Tumgik
#Meşrutiyet
fkmedyablog · 1 year
Text
Edebiyat Köşesi-Tanzimat Edebiyatı
Tanzimat Fermanı, Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılda Batı ile rekabet edebilecek yetenekli bir memleket olarak silkinip modernleşme hareketine başlamasına yol açmıştır. Bu hareketin bir parçası olarak Tanzimat Edebiyatı, yeni bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Tanzimat Edebiyatı, Batı edebiyatını temel alarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda çağdaş edebiyatın gelişmesinde önemli bir rol…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
ozyurttesisat · 1 year
Text
Meşrutiyet Mahallesi Tesisatçı & Su Tesisatçısı
Meşrutiyet Mahallesi Tesisatçı Su Tesisatçısı Meşrutiyet Mahallesi Tesisatçı Su Tesisatçısı Meşrutiyet Mahallesi Tesisatçı & Su Tesisatçısı 0545 641 1018 #Meşrutiyet Mahallesi Tesisatçı #Meşrutiyet Mahallesi Su Tesisatçısı #Meşrutiyet Mahallesi Tesisatçı #Meşrutiyet Mahallesi Su Tesisatçısı #Meşrutiyet Mahallesi Sıhhi Tesisatçı #Meşrutiyet Mahallesi Tesisat Servis Araçlarımız ile 7/24 Su…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
elisaa-suu · 1 month
Text
Tumblr media Tumblr media
🇹🇷Cumhuriyet dönemi ve Kadın hakları denilince de Halide Edip Adıvar 🇹🇷
Halide Edib Adıvar ya da bilinen diğer adıyla Halide Onbaşı (1884 - 9 Ocak 1964), 2. Meşrutiyet ve Cumhuriyet Dönemi'nde roman, hikaye, anı, tiyatro ve şiir gibi türlerde birçok eser yazmış Türk roman yazarı, hikaye yazarı, eğitimci, aktivist ve siyasetçidir.
69 notes · View notes
toprakkoksunduslerim · 5 months
Text
"Bizim meşrutiyet inkılabı, ileri bir hareket olduğu halde, neden memleketin bahtını değiştiremedi? Bir yerde okumuştum. Çünkü inkılabın temsilcileri halkın sahici ihtiyaçlarını bilmiyorlardı. Hareketi, halka doğru götüremediler."
3 notes · View notes
guzyazi · 1 year
Text
*sadece kendinizi tüketiyorsunuz*
Tevfik Fikret, 19. yüzyılın Batı eğilimindeki Edebiyat-ı Cedide'nin büyük şairidir. Hayatı II. Abdülhamit Devri'ne denk gelir. Fikret de padişahın baskıyı artırdığı dönem olan İstibdat Dönemi'nin bunalımındadır çünkü yaşadıkları dönemde hafiyecilik, sansür, sürgün kol gezmektedir. Meşrutiyet rüyası bir türlü gerçekleşmez. Evi izlenir, en yakın arkadaşı Gazeteci İsmail Safa sürgün edilir.
(peyami safa, ismail safa'nın oğludur ve küçük peyami'ye bu adı fikret vermiştir.)
Fikret, tüm bunlardan kurtulabilmek için çareler ararken Yeni Zelanda'nın göçmen kabul ettiğini duyar ve heyecanlanır. Arkadaşlarıyla buraya gitme hayali kurarlar ve bu hayal onları epey oyalar. Sonunda bu masraflı seyahatin altından kalkamayacaklarını anladıkları birtakım hayal kırıklıkları silsilesi meydana gelir. Umut tükenir. Sonunda Manisa'da bir çiftlik evine yerleşmeye karar verirler. Amaç inzivadır. Nereye giderlerse gitsinlerdir artık.
Bu arada Fikret, Aksaray'daki evini satarak Rumelihisarı'ndaki jurnalcilerce gözetlenen yalısından aynı semtin sırtlarındaki yeni evine taşınır.
(Bu jurnalciler Yıldız İstihbarat Teşkilatı'ndan. Bkz. Süleyman Soylu'nun geçen gün TOGG turunda anlattığı KİM uygulaması - Bkz. Yıldız Haberleşme uygulaması)
Neredeyse şairliği ölçüsünde ressam olan Fikret, Manisa'daki çiftlik evini dönüştüreceği projeyi burada çizer. Bu projedeki ev, kuş yuvasına benzemektedir.
Gelgelelim şair, bir gün arkadaşlarıyla yaptığı tartışmada bu "Yeşil Yurt" hayalinden aniden vazgeçer. Çünkü mesele uzar da uzar ve bir sonuca bağlanacağı belirsizdir. Bu nedenle, çizdiği evin projesini şimdiki evinde gerçekleştirir Fikret. Bu köşke de Farsçada kuş yuvası anlamına gelen "Aşiyan" adını verir. Bu ad, zamanla semtin adı olur.
Fikret bu evde 9 yıl yaşayabilmiştir. Ülke sorunları onu öyle kahretmiştir ki Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Bu bir manzume değil, bu zalim bir beddua." diye tanımladığı meşhur "Sis" şiirini bu evdeki yatak odasından yazmıştır. Siyaset onun zehridir, Aşiyan ise panzehiri olamamıştır. 48 yaşında vefat eder.
Tevfik Fikret hakkında anlatılacak çok şey var fakat kıssadan hisse şudur ki ister ülkeyi terk edelim ister burada kalıp kendimize yeni bir dünya kuralım; madem insanız, kaygı bizimle gelecektir. Kaygılıysak duyarlıyız, duyarlıysak insanız, insansak da birbirimize lazımız. Herkes bahçesini güzelleştirmeye devam etmek zorunda. O bahçenin sevgili konukları hatrına. Dayanışma hatrına. Sadece o bahçeye kimi sokacağınız size kalmış. Lütfen kurutmayın köklerinizi, eğmeyin dallarınızı. Bu sadece sizi yok eder.
12 notes · View notes
pdfkitaplik · 8 months
Text
Fay Kirby - Türkiye'de Köy Enstütüleri
Fay Kirby - Türkiye'de köy enstütüleri pdf indir.
LİNK:
https://opendisk.net/tr/Y2xm0a9o3RO1/file
İÇERİK
- Köy Enstitülerine Doğru Geliş - Türkiye'de Eğitim Sorununun Başlangıçları - Tanzimat - Meşrutiyet - Cumhuriyetin İlk On Yılı - Cumhuriyet'in Başlangıç Yıllarında Genel - Eğitim Durumu - Eğitim Bütçeleri ve Ekonomik Koşullar - Yönetim - Eğitim Bakanlığı - İlköğretim ve İlkokul Öğretmenlerinin Eğitimi - Orta ve Yükseköğretim Sorunları - Uzmanlar ve Önerilen - Cumhuriyet Eğitimini Kurma Çabaları - Hükümet ve Eğitim Politikası - Eğitim Bakanları - Talim ve Terbiye Kurulu - Gazi Eğitim Enstitüsü - İki Görüşün Belirişi - Toplumsal ve Eğitimsel Kalkınmanın Ekonomik Koşullan - Devrim ve Köy Sorunu - Ulusal Değerler Tartışması - Kemalizmin Devletçilik ve Ulusçuluk Anlayışı - Köy Enstitülerinin Temeli Olan Düşünceler ve Deneyler - Eğitmen Projesi ve Deneyler - Kızılçullu ve Çifteler Deneyleri - Kuruluş ve Hareket Olarak Enstitüler - Köy Enstitüleri'nin Yasal Temeli
#Fay Kirby #Türkiye #Köy Enstütüleri#PDF kitap#PDF Kitap indir#Fay Kirby - Türkiye'de Köy Enstütüleri
2 notes · View notes
Text
Yakup Kadri Karaosmanoğlu / Cumhuriyet nesli bana müphem ve muğlak görünüyor
Tumblr media
Romanlarında Abdülhamit’ten Cumhuriyet’e dönem panoraması çizen Yakup Kadri Karaosmanoğlu 74 yaşında bir doktora öğrencisinin sorularını yanıtlarken Tanzimat dönemi ailesini nezaket ve asaletin timsali olarak gördüğünü söylüyor. ”Cumhuriyet dönemi gençlerinin ruh halini anlayabilmiş değilim” diyor.
Romanlarınız son devirlerin panoramasını verir mahiyette. Bunun böyle olmasında bir kasti mahsusanız var mıydı, yoksa haliyle mi böyle oldu?
- Romanlarım kronolojik bir sıra takip etmiştir. Bunu isteyerek yapmış değilim. İlk romanım “Nur Baba” ve “Bir Sürgün” Abdülhamid devrini, “Kiralık Konak” ve “Hüküm Gecesi” Meşrutiyet, “Sodom ve Gomore” Mütareke, “Yaban” Milli Mücadele ve “Panoramalar” Cumhuriyet devrini anlatır. Sıra kendiliğinden hasıl olmuştur. Bunda yaşadığım devirlerin de tesiri büyüktür.
Tanzimat Dönemi’ni halamın anlattığı kadar tanıyorum
Eserlerinizden bilhassa Kiralık Konak’ta bir mazi özlemi var. Bu gözlem ne dereceye kadar doğru?
- Eski devirlere bir özlem diyemem fakat bir fikrim yar. Bir hayat tarzı yapmışlar bu ne Asyai ne Avrupai, fevkalade özelliği olan bir hayat. Ben Tanzimat ailesini geleneklerine bağlı İngiliz ailesine benzetiyorum. Onlar bana nezaketin, asaletin bir timsali olarak görünüyor. Şunu da söylemek isterim ki bu devri ancak halamın anlattığı kadarıyla tanıdım.
Bir nesli verirken o neslin iyi taraftan yanında daima kötü yönlerini de veriyorsunuz. Bu plânlı mıdır?
- Nesilleri verirken bir planım yok, haliyle oluyor. Yalnız şunu söylemek isterim ki her nesile kendimden bir şeyler katmışımdır.
Avrupa Medeniyeti deyince akla iyi bir şey gelmeli
-Eserlerinizde Avrupa medeniyetini zem ediyorsunuz. Bunun bizdeki şuursuz Batılılaşma ile bir alakası var mıdır?
- Avrupa medeniyeti deyince hatıra iyi bir şey gelmelidir. Ben zem etmiyor sadece gerçeği göstermeğe çalışıyorum. Mesela edebiyat orada endüstrileşmiştir. Oscar Wilde, Bernard Shaw gibi büyük entelektüeller içinde bulundukları cemiyete isyan etmişlerdir.
Bence Cumhuriyet nesli romanlarınızda sathi kalmıştır. Bu doğru mudur?
- Cumhuriyet nesli bana da müphem ve muğlak görünüyor. Karakteristik ve idealist bir gençlik yetişmemiştir. Halen onların haleti ruhiyesini anlamış değilim.
(Renan Özbilge / 1963 / Ankara DTCF’de hazırlanan Yakup Kadri’nin Romanlarında Devirler ve Nesiller başlıklı tez için yazarla görüşme)
2 notes · View notes
hantentlombre · 2 years
Text
1905'te Kurmay Yüzbaşı,
1908'de Meşrutiyet Kahramanı,
1909'da Sürgün subay,
1915'te Çanakkale Kahramanı,
1917'de Şehzade yaveri,
1919'da Rütbesi alınmış sivil,
1921'de Mareşal,
1922'de Kurtarıcı Başkomutan,
1923'te Cumhurbaşkanı,
ve #10Kasim1938 de ise;
ÖLÜMSÜZ.
Kasımda aşk başkadır.Çünkü bize ölümsüz bir aşkı hatırlatır.
Saygı, sevgi ve minnetle.
#AtamIzindeyiz #10kasım1938 #MustafaKemalAtaturk
Tumblr media
5 notes · View notes
hetesiya · 2 days
Text
Sait Çetinoğlu Soykırım'ın mimarı Talat
Soykırım'ın mimarı Talat
Sait Çetinoğlu
Tarih, 15 Mart 1921. Yer, Berlin.
Birinci Emperyalist savaşa bir emperyalist kampa Turan hayalleriyle gözükara bir şekilde dahil olup yenilgi sonrasında bir Alman denizaltısıyla Almanya’ya kaçan İttihatçı lider Talat Paşa, tütün almak için sabah saatlerinde evinden çıktı. Hardenberg Caddesi’nde 100 metre yürümüştü ki, İran’dan gelen 24 yaşındaki Soykırım suçlularının cezalandırılmaması karşısında bu suçları işleyenlerin peşine düşen Şahan Natali’nin liderliğindeki Nemesis örgütünden Sogomon Tehleryan tarafından vurularak öldürüldü. Üzerinden “Mehmed Sait” adına düzenlenmiş sahte kimlik çıktı. Tehleryan Berlin’de yapılan duruşmasında beraat eder. Bunda Ermeni halkına uygulanan Soykırımın rolü olduğu kadar Almanların da bu Soykırıma olan dahilleri gündeme gelmemesi için kısa süren duruşmada Tehleryan beraat etmiştir.
NYT Gazetesi muhabiri 16 Mart günü Berlin’den Talat’la ilgili şu haberi verir: “ALMANYA’NIN DOSTU OLARAK TALAT’IN YASI TUTULDU”. Öldürülmüş eski vezirin bir Berlin Bankasında 10 milyon mark değerinde servete sahip olduğu belirtildi. (Berlin, 18 Mart- Alman basını), Türkiye kesin olarak yıkılmadan bir kaç gün öncesine kadar Almanya’nın hakiki dostu kalan Talat Paşa’nın ölümüne yas tutuyor. Otoriteler, Talat’ın Berlin’deki varlığından habersiz olduklarını söyledi. Talat takma isimle Hardenbergstrasse’da yaşadı fakat onun buradaki hemşerilerinin bazıları onun varlığını biliyordu ve Talat, genellikle ülkesini sefaletten kurtarmaya gelen adam olarak algılandığı Motzstrasse’deki Türk Derneği’ne bazı zamanlar giderdi.
Talat’ın eşi de Said Ali Bey’in hanımı kişiliğinde (adı altında) Berlin çevresinde çok iyi tanınırdı. Çok kibar, modern ve kadın özgürlüğünün savunucusu olarak düşünülürdü. Talat’la evlenmeden hemen önce, açıkça örtüsüz görünerek Türk ulemasının öfkesine meydan okuduğuna dair rivayet vardır. Talat’ın işleriyle derinden ilgileniyor ve İstanbul’daki belirli çevrelerle sürekli iletişim halinde olduğu söyleniyordu. Talat, modern Hardenbergstrasse’de çok geniş bir apartman kiralayabilecek ve kendisini Avrupa ve Türk konforuyla donatabilmesini sağlayacak kadar bol miktarda paraya sahipti. Talat’ın, Deutsche Bank’daki kasada saklanan 10 milyon mark’tan daha fazla olan servete sahip olduğuna dair hikayeler vardır.”
Talat Paşa’nın cenazesi uzun yıllar Türkiye’ye getirilemedi ve Almanya’da bir kilisede muhafaza edildi. Adolf Hitler, Türk-Alman ilişkilerini kuvvetlendirmek için özel bir jest yapıp Talat Paşa’nın kemiklerini 25 Şubat 1943 tarihinde Türkiye’ye gönderdi. Talat Paşa’nın cenazesi askeri törenle, (İstanbul) Abide-i Hürriyet Anıtı’nın sağ yanındaki 50 metre uzaklığa defnedildi. Talat’ın cenazesinin getirilişinin bir de eşi Hayriye Hanım (Bafralı) tarafından nakledilen hikayesi vardır:
“…1931 yılında, Almanya’da bulunduğumuz yıllarda en yakın dostlarımızdan biri olan eski Deutsche Bank Müdürü Wassermann bana bir mektup gönderdi. Alman kanunlarına göre bir cenazenin gömülmeden en fazla on sene bekleyebileceğini söyleyerek, müddetin dolmak üzere olduğunu ve karar vermemi istedi.”
Aradan geçen on yıl boyunca en büyük isteğim, Paşa’nın kemiklerini Türkiye ye getirtebilmekti. Mektupla birlikte… Şükrü Saraçoğlu’na gittim. Meşrutiyet öncesinde Paşa’nın kendisine birçok yardımları olduğunu her vesileyle söylerdi. Konuyu açtım, ‘Bu iş beni aşar, gelin sizi Atatürk’le görüştüreyim’ dedi.
Ankara’ya, Çankaya Köşkü’ne gittik. Mustafa Kemal ile çok eski yıllardan gelen bir dostluğumuz vardı, özellikle Birinci Dünya Savaşı yıllarında Paşa ile görüşmeler yapmak üzere evimize sık sık gelir, annesi Zübeyde Hanım, kayınvalidemle Selanik’te başlayan dostluğunu İstanbul’da da devam ettirirdi.
Çankaya’da başlayan görüşmemiz o akşam Tahsin Uzer’in evinde devam etti. Bazı bakanların da iştirak ettiği konuşmamızda Atatürk, Paşa’nın kemiklerinin nakli konusunda uzun uzun düşündü. ‘Paşam, Talât, rahmetinize muhtaç. Kanı orada döküldü ama, müsaade edin cenazesi vatanına gelsin’ dedim. Atatürk; ‘Biliyorsunuz Hayriye Hanım, Talât Paşa’yla hiçbir düşmanlığımız yoktu. Birinci harbe girmemizden onu hiçbir zaman suçlu görmedim, harbe katılmaya mecburduk, İstiklâl Savaşı sırasında da Paşa’nın bizi arkamızdan vurması muhtemel azınlıkları önceden naklettirmesinden büyük fayda gördük’ diyerek, ‘Cenazesinin naklini benden şu anda istemeyin, Almanya ile bu konuda görülecek hesabımız var, izin verin şimdi gömülsün, zamanı gelince onu bizzat ben getirtirim’ cevabını verdi. Ancak, bu işi yapmasına ömrü kifayet etmedi.”
Savaşa dahil olmakla imparatorluğun tasfiyesine neden olmakla birlikte Tehcir olarak nitelendirdiği uygulama ile de, yüzyıllardır anayurtlarında yaşayan Ermenileri Soykırıma uğratarak bu coğrafyadan silen Talat, 1876 yılında Edirne’de doğdu. Askeri rüştiyenin son sınıfında diplomanın verildiği sırada bir öğretmenini dövmesiyle okuldan uzaklaştırılır. Babasının dostlarının araya girmesiyle tekrar okuluna dönüp diplomasını alır ancak diploma geç verildiği için Askeri idaiye gidemez. Talat’ın okul hayatı burada sona erer. Edirne posta telgraf idaresinde katiplik görevi ile devlet kapısını aralar. Bir süre sonra katipliğin yanında Alyans Israelite okulunda Türkçe öğretmenliği görevini de yürütecektir. Bu okuldaki görevi sırasında düşünce yapısında yeni gelişmeler filizlenir. Fransız Devrimi ile tanışır, Okul eğitiminin Siyonist ilkeleri doğrultusunda yurtsuz Musevilerin bir ulus ve buna bir yurt yaratma düşüncelerinden etkilenir. Bu sırada İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi Hafız İbrahim’le tanışması Cemiyetle de tanışmasına vesile olacaktır. Mithat Şükrü (Bleda) vasıtasıyla da Cemiyete üye olur. Talat’ın dahil olduğu Edirne’deki Grubun ihbar edilmesi sonucu 1895 yılında Talat gözaltına alınır. Mahkemede 3 yıl ceza alır, iki yıl sonra bir affı şahane ile serbest bırakılırak Selanik’e gönderilir. Her sürgünde olduğu gibi Talat’a da Selanikte bir maaş verilmektedir. Talat burada Cemiyet sempatizanlarıyla ilşki kurmada gecikmez. Yeni bir çevre edinir. Bu yeni çevre sayesinde daha sonra Selanik posta idaresinden seyyar posta memurluğu görevi verilecektir. Bu yurt dışından gelen yayınların ve bildirilerin Talat’ın eliyle ilgililere rahatça ulaştırılması demektir. Bu görev aynı zamanda ilişkileri kurmada ve geliştirmede Talat’a ve Cemiyete çok önemli bir kolaylık sağlayacaktır. Talat bu işlevi gözü kara bir şekilde yerine getirir. Mithat Şükrü “Talat, hepimizden daha cesur, daha atak, dünyaya metelik vermeyen bir karaktere sahipti. Önünde, arkasında dolaşan hafiyelere rağmen davranışlarından sapmıyor, hatta onlarla dalaşmaktan geri kalmıyordu” der. Talat’ın Selanik’teki muhalifleri toparlamasına ve Cemiyeti yeniden şekilllendirmesinde bu seyyar posta görevi önemli avantajlar sağlamıştır. Eylül 1906 da Cemiyet sempatizanlarını bir araya getirirerek gizli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni teşkil ederler, bu ilk toplantıda, Askeri rüştiye müdürü kaymakam/yarbay Bursalı Mehmet Tahir, Askeri rüştiyenin Fransızca hocası binbaşı Naki (Nakiyüddin Yücekök) Bey, Üçüncü Ordu müşavirlik yaveri (Makedonya ıslahatında görevli İtalyan general Degergis’in yaveri) yüzbaşı Kazım Nami (Duru), Eski İzmir valise Rahmi (Arslan) Bey, yüzbaşı Hakkı Baha (Pars) Bey, yüzbaşı Edip Servet (Tör), yüzbaşı İsmail Canbolat Bey, yüzbaşı Ömer Naci ve Mithat Şükrü (Bleda) bulunmaktadır. Tahmin edileceği gibi grubun lideri tartışmasız olarak Talat’tır. Bir heyet-i Aliye seçilir, bu heyet, Talat, Canbolat ve Rahmi Beylerden oluşmaktadır. Sonraları bu heyete Merkezi Umumi adı verilecektir. Cemiyette bütün kararlar bu heyet alacak diğerlerine onaylatılacaktır.
1907’den sonra Talat artık Selanik’te dikkat edilen ve önemsenen bir kişiliktir. Selanik’te Bulgar ayrılıkçıların eylemleri Talat’ta sılahlı mücadelenin önemini kavratır ve Ordu içinde teşkilatlanmaya hız verir. Selanik’teki on kişilik çekirdeğin 7’si asker kökenlidir. Bu nitelik ordu içinde teşkilatlanmada bir avantaj sağlayacaktır. Selanikteki çekirdekten sonra Manastır’da örgütünün kurulması izler. Manastır’da Enver önemli rol oynayacaktır. Örgüte alınacakları saptar, merkezi umuminin onayını alarak onların yeminini yaptırarak Manastır örgütü kurulur. Bu şubenin karakteri ise üyelerinin askeri kimliğidir. Manastır şubesinin önemli üyeleri arasında Resneli Niyazi ve Kazım Karabekir sayılabilir. Karabekir’in örgüte katılması Manastır örgütünü güçlendirdiği gibi ardından tayin edildiği İstanbul’da örgütün kurulması ve gelişmesinde önemli bir rol oynar.
Cemiyet silahlı kuvvetler çevresinde hızla yayılmış, asker ve sivil üyeleri artmış, gizli ve ihtilalci bir güç olmuştur. Paristekiler de ülke içinde oluşan bu güce ilgisiz kalamazlar. Selanik’e gizli olarak gelen Paris temsilcisi Dr. Nazım birleşme anlaşması yapmış ve örgüt Terakki ve ittihat ismini almıştır. 1908’e gelindiğinde Rumeliyi artık sadece örgüt kontrol etmektedir. 10 Temmuz/23 Temmuz 1908’de de İstanbul’u kontrol edeceklerdir. Talat’ın örgütü artık Cemiyet-i Mukaddes’tir. Talat, yanında Hafız Hakkı, Necip, Rahmi ve Hüseyin (Tosun) Beylerle birlikte 19/31 Temmuz 1908’de İstanbula el koymak için Selanikten İstanbul’a hareket eder. İplerin Cemiyet’te (aslında Talat’ta ) kalmak kaydıyla hükümetlere üye olarak Cemiyet’ten kabineye katılan olmaz ve Sultan Hamid’e de dokunmazlar. Ta ki 31 Temmuz/13 Nisan 1909 tarihine kadar. Bu tarihte bir askeri ayaklanma olur ve Talat bir ara kontrolü kaybeder. Ayaklanmacılar Talat’ı aramaktadırlar (Talat’ı, daha sonra 1915’te ölüme göndereceği Kirkor Zohrab, saklayak kurtaracaktır. 1915’te Talat kendisine yapılan bu yardımı unutmuştur. Zohrab, 1 Haziran’da Talat’la yaptığı görüşmede Soykırımı kastederek ‘Neden bu suçu işliyorsunuz?’ der. Talat ise, ‘size verecek cevabım yok, biliyorsunnuz Ermeniler haindir’ yanıtını verir. Zohrab da ‘Şunu biliniz ki, bu kadar kolay kurtulamayacaksınız bu sorumluluktan; ben size hesap soracağım’ der. Akşam yeniden Beyoğlu’ndaki Cercle d’Orient Kulüp’te –İstiklal Caddesi’ndeki şimdiki Saray Muhallebicisi’nin üstü- buluşurlar ve baraber yemek yiyip kağıt oynarlar. Bu çok sıradan hep yaptıkları bir şeydir. Zohrab gece yarısı çıkar ve -şimdki Gümüşsuyu Askeri Hastenesi’nin karşısındaki Gümüşsuyu Palas Apartmanının 3. katının sol dairesi- evine gider. Sabaha karşı evine gelen polisler onu alıp ölüm yürüyüşüne götürürler).
Selanik’ten gelen Hareket Ordusu güvenliği kısa sürede sağlar ancak bu olay Sultan Hamid’in sonu olacak, tahtan indirilerek sürgüne yollanacak yerine, Talat’ın kolaylıkla kontrol edeceği Mehmet Reşat’ı Sultan olarak tahta geçireceklerdir. Bu değişim dönemin kartpostallarında da görülür. 1908’de Sultan Hamid yanında resmedilen Enver ve Niyaziye “bunlar kim?” diye bakmakta iken, 1909 da Enver ve Niyazi’nin ortasında yer alan Sultan Memet Reşat’ın bakışı “ben kimim?” Anlamındadır. 1909 da aynı anda Kilikya’da Ermenilere karşı yerel İttihatçıların kışkırttığı geniş çaplı bir katliam hareketi başlar. İstanbul’da ki ayaklanmayı control altına alan Talat, Adana’ya da Dedeağaç’tan bir taburu asayişin temini için gönderir. Bu sırada ateşkes ilan edilmiş Ermeniler büyük güçlerin araya girmesiyle sılahsızlandırılmışlardır. Dedeağaç taburu nezaretinde sılahlı milislerce ikinci kıyım baştılır ve Ermeniler 30 bin civarında kayıp verirler. Bu katliamda, Ermenilerin dışında diğer gayrimüslimlerden (Asuri/Süryani, Rum) ve Arap milliyetinden kişiler hatta Amerikan miyonundan kişiler hayatlarını kaybederler. Adana’da 1909’da 1915’in bir anlamda provası yapılmıştır. Mizancı Murat bu olaylardan İttihat ve Terakki’yi sorumlu tutar.
PROVOKATÖR İHSAN
Katliamların provokatörü İtidal Gazetesi’nin sahibi ve başyazarı İhsan Fikri’dir. İhsan Fikri, yayınlarıyla Müslümanları tahrik ederek olayların başlamasına sebep olmuştur. İhsan Fikri, olaylar sonunda bir ceza da almamıştır. Oğlu Cavit Oral yıllarca, CHP, DP ve AP sıralarına mebusluk hatta bakanlık görevlerinde bulunur.
1908’de Selanik’te başlayan bir askeri darbe ile yönetimi elegeçiren Talat, 1912’de yine bir askeri grup olan Halaskar-ı Zabitan tarafından ikinci kez iktidardan uzaklaştırılır. Tekrar iktidarı eline geçirmek için Talat bakanlar kurulunu basıp nazırlardan birinin öldürüldüğü meşhur Bab-ı Ali baskınını tezgahlayarak imparatorluğa el koyar. Artık ipler tamamen Cemiyet’in (Talat’ın) elindedir. O gün Talat’ın yönlendirciliğinde eli sılahlı, İmparatorluğa el koymak üzere Bab-ı Ali’nin önünde olanlar; Cemal, Enver, Kardeşi Nuri, amcası Halil ve Yakup Cemil aynı zamanda Ermeni Soykırımını gerçekleştiren kadro olması tesadüf değildir. O gün orada olanlar 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesiyle imparatorluğun çöküşüne kadar imparatorluğun kaderini elinde tutarlar.
1915 ‘te de, Talat mimar olarak Soykırımdan başka bir şey olmayan tehciri tezgahlayacak, diğerleri de uygulayacaklardır. Başvezir Talat, 2 Kasım sabahının erken saatlerinde bir Alman gemisiyle kaçırılır. Talat’ın İstanbul günleri sona erer. Talat, Almanya’dan da Kemalist harekete destek verir. Hareketin liderleriyle yazışmalarını sürdürür. Almanya’da da Ermenilere ilgisini esirgemez. Ermenistan Cumhuriyetine askeri harekat için Karabekir’i cesaretlendirir. Karabekir’e bir mektubunda; “Azizim Karabekir, eğer askeri hazırlıklarını tamamlamışsan taarruzunu başlat” demesi Ermenilerle ilgisini hala kesmediği anlaşılmaktadır.
0 notes
haytaogluyunus · 7 days
Text
Tumblr media
ANMA: BUGÜN 18 EYLÜL (1988) GÜNEY AZERBAYCAN TÜRKLERİNDEN, TÜRK DÜNYASININ BÜYÜK ŞAİRİ MEHMED HÜSEYİN ŞEHRİYAR'IN ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ. RAHMETLE ANIYORUM. Tebriz’de dünyaya geldi. Doğumuyla ilgili olarak 1905-1908 yılları arasında farklı tarihler verilir. Dava vekili olan babası İsmâil Mûsevî (Mirza Ağa Hoşginabî) güzel sanatlara meraklı kültürlü bir kimse idi. Mehemmed Hüseyin önceleri “Behcet”, daha sonra “Şehriyâr” mahlasını kullanmıştır. 1906’da başlayan İran Meşrutiyet Hareketi’nin Tebriz’de yol açtığı sosyal, siyasal ve ekonomik çalkantılar yüzünden ailesi 1909’da Hoşginab köyüne göç etti. İlk öğrenimine Hoşginab civarındaki Kayışkurşak köyünde Ahund Molla İbrâhim’in yanında aldığı Farsça dersleriyle başladı. 1912’de ailesi Tebriz’e dönünce tahsiline Medrese-i Müttahide ve Füyûzât gibi mekteplerde devam ederek Medrese-i Tâlibiyye’den mezun oldu. Bu okulda Farsça’sını geliştirdi; Arap dili ve edebiyatı okudu. Bir yandan da özel olarak Fransızca dersleri alıyordu. Farsça ilk şiirleri bu sırada Tebriz’de Muhammediye Mektebi’nin Edeb adlı dergisinde çıktı (1920). Lise tahsilini Tahran’da Dârülfünûn adlı okulda tamamlayarak (1921-1923) Tıp Fakültesi’ne girdi. Öğrenciliğinde şair Ferruh-i Yezdî’nin kıraathanesinde edebî muhit içinde yer edinmeye başladı. Farsça ilk şiir kitabı Ṣadâ-yı Ḫudâ 1929’da Tahran’da yayımlandı. Meliküşşuarâ Bahâr kitaba yazdığı önsözde -bazı edebiyatçılar abartılı bulsa da- onu sadece İran’ın değil bütün Şark’ın gelecekte övüneceği bir şair olarak takdim etti. Aynı yıl şarkıcı Muçul Pervâne’nin ölümü üzerine yazdığı “Mesnevî-i Rûh-i Pervâne” büyük ilgiyle karşılandı. Bu tarihten itibaren Farsça şiir kitapları ardarda basılmaya başladı.
Fakültede ders verdiği Süreyyâ adlı bir kızla yaşadığı aşk macerası yüzünden son sınıfta bitirme sınavlarına katılamadı. Aynı kıza talip olan, İran sarayına yakın bir aileye mensup Çırağ Ali Han Pehlevî ile Vezir Abdülhüseyin Timurtaş’ın müdahalesi yüzünden hapsedildikten sonra Nîşâbur’a sürgün edildi (1929). 1932-1934 yıllarında Nîşâbur ve Horasan’ın bazı şehirlerinde noter idarelerinde görev yaptı. Ardından döndüğü Tahran’da çeşitli işlerde çalıştı; daha sonra bir bankada muhasebeci olarak yıllarca görev yaptı. 1935’te babasının vefatıyla kısa bir müddet için Tebriz’e döndü. 1942-1943 yıllarında ruhsal bunalım geçirmeye başlayan ve dört yıl kadar münzevi bir hayat yaşayan Şehriyâr 1946’da annesinin Tahran’a gelip kendisine destek vermesi sayesinde bunalımdan kurtuldu. Bu sırada annesinin, yazdığı şiirleri anlamadığını söylemesi üzerine Âzerî Türkçesi’yle şiir yazmaya başladı. “Heyder Baba’ya Salâm” adlı şiirini 1950’de kaleme aldı; şiir büyük ilgiyle karşılandığından 1951’de Tahran’da basıldı. 1952’de annesi vefat edince yeniden büyük sarsıntı geçirdi ve dostları onu Tebriz’e dönmesi için ikna etti. 1953’te halasının kızı Azîze ile evlendi. 1954-1969 yıllarında Tebriz’de yaşadı. Burada “Heyder Baba’ya Salâm”ın ikinci bölümünü 1967’de yayımladı.
1968’de bilhassa şair Bulud Karaçorlu Sehend’in ısrarlı davetiyle Tahran’a gitti. İran’da cereyan eden sosyal ve siyasal olaylarla ilgili şiirler yazmaya başladı. 1973’te Tahran’a yerleşti. 1977’de eşinin âniden vefatı şairi yeniden bunalıma sürükledi. 1979 İran İslâm Devrimi ve şahlığın yıkılması şairin ümitlerini canlandırdı; yeni dönemi heyecan ve sevinçle karşıladı. Azerbaycan Türkleri’nin Tahran’daki kültür hayatına önemli katkılarda bulundu. Doktor Cevad Heyet ve arkadaşlarının çıkardığı Farsça-Türkçe Varlık (Varlıq) dergisinde yeni şiirleri çıktı; şiirleri ve sanatı hakkında birçok makale yayımlandı. Ömrünün son yıllarını hastalıklarla geçiren Şehriyâr 18 Eylül 1988’de Tahran’da vefat etti; vasiyeti gereği cenazesi Tebriz’e götürülerek Makberetüşşuarâ adlı eski bir mezarlıkta defnedildi. İran hükümeti Şehriyâr için anıtmezar ve şiir günlerinin düzenlendiği bir kültür sitesi yaptırdı.
Eserleri. 1. Heyder Baba’ya Salâm (Tahran 1369 hş.). Yayımında büyük ilgiyle karşılanan eser, şah rejiminin yok etmek istediği Azerbaycan Türklüğü’nün bilincini uyandırmış, var oluş mücadelesini yeniden başlatmıştır. Şehriyâr’a nazîreler yazılmış, cevaplar, manzum mektuplar gelmeye başlamış, çok geçmeden eser Türkiye’de, Irak’ta, Kuzey Azerbaycan’da neşredilmiş, şairi hakkında yüzlerce makale kaleme alınmıştır. Böylece Şehriyâr Mektebi denilen bir ekol oluşmuştur. Şair için Bulud Karaçorlu Sehend’in yazdığı manzum mektup ve Şehriyâr’ın buna cevap olarak yazdığı “Sehendiyye”, İran İslâm Devrimi’nden önce uygulanan yasak sebebiyle banda kaydedilerek halk arasında yayılmış ve büyük ilgi görmüştür. Heyder Baba’ya Salâm’dan Türkiye’de ilk defa Mehmed Emin Resulzâde söz etmiş (“Edebî Bir Hadise”, Türk Yurdu, sy. 241 [1955], s. 607-613), Ahmet Ateş ilk ilmî neşrini gerçekleştirmiş (Şehriyâr ve Haydar Baba’ya Selâm, Ankara 1964), Muharrem Ergin metin neşri yanında mukayeseli bir dil çalışması yaparak (Âzerî Türkçesi, İstanbul 1971) eserin Türkiye’de geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmasını ve üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmasını sağlamıştır. Heyder Baba’ya Salâm Mirza Sâlih Hüseynî tarafından Farsça’ya çevrilmiştir
0 notes
ankaralangirt · 1 month
Text
Tumblr media
ÖDÜLLÜ ANKARA LANGIRT TURNUVASI ⚽⚽⚽ TURNUVA TARİHİ : 21.08.2024 (Çarşamba) saat : 19:00 TURNUVA HAKKINDA BİLGİLENDİRME VE KURALLAR : + Türü : KARMA TURNUVA + Oyuncular tek kişi olarak katılacak, bilgisayar her maçta oyuncuları kararak random biri ile takım arkadaşı yapacak. + Maçlar 2vs2 şeklinde oynanacak + Katılım ücreti kişi başı 100 TL (Kadın Katılımcılara Ücretsiz) + Maçlar averaj usulü olarak devam oynanacak, atılan ve yenilen gol sayısına göre belirlenecek. + Maç içinde karşı takımı tahrik edici negatif hareketler diskalifiye sebebidir. Centilmenlik ve eğlenceli bir turnuva esastır. + Turnuva bitiminde toplanan para ilk 3 takıma bölünerek madalyaları ile verilecektir. 🥇🥈🥉 + Turnuva saati 19.00 gelecek olan kişilerin ya önceden telefon edip ismini yazdırması yada 18:30 da gelip ismini yazdırması gerekiyor. Keyifli oyunlar dileriz ... Adres: Meşrutiyet caddesi. Konur 1 sokak. 15/4 turuncu cafe. Kızılay / Çankaya / Ankara Detaylı bilgi için : 0 (539) 393 07 31
1 note · View note
gundemarsivi · 2 months
Text
Tumblr media
Mazhar Osman’dan Alınacak Ders
✍🏻 Dursun Uzun
https://www.gundemarsivi.com/mazhar-osmandan-alinacak-ders/
ŞEHVET-ŞÖHRET-SERVET HASTALIĞI hemen hemen her insanda bulunan sadece dozajı fark eden bir hayat felsefesi gibi bir durum. Her insan birçok şeyden zevk duyar, haz alır; o yüzden hedonist (zevkçi) bir yapısı vardır. Kimisi çok sevdiği bir yiyecekten aşırı mutlu olur, kimisi de bunu cinsellik kaynaklı fetiş durumlardan alır. Her şeyin aşırısı zarar olduğu gibi şehvetin aşırısı da hastalıktır. Şöhret de öyle. Herkesin beğenilmek, takdir edilmek, farklı ve erişilmez olmaktan kaynaklı şöhret olma hastalığı veya sendromu vardır diyebiliriz. Sonuncusu olan servet hastalığı ise bunları besleyen ve sağlayan en büyük hastalıktır. Dünyadaki dengeleri sarsan ve değiştiren de bu hastalıktır. Para, mal, mülk (- ile çok güçlü olma isteği) edinme hep bu hastalığın sonucu artan ihtiyaç fazlası şeylerin tedariki mücadelesinin sonucu olan bir yaşam halidir. Bu servete erişmek için; hırsızlık, hak yeme, cinayet, haksızlık, zor kullanma ve daha bir çok şey gösterilebilir. Bu kadar şeyin Mazhar Osman ile ne alakası var derseniz direkt alakalıdır derim. Şimdi gelelim Mazhar Osman’ın ibretlik hikayesine sonra bu üç hastalıkla bağlantısını anlatalım.
1884’te Dedeağaç’ın Sofulu köyünde doğdu. Babası bankacıydı. Üsküdar’a atandığında Mazhar Osman on yaşındaydı. Üsküdar Mülki İdadisi’ne başladı ve okulu birinci olarak bitirdi. Mülkiye’de okumak istiyordu ama maddi sorunlar yüzünden Tıbbiye-i Askeriye’ye gitmek zorunda kaldı.
Babası işini kaybedince, ailenin bütün dengeleri bozuldu, Osman’ın eğitimine devam edebilmesi için para kazanması şarttı. O zamanlar evde ya da hastanelerde vefat edenlerin başında sabaha kadar bir görevli bekliyordu. Defnedilmeyi bekleyen ölülerin başında gece nöbetleri tutarak hayatını kazandı.
1904 yılında Tabip Yüzbaşı rütbesiyle diplomasını aldı. Hicaz’a tayini çıktı, ancak gidişi bir yıl ertelenince, o da Gülhane Askeri Hastanesi Akliye Servisinde staj yaptı. Bu arada, ilk eseri “Tabâbet-i Ruhiye” adıyla yayınlandı..
Meşrutiyet yeniden ilan edilince, Münih ve Berlin Üniversitelerinde, psikiyatri ihtisası yaptı. 1912’de askeri hekim olarak Balkan Harbi’ne katıldı, gezici hastanelerde çalıştı, savaş alanlarında koleraya karşı mücadele etti.
Askeri Sıhhiye başkanı Süleyman Numan Paşa, Gülhane’den akliye, asabiye, kadın doğum ve anatomi derslerini kaldırınca Mazhar Osman askeriyeden istifa ederek Haseki Hastanesi başhekimi oldu.
1933’te ordinaryüs profesör oldu ve İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği Başkanlığına getirildi, 1941’de emekli oldu. 1951’de şeker hastalığı ve nefes darlığı yüzünden vefat etti. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, bir dönem onun adıyla “Mazhar Osman Hastanesi” olarak anıldı.
Ölümünden iki gün sonra, Bakırköy’ün kıdemlilerinden ‘‘De Gaulle” lakaplı hasta, pencereden bahçedeki doktorlara seslendi: ‘‘Mazhar Osman öldü diye uydurmuşlar. Mazhar Osman ölür mü, ne saçma şey? Bir zamanlar Atatürk için de öldü diye çıkarmışlardı.”
Oğluna sön sözleri şu olmuştu: “Oğlum, belki seni bir daha göremeyeceğim. Hayatta çok çalıştım, muvaffak oldum, mevki ve şöhrete nail oldum. Şu anda bunların aciz kıymetler olduğunu öğreniyorum. Hayatta ne olursan ol, parayı hakir gör, şöhretten iğren. Fakat dik yürü, her zaman dik yürü ve iyi bir insan ol.”
BUGÜNLERDE MAZHAR OSMANLARA O KADAR İHTİYACIMIZ VAR Kİ…
Neden biliyor musunuz bu üç hastalık yüzünden. Deli doktoru olarak anılan Mazhar Osman’ın hayatının üçte birini bile özetlemedim. İnsanların bu doyumsuz olarak yaşadığı ve ölümü kabullenmediği dünya da Mazhar Osman gibilerin nelere katlanarak, bileğinin ve çalışkanlığının sayesinde nerelere geldiğini bilmek, görmek gerekiyor. Ortalık sahte doktor, avukat, rektör hatta sahte üniversiteden geçilmiyor. Yanlış duymadınız sahte üniversite öğrencilerine diploma bile veren her şeyi komple sahte olan ve 400 mezun veren üniversite, sahte çıktı. Her şeyimiz sahte oldu artık. Mazhar Osman’lara o kadar ihtiyacımız var ki. Başkası için bir şey yaptığımızda bunu kendimize mutluluk olarak görmeye başladığımız, birinin sıkıntısına el attığımız zaman insan olabileceğimizi idrak ettiğimiz zaman düzelecek her şey. Çünkü İNSAN OLMAK BİR İDDİADIR ve herkes bu iddiayı ispatlamak zorundadır. İspatlayabilen o kadar az ki bu da insanlıkla ilgili umutlarımızı azaltıyor.
Evrende sonsuz olan bir şey var, o da bilgidir. Onun ne kadarını alabilirseniz, o kadar mutlu ve uzun yaşarsınız unutmayınız. Hayatımıza ışık olmuş Mazhar Osman’ları örnek alarak yaşamamız ve topluma fayda sağlamamız dileğiyle…
Dursun Uzun, Gazeteci/Yazar DANIŞMAN
Not: Yorumlarınızı 0533 265 75 63 whatsapp hattına veya [email protected] adresine bırakabilirsiniz. Telefonla arayanlara cevap vermiyorum bilginiz olsun.
0 notes
djugjackson · 4 months
Text
0 notes
ozlemayral · 7 months
Text
Tumblr media
Fotoğrafın çekildiği tarih 9 Şubat 1930. Yer Istanbul Şişhane
Fotoğrafın çekildiği gün Akşam gazetesi bir sokak koşusu düzenlemiş. Fotoğrafta görünmüyor ama sağda semte adını veren Altıncı Belediye Dairesi (ŞEŞHANE) binası var. Trel Apartmanı karşıda soldaki bina. Sağdaki bina Decugis evi ve burası Meşrutiyet Caddesi. Hey gidi yıllar hey. Bu tarihi fotoğraflar tam bir arşiv.
0 notes
agrpress-blog · 7 months
Text
Con il patrocinio del Comites Istanbul (Comitato Italiani all’Estero) l’Istituto Italiano di Cultura di Istanbul e l’Associazione Culturale NeoArtGallery, giovedì 22 febbraio, con inizio alle ore 19.00, si terrà, a cura di Giorgio Bertozzi e Ferdan Yusufi, presso la Sala Teatro Casa Italia di Istambul (Asmalı Mescit, Meşrutiyet), il concerto“Suoni Migranti” del “Counterpoint DUO” di Filomena De Pasquale e Giorgio Albiani. In programma le musiche di Celso Machado (1953 - Viv.), “Paçoca”; Laurent Boutros (1964 - Viv.) “Amasia”; H. Villa Lobos (1887 – 1959) “Bachiana Brasileira N.5”; Roberto Rossi “la comedia” ispirato alla divina commedia DI Dante Alighieri (inedito); hic incipit - Koine - Makeda - dedicato Giorgio Albiani; Jacques Ibert (1890 - 1962) “Entr’acte”; Francesco Santucci (1964 - Viv.) “Habanera Y Tango”; A. Piazzolla (1921 - 1992) “Cafè 1930”, “Nightclub 1960”; io la musica, chʼai dolci accenti, so far tranquillo ogni turbato core. Et or di nobil ira et or dʼamore posso infiammare le più gelate menti. “Orfeo” di Monteverdi. Il "Counterpoint DUO” di Filomena de Pasquale e di Giorgio Albiani è una immersione Musicale tra Tradizione Classica e Popolare che continua a distinguersi nel panorama musicale internazionale attraverso questa raffinata fusione. Il risultato è un suono unico e originale, che trasporta l'ascoltatore in un viaggio emozionale e sensoriale senza pari. Le performance hanno ottenuto ampi consensi e sono state vissute e descritte come un'esperienza immersiva, coinvolgente e avvincente. La musica del Duo è un ponte che amalgama le radici della tradizione con la freschezza dell'innovazione, creando un'esperienza indimenticabile per gli appassionati di musica di ogni genere. Il duo si è esibito con successo nei più prestigiosi festival internazionali, abbracciando diverse culture musicali. Tra le tappe significative, ricordiamo la partecipazione al Dvorak Museu di Praga, ai festival in terra di Spagna, Francia, Germania e alle esibizioni in Asia Centrale presso il Conservatorio di Tashkent in Uzbekistan e nell'affascinante Astana Opera House di Nur Sultan in Kazakistan. Filomena De Pasquale, flautista originaria della Puglia si è diplomata presso il Conservatorio di Foggia sotto la guida del Maestro Laurent Masi. Una carriera brillante l'ha vista esibirsi come solista e in formazioni da camera, partecipando a concorsi nazionali e collaborando con artisti di calibro come Lucio Dalla. La dedizione alla ricerca musicale di Filomena De Pasquale si estende anche al jazz, arricchendo così il personale repertorio e arrivando a creare produzioni discografiche di rilevanza. Giorgio Albiani, chitarrista e direttore artistico, diplomato con il massimo dei voti al Liceo Musicale Pareggiato di Modena ha proseguito gli studi presso l'Ecole Normale de Musique a Parigi. La carriera solistica lo ha portato su palcoscenici prestigiosi in tutto il mondo, collaborando con ensemble di rinomanza e orchestre sinfoniche di fama internazionale. La sua versatilità si riflette anche nella composizione di colonne sonore per il teatro e nella sua attività di docenza presso istituzioni musicali di prestigio.
0 notes
hasanakbal19 · 9 months
Text
SANAT KRİTİK YAZILARINIZI BEKLİYOR...
Soru ve önerileriniz için bizimle aşağıdaki adreslerden iletişime geçebilirsiniz. Yazı göndermek için: [email protected] Atölyelerimiz hakkındaki sorularınız için: [email protected] Reklam vermek için: [email protected] Meşrutiyet Cad. Avrupa Pasajı, No:8 Kat:2 Beyoğlu-İstanbul Twitter: @sanatkritik Instagram: sanatkritik Editör: Abdullah Ezik ([email protected])
View On WordPress
0 notes