklarını hissettiriyor. Her ne kadar yüksek bütçeli ve ticari belgesel şablonuna takılı kalsa da Daniel McCabe'nin birbirinden enteresan detayı genel dokuya işleyerek ortaya çıkardığı cilalı sonuç, gezegendeki can pazarlarından birini afişe etme misyonunu layıkıyla yerine getirmiş oluyor. Kuir gençlik dağıtırken...
Çin'in 20 milyonu aşan nüfusuyla en kalabalık dördüncü şehri Çengdu'da kuir gençliğin sevdiği bar Funky Town yakında kapanacaktır. Yeni bir metro istasyonunun inşası için yok edilecek barın etrafındaki inşaat gürültüsü tüm mıntıkayı çoktan cehenneme çevirmiş vaziyettedir. Fakat alkol ve muhtelif maddelerle çılgınlıklarını sürdürmeye endeksli gençler için ölümüne yaşadıkları dinamikler silsilesinin yanında gürültünün pek bir önemi kalmamış gibidir. "The Last Year of Darkness" adlı belgeselde yönetmen Ben Mullinkosson kahramanlarıyla mutlaka empati kurduğunu hissettirirken bizi eğlencelere, partilere, muhtelif drag gösterilerine dahil ediyor; kahramanlarının aynı zamanda hassas ve kırılgan evrenini hoyratça teşhir etmekten de geri durmuyor. Ne de olsa istikbalden pek ümitli olmayan, intihara meyilli bir jenerasyondan bahsediyoruz; Çin gibi tutucu bir toplumda Batı klişeleriyle bezeli hür bir hayat sürdürmek sevdası ortaya adeta kayıp bir jenerasyon çıkarmış, genç sinemacı Mullinkosson da bunu karabasan gibi belgeseliyle gün yüzüne çıkarmış, daha ne! Festivalin ödülleri hakkında teferruatlı malumata buradan ulaşabilirsiniz. Kaynak: Bianet Read the full article
0 notes
Text
ELLİPSİS 13 - Bir Sevin Okyay Yazısı
'Ara Sıra ve Daima' isimli yeni bir Sevin Okyay kitabı çıktı. Sevin'in şerbet gibi kaleminden yakınları, sevdiği ve etkilendiği isimler üzerine portreler. Bir portre de ben yazacağım müsaadenizle.
"Boşuz dediysek o kadar da boşuz demedik!" Bu cümle Sevin'le ilişkimde kerteriz noktası gibi. Arkadaşlığımızın ilk aylarında radyoya davet etti beni. Gazete koridorlarında, yemekhanede yaptığımız sohbetler kesmez olmuştu. "Şu saatte işim bitiyor, sonra boşum, gel al beni" dedi. Bir cumartesi sabahı çoktandır derin bir muhabbet beslediğim Sevin Okyay'la buluşacak ve baş başa vakit geçirecek olmanın heyecanıyla yollara döküldüm. Neden sonra öğleüzeri genç yaşta kaybettiğimiz Yaşar Gaga'yla da sözü olduğunu ve bana ancak 45 dakika ayırabileceğini öğrenip dersimi almış oldum. - E boşum demiştin? - Boşuz dediysek o kadar da boşuz demedik!
Sevin Okyay'ı boş yakalamak zordur. Ben de özel ilişkilerimde pek ısrarcı bir insan olamadım. Çoğu kez vaziyeti en baştan kabullenmeyi seçtim. Hâl böyle olunca çeyrek asıra dayanan arkadaşlığımız daha çok tesadüflerin, karşılaşmaların gölgesinde gerçekleşti. Her defasında bıraktığımız yerden devam etsek ve gönülde bir olsak da görüşmeyi alışkanlığa dönüştüremedik. Onunla daha çok vakit geçirememiş, daha uzun sohbetler yapamamış olmak, arkadaşlığını daha çok yaşayamamış olmak içimde ukdedir. Yine de varlığı bana her daim moral olmuştur. İhtiyacım olduğunda arayabileceğimi ve onun da elinden gelen yardımı yapacağını bilmek bile yeter.
Sevin Okyay tüm sinema yazarları içinde arkadaşlık kurduğum ilk insan. Uzaktan tanıyıp bayıldığınız biriyle arkadaşlık kurmak kaderin cilvesi olarak görülebilir. Halbuki asıl keramet hayreti mucip bir hızda kaynaşıp ilk görüşte kırk yıllık dost gibi sohbet edebildiğiniz cana yakın bir kişilik olmasında. Sevin Okyay’ın kendisinde yani. Ben daha mühendislik öğrencisiyken kendimi bir anda Milliyet Dergi Grubu’nda bulduğumda Sevin de hemen alt katta birkaç ay sonra bayilerdeki yerini alacak Radikal gazetesi için ter döküyordu. Duygu Asena yönetiminde çıkan ve kısa bir süre öncesine kadar okuru olduğum Negatif dergisinde kadrolu bir yazar olarak sinema, müzik ve hayata dair çokbilmiş yazılar yazıyor, mesleğe gayriihtiyari atılmış ve henüz hiçbir şeyin farkında olmayan her çömez gibi ben de birilerinin dikkatini çekmeye çalışıyordum. Dikkatini çekebildiğim ilk birkaç kişiden biri Sevin olmuştu. Dünyalar da benim... Masama kadar gelip bir yazımla ilgili övgü dolu sözler söyledi ve bir konuda yardım istedi. Onun cesaretlendirici, ilham verici sözleri, benim küçük ve önemsiz yardımlarım derken aramızda çok güzel bir arkadaşlık filizlendi. Ona ilk andan itibaren ve aramızdaki yaş farkına rağmen yalnızca adıyla hitap edebilmek, mühendislikten kaçıp kendime yeni bir hayat seçmekle ne kadar doğru bir tercih yaptığımın adeta nişanesiydi.
O beni çoğu kez bir kardeş gibi gördü, öyle muamele etti. Bildiklerini, sahip olduklarını, yüreğini hiçbir zaman esirgemedi. Birlikte yolculuklar ettik, şehirler gezdik, sofralara oturduk, konserler, filmler, festivaller izledik. Çok istedikse de bir arada yapacağımız bir iki projenin kıyısından döndük, gerçekleştiremedik. Ama ufak tefek teşrikimesailer, iş bölümleri, paslaşmalar hiç eksik olmadı tabii. Gözlüğü ne zaman kırılsa tamir etmem için bana getirmesi, benim ona yol arkadaşlığı yapmak için uçak biletimi yakıp otobüsle seyahat etmem, onun Fenerbahçe'nin MTK Budapeşte'ye elendiği kahır dolu maçı benim hatırım için küfür kıyamet bir kahvede izlemesi, birlikte bütün bir öğleden sonrayı oyuncakçılarda geçirip koleksiyonuna yeni hayvanlar aramamız, SİYAD ödüllerine etki eden lobi çalışmalarımız, TRT'de yayınlanan haftalık sinema programlarının bayrağını bana devretmesi, Gezici Festival'de Tuncel Abi, Bursalı çingeneler ve Altın Palmiyeli Émilie Dequenne'le yaptığımız (bendenizin beatbox icra ettiği) jam session'ı dakikalarca alkışlayıp Radikal'deki köşesine taşıması, MUBI'nin Türkiye direktörlüğünü yaptığım dönemde JUNUN galasında sunumu birlikte yapmamız, Kutlukhan Kutlu hayranlığımız, Blade Runner tutkumuz, uzunca bir ortaklıktan ilk aklıma gelenler.
Sevin Okyay tanıdığım en iyi insanlardan biri. Bütün varlığıyla bu dünyaya iyilik ve güzellik saçmaya gelmiş sanki. Televizyona, radyoya yaptığı binlerce saat program, günlük gazetelere, haftalık-aylık dergilere yazdığı yüzlerce-binlerce yazı zaman içinde uçup gidecek belki ama insanın içini ısıtan kitapları ve güzelim çevirileri adını yaşatacak. Daha da önemlisi kültürün lüks sayıldığı, sanatın hor görüldüğü, gün günden çölleşen bu çoğrafyada saçını süpürge edercesine bir emekle bıkıp usanmadan bizlere de bulaştırdığı merakı ve sevgisi. Kalbimize üflediği yaşam tutkusu. Zihnimizin kıvrımlarında yarattığı coşku. Pek çoğumuzda paha biçilmez izler bıraktığı kesin. Son olarak 'Ara Sıra ve Daima'yı okuduğumda hissettiğim kıskançlıktan da bahsetmem lazım. Sevin'i kitaba aldığı arkadaşlarından, arkadaşlarını da Sevin'den ölesiye kıskandım. Birbirinden değerli entelektüellerin arasında geçen zengin bir ömür, fikir ve düşünce odaklı dostluklar, artık esamesi okunmayan derin arkadaşlık bağları. Kendisi de benim kitabımda böyle bir sima. Tanıdığım için kendimi şanslı sayıyorum. Başımızdan eksik olmasın.
Cem Altınsaray
(Se7en Mecmua 03 / Şubat 2019)
0 notes
Text
NAZIM HİKMET RAN HAYATI
Takma adı 'Güzel Yüz Şair' veya 'Mavi Gözlü Dev'. Yasaklı yıllarında Orhan Selim adını kullandı. Hatta Orhan Ürür Kervan Yürür kitabı bile Orhan Selim tarafından yayınlandı.
Türkiye'de serbest âyetin ilk uygulayıcıları ve çağdaş Türk şiirinde önemli şahsiyetlerdir. Uluslararası bir üne kavuştu ve 20. yüzyılın ilk yarısında yaşayan dünyanın en büyük şairleri arasında yer aldı. Eserleri birçok dile çevrildi. Mezarı hala Moskova'da. Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi toplam 11 davadan ayrı olarak yargılanıyor.
Eserleri birçok ödül aldı. hayatlarının bir kısmını Türkiye'de hapishanede geçirdikten sonra Moskova'ya gitti ve Türk vatandaşlığından çıkarıldı.
Nazım Hikmet 1938'de hapse girdi ve şiirleri yasaklandı. Ancak Türkiye'de ölümünden iki yıl sonra 1965'te şiirin önemini yeniden kazanmıştır.
Stil ve Başarılar;
İlk şiirlerini hece ölçüsünde yazmaya başlamasına rağmen, içerik bakımından diğer hecelerden çok uzaktı. Şiirsel gelişimi arttıkça, hece için uzlaşmaya ve şiiri için yeni formlar aramaya başladı. Bu arama, Sovyetler Birliği'nin ilk yılları olan 1922-1925 arasında zirve yaptı. O dönemin birçok şairinden farklıydı.
Hece ölçüsünden ayrı olarak, Türkçenin vokal özellikleriyle uyum sağlayan özgür ölçüyü benimsedi. Mayakovsky ve fütürist yanlısı genç Sovyet şairlerinden ilham aldı. Şiirlerinin çoğu Fuat Saka, Volkan Konak, Grup Yorum, Ezginin Günlog ve Zülfü Livaneli gibi sanatçılar tarafından bestelendi. Ünal Büyükgönenç tarafından benzersiz bir şekilde yorumlanan küçük bir bölüm, 1979'da 'İyi Günleri Göreceğiz' adı altında bir kaset olarak çıktı. Şiirlerinden bazıları Yunan besteci Manos Loïzos tarafından bestelendi. Ayrıca şiirlerinden bazıları Yeni Türkü, Selim Atakan ve Cem Karaca (Çok Yorgun) mensupları tarafından bestelendi. Ayrıca Fuat Saka'nın biri Nazım Hikmet şiirinden biri Demir Demirgöl olmak üzere iki şarkı içeren bir albümü var.
Aile;
Babası Matbaacılık ve Umum Müdürü ve Hamburg'da konsolosluk yapan Hikmet Bey, annesi Ayşe Celile Hanım'dır. Annesi Celile Hanım, piyano çalan, ressam olarak adlandırılabilecek kadar iyi resim yapan ve Fransızca bilen bir kadın. Celile Hanım, aynı zamanda dilbilimci ve eğitimci olan Hasan Enver Paşa'nın kızıdır. Hasan Enver Paşa, 1848 ayaklanmaları sırasında Polonya'dan Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden ve Osmanlı vatandaşı olan Konstantin Borzecki'nin (Lehçe: Konstanty Borzę cki, d. 1826 - d. 1876) oğludur. Mustafa Celaleddin Paşa, Osmanlı Ordusunda subay olarak görev yaptı ve Türk tarihi üzerine önemli bir eser olan 'Les Turcs anciens et modernes' (Eski ve yeni Türkler) kitabını yazdı. Celile Hanım'ın annesi Alman doğumlu Osmanlı generali Mehmet Ali Paşa'nın (Karl Detroit) kızı Leyla Hanım'dır. Celile Hanım'ın karısı Münevver Hanım, şair Oktay Rıfat'ın annesidir.
Babası Hikmet Bey, Selanik'te Dışişleri Bakanlığı'nda (Dışişleri Bakanlığı) memurdur. Diyarbakır, Halep, Konya ve Sivas valileri olarak görev yapan Nazım Paşa'nın oğludur. Mevlevi mezhebi olan Nazım Paşa da özgürlükçü. Selanik'in oğlunun oğludur. Halep'te Nazım'ın büyükbabasına giderler, Hikmet Bey görevini Nazım'ın çocukluğunda bırakır ve ailedir. Orada yeni bir iş ve hayat kurmaya çalışıyorlar. Başarısız olduklarında İstanbul'a gelirler. Hikmet Bey İstanbul'da iflas eder ve memuriyet hayatına döner. Fransızca bildikçe, yine Hariciye'ye atandı.
Hayat;
Selanik'te doğdu. Başlangıçta 20 Kasım 1901'de, 15 Ocak 1902'de kayıt edildi, doğum tarihi aile tarafından yıllarca kaydedilmedi.
İlk şiiri 'Feryad-ı Vatan'ı 1913'te yazdı. Aynı yıl Galatasaray Sultanisi'nde ortaokula başladı. 1917 yılında Heybeliada Deniz Okulu'na girdi. Ardından Kurtuluş Savaşı nedeniyle Anadolu'ya gitti; ama sağlık sorunları nedeniyle donanmayı terk etmek zorunda. Bu arada Hamidiye Kruvazöründe güverte subayıdır.
Bolu'ya öğretmen olarak atandı. Daha sonra Batum üzerinde Moskova'ya doğru Doğu İşçileri Komünist Üniversitesi'nde siyaset bilimleri ve ekonomi okudu. 1921'de gittiği Moskova'da, devrimin ilk yıllarına tanık oldu ve komünizmle tanıştı. 1924 yılında, ilk şiir kitabı "28 Kanunisani" Moskova'da sahnelendi. Aynı yıl Türkiye Bright Magazine'e döndü, Sovyetler Birliği tarafından tekrar beş yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1928`deki af yasasından yararlanır ve Türkiye'ye geri döner. Varsayılan Picture Month dergisinde çalışmaya başlar. 1938'de yirmi sekiz yıl hapse mahk wasm edildi. Mahmut Celaleddin Paşa (Konstantin Borzęcki) de 12 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu aracılığıyla yapılıyor çünkü Türkiye vatandaşlığından çıkarıldıktan sonra o ülkeye yapılıyor, büyük büyükbaba Mahmut Celaleddin Paşa (Konstantin Borzęcki) Borzęcki soyadını alıyor. 3 Haziran 1963 itibariyle Nazım Hikmet kalp krizinden sonra öldü. 5 Ocak 2009 tarihli bakanlar, vatandaşlık Konseyi tarafından Türkiye'ye iade edildi.
İşler
Ölümünden önce yayınlandı Dağların Havası (Osmanlı, 1925) Güneş İçenlerin Şarkısı (1928) 835 Satırlar (1929) Jokond ve Si-Ya-U (1929) Varan 3 (1930) 1 + 1 = 1 (1930) Sesini Kaybeden Şehir (1931) Gece Gelen Telgrafı (1932) Benerci Neden Kendini Öldürdü? (1932) Ölülerin Evi veya Ölenlerin Evi (1932) Kafatası (1932) Orman Cücelerinin Macerası (1932) Unutulan Adam (1934) Portreler (1935) Taranta Babu'ya Mektuplar (1935) Simavne Son Destanı, Şeyh Bedreddin (1936) It Ürür Kervan Yürür (1936, Orhan Selim olarak) Ulusal Gurur (1936) Sovyet Demokrasisi (1936) Alman Faşizmi ve Irkçılık (1936) Kurtuluş Savaşı Destanı (1937) Yeşil Elma (1938) La Fontaine'den Peri Masalları (1949)
Ölümünden sonra yayınlandı Saat Şiirleri 21-22 (1965) Sucker (1965) Ferhad ve Şirin (1965) İnek (1965) Istasyon (1965) Kan Konuşmuyor (1965) 1941'de (1965) Yolcu (1965) Yaşam Hakkı (1966) Dört Cezaevinden (1966) Bu Bir Rüya (1966) Ocak başı (1966) Rubailer (1966) Sabah (1966) Yaşamak İyi Bir Şeydir, Kardeş (1966) Memleketimden İnsan Manzaraları (1966-1967) Tanrı Konfor Versin (1967) Evler Yıkıldığında (1967) İnsanlık Ölmedi (1967) Yusuf ve Menofis (1967) Hapisten Memet Fuat'a mektuplar (1967) Mapushane'den Kemal Tahir'e Mektuplar (1968) Kuvâyi Milliye (1968) Sevgi Dolu Bulut (1968) Yeni Şiirler 1951-1959 (1969) Son Şiirleri 1959-1961 (1969) Bursa Cezaevinden Vâ'Nû'lara Mektuplar (1970) İlk Şiirleri 1913-1927 (1971) Demokles'in Kılıcı (1974) Faşizm Sınıfları ve Emperyalizm (1975) Nâzım ve Piraye (1975) Parlaklık Yazarı Parlaklık Şair (1976) Makaleler (1976) Ivan Ivanovich Orada mıydı, değil miydi? (1985) Çeviri Hikayeleri (1987) Her Şeye Rağmen (1990) Kadın İsyanı (1990) Kör Sultan (1990) Tartışma-59 (1990) Sahte Şahit (1990) Hikayeler (1991) Konuşmalar (1991) Peri Masalları (1991) Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil (1991) Bursa Kalesi'nde Yatar (1991) Makaleler 1924-1934 (1991) Makaleler 1935 (1991) Makaleler 1936 (1991) Makaleler 1937-1962 (1991) Piraye'ye Mektuplar 1 (1998) Piraye 2'ye Mektuplar (1998) Sanat ve Edebiyat Üzerine (1998) Nâzım Hikmet Şarkıları (2001) Nâzım Hikmet Radyomuzda (2002) Tüm Şiirleri (2007) Vaktim Olduğunda, Gülüm (şiir seç, 2008) Diğer Defterler (2008) Çankırı'dan Piraye'ye Mektuplar (2010) Büyük İnsanlık (kendi sesinden şiirler, 2011)
Senaryo: Mümtaz Osman adına: Karım beni aldatırsa Kötü yol Kelime bir Tanrı bir Cici Berber Milyon Avcı Aysel Bataklı Damın Kızı Leblebici Horhor Ağa kıskanç
Ercüment Er adıyla: Kızılırmak Karakoyun
Yönetmen: Düğün Gecesi-Kanlı Nigar (kısa film) İstanbul Senfonisi (kısa film) Bursa Senfonisi (kısa film) Cici Berber (Muhsin Ertuğrul ile birlikte)
0 notes
Text
ARA GÜLER MERHABA İZMİR! ARKAS SANAT MERKEZİ’NDE
“İnsanlar bakarak, görerek, yaşayarak bir şeyler öğreniyor değil mi? Ben de baktım, gördüm, yaşadım, öğrendim işte. Bir de çektim… Haydi Merhaba!“ Ara Güler Arkas Sanat Merkezi’nde Ara Güler Arşiv ve Araştırma Merkezi (AGAVAM) tarafından Ara Güler Müzesi iş birliğinde düzenlenen, Ara Güler Merhaba İzmir! sergisi 22 Şubat’ta kapılarını açıyor. Ara Güler’in daha önce sergilenmemiş İzmir ve civarına ait fotoğraflarının yer aldığı sergi, sanatçının ikonik İstanbul fotoğrafları ile Türkiye ve dünyadan kültür sanat dünyasının önemli isimlerine ait portreleri ile 700’den fazla eseri görme fırsatı sunuyor. Ayrıca kişisel arşivinden kameraları ve eşyaları da sergilenen eserler arasında... Büyük usta Ara Güler, hayatında özel bir anlama sahip olan “Merhaba” ile bu kez İzmir’i selamlıyor. Yaratıcı fotoğrafçılığın uluslararası alanda ün kazanmış en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Ara Güler, Arkas Holding’in sosyal sorumluluk değerlerinden Arkas Sanat Merkezi ile Doğuş Grubu’nun kültür sanat alanındaki önemli sosyal sorumluluk projelerinin başında gelen Ara Güler Arşiv ve Araştırma Merkezi (AGAVAM) ve Ara Güler Müzesi işbirliğinde Arkas Sanat Merkezi’nde 22 Şubat- 26 Temmuz tarihlerinde ziyaretçileri ağırlayacak. Direktörlüğünü Arkas Sanat Merkezi Direktörü Müjde Unustası ve Doğuş Grubu Sanat Danışmanı Çağla Saraç’ın üstlendiği Ara Güler Merhaba İzmir! sergisinde, ilk kez gün yüzüne çıkan İzmir fotoğrafları, Ara Güler’in gençlik yıllarında yaptığı edebi çalışmalar, doğup büyüdüğü ve yaşamı boyunca belgelediği İstanbul’a ait fotoğraflar ile ulusal ve uluslararası kültür-sanat dünyasından önemli isimlerin portreleri olmak üzere 711 eser yer alıyor. Bu fotoğraflara, Ara Güler’in dünya kamuoyuna tanıttığı Afrodisyas Antik kenti, Nemrut ve Nuh’un Gemisi ile ilgili fotoğrafları eşlik ediyor. İzmir Fotoğrafları İlk Kez Gün Yüzüne Çıkıyor...Kendine Has Deyişiyle “Merhaba İzmir”... Ara Güler’in gözünden 1950/60/70/80’li yıllara ait bugüne kadar sergilenmemiş İzmir fotoğraflarının yer aldığı sergide, Efes başta olmak üzere İzmir Agora’sı, Bergama, Allianoi gibi antik kentlerin yıllar içerisindeki değişimini gösteren orijinal siyah beyaz karanlık oda fotoğraflar da ilk kez gün yüzüne çıkıyor. “Sevgisiz insan, insansız da fotoğraf olmaz” diyerek, insanı hep fotoğraflarının odağına oturtmuş Ara Güler’in kadrajından Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Oğuz Atay gibi Türk Edebiyatı’nın önde gelen isimlerine ait 100 adet portre yer alıyor. Bunların yanı sıra, Yeryüzünde Yedi İz serisinden Bertrand Russel, Tennessee Williams, louis Aragon, William Saroyan, Marc Chagall, Salvador Dali ve Pablo Picasso’nun Ara Güler tarafından çekilmiş portreleri de sergileniyor. Sergi kapsamında yer alan Ara Güler’in kariyeri boyunca kullandığı kameraları, basın kartları, kaşe ve ıstampaları, kontakt baskıları, kendi hazırladıgı kitap maketleri; Güler’in çalısma metodlarını ve fotoğrafçı yönünü ortaya koyarak hayatının çesitli dönemlerini takip etme şansı sunuyor. Ara Güler’in 1975 yılında Yavuz zırhlısının sökülmesini konu alan ‘Kahraman’ın Sonu’ isimli 17 dakikalık belgeseli ve belgeseli çektiği kamerası da sergide görülüyor. Ara Güler’i kendi sesinden ve dostlarından dinlemek, arşivinde yapılan çalışmaları görmek isteyenler için de yapımcılığını NTV’nin üstlendiği ‘Islık Çalan Adam Belgeseli’ de sergide yerini alıyor. Serginin 21 Şubat Cuma günü Arkas Sanat Merkezi’nde gerçekleştirilen açılışında Arkas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Lucien Arkas “Arkas Sanat Merkezi’nde 9. yılda 21. sergimizi açıyoruz. Dünyanın önemli müzeleri ve kurumlar ile işbirlikleri yapıyoruz. Bu sergimiz Doğuş Grubu, Ara Güler Arşiv ve Araştırma Merkezi (AGAVAM) ve Ara Güler Müzesi işbirliğiyle düzenliyoruz. Benim çok sevdiğim, şahsen tanıma fırsatım olan ve sanatına hayran olduğum rahmetli Ara Güler’in eserlerini İzmir’le buluşturuyoruz. Fotoğraflar kent hafızalarıdır, bir şehrin gelişimini, değişimini gerçek manada gözler önüne sermek, net bir şekilde görmek ve geleceğe taşımak için önemli belgelerdir. Ara Güler’in de söylediği gibi bellektir, yarınlara belgedir. Bu sergi ile özellikle İzmir’in değişimini de göreceğiz. Türkiye’de yetişen böyle önemli bir değerin sergisini Arkas Sanat Merkezi’nde yapmaktan dolayı mutluyuz” dedi. Doğuş Grubu Yönetim Kurulu Başkan Vekili Hüsnü Akhan ise “Doğuş Grubu olarak, kültür ve sanatın farklı dallarını desteklemek ve geliştirmek, bizim için en az ticari faaliyetlerimiz kadar önemli. Diğer alanlarda olduğu gibi kültür-sanat alanında da sürdürülebilir projeler üretmeye daima özen gösterdik ve gösteriyoruz. Ara Güler Arşiv ve Araştırma Merkezi ile Ara Güler Müzesi projelerini de aynı felsefeyle hayata geçirdik. 2019 yılı boyunca gerek ülkemizde gerekse yurt dışında önemli şehirlerde Ara Güler sergileri gerçekleştirdik. Büyük ustanın fotoğraf mirasını en iyi şekilde korumak ve geniş kitlelerle buluşturmak amacıyla titizlikle çalışıyoruz. Bu yıl özellikle ülkemizin farklı şehirlerinde Ara Güler sergilerini daha çok sanat severle buluşturma hedefimiz var. Bu kapsamda da İzmirli sanat severlerle Arkas Sanat Merkezi ev sahipliğinde bir araya gelmek bizi son derece mutlu ediyor. Tüm içeriği ve tasarımı Ara Güler Arşiv ve Araştırma Merkezi tarafından yapılan bu sergide Ara Güler’in kadrajından bugüne kadar sergilenmemiş İzmir fotoğrafları ile Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Oğuz Atay gibi Türk Edebiyatı’nın önde gelen isimlerine ait portreler yer alıyor. Ara Güler Arşiv ve Araştırma Merkezi’nde koruma altında tutulan Ara Güler koleksiyonlarından efemeralar, büyük ustanın kullandığı kişisel kameraları, maket kitapları ve hayatından önemli kesitlerin bulunduğu aile albümünden fotoğrafların yer aldığı sergiyi umarım tüm sanat severler keyifle gezecek” dedi. Sergi süresince Arkas Sanat Merkezi’nde İzmir Büyükşehir Belediyesi UNESCO Edebiyat Ofisi ve 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü iş birliğiyle Ara Güler’in fotoğrafçılığı, fotoğraf sanatı ve eserleri üzerine söyleşiler ve çocuk etkinlikleri de gerçekleştirilecek. Arkas Sanat Merkezi; pazartesi hariç, salı-pazar 10.00 - 18.00, perşembe günleri ise 10.00-20.00 saatleri arasında ücretsiz olarak ziyaret edilebiliyor. Ara Güler Türkiye’de yaratıcı fotoğrafçılığın uluslararası alanda ün kazanmış en önemli temsilcisi olan Ara Güler, İstanbul’da doğdu. Gençlik yıllarında sinema ve tiyatro ile ilgilendi, gazete ve dergilerde öyküleri yayımlandı. Gazetecilik yaşamına 1950’de Yeni İstanbul gazetesinde başlayıp, 1956’da Time, Life, 1958’de Paris Match ve Stern dergilerinin Yakındoğu foto muhabirliğini üstlendi. Magnum Photos fotoğraflarının uluslararası dağıtımına başladı. Aynı yıllarda yaptığı Nuh’un Gemisi ve Nemrut Dağı röportajları, ardından Aphrodisias fotoğrafları, bu bölgelerin yeniden keşfedilmesini ve dünyaca tanınmasını sağladı. 1961’de British Journal of Photography Year Book, onu dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. Aynı yıl Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği’ne (ASMP) kabul edildi ve bu kuruluşun Türkiye’den tek üyesi oldu. 1962’de Almanya’da Master of Leica unvanını kazandı, ünlü Camera dergisi onunla ilgili özel sayı hazırladı. Fotoğrafları Time Life, Horizon, Newsweek ve Skira Yayınevi tarafından yayınlarında kullanıldı. Türkiye’de ve yurt dışında pek çok ödül kazanan Güler, dünyanın dört bir yanında yüzlerce sergi açtı ve onlarca kitabı yayımlandı. Bertrand Russell’dan Winston Churchill’e, Arnold Toynbee’den Picasso’ya, Salvador Dali’ye kadar birçok ünlü kişinin fotoğrafını çekti, onlarla röportajlar yaptı. Arkas Sanat Merkezi Arkas Sanat Merkezi, Arkas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Lucien Arkas’ın kişişel ilgisi ve profesyonel yaklaşımı ile oluşan Arkas Koleksiyonu’nu sanatseverler ile paylaşmak isteği doğrultusunda kuruldu. İzmir’de döneminin en güzel yapılarından biri olarak 1875 yılından beri hizmet veren Fransız Fahri Konsolosluk binasının denize bakan bölümü, Fransız Hükümeti tarafından 20 yıllığına, kültür ve sanat amaçlı kullanım için Arkas Holding’e tahsis edildi. Bir yıl süren restorasyon çalışmalarının ardından bina Kasım 2011’de Arkas Sanat Merkezi adıyla açıldı. Çağdaş donanımlı bir sanat merkezine dönüştürülen iki katlı tarihi binada, 9 adet sergi odası ve 1 atölye bulunuyor. Arkas Sanat Merkezi, İzmir’e kazandırılmış tarihi bir bina olmasının yanında, birçok uluslararası ressamın eserlerinin sergilendiği ilk sanat merkezi olma özelliği de taşıyor. Şimdiye kadar 21 sergiye ev sahipliği yapan Arkas Sanat Merkezi, Louvre Müzesi, British Museum, Amsterdam Rijksmuseum, Bibliothèque nationale de France gibi dünyanın en önemli müze ve kurumlarından özel izinlerle ve ilk defa getirilen eserler nedeniyle hem İzmir hem Türkiye adına bir prestiji temsil ediyor. Son olarak Picasso: Gözteri Sanatı Sergisi’ne ev sahipliği yapan kurum, üç buçuk ayda 160 binin üzerinde ziyaretçi ağırlayarak İzmir rekoru kırdı. Ara Güler Arşiv ve Araştırma Merkezi (AGAVAM) 2016 yılında Ara Güler ve Doğuş Grubu arasında gerçekleşen anlaşma ile hayata geçen Ara Güler Doğuş Sanat ve Müzecilik A.Ş. çatısı altında yer alan AGAVAM, Türkiye’nin en önemli fotoğraf arşivlerinden biri olan Ara Güler arşivinin bütün olarak korunması ve gelecek nesillere aktarılmasını sağlamak üzere çalışıyor. Geçtiğimiz yıl Ara Güler’in 90’ıncı doğum gününde İstanbul Yapı Kredi bomontiada’da açılan Ara Güler Müzesi ise, duayen fotoğraf sanatçısının eserlerinin daha geniş kitlelere ulaşması için çalışmalar gerçekleştiriyor. Profesyonel düzeyde yönetilen ve kâr amacı gütmeyen iki sanat kurumu, birbirini operasyonel ve içerik anlamında da besleyecek şekilde faaliyet gösteriyor. Doğuş Grubu Sanat Danışmanı Çağla Saraç liderliğinde çalışmalarını sürdüren arşiv ekibi, Ara Güler’in yüzbinlerce eserinin tasnif, envanter, koruma, sayısallaştırma ve indeksleme işlemlerini yürütüyor. Arşiv koleksiyonlarının önümüzdeki dönemde bir portal üzerinden fotoğraf meraklıları ve araştırmacılara açık hale getirilmesi hedefleniyor. Read the full article
0 notes