#Arapça notları
Explore tagged Tumblr posts
1ruyagordum · 16 days ago
Text
ah şişede lâl*
Bir mahallede iki kadının ölüm ilanına rastlıyorum. Sonra parka benzeyen bol ağaçlı bir alanda (cami değil), bu kadınlardan birinin cenazesinin kaldırıldığını görüyorum. Katılan kitleye bakıp hangi kadın olduğunu tespit ediyorum. Çünkü ilanlardaki kadınlardan biri baş örtülü, diğeri değildi.
Kalabalığın arasına karışıyorum. Hiçbir şey söylemeden eğimli ormanlık alanda onlarla sağa sola süzülüyorum.
Biri kadın diğeri erkek iki yaşlı insan yaka fotoğrafı dağıtıyor. Bana da uzatıyorlar. Fotoğrafı gördüğümde önyargımı fark ediyorum zira cenaze baş örtülü kadına ait. Halbuki ben tersini düşünmüştüm.
Biraz ileride, bir masanın üzerinde ağzında kapak bulunmayan şişeler dizili. Onlar da dağıtılıyor. Ölen kadını tanımıyorum diye ben almıyorum. Meğer her şişede kadının kaleme aldığı sözlerin olduğu birer kağıt varmış. Her bir kağıtta farklı sözleri yer alıyormuş. Hepsi elle yazılmış.
Cenaze bitince "eve" gidiyorum ama o ev benim evim değil. Evde ölen kadının çok da yakın olmayan yakınları var. Bana ben de kadının ve onların yakınıymışım gibi davranıyorlar. Şişedeki kağıtlardan söz ediyorlar. Şişeler kırılmış, yazılar okunmuş ve kağıtlardaki boşluklara yakınlar kendi duygu ve düşüncelerini not etmişler. Adet buymuş.
Ölen kadının notları pek nitelikli, pek edebiyken yakınların komik ah-vahlı cümlelerini komik bulmuş bu evdekiler, dalga geçiyorlar.
*Bu kez Arapça değil Farsça anlamıyla...
Günaydın ☀️
26 Ekim 2024, İstanbul
0 notes
cranklyn · 2 years ago
Text
Dayatma
İş kazası bir ip cambazı için ölüm demektir, bankada çalışan gudubet suratlı Neriman Hanım için evrakların üzerine çay dökülmesidir.
Kar yağması bir çocuk için okulların tatil olmasıdır, bir yetişkin için trafiğin içine sıçılmasıdır.
"Başın sağolsun" lafı söyleyen için bir görevini yapma, bir vicdanını rahatlatmadır. Duyan için dünyanın en ağır lafıdır.
Cahile laf geçirememek, Galilei için engizisyon mahkemesine dünyanın döndüğünü anlatmaktır. Bir çocuk için Atari'nin televizyonu bozmadığını babaanneye anlatmaktır.
Kuran, inanmayan için saçmalık, öylesine inanan için evin bir köşesinde durması gereken Arapça kitap, gönülden inanan için lütuftur. Terörist, bir Amerikalı için Müslüman, bir Türk için PKK'lı, bir Filistinli için İsrail devletidir.
Plüton, 5 sene önce lise giriş sınavlarına hazırlanan bir çocuk için gezegendir, bugün hazırlanan çocuk için değildir.
Savaş, aşırı zenginler için fırsat, generaller için onur, masumlar için ölümdür. Korsan, yazarlar için hırsızlık, tezgâhtarlar için ekmek kapısıdır.
Huzur, bencil için sürekli cebini doldurup kendini garantiye almaktır. Kalender için tanımadığı üstü başı dağınık bir adama yemek ısmarladıktan sonra cebinde kalan son parayla dolmuşa binmektir.
Mütevazilik, kibirli insan için "mütevaziyim" demektir. Mütevazi adam için "ben de kibir sahibiyim" demektir.
Veli toplantısı, notları iyi olan öğrenci için pek bir şey ifade etmez, notları kötü olan öğrenci için kara kara düşünme zamanıdır.
Bayramlar ailesi olanlar için güzeldir, ailesi olmayan adam için sıradan bir gündür.
Tsunami bir Haitili için korkudur, Yozgatlı için "o ne amağa goyum"dur.
Kurnazlık, bir çocuk için bakkala çaktırmadan içinde taso var mı diye cipsleri kurcalamaktır. Bir bakkal için "kaşarım kötü abi, beyaz peynir keseyim sana" deyip elinde kalan beyaz peyniri kakalamaktır.
Vatanseverlik cahil için ölmektir, kafayı kullanan adam için hayattayken bir şeyler yapabilmektir.
İnternet, ufku dar adam için Facebook'ta okey oynamaktır, ufku geniş insan için bütün dünyaya ulaşabilmektir.
Akıllı çocuk, cahil anneye göre yerinde mal mal oturan çocuktur. Elinde kamerayla "komik bi şey yapsa da internet'e koysam" diye düşünüp bütün gün evladını çeken hödük anne için şımarık çocuktur.
Saygı, cahil müslüman için başka insanların içkisine sigarasına laf atmaktır, akıl sahibi müslüman için müzik dinlerken "ezan mı okunuyor" tereddüttüne düştüğü an müziğin sesini bir an kısıp dışarıyı dinlemektir.
Eğitim toplumun gözünde kolejdir, üniversitedir, diplomadır. Toplumun yanıldığını farkedenler için her türlü yeni bilgi ve fikirdir.
İnsan içgüdüyle doğuştan gelen çok az şey haricinde kendi gözlemleyip yaşadıklarıyla öğreniyor dünyayı. Her insan farklı hayatlar yaşıyor, farklı olaylar gözlemliyor, farklı kişilerle ilişki kuruyor, ve ne gariptir ki her şeyi bu kadar "görelilik" üzerine olan insanın doğruları, doğru kabul ediliyor. Halbuki Plüton 5 sene önce de aynı Plüton'du, şu an da aynı Plüton. Plüton kendini bozmadı, Plüton değişmedi, o her zamanki gibi öyle dolanıp durdu yörüngesinde, değişen sadece insanın doğruları oldu. Bir şeyin "doğru" olması, insanların veya toplumun onu doğru bellemesiyle alakalı değildir. Fakat yine de doğası gereği kusurlu olmaya mahkum insanın doğruları doğru kabul ediliyor bu hayatta. İdamlar, karalamalar, eğitim, adalet hep bu insanın doğrularına göre şekillendiriliyor bu dünyada. Medya, insanların sevmeleri gereken kişileri nefret ettirebiliyor, nefret etmeleri gereken kişileri sevdirebiliyor. Korkmaları gereken şeye alıştırabiliyor, alışmaları gereken şeyden korkutabiliyor. Zira insanlardan oluşan bir dünyanın doğrularını belirlemenin yolu, bu insanlara doğumlarından itibaren bir şeyleri "doğru" diye dayatmaktan geçiyor. İnsan onu doğru kabul ederse, o şey doğru oluyor.
Öyleyse bir soru soracağım. Ya insanlar yanılıyorsa?
0 notes
ilmiyyat1453 · 5 years ago
Text
Tumblr media
İktibas
El-İhtiyâr'ın ders kitabı olarak seçilmesinin iki ana sebebi vardır. 
1) Metinde Kudûri, şerhte ise Hidâye olduğu içindir. (Bu iki eser hanefî mezhebinin en önemli eserleridir.) 2) İllet fıkhı öğrettiği içindir. (Yani mezhepler arasındaki farklılıklara değinmesi.)
Mültekâ, daha çok kadıların istifâdesine sunulmuş bir eserdir. Osmanlı zamanına baktığımız zaman mahkemelerde gerekçeli fıkhın geçmediğini müşâhede ediyoruz. Diyelim ki Zeyd ve Amr aralarındaki bi dâvâyı mahkemeye götürdü. Kadı hiçbir zaman şu şu gerekçelerden dolayı Zeyd haklıdır, Amr haksızdır demez. Ayrıntıya girmeksizin hüküm verir.
Vecih, müvâhece'den gelir. Yani ben Ahmed'e baktığımız zaman Ahmed'in neresini görüyorum? Saç bitimiyle çene altını. Bundan dolayı hanım kardeşlerimiz, çenesinin altından bir parmak dâhi açamazlar. Orası avret hükmündedir.
Ayet mücmel ise, delil olarak hadîs-i şeriflere bakar ve ayetten anlaşılan mâna budur deriz.
21 notes · View notes
sessizlikguncesi · 3 years ago
Text
Tahammül üzerine birtakım münakaşalar.
Yarım ağız sorulmuş "nasılsın" sorularından, vereceğin cevabı bırak umursamayı dinlemeye bile tenezzül etmeyecek insanlardan, aile yapısını kutsal diye niteleyip en büyük zulmü ailesine kendisi yaşatanlardan, şeye sürecek aklı yokken başkasına akıl vermeye çalışanlardan, "kul hakkı" zırvaları anlatıp torpille oraya buraya gelenlerden, tırnağı sarartan sigaralardan ve diş ağrıtan jelibonlardan bıktım.
Bıktığım çok şey var fakat onları burada listelersem dash'in ağzına tüküreceğim ve bıkılan şeyler kategorisine ekleneceğim için listeleme işini iptal ediyorum. Bıkmak deyince kulağa çok isyankar geldiğinin fakındayım. Bunun yerine tahammül edememek kelime grubunu mu eklesem diye düşünürken "Yaa nedir bu tahammül?" sorusu zihnimi kurcalamaya başladı. Arapça kökenli bir sözcük olan tahammül, haml (hamal) kelimesinden türemiş. TDK tarafından olumsuz, zor, kötü, güç durumlara dayanabilme gücü, dayanç, dayanma, kaldırma, katlanma olarak tanımlanmış.
Etimolojik kısmı tamamladığımıza göre artık biraz da psikoloji sıkalım. Tahammülsüz insanlarda "kontrol mekanizması" çok baskındır. Her şeyi kontrol etmek, yönetmek ve yönlendirmek isterler. İşler kendi yönetimlerinden çıktığında ise sabır tükenir -ki tahammülsüz insanların sabır eşiği oldukça düşüktür- ve bu durumun yansıması niteliğinde bir tepki ortaya çıkar: bağırma, vurma, pasif agresyon, ağlama ve hatta bayılma. Kontrol mekanizması temelde mükemmeliyetçilik olgusu ile bağlantılıdır. Bu insanlara göre en mükemmel kendi yaptıkları/düşündükleri/yönettikleridir. Eğer onların etki alanı daralırsa işin mükemmellik düzeyi de azalacaktır. Bu durum onları öfkeli, mutsuz ve huzursuz hissettirir. Birçok şeyde olduğu gibi mükemmeliyetçi kişiliklerde de temelde erken çocukluk deneyimleri vardır. Çocuk sevilmek, onaylanmak, takdir görmek ister. Bunu elde etmenin yolunun da en yüksek notları almaktan, en doğru kıyafetleri giymekten, en güzel cümleleri kurmaktan geçtiğine inanır. Zamanla bu düşünce diğer davranışlara da yansır. İşte size üzücü bir haber, eğer mükemmeliyetçi yanlarınız baskınsa arzu ettiğiniz o sevgi, onay ve takdiri doyurucu seviyelerde asla hissedememişsiniz. Nereden mi biliyorum? Aynaya bakmam yetiyor. Bu kişiler yaşamlarında mükemmele ulaşamadıkça sabırları da azalmaktadır. Sonra da tahammül edememe davranışı yaşamlarının neredeyse tamamına yayılır.
Yanında sesli sakız çiğnendi diye kendini boğuluyormuş gibi hisseden, trafikte iki saniye bekledi diye ağız dolusu küfürler sıralayan, internet hızı bir miktar düşük diye duvarları yumruklayan o insanlar aslında yeterince sevgi, takdir ve onay görmemiş çocuklar. Evet çocuklar. Bugün kaç yaşına gelirlerse gelsinler çocukluklarında doymamış olan bu taraf bugün bir hayalet gibi şu köşede bekliyor. Benim hayaletlerim de şu köşelere dizilmiş bekliyorlar. Neredeyse çeyrek asır olmuş dünyaya geleli, hayalet istifi yapmışım çocukluğumun izlerini. Bugün biraz kendi başımı okşayacağım. Kendimin dizine yatıp güzel güzel ağlayacağım. O küçücük halimle ne de büyük işler başardığım için kendime kocaman bir "aferin" hediye edeceğim. Yine de sabrı ve iyi niyeti kullanan, menfaatçi, göt oğlu göt insanların var olduğunu da aklımdan çıkarmayacağım.
Her şeye rağmen diş ağrıtan jelibonlar şerefsizdir.
29 notes · View notes
telliturna · 2 years ago
Text
Bugün fakülte hayatımın son dersine girdim, ilk gün geldi aklıma. Üçer beşer adımlarla büyük bir heyecanla gelmiştim, ders çoktan başlamıştı geç kalmıştım. Korka korka girdim derse, baktım küçücük bir sınıf. Hazırlıksın daha, büyük ümitlerle gelmişsin tabi :) İçimden dedim "Arkadaş, lisemdeki sınıflar bile daha büyüktü bu ne?" Meğer dil öğrenimi küçük sınıflarda yapılırmış, sonradan öğreniyorum. Etrafa bakıyorum, insanları inceliyorum, duvarlarda Arapça tabelalar var onları okumaya çalışıyorum. Derken zaman geçti, şimdi can kardeşim dediğim insanlarla tanıştık, hem de ilk haftadan :) Yeri geldi sınavları hiç takmadım 20 aldım, yeri geldi sabah akşam çalıştım kimsenin almadığı notları aldım, yeri geldi büte kaldım "Nasıl geçerim bu dersten" diye ağladım... Küçük sınıflarından yakındığımız o bina da yıkıldı, yepyeni bir bina yapıldı yerine ama hiçbiri eski binada girdiğimiz derslerin tadını vermedi. Araya pandemi girdi, o zaman bile aynı aşkla okuduğum okuluma bugün son kez ders dinlemek için gittim.
Güzel arkadaşlıklar, eşi olmayan öğrenci anıları dışında bu okul bana bilinç, hayata farklı bir bakış açısı kazandırdı. Belki de nereden başlamam gerektiğini öğretti, evet fakülte bitti belki ama Allah nasip ederse önümüzde kocaman bir yol var, bu yolu yürümek için başka hiçbir yerde edinemeyeceğim bilgiler edindirdi.
Bir daha olsa bir daha okurdum dediğim bu okul en büyük hamd sebeplerimden biridir. Hayat bitmeyen bir okul, öğrencilik sonu gelmeyen bir meslek. Elhamdülillah bu yolun ilk adımını İlahiyat Fakültesi'nde attım. Allah herkese böyle öğrencilik hayatı nasip etsin 🎈
16haziran2022.
6 notes · View notes
seyyahe-iavare · 5 years ago
Text
Asalım bayrakları🇹🇷🇹🇷🇹🇷 Bu kız AA'sı 93 olan Arapça bölümden aldı bu notları:) Ölüm gibi bişeydi ama kimse ölmedi çok şükür 🌺
Tumblr media Tumblr media
Yalnız 5 aydır çektiğim çile ekteki gibidir bir yanım Ortadoğu mevzuları bir yanım sınav ve dersler 🤷🏻‍♀️
Ekrem Hoca'dan karne hediyesi 🌺
12 notes · View notes
unutma1864 · 4 years ago
Text
Osmanlılar içinde Çerkesler;
Osmanlılar; 1475 yılında Venedik kolonileri olan Kefe’yi hemen sonra da Azak’ı ele geçirmişlerdi. Kırım hanlığı da Osmanlı himayesine girmişti, Kafkasya’yla sınır olunmuştu. Bu tarihten sonra Osmanlı Çerkes ilişkileri gelişmeye başlar.
Yavuz Sultan Selim, 1517’de Mısır’ın fethine yardım eden, Çerkes Hayri beyi Mısır’a vali olarak atadı. Çok sayıda Çerkes bilgin ve askerleri de beraberinde İstanbul’a getirmişti.
Asıl münasebetler 1700 yıllarda başlayarak daha yoğunluk kazanmıştır. Şöyle ki; Rusya sıcak denizlere inmeyi ve Hindistan’ı ele geçirmeyi devlet politikası haline getirmişti. Bu amaçla, Balkanlardan ve Kafkaslardan saldırılara başladılar. Çerkesler, Kafkaslardan geçişe izin vermiyorlardı. Her defasında artan kuvvetlerle, saldırı üzerine saldırı yapıyorlardı. Ruslar ortak düşman olduğundan, Osmanlı Çerkes yakınlaşmasını daha da arttırmıştır.
Osmanlı- Kafkasya münasebetleriyle ilgili belgeler azdır. “Evliya Çelebi Seyahatnamesi” ve Ferruh Ali Paşan’ın kâtibi Haşim Efendi’nin “Çerkesistan Gezi Notları” vardır.
Rusların Kafkasya’ya saldırıları sebebiyle Osmanlı Battal Hüseyin Paşayı 30 bin askerle Kafkasya’ya gönderdi. Ancak beceriksiz ve ürkek olan Battal Hüseyin Paşa, Ruslarla savaşmak yerine yanındaki birkaç kişiyle Ruslara iltica etti. Başsız kalan Osmanlı ordusu ve Çerkesler Anapa'ya çekilmek zorunda kaldılar.
Çerkesler, cephane ve erzak yardımı yapılması halinde Rusları durdurabileceklerini söylediler. Ancak Osmanlı en zayıf zamanlarını yaşıyordu, yardım yapılamadı. Dünyanın en güçlü ordusu karşısında yenilmekten kurtulamadılar. Savaş sonrası da vatanlarından sürüldüler. Tahminen 1-1,5 milyon kişi Osmanlı topraklarına sürülmüştür. (1864) Bu dramatik olay kelimenin tam anlamıyla bir faciadır. Bir soy kırımdır. Açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle kitleler halinde toplu ölümler meydana geldi. Osmanlı, Çerkeslerin büyük bir kısmını Balkanlarda Osmanlının uç bölgelerinde Müslümanlarla Hıristiyan tebaanın arasına yerleştirmişlerdi. 1878 Osmanlı Rus savaşında “Gönüllü Çerkes süvari birlikleri” oluşturuldu. Bu birlikler Ruslara büyük kayıplar verdirtmişti. Ancak 250 bin kişilik Rus ordusu karşısında 50 bin kişilik Osmanlı ordusu yenilmişti. Savaş sonrası yapılan Bükreş Antlaşmasına Rusya; Balkanlarda tek Çerkes’in bile bırakılmayacağı maddesini koyduğundan bu defa ikinci defa zorunlu göçe tabi tutuldular. Göç edemeyen Çerkes köyleri, Ruslar tarafından, çoluk çocuk, hasta, yaşlı demeden canlı canlı yakıldılar. Göç edenler Anadolu’da geniş alana, iki Türk köyü arasına, 40 hanelik Çerkes köyleri olacak şekilde yerleştirildiler. Bir kısmı da o zamanlar Osmanlı toprağı olan Suriye ve Ürdün topraklarına yerleştirildi. Bu gün Türkiye’deki mevcutları hakkında rakam vermek zordur. Anadolu’da 750 civarında Çerkes köyü olduğu tahmin edilmektedir. Ancak farklı bir coğrafyaya uyum sağlamaları o kadar kolay olmadı. Çok sıkıntılar yaşandı. Anadolu’nun Müslüman Türk halkından ise göçmen Çerkesler çok yardımlar görmüşlerdir.
Çerkesler için Osmanlı kutsal devlet, Türkler ise kutsal milletti. Anneleri, eşleri ve damatları Çerkes olan padişahlar vardır. Osmanlı toprakları Çerkeslerin ikinci vatanları olmuştur.
Osmanlı kaynaklarında; Hadikalel Vüzera (Vezirler Bahçesi), Sefinatü’r Rüesa (Reislerin Kitabı), Devhatül Mesayih (Şeyhlerin Şeceresi), Sicili Osmanî (Osmanlının Sicili) gibi kaynaklar Osmanlıda görev almış kişiler hakkında bilgi vermektedir.
Bu eserlerin tetkikinden Çerkes kökenli: Sadrazam, Şeyhülislam, Vezir, Paşa, Müşir (Maraşal), Serasker(Ordu Komutanı), Kaptanı Derya (Deniz Kuvvetleri Komutanı), Serdar,Vali, Büyükelçi, Cündi (Süvari Komutanı) gibi görevlerde bulunmuş olan Çerkesler 450‘nin üzerindedir. 250 kadarı paşa unvanı almıştır. 100 civarında Müşir (Maraşal) vardır. Birçokları da savaş alanlarında şehit olmuşlardır. Sadrazamlık yapmış olanlar, 12 kişi olup kısa biyografileri şöyledir:
��zdemir Oğlu Osman Paşa (1527-1585):
Habeşistan’ı fetheden Thuşt Özdemir Paşanın oğludur. Kahire’de doğdu. Osmanlı İmparatorluğunun ünlü komutanlarındandır. Taaz, Güney Kafkasya ve Azerbaycan fatihi olarak isim yapmıştır. Mısır, Yemen, Habeşistan ve Diyarbakır Beylerbeyliğinde bulunmuştur. 25 Temmuz 1584’te sadrazam olmuştur.
Derviş Mehmet Paşa (1585-1655):
İstanbul’da doğdu. Padişah IV. Murat zamanında Suriye’de Askeri seferlerde bulundu.1638’ de Diyarbakır Beylerbeyi oldu. Çanakkale Boğazını kapatan Cenevizlileri bozguna uğrattı.1651’de Anadolu Beylerbeyi, 1652’de kaptanıderya oldu. 20 Mart 1653’te Sadrazam oldu.
Çerkes Ahmet Paşa (?-1625):
Şam valiliği ve Kubbe vezirliği yaptı.1624 yılında IV. Murat zamanında Sadrazam oldu. İran seferine giderken Tokat’ta hastalanarak 1625 yılında vefat etti.
Siyavuş Paşa (?-1662):
İstanbul’da doğdu. Abaza Paşa adıyla anılır. 1642’de kaptanıderya oldu. I.Ahmet’in kızı Gevher hatun ile evlenerek saraya damat oldu. Erzurum, Diyarbakır ve Silistre valiliklerinde bulundu. 1651’de sadrazam oldu. Devleti zorbalardan temizledi. Bosna valiliğine atandı. Silistre muhafızlığı yaptı. Daha sonra ikinci defa sadrazam oldu.
Melek Ahmet Paşa (?-1662):
Çok iri yapılı olduğu için Malak adı takılmıştı. Yüksek makamlara geçince lakabı Melek’e çevrildi. Diyarbakır ve Musul muhafızlıklarında bulundu.1640’ta Kubbe veziri oldu. IV. Murat’ın kızı Kaya Sultanla evlenerek saraya damat oldu. Şam, Halep, Van ve Bosna beylerbeyliklerinde bulundu. Kara Murat Paşanın yerine sadrazam oldu. Namuslu, dürüst ve kabiliyetli kişileri kollayan ve koruyan hayırsever bir kişi idi. Meşhur seyyah Evliya Çelebi’nin yakın akrabası idi.
Silahtar ve Nişancı Süleyman Paşa (?-1715):
Kuzey Kafkasya’da doğdu. III. Ahmet döneminde silahtar oldu. Vezirlik yaptı. Halep valiliğinde bulundu.1712’de sadrazam oldu.
Palabıyık Hasan Paşa (1715-1790):
Kuzey Kafkasya’da doğdu. Cezayirli Hasan Paşa adıyla da anılır. Avusturya savaşlarında ve Osmanlı donanmasında başarılı hizmetleri oldu. Ruslara karşı yapılan savaşlarda başarılar gösterdi. Ruscuk seraskerliği yaptı. Arnavutluk’ta çarpıştı. Suriye’de ve Mısır’da çıkan isyanları bastırdı. Başarılarından dolayı kaptanıderya yapıldı. Sivastopol’dan gelen Rus donanmasını yenilgiye uğrattı.
Meyyit Hasan Paşa (?-1810):
Sadrazamlık makamına getirildiğinde (7 Haziran 1789) hasta olarak yatıyordu. Bu sebeple cenaze manasına (meyyit) denilmişti. Önceleri Vidin muhafızlığı ve vezirlik yapmıştı. Tırhala ve Ruscuk muhafızlıklarında bulundu.
Hüsrev Koca Mehmet Paşa (1776-1885):
Koca denmesi yüz yaşından fazla yaşadığı içindir. Vezirlik, Mısır valiliği başta olmak üzere muhtelif valilikler, seraskerlik yaptı. Kaptanıderya oldu. Padişah II. Abdülmecit devrinde sadrazamlığa getirilmiştir. Birçok devlet adamı yetiştirmiştir.
Tunuslu Hayrettin Paşa (1819-1890):
Babası (Tlaş) Topal Hasan Paşa, Çerkes-Rus savaşında şehit olması üzerine Kafkasya’dan çocuk yaşta getirildi. Tunus valisi Ahmet Paşa’nın himayesine verildi. Subay olarak orduya girdi. Başarıları rütbe ile ödüllendirildi. 1850’de general,1855’te korgeneral oldu. Osmanlı-Rus savaşında 12 bin Tunuslunun savaşa katılmasını sağladı. II. Abdülhamit devrinde 1879’da sadrazam oldu. Ancak padişahla anlaşamaması sonucu istifa ederek görevinden ayrılıyor. İkinci defa sadrazam yapılması için yapılan teklifleri reddetti. Çok dirayetli bir yapısı vardı. Dalkavukları ve beceriksiz kişileri devletten uzaklaştırdı.
Tunuslularca milli kahraman ilan edildi.1968 yılında kemikleri İstanbul’dan Tunus’a götürülmüştür. Arapça ve Fransızca'yı çok iyi biliyordu.
Salih Hulusi (1864-1939):
Liman reisi Dilaver Paşa’nın oğludur. 1888’de harp akademisini birincilikle bitirdi. Almanya’ya gönderildi. Dönüşünde birçok önemli görevlerde bulundu. II. Ordu komutanlığı yaptı. Harbiye nazırlığı, bahriye nazırlığı ve nafıa nazırlığı görevlerinde bulundu. 8 Mart 1920’de İstanbul hükümetinde başvekillik görevine getirildi ise de kısa bir süre sonra istifa etti ve bir daha görev almadı.
Çerkesler, Osmanlının son zamanlarındaki kötü gidişi durdurmak için vatansever aydınlar tarafından girişilen her sosyal aktivitenin içinde yer almışlardır. Mitinglerde, kurulan cemiyetlerde, Batı Trakya’da kurulan Türk Cumhuriyetinde, Trablus’a İtalyanlarla savaşmak için giden vatanseverler arasında, Teşkilatı Mahsusa'da, Balkan ve İlk Dünya savaşında yer almış ve önemli hizmetler görmüşlerdir. Kurtuluş Savaşının safhalarında (Amasya Mülakatı, Sivas ve Erzurum kongrelerinde, TBMM açılışında) Mustafa Kemal’in yanında yer alan komutanların bir kısmı Çerkes’dir.
Yaşanmış bazı ferdi olumsuzluklarda vardır. Hangi etnik kesimi ele alırsanız alınız, hepsinde yaşanmış olumsuzluklar görülür. O olumsuzlukları kaşımanın ve günümüze taşımanın kimseye faydası yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti üniter bir devlettir. Her vatandaş, etnik kökenine bakılmaksızın, liyakate göre her göreve gelebilmektedir. Çerkeslerde, bu genel kuralın dışında değildir. Önemli olan vatanı sahiplenmek, sevmek ve hizmet etmektir.
Yaşar Doğu, Hamit Kaplan, Gazanfer Bilge, Adil Candemir, Tevfik Yüce, Mahmut Atalay, İrfan Atan vs. gibi, Çerkes kökeninden gelen ve her biri Balkan, Avrupa, Akdeniz Oyunlarında ve Dünya şampiyonalarında Türkiye’ye çok sayıda şampiyonluk ve madalya kazandırmışlardır. Çok sayıda güreşçi de yetiştirmişlerdir. Her konuda vatana katkıda bulunmak şiarındadırlar.
Çerkeslerin, Türk kültürüne de önemli katkıları olmuştur.
Çerkesler; farklı bir kültüre sahiptiler. Kültürlerini, Anadolu’ya da taşımışlar ve Anadolu kültürüne katkıda bulunmuşlardır. Şu sözler çok duyulur: Çerkes Pastası, Çerkes Tavuğu, Çerkes Peyniri, Çerkes Biberi, Çerkes Tuzu, Çerkes Sofrası, Çerkes Atı, Çerkes Eyeri, Çerkes Kemeri, Çerkes Kaması, Çerkes Kalpağı, Çerkes Elbisesi, Çerkes Düğünü, Çerkes Mızıkası, Çerkes Gelini, Çerkes Delikanlısı, Çerkes Kızı, Çerkes Göreneği vs. gibi sözler, Türk literatürüne girmiştir.
Geleneklerine çok bağlıdırlar. Bir o kadar da yurttaş olarak devlete bağlıdırlar. Anavatanları Kafkasya, Türkiye’de ikinci vatanları olmuştur.
II. Dünya savaşından sonra Kafkasya’dan Amerika’ya gidip New Jersey’e yerleşmiş ve belki de Türkiye’yi hiç görmemiş Çerkesler vardır. Her sene Amerika’da düzenlenen Türk haftasına orijinal giysileri için de ve ay-yıldızlı bayraklarla katıldıklarını duyuyoruz. Memnun da oluyoruz. Türkiye’ye bakış açısını göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Dünya da 40 ülkede Çerkes vardır. Yukarıda da belirtildiği gibi, en çok yaşadıkları ülke Türkiye’dir.
Açılım tartışmalarının devam ettiği günümüzde, şu hususlara dikkat çekmek istiyorum:
Tarih boyunca; Türkü, Kürt'ü, Çerkes’i birlikte, içi içe yaşadı, aynı inancı paylaşıyor. Kuran ve İslam bizi kardeş yaptı. İslâm’a inananlar kardeştir. Biz kardeşiz. Sevgili peygamberimiz veda hutbesinde “Arap’ın Aceme ve Acem’in Arap’a üstünlüğü yoktur.” demiştir. Zaten amaç mutlu olmak değil mi? Bu gün bu güzel vatanda, vatandaşlık bilinciyle ve birbirimizi severek refah içinde, mutlu olmamamız için hiçbir sebep yoktur. Hiçbir etnik kesime ayrıcalık tanınamaz, hiçbiri dışlanamaz. Hiçbir hak vatanın, bölünmesi ve parçalanması yönünde kullanılamaz. Üniter yapı sulandırılamaz. Vatanseverlik; Kuru kuruya sözle olmadığı gibi, bir etnik kökene mensubiyetle de olmaz. Gerçek vatanseverlik; Vatan için maddi manevi yapılan öz verili, faydalı güzel şeylerle olur.Gerçek vatansever vatanı için bir şeyler yapabilendir hem Türkiye hem anavatan içinde bir şeyler yapalım işte o zaman gerçekten kalıplaşmış klişeleşmiş olgulardan uzakta realiteyi ortaya koyacağımıza yürekten inanıyorum...
1 note · View note
hetesiya · 3 years ago
Text
Engels’in diyalektik anlayışındaki sorunlar
Yener Orkunoğlu
Engels, Marksizm’e ve sosyalizme yaptığı katkıları nedeniyle övüldüğü gibi, eleştirilere de maruz kalmıştır. Kimileri, Marksizm’e pozitivist eğilimleri taşıdığı için onu eleştirmiştir. Kimileri, onun diyalektik anlayışındaki sorunlara dikkat çekmiştir
Tumblr media
İnsan beyni değirmen taşına benzer. İçine yeni bir şeyler atmazsanız, kendi kendini öğütür durur. İbni Haldun
Friedrich Engels (1820-1895), yalnızca insanlığın yetiştirdiği dâhilerden biri değil; aynı zamanda sosyalizmin önde gelen yetkin bir düşünürüydü. Marx’ın teorisinin oluşmasında önemli katkı sağlayan, onun teorisinin yayılması için en fazla çaba gösteren ve emek veren bir vefakârdı. Hiç kimse Engels kadar Marx’a yakın değildi; hiç kimse Marx’ın el yazmalarını düzenleyip yayımlayacak kadar bu işe uygun değildi. Engels olmasaydı, Marx’ın en önemli eseri olan Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltleri yayımlanamayacağı gibi, Marksist teorinin yayılması mümkün olmayacaktı.
Bir yanda çok zor okunan Marx’ın el yazmaları, diğer yanda Engels’in deyimiyle onun dağınık olan notları, ancak çok yoğun bir emekle yayına hazır hale getirilebilirdi. Marx’ın eserini yayımlamak için, kendi çalışmalarını ihmal etmeyi göze alan Engels, bu zahmetli işi üstlenirken; Marx’ın yanında “İkinci keman” olduğunu söyleyecek kadar tevazu gösterdi. Onun bu alçakgönüllü davranışının, ona geçmişte dünya Marksist hareketi nezdinde, büyük bir saygınlık kazandırdığı biliniyor.
Engels, Marx’ın eserini yayına hazırlama gibi çok yoğun olan bir çalışmadan fırsat buldukça, bir tarafta kendi teorik araştırmalarını yürütürken, diğer tarafta işçi sınıfı hareketinin pratik sorunlarıyla ilgilenmiş, yüzlerce insanla mektuplaşma faaliyeti içinde olmuştur: Biyografisini yazan Gustav Meyer’in dediğine göre, Engels, 20’den fazla dili öğrenmeye çalışmıştır. Dil konusunda bir dahi olan Engels’in en az 11 dile (İngilizce, Fransızca, Rusça, İtalyanca, Portekizce, İspanyolca, İrlanda Diyalektiği, Eski Saksonya dili, Arapça, Persçe) vakıf olduğu biliniyor.
Engels, Marksizm’e ve sosyalizme yaptığı katkıları nedeniyle övüldüğü gibi, eleştirilere de maruz kalmıştır. Kimileri (Antonio Labriola vd.), Marksizm’e pozitivist eğilimleri taşıdığı için onu eleştirmiştir. Kimileri (Georg Lukacs, Jean-Paul Sartre), onun diyalektik anlayışındaki sorunlara dikkat çekmiştir. Engels’in Marksizm’e katkısı ve bu nedenle ona gösterilen saygı, onun bazı yanılgıları karşısında bizi körleştirmemeli. Marksizm’in ve sosyalizmin karşıtlarının işine yarayacağı bahanesiyle, Engels’e yönelik eleştirileri, kimileri, gereksiz, sorunlu ve/veya yanlış bulabilir. Ancak yanlışlardan öğrenmemek, buna direnmek akılcı bir yaklaşım değildir.
Ayrıca yanılgılar karşısında alınan tutum, ciddi olmanın önemli bir kıstasıdır. Nitekim Lenin, “Bir siyasi partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevini yerine gerçekten getirip getirmediğini saptayabilmemiz için, en önemli ve en güvenilir kıstaslardan biridir. Yanılgısını açıkça teslim etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya meydan veren durumu tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek; işte ciddi bir partinin işaretleri bunlardır.” (Lenin, Sol Radikalizm Bir Çocukluk Hastalığıdır)
Yanılgıları açıkça teslim etmeden gelişme olmayacağı gibi, yanılgıya düşmeyen bir insan da yoktur ve olamaz da. Bu çerçevede Engels’in felsefi ve siyasal konulardaki bazı yanılgılarına dikkate çekmek gerekli görünüyor. Engels’in felsefe alanındaki üç yanılgısı şöyle ifade edilebilir: 1. Doğa ve toplum diyalektiği arasındaki farka dikkat çekmemesi; 2. Felsefeyi küçümseyip pozitif bilimleri abartması. 3. Hegel’in sistemi ile yöntemi arasında ayrım yaparak, sistemi reddederek, yalnızca diyalektiğin önemli olduğunu ileri sürmesi.
Bu yazıda felsefi alandaki üç yanılgısından sadece birincisine değineceğim. Diğer ikisini bir sonraki yazıda ele alacağım. Siyasal konulardaki (ulus konusu, devlete ilişkin, parlamentarizm vb.) yanılgıları ise, daha sonraki bir dönemde ele alınacak.
Engels ve diyalektik
Bir makale sınırları içinde, bu konuyu geniş bir şekilde ele almak mümkün değil. En genel noktalara dikkat çekmekle yetinilecek. Önce sorunu saptamak gerekir. Sorun, diyalektikten ne anlaşıldığı sorunudur. Bilindiği gibi Engels diyalektiği şöyle tanımlar: “Diyalektik, hareketin ve doğanın, insan toplumunun ve düşüncesinin gelişiminin en genel yasalarının bilimidir.” Üç adet yasadan bahseder: 1. Niceliğin niteliğe dönüşmesi ve tersi yasası; 2. Karşıtların karşılıklı iç içe geçmesi yasası; 3. Yadsımanın yadsınması yasası.
Diyalektiğe evrensel bir nitelik kazandıran Engels’in diyalektik anlayışının sorunlu olduğuna dikkat çekenler, ona eleştiriler yöneltmiştir. Kimi düşünürlere göre, diyalektik, sadece toplum ve tarihte geçerlidir; doğada diyalektikten bahsedilemez; çünkü doğadaki değişimlerde öznellik ve bilinç rol oynamaz. Diyalektiğin, hem doğa hem de toplum için geçerli olduğunu ileri süren Engels, toplumsal alanda önemli olan bilinç, irade gibi öznel faktörleri dikkate almamıştır.
Engels��in diyalektik konusunda sorunlu yaklaşımına ilk dikkati çeken ve eleştiren Georg Lukacs oldu. Önceleri doğada diyalektik olmadığını iddia eden ve diyalektiği “tarihsel ve toplumsal gerçeklikle sınırlayan” Georg Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci’nde (1923) Engels’in diyalektik anlayışına eleştiri yöneltti. Ona göre Engels, diyalektiği doğadan ürettiği için, özne-nesne ilişkisine değinmemiştir; tam tersine doğadaki karşıtlıklar arasında ilişkilere vurgu yapmıştır. Dolayısıyla Engels’in diyalektik anlayışı ile Marx’ın diyalektik anlayışı arasında fark vardır. Marx ile Engels arasında ayrım yapılmasını tehlikeli ve yanlış bulan III. Enternasyonal’in teorisyenleri (Zinovyev vb.) Georg Lukacs’a ağır suçlamalarda bulundular.
Georg Lukacs’a bakılırsa, Hegel, kendi diyalektik anlayışını doğadan değil, tarihsel-toplumsal gelişmelere dayanarak ortaya koymuştur. Ancak Lukacs, yıllar sonra özeleştiri yapıp görüşlerini geri aldı. Lukacs’ın görüşü bütün gerçeği yansıtmıyordu. Çünkü Hegel de doğadaki diyalektik gelişmelerden bahsediyor; çelişkinin evrensel olduğunu iddia ediyordu
Engels’e eleştiri yönelten diğer bir düşünür ise, Fransız düşünür Jean P. Sartre idi. Sartre, Yöntem Araştırmaları – Diyalektik Aklın Eleştirisi (1960) adlı eserinde Marksizm’i savunur. Ona göre, “Marksizm, bitmiş, tükenmiş olmak şöyle dursun, daha çok gençtir, hatta deyim yerindeyse çocukluğunu yaşamaktadır, gelişmeye yeni başlamıştır. İşte bu nedenlerle de çağımızın felsefesi olarak kalmaktadır: bu felsefe gerekli bir felsefedir, çünkü onu doğuran koşullar daha aşılmamıştır.”
Ancak Sartre, o dönem, Marksistler arasında yaygın olan, bireyi ve öznelliği dikkate almayan yanlış bakış açısının Engels’ten kaynaklandığını düşünüyordu. Sartre, Engels’in Marx’a yazdığı bir mektuptaki şu görüşüne gönderme yapmıştır: İnsanlar, tarihlerini kendilerini koşullandıran bir ortam içinde yaparlar. Sartre açısından bu görüş, açık seçik olmadığı için çok çeşitli yorumlara gelebilecek bir görüştür. Hem insanın Tarih’i yaptığı hem de insanın Tarih tarafından şekillendirildiği görüşünü nasıl anlamak gerekir? Maddi koşullara aşırı önem veren görüş, özünde bireyin öznelliğini ve bilincini ihmal eden tek-yanlı bir anlayışa yol açmıştır. Engels, yazılarında olmasa da son yıllarındaki mektuplarında, üst-yapıyı ihmal ettiğini kabul ederek, özeleştiri yapmıştır.
Ancak bu özeleştiri, onun eserlerinde var olan bazı sorunlu görüşleri ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Engels’e yapılan eleştiri, esas olarak onun diyalektik anlayışında özne-nesne ilişkisine yer vermeyişine yöneliktir. Gerçekten de Engels’in Anti-Dühring ve Doğanın Diyalektiği adlı eserlerinde, “özne-nesne ilişkisine” bir gönderme yoktur. Genel olarak doğadaki “nesneler arasındaki” ilişki ve karşıtlığa vurgu yapmaktadır. Örneğin Doğanın Diyalektiği’nde şöyle yazıyor Engels: “Öznel denilen diyalektik, diyalektik düşünce, doğanın her yerinde kendini gösteren ve karşıtların sürekli çatışması ve bunların sonal olarak, birbirlerine ya da daha yüksek biçimlere geçmeleri yoluyla doğanın yaşamını belirleyen hareketin karşıtlar aracılığıyla yansımasından ibarettir. Çekme ve itme.”
Görüldüğü gibi, öznel diyalektiği, yalnızca doğadaki karşıtlıklar arasındaki çatışmaya indirgemektedir. Böylesi bir bakış açısı, özne-nesne ilişkisini ve bilincin rolünü yeterince dikkate almamaktadır ki, böylesi bir yaklaşımın, siyaset üzerindeki olumsuz etkisini görmek için büyük bir zekâ olmak gerekmiyor. Zira diyalektiğin böylesi bir yorumu, öznel bilincin, nesnel tarihsel durumun gerektirdiği görevlerin gerisinde kalması gibi, olumsuz bir duruma yol açmaktadır. Ayrıca doğa diyalektiğinin toplumsal alana birebir aktarılması, birçok yanlış anlamalara sebep olmaktadır. Örneğin, “tarihin akışı sosyalizmden yana”, “işçi sınıfı, kapitalizmin mezar kazıyıcısıdır” gibi iyimser olan ve kaçınılmazlığa vurgu yapan görüşler ileri sürülmüştür.
Engels’in diyalektik anlayışı ise, Sovyetler Birliği’nde öylesine dogmatik bir hale getirilir ki, birçok doğa bilimcisi sesini yükseltmek zorunda kalır. Bunlardan biri de Doğu Almanyalı doğa bilimcisi, fiziksel kimya profesörü olan Robert Havemann’dır. 1964’te yayımlanan Dialektik ohne Dogma (Dogmasız Diyalektik) başlıklı kitabında, “diyalektik materyalizm bilim insanları tarafından neden ciddiye alınmıyor?” diye sorar. Ve matematik ve fizik bilimcisi Max Born’dan kendisine gelen bir mektuptan kısa bir cümle aktırır. Born şöyle yazmıştır Havemann’a: “Diyalektik materyalizmin tüm özelliklerini reddetmenize karşın, yine de diyalektik materyalizmi savunmanız, dışarıdan bakan için, anlaşılması çok zor bir şey.” (Robert Havemann, Dialektik ohne Dogma, s. 23.)
Havemann, bu durumu şöyle açıklar: Max Born, yanlış anlamanın kurbanı olmuştur. Şöyle ki, doğa bilimcileri arasında yaygın olan ve diyalektik materyalizm olarak kabul edilen şey, gerçekte diyalektik materyalizm değildir. Diyalektik materyalizmin böyle yanlış anlaşılmasının nedeni, daha doğrusu suçlusu, doğa bilimcileri değil, tam tersine diyalektik materyalizmin resmi temsilcileridir ki, bu temsilciler, kendi kaba ve mekanik materyalizm anlayışlarını, “diyalektik materyalizm” olarak göstermeye çalışmışlardır ve bu hâlâ böyle sürüp gitmektedir. Ona göre, diyalektik, Sovyetler Birliği’nde bir dogma haline getirilmiştir. Havemann, doğa bilimlerinden hiç anlamayan filozofların, doğayı açıklama çalışmalarını gülünç bulmaktadır. Ayrıca Sovyetler Birliği’ndeki politik durum ile “dogmatik” felsefe arasında belirli bir ilişki olduğu gerçeğine dikkat çeker.
Doğadaki zorunluluk anlayışının topluma aktarılması, Sovyetler Birliği’nde yapılan siyasal analizlere de yansıdı. Şöyle ki, yanlış diyalektik anlayış sonucu, “kapitalizmin kaçınılmaz son buhranı ve çökeceği” gibi görüşler ortaya atıldı. Ama Sovyetler Birliği Komünist Partisi, kendi sisteminin çökebileceğini öngöremedi.
Hegel, diyalektiğin doğru kavranamaması durumunda, sofistik bilgiçliğe düşme tehlikesine karşı uyarmıştı. Tam da Hegel’in uyardığı sofistik bilgiçlikler gündeme geldi. Sovyetler Birliği’nde iğdiş edilmiş olan diyalektik, her kapıyı açacağı sanılan bir maymuncuğa dönüştürüldü. Öyleki Aristoteles’in mantığı, Antikçağ’ın mantığıdır denilerek reddedildi. Oysa diyalektiğin ustası Hegel açısından diyalektik mantık, formel mantığı reddetmez. Hegel’e göre, formel mantığın da geçerli olduğu alanlar vardır. Hegel, bunu Mantık Bilimi adlı eserinde çok iyi bir şekilde açıklar. Şeyleri belirlemek, saptamak, onları birbirleriyle karşılaştırmak için formel mantık gereklidir. Hegel’i anlamak için örnek vermem gerekirse, “Bu ağaç yeşildir”, “Bu nehir tehlikelidir”, “Bu şiir iyidir” gibi belirlenimleri yapan formel mantıktır. Dolayısıyla formel mantık, gereklidir, fakat eksiktir. Çünkü değişim ve gelişimi izah eden bir mantık değildir. Diyalektik mantık, bir şeyin değişimini, gelişimini ve böylece yadsınmasını ortaya koyarak, formel mantığın eksikliğini gösterir; geçerli olduğu alanları sınırlar ama reddetmez.
Geçmişte Avrupa’da sosyalist devrimlerin başarısız olması, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, Çin’in kapitalizme yönelmesi, Küba’da yaşanan sorunlar, yalnızca pratik uygulamaların yanlışlığına bağlanamaz. Marksist teorideki sorunları, eksikleri; çarpık anlaşılan ve iğdiş edilen diyalektiği görüp, bunları aşmadan, Marksist sosyalizmin canlanma olanağı görünmüyor.
Engels, diyalektiği açıklarken, doğa ve toplum diyalektiği arasındaki farkı dikkate almayan bir bakış açısına sahip. Oysa diyalektiği en sistemli bir şekilde açıklamış olan Hegel, doğanın diyalektiği ile toplumun-tarihin diyalektiği arasındaki farkın bilincindeydi.
Hegel’de doğa ve toplum diyalektiği
Hegel’e göre, doğada, her şey sürekli bir dönüşüm, hareket ve değişim halindedir. Ancak doğadaki hareket, sürekli kendini tekrarlayan döngüsel bir harekettir. Tomurcuk ağaca dönüşür; ağaç filizlenir, çiçek açar, meyve verir. Bu nedenle, doğada yeniden canlanma, hep aynı şeyin tekrarıdır, yeni bir şey ortaya çıkmaz. Hegel’e göre, “Güneşin altında yeni bir şey oluşmaz.” Yalnızca tinsel zeminde olup biten değişimlerde yeni bir şey ortaya çıkar. Bunun yanı sıra, doğadaki gelişim, dolaysız, esas olarak karşıtsız ve engelsizdir. Doğadaki gelişme sürecinde, kavram ile kavramların gerçekleşmesi arasına hiçbir şey girmez, yani doğadaki gelişme, bilinç ve irade etkinliğine dayanmaz. Dolayısıyla doğadaki hareket bilinçten yoksundur. Örneğin güneş sisteminin hareketi değişmez yasalara göre olur, bu yasalar güneşin Usudur, fakat hem güneş hem de bu yasalara uygun olarak güneşin çevresinde dönen gezegenler, bu konuda bir bilince sahip değildirler.
Oysa tarih ve toplum açısından bakıldığında, bu durum çok farklıdır. Zira tarihsel-toplumsal gelişme, doğadaki gibi döngüsel bir yineleme değildir. Tinsel oluşum, içeriği gereği doğadaki gibi sürekli tekrar değildir. Toplumsal yaşamda sürekli bir değişim ve ilerleme vardır. Bazı gerilemelere karşın, esas olarak bilinç daha yükseğe doğru sürekli ilerler. Önceki bilinç aşılır (aufgehoben), ama bu aşma aynı zamanda iki şeyi daha içerir; yani daha önceki bilincin genel yanını kendi içinde korur ve daha yükseğe çıkarır.
Bunun yanı sıra, değişim ve ilerleme, bilinç ve irade aracılığıyla gerçekleşir. Hegel’in deyişiyle Tin, kendi karşıtı olan nesnel bir şeye dönüşür, bu yeni nesnellik üzerinden tekrar kendine dönmek, daha üst düzeyde yeni bir Tine geçmeyi hedefler. Ancak toplumda ortaya çıkan yeni bilinç, kendisinin karşıtı ve düşmanı olan nesnelliğin üstesinden gelmek zorundadır. Bu nedenle doğada sakin ve dingin bir biçimde seyreden gelişme, toplumsal yaşamda, hem gerçekliğe hem de aşınmış eski bilinç biçimlerine karşı sert, sonsuz bir kavga ve mücadele olarak ortaya çıkar. Toplumdaki çelişkileri aşmak, yüksek bir bilinci ve bilinçli bir müdahaleyi gerektirir, yüksek bilinç ise, bireysel özgürlük temelinde oluşur.
Kısaca, hem doğa ve hem toplumsal alanda diyalektik yasaların varlığı söz konusudur; ancak bu iki tip diyalektik arasındaki farkı, Hegel kanımca doğru bir şekilde ifade etmiştir. İtalyan düşünür Lucien Colletti’nin Marxismus und Dialektik (1977) başlıklı eserinde karşıtlık ve çelişki arasındaki farka gönderme yapması ilginçtir.
Karşıtlık ve çelişki arasındaki fark
Colletti’ye göre Marx sonrası Marksizm, karşıtlık ve çelişki arasında ayrım yapamamıştır. Ona göre, Marksistler, karşıtlık (zıtlık) ve çelişkilerden bahsederler, ama birbirinden ayrılması gereken bu iki tip karşıtlık konusunda, açık bir görüşe sahip değillerdir. Bu iddiayı ileri sürerken Colletti, Marx ve Marksizm arasında bir ayrım yapmaktadır. Şöyle ki, Marx’ın karşıtlık ve çelişki arasında ayrım yaptığını, Marx’tan sonra gelenlerin ise bu ayrımın farkında bile olmadığını ileri sürmektedir. Marx’ın, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı eserinden diyalektik olmayan karşıtlığa örnek olarak şu alıntıyı yapıyor Colletti: “Gerçek uçlar, gerçek uçlar oldukları için dolayımlandırılamıyor. Ayrıca dolayım gereksinimi duymuyor, çünkü birbirine karşı özü oluşturuyorlar. Ortak hiçbir şeyleri yok, biri ötekini arzu etmiyor ve birbirlerini tamamlamıyorlar. Hiçbiri, ötekinin özlemini, gereksinmesini ve öncelenmesini kendinde barındırmıyor.”
İki tip karşıtlık (Gegensätze) olduğuna dikkat çeken, dolayısıyla karşıtlık ve çelişki arasında ayrım yapan Colletti bu ayrımı şöyle açıklıyor: Birinci tip karşıtlıkta, karşıtların birliği yoktur, bu tip karşıtlık, çelişki içermeyen karşıtlıktır. Burada karşıt olan şeyler birbirini dışlar ve karşıt uçlar birbirinden bağımsız olarak vardır, biri varken diğeri yoktur. Colletti, örnek vermez, ama onun söylediğinin anlaşılması için Aristoteles ve Hegel’den vereceğim örnekler açıklayıcı olabilir. Aristoteles, ortayı bulmaya çalışan ama her şeyin ortası olmadığını düşünen bir filozoftu. Keza Hegel’e göre de bazı karşıtlıkların, örneğin hastalık ve sağlık, yaşam ve ölüm, iyi ve kötü, hareket ve dinginlik gibi karşıtlıkların ortası yoktur; üçüncü bir şey mevcut değildir. Yani bir insan ya yaşıyordur ya da ölüdür; ikisinin ortası yoktur (Vorlesungen über die Geschichte der Philosophie I, s. Hegel Werke 18, s. 246.). Bunlar karşıt uçlardır. Gerçi birbirlerini koşullandırırlar ancak bu karşıt uçlar aynı anda birlikte olamazlar. Colletti’ye göre bu tip karşıtlıkta, diyalektik anlamda bir çelişkiden bahsedilmez.
İkinci tip karşıtlık ise, çelişki içeren karşıtlıktır. Burada karşıt uçlar, aynı anda mevcutturlar. Bir ucun varlığı aynı anda diğer ucun varlığını gerektirir. Karşıt uçlar aynı anda mevcut olduğundan ayrılmaz bir birlik oluştururlar. Colletti, örneksiz açıklar. Ama biz, örnek olarak kapitalist ile ücretli işçi arasındaki ilişki ve karşıtlığı ele alalım. Nerede bir kapitalist varsa, orada ücretli işçi vardır. Bu anlamda, birinin varlığı diğerini gerektirdiği için, bu karşıt güçlerin birbirinden bağımsız olarak var olmaları mümkün değildir. Burada hem birlik ve hem de karşıtlık vardır. Çelişki içeren bu karşıtlı��ın çözümü, hem kapitalistin hem de ücretli emeğin birlikte ortadan kaldırılmasını, aşılmasını gerektirir. Çelişkinin çözümü, yeni bir şeye yol açarak, üçüncü bir durumu olanaklı kılar.
Oysa yaşam-ölüm, sağlık-hastalık gibi karşıtlıkların “çözümü”, yeni bir şey yol açmaz; tersine karşıtlığın bir ucunun diğerine baskın olması demektir. Bir örnek vermek gerekirse; insan ya yaşıyordur ya da ölüdür; ortası yoktur. Aynı şekilde bir kadın ya hamiledir ya da değildir; yarım hamilelik olmaz.
Bu nedenle, birbirini-dışlayan karşıtlık ile birbirini-içeren ve birbirinden ayrılamayan karşıtlıkları (çelişkileri) birbirinden ayırmak önemlidir. Colletti, “çelişkinin olduğu yerde, mücadele, hareket ve gelişme vardır” düşüncesini ileri sürüyor. Onun yorumundan çıkan bir sonuç var: Diyalektik ve çelişki evrensel değildir. Doğada çelişkili olmayan ama karşıtlık içeren fenomenler de vardır. Açıktır ki, bu iddialar, bizleri daha derin düşünmeye sevk etmektedir.
Colletti’ye göre, evrendeki bütün şeylerde çelişki yoktur. Bazı şeylerde zıtlıklar varken, bazı şeylerde çelişki vardır. Colletti, yalnızca kapitalist üretim biçiminde çelişkinin olduğu görüşünü ileri sürer. Kapitalizmde diyalektik çelişki vardır, ama “Marx’a göre, kapitalizmdeki çelişki, kapitalizmin gerçek olmasından değil, tersine kapitalizmdeki gerçekliğin ters olmasından, başının üzerinde durmasından kaynaklanır.” Bu bakış açısına göre, kapitalizm aşıldığı zaman ve yabancılaşma ortadan kalktığında, diyalektiğe de veda etmek gerekecektir.
Colletti’nin karşıtlık-çelişki konusunda ileri sürdüğü görüşlerin bir hayli düşündürücü olduğu aşikâr. “Kapitalist toplumdaki çelişkinin niteliği ile daha önceki toplumlardaki çelişkinin niteliği arasında nasıl farklar vardır? Doğadaki çelişki ile toplumdaki çelişkiler aynı mıdır?” Bilinç, irade ve amaç gibi olguların olduğu toplumdaki diyalektik, bilinç, irade vb. içermeyen doğa diyalektiği ile aynı olabilir mi? Böylesi sorular, gerçeklik üzerinde daha derin düşünmeyi ve elbette ki yeni araştırmaları gerektiriyor.
Dolayısıyla diyalektik, karşıtlık, çelişki gibi kavramlardan ne anlaşıldığının netlik kazanması önem kazanmaktadır.
https://sendika.org/2021/09/engelsin-diyalektik-anlayisindaki-sorunlar-630719/
0 notes
onebenet · 4 years ago
Text
iOS 13.5 Güncellemesi çıktı, Neden indirmelisiniz ? işte Güncellemeler
Tumblr media
Apple , iPhone için son derece önemli iOS 13.5 güncellemesini gönderdi ve özelliği, zamanımızla o kadar ilgili ki indirmeniz gerekli. Resmi iOS 13.5 sürüm notları,daha önceki sürümlerde Corona virüs nedeniyle maske takanların Face İD yüz okumasında ciddi sorunlar yaşıyorlar iphone kullanıcıları.Bu güncellemenin bir yüz maskesi taktığınızda Face ID'li iPhone'lardaki şifre alanına erişime olanak tanıyacaktır. Yüz maskeli tanıma sorunu Corona virüs nedeniyle 2 ayı aşkındır bu sorunlardan dolayı gelen sürüm bizi rahatlatacaktır. Aslında bu güncelleme gelmeden önce eski klasik yöntem olan, parona ile veya şemalı giriş yöntemine dönmüştük. Face İD sürekli kiliyorduk maskeden dolayı yüzü tanımadığından ve şifre girmek zorunda kalıyorduk. iOS 13.5 bir yüz maskesi ile hayatı biraz daha kolaylaştıracak.
iOS 13.5 kişi izleme uygulamalarını başlattı
İOS 13.5 güncellemesinde resmi olarak 'Pozlama Bildirimleri' olarak adlandırılan Apple (Android Google ile birlikte) kişi izleme uygulamaları için bir API'de geliştirdi. Hükümetlerin ve Halk Sağlığı kurumları daha sonra Covid-19 için pozitif test eden biriyle temasa geçtiğinizde veritabanına kaydedecektir. Sizi uygulama üzerinden bu kişiye yaklaşmanız halinde uyaracaktır. Apple ve Google, beş kıtadaki 22 ülkenin API gizliliğine erişim talep ettiğini ve aldığını, bununla birlikte kullanıcı gizliliğini korumak için her şeyin yapıldığını açıkladı. Bu uygulama APİ'si WİFİ ve diğer baglantı araçları olan Bloetooth kullanılır. Bu uygulama Gizlilik sorunu teşkil etse de sağlık açısında sanırım sadece endişelenmekle kalıyoruz. Apple ve Google ayrıca bu Uygulamayı mevcut salgının ötesinde kullanma planının olmadığını söyledi.   PEKİ 13.5 GÜNCELLEMESİ İLE GELEN ÖZELLİKLER BUNLAR MI ? HAYIR TABİ Kİ Müzik Şarkıları, albümleri ve çalma listelerini Facebook ve Instagram Hikayeleriyle paylaşmak için yeni bir seçenek var. (60895397) Tuş Takımı QuickType Klavye artık Arapça için öngörülü girişi destekliyor. QuickType Klavye artık Japonca ve Çince (Zhuyin) için Canlı Dönüşüm'ü destekliyor. QuickType Klavye artık 12.9 inç iPad düzeni için İsviçre Alman düzenini destekliyor. Çözülen Sorunlar Çeşitli diller için 12,9 inç iPad düzenleri artık donanım klavye düzenleriyle eşleşiyor. Bilinen Sorunlar Geri Yükleme Görüntüsünü kullanarak iOS 13.4'ü yüklemek için, önce Xcode 11.4'ü yükleyin. gibi bir çok güncelleme gelmiştir. APPLE’dan coronavirüs için büyük destek Read the full article
0 notes
yasam-tadinda-hikayeler · 7 years ago
Text
Aşkın Adıdır Yusuf Olmak
Yaşam Tadında Hikayeler Sitesinden Alıntıdır
Yusuf ailesinin tek çocuğuydu… Annesi babası Onu en iyi şekilde yetiştirmeye gayret ediyorlardı… İmam-Hatip öğrencisiydi Yusuf…
Yusuf’un uzaktan uzağa sevdiği bir kız vardı… Sevgi… Sevgi sınıfın en ağırbaşlı kızıydı.. Başı hep önündeydi… Teneffüs aralarında evden getirdiği kitaplarını okurdu hep… Yusuf derste gizli gizli bakardı Ona… O ise Yusuf’a hiç karşılık vermezdi.. Görmezdi bile Yusuf’un Ona ilgisini… Oysa ki sınıfın değil okulun en yakışıklı çocuğuydu Yusuf… Kızlar onunla arkadaş olmak için can atardı.. Ama O dinine düşkün biri olduğundan zinaya düşme korkusundan uzak dururdu onlardan… Ama ne yaptı ise Sevgi’den uzak duramıyordu… Evet göz zinasıydı bu yaptığı.. Ama elinde değildi, nefsine yenik düşüyordu…
Birgün cesaretini toplayıp kıza açılmayı düşündü… Herkesin bir sevgilisi vardı.. Kendisinin de olmalıydı… Diğerlerinden neyi eksikti ki… ** **
Arapça dersindelerdi..Ders bitiminde Sevgi’ye duygularını açıklayacaktı Yusuf… Bir ara kitabının arasındaki bir kağıt gözüne ilişti… Bir hadis yazılıydı:
“Aşkını gizleyip iffetini muhafaza ederek sabredenin günahlarını ALLAH affedip cennetine koyar..” [İbn Asakir]
Nerden gelmişti ki bu kağıt.. Sanki biri Yusuf’un içini okumuştu.. Kafası karıştı… Hem arapça hem türkçe yazıyordu hadis.. Derinlere dalmıştı hadisi okuyunca.. Vazgeçti Sevgi’yle konuşmaktan…
Ertesi gün.. Yine arapça dersinde Yusuf nefsiyle mücadele halinde.. Söylemeli içindekileri.. Yine bir kağıt ilişti gözüne.. Yine bir hadis:
“Ümmetimin üstün olanları aşk belasına düşünce iffetini koruyanlardır..” [ Deylemi ]
Artık anlamıştı.. Birisi yazıp koyuyordu.. Ama kim..? O sırada öğretmenle gözgöze geldi.. Öğretmen gülümsedi… Yusuf başını önüne eğdi.. Öğretmen koymuş olmalıydı.. Defalarca Yusuf’un Sevgi’ye baktığına şahit olmuştu çünkü.. Hem yazı da öğretmenin yazısıydı.. Utandı Yusuf ve vazgeçti Sevgi’ye açılmaktan…
Bir hafta sonra…
Sınıf bir dedikodu ile çalkalanıyor.. “Sevgi’nin birlikte okula geldiği çocuğu gördünüz mü? Ne yere bakan yürek yakanmış.. Sevgilisi varmış”.. Yusuf beyninden vurulmuşa dönmüştü… Anladı ki Sevgi’den Ona yar olmayacaktı.. Hayalleri suya düşmüştü.. Sevgi’den vazgeçmeliydi…
Ertesi gün kitabının arasındaki yine bir not buldu Yusuf.. Bu defa ayet yazılıydı…
“Onu işittiğiniz zaman, erkek ve kadın mü’minlerin, kendi vicdanlarında iyi zanda bulunup da “Bu apaçık iftiradır” demeleri gerekmez miydi..?” [ Nur, 12 ]
Yusuf’un beyninde şimşekler çakmıştı.. Ne demekti bu.. Sevgi geldi hemen aklına.. Ve dün konuşulanlar..!
Okul çıkışı yine aynı erkek Sevgi’yi kapıda bekliyordu… Yusuf ise onları seyrediyordu.. Sevgi tam gence doğru ilerlerken,
“Abi biraz bekler misin, kitabımı unuttum sınıfta..”
Abi mi..? Demek ki sevgilisi zannettikleri çocuk Sevgi’nin abisiydi… Ayet yankılandı Yusuf’un kulaklarında…Suizan yapıp da işlediği günaha tövbe etti içinden…
Sonraki günlerde Yusuf arasıra kitabının arasında hadis ve ayetler bulmuştu.. Öğretmenine minnettardı… Yanlışa düşmesini engelliyordu her defasında…
** **
Bir ay sonra…
Sınıfta bir hüzün vardı, Babası Yusuf’u şehir dışında bir medreseye
yazdırmış, okuldan almıştı..Yusuf’un okulda geçirdiği son gündü.. Okuldan ayrıldığına değil Sevgi’yi bir daha göremeyecek olmasına üzülüyordu…
Henüz ilim öğrenmenin aşk’tan üstün olduğunu kavrayamamıştı.. Çünkü aşk iliklerine kadar işlemişti… Hatta babasına içten içe kızıyordu… Medreseye gitmek de istemiyordu… Herkesle vedalaşmış, Ayrılık zamanı gelmişti.. Kitaplarını çantasına koyarken yine bir not bulmuştu.. Ve bir ayetti bu:
“Sizin hayır bildiklerinizde şer, şer bildiklerinizde hayır vardır.. ALLAH bilir siz bilemezsiniz..”[ Bakara / 216 ]
Bu ayet kendine getirmişti Yusuf’u… Evet bunda da bir hayır vardı… Başını eğdi ve kimseye göstermediği gözyaşları içinde çıktı sınıftan…
Şehirdışındaki yatılı medrese hayatı başlamıştı Yusuf’un… Hocaları ona ilk günden edebinden ve saygısından dolayı hayran kalmıştı..
Herkes Ona geleceğin büyük bir hocası gözüyle bakıyordu… Yusuf’un içi buruktu.. Sevgi’den ayrılmak zor geliyordu Ona… Ama dayanmalıydı.. RABB’inin bir bildiği vardı elbet…
5 yıl sonra…
Hocası Yusuf’u yanına çağırmıştı..
-Yusuf! Sen şimdiye kadar gördüğüm en iyi talebemsin… Birkaç aya kadar aramızdan ayrılıp ilim hayatına atılacaksın.. Evlilik çağın geldi de geçiyor.. Bir abimizin kızı var.. Kur’an kursu hocalığı yapıyor.. Onu sana uygun gördük, ne dersin..?
Yusuf Sevgi’den başka kimseyi düşünmemişti evlilik için.. Ama o çoktan evlenmişti belki de.. Hem hocalarına karşı boynu kıldan inceydi:
-Siz nasıl uygun görürseniz efendim.. Anneme babama söyleyelim..
Anne babanın da rızası alınarak gidildi kız istemeye… Yusuf’un içi kan ağlıyordu.. Evleneceği kişiyi sevemezse Onun hakkına gireceğini düşünüyor ve kahroluyordu…Konuşma ve tanışma faslının ardından sıra kahve ikramına gelmişti… Odaya doğru güzeller güzeli bir kız geldi… Yusuf Sevgi’yi öylesine hayal etmişti ki, gelen kızı Sevgi gibi görüyordu…
Hayır, hayır..! Hayal değildi bu.. Sevgi’ydi…
** **
-Bu nasıl bir tevafuk ALLAH’ım! dedi..
Demek Sevgi okulu bitirmiş, hoca olmuştu… Yerinde duramaz oldu Yusuf… Kendisine uzatılan kahveyi alırken elleri tir tir titriyordu.. Fincan tabağını kaldırınca küçük bir kağıt gördü altında.. Sevgi’nin gözüne baktı.. Sevgi ise hiç bakmadan “Al” dercesine başını salladı…
Kağıdı elinde sımsıkı tutuyordu.. Kahvesini bitirince lavaboya gitmek için izin istedi… Odadan çıkar çıkmaz.. Kağıdı açtı.. Okulda kitabının arasına koyulan yazının aynısı ile yazılmış bir hadis vardı:
“Birbirini sevenler için nikah kadar güzel şey görülmemiştir..” [ İbn Mace ]
Yusuf şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşıyordu… Meğer o notları yazan Sevgi’ydi.. Yusuf fark etmesin diye hep arapça dersinde ve öğretmenin yazısını taklid ederek yazıyordu… Yusuf hadis’i tekrar okudu “birbirini sevenler” diyordu.. Demek ki Sevgi de Onu seviyordu… Ve yıllar sonra kavuşma zamanları gelmişti…
Söz ve nişan’ın ardından düğün günü gelip çatmıştı.. Çok sade bir düğün programı hazırlamışlardı.. Yusuf heyecanından yerinde duramıyor, oradan oraya volta atıyordu..
Bir ara elini cebine attı Yusuf.. Ve yine bir hadis buldu:
“Evleniniz, çoğalınız..” [ Beyhaki ]
Sevgi’nin bu sürprizleri Yusuf’u Ona daha çok bağlıyordu.. Ve tekrar tekrar aşık oluyordu Yusuf…
Artık evlenmişlerdi..
Yusuf evin içinde kendisi için hazırlanmış ayet ve hadisleri bulmaya devam ediyordu.. Evlilikle, kadının kocası-erkeğin karısı üzerinde hakları ile, anne baba hakları ile ilgili ayet hadis yazıp bırakıyordu kenara köşeye..
Ve hep içinde bulundukları durum ile alakalı oluyordu bunlar…
3 ay sonra..
Yusuf talebelerinin yanından gelmişti… Ceketini çıkardı, askıya asacakken bir hadis ilişti yine gözüne:
“Evlat kokusu, cennet kokusudur..” [ Taberani ]
Bu demek oluyordu ki baba olacaktı.. ALLAAAAH diye bağırdı birden…
Sevgi başkaları gibi “Ben hamileyim” demektense, her zaman ki gibi hadisle bildirmişti bunu eşine… Hemen Sevgi’nin yanına koştu ve alnından öptü… Artık çocuğunun annesi olacaktı sevdiği kadın…
1 ay sonra…
Yusuf uyandığında başucunda bir not buldu yine… Bir hadis vardı:
“Lezzetleri yok eden, ağız tadını bozan, ümitleri kıran ölümü çok anın..”
2 notes · View notes
barkoturktv · 5 years ago
Text
Yusuf İslam: Barış sessizce oturup hiçbir şey yapmadan sağlanamaz
Tumblr media
Yorumcu, şarkı sözü yazarı ve müzisyen Yusuf İslam, "Barış, sadece sessizce oturup hiçbir şey yapmadan sağlanamaz. Barış bundan çok daha fazlasıdır. Tabii ekonomiyi işin içinden çıkaramayız. İnsanlar fakirse, evleri ve yiyecekleri yoksa barıştan söz edemeyiz. Barış, dengeyi sağlamanın esaslarından biridir." dedi. "TRT World Citizen Yaşam Boyu Başarı Ödülü"ne layık görülen İslam, AA muhabirine yaptığı açıklamada, yeni kurduğu ve dünyaya tanıttığı hayır kurumu "Barış Treni" ile projelerini anlattı. İngiliz sanatçı, ödül için minnettar olduğunu ifade ederek, "Hayatınıza bir bakınca hiçbir şeyin sona ermediğini ve hala yapacak çok iş olduğunu, geriye baktığınızda ise neler yaptığınızı fark ediyorsunuz." diye konuştu. İnsani çalışmalar için verilen bir ödülün müzik ödüllerinden daha değerli olduğunu kaydeden İslam, "Bence yapılan iyi işlerin tanıtımını yapmak güzel bir şey. Başkalarının da iyi işler yapması için bir çeşit teşvik görevi görüyor. İnsanları teşvik etmek için güzel bir yol bu." ifadelerini kullandı. Dünyanın çeşitli ülkelerinde devam eden protestoların çoğunun işsizlik ve fakirlikten kaynaklandığına dikkati çeken İslam, "İnsanların yüzde biri dünyadaki tüm varlığın yarısına sahip. Bu yüzden toplumda bir rahatsızlığa şahit oluyoruz. Bunun sebebi eşitsizlik. Barış, bu rahatsızlığın ve dengesizliğin olmamasıdır. Arapçada 'barış' kelimesi çok fazla şeyi kapsıyor. Barış, sadece sessizce oturup hiçbir şey yapmadan sağlanamaz. Barış bundan çok daha fazlasıdır. Tabii ekonomiyi işin içinden çıkaramayız. İnsanlar fakirse, evleri ve yiyecekleri yoksa barıştan söz edemeyiz. Barış, dengeyi sağlamanın esaslarından biridir." değerlendirmesinde bulundu. "Tüm dünyanın bir olduğunu düşünerek yazdım" Ünlü sanatçı, "Barış Treni" adlı şarkısını yazdığı 1970'li yıllarda herkesin savaşı protesto ettiğine işaret ederek, "Bu şarkı başımıza gelecek iyi şeyleri anlatıyordu. İyi şeyler için de bizim bir ilerleme kaydetmemiz ve bir şeyler yapmamız gerekiyor. 'Barış Treni' ayrı ayrı değil, hep birlikte bir ilerlemenin simgesi ve dünyanın alacağı hal hakkında birçok insanın iki kez düşünmesine sebep oldu. Ben o şarkıyı tüm dünyanın bir olduğunu düşünerek yazdım." dedi. Dünyaca ünlü İngiliz müzisyen John Lennon'ın da aynı düşüncelerle birçok şarkı yazdığını anımsatan İslam, şöyle devam etti: "Tüm dünya bir ama adil değil. Dolayısıyla biz de bu şarkıdan esinlenerek Peygamberimizin Hadis-i Şerif'ini yerine getirmek amacıyla bir proje başlattık. Peygamberimize 'İslam en iyi nasıl olur?' diye sorduklarında, 'Aç olanları doyurmak ve tanıyıp tanımadığın herkesi selamlamak.' demişti. Dolayısıyla açları doyurmak ve selamlaşmak, bu dünyada istediğimiz barışı ve eşitliği tesis etmemiz için temel esaslar arasında yer alıyor. Oluşturduğumuz bu taşıyıcılar, fakir şehirlere, kasabalara, mülteci kamplarına yardımlar götürecek. Ayrıca Londra gibi büyük şehirlere de götürecek. Londra'da da fakir insanlar var." Sanatçı, Barış Treni projesi kapsamında, Türkçe, İngilizce ve Arapça metinlerin yanında notlar yazmak üzere boş sayfaları bulunan "Barış Notları" adında bir kitap hazırladıklarını kaydederek, "Hayatımızda barışı tesis etmek için gereken şeyleri yazdığımız bir kitap oldu. Genellikle Peygamberimizin hadisleri var." diye konuştu. "Back to Earth" (Dünyaya Dönüş) adlı 1978 çıkışlı albümünü de yeniden düzenleyerek müzikseverlerin beğenisine sunduklarını dile getiren İslam, Müslüman olmadan önce yazdığı şarkıların hepsinin de İslam ile bağdaştığını aktardı. "Barış Treni'yle Gaziantep'e yardım götüreceğiz" Yusuf İslam, geçen ay kendisini kabul eden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a da "Barış Treni"ni anlattığını vurgulayarak, "Küçük eğlenceli bir trenimiz var. Önümüzdeki ay onunla Gaziantep'te bir mülteci kampına kıyafet ve kırtasiye malzemeleri gibi yardımlar göndereceğiz. Ben de o etkinliğe gelmeyi umuyorum." ifadelerini kullandı. İnsani yardım çalışmalarıyla ilgilenmesinin sebebini "Bence ilk sebep insan olmam." ifadesiyle açıklayan İslam, şöyle devam etti: "Ben de ortalama sayılacak bir ekonomik seviyedeydim. Bir anda varlıklı olunca biraz sorumluluk hissediyorsunuz. Ben de hissettim. Ayrıca ben bir Hristiyan olarak yetiştirildim ve Hristiyanlar da hayır işlerine eğilimlidir. Özellikle Noel'de bu hayır işlerini çok fazla görürsünüz ama Müslüman olduktan sonra gördüm ki bu sadece gönüllü yapılan bir iş değil, yapmak zorunda olduğunuz bir şey, sosyal yapının bir parçası. İslam'da hayır işlerinin çok daha önemli bir yeri var." "Dünyanın fark etmemesi beni şaşırtıyor" Sanatçı, Türkiye'nin 4 milyondan fazla sığınmacıya kapılarını açmasının çok etkileyici bir durum olduğunun altını çizerek, "Dünyanın bunu fark etmemesi beni çok şaşırtıyor. Türkiye'nin bu kadar mülteciye ev sahipliği yapması gerçekten çok etkileyici. Bunun arka planında bence Türk insanının 'İbrahimi' kültürü yatıyor. Bildiğiniz gibi İbrahim Peygamber, tanıdığı, tanımadığı herkese ikram eder ve onları selamlardı. Bu da Türkiye'de hala yaşamakta olan o güzel kültürün bir yansıması." dedi. Müslüman olduktan sonra hayatındaki en önemli değişikliğe ilişkin ise sanatçı, şu yorumu yaptı: "Bence en önemli şey, doğduğunuz zaman içinizde var olan bilgelik. Yoksa onu kendiniz bulmalısınız. Benim için de 'Kim olduğum' ve 'Neden burada olduğum' sorularının cevabını bulmak çok önemliydi. 'On The Road To Find Out' (Bulmak için Yoldayım) isminde bir şarkı yazdım. O zaman, Müslüman olmadan önce aslında cevabı yazmışım. İslam bu kadar basit. Ancak siz kendiniz aramadıkça hediye gelmiyor. Ben gelmesini beklemiyordum ama geldi." Türk halkının kibar, misafirperver ve sıcak olduğunu vurgulayan İslam, "İnsanların bu kadar çırpındığı, görgünün azaldığı bir dönemde, Türkiye yine de bütünlüğünü, şerefini koruyan bir ülke bence. İnsanlar harika. Oğlum da bir Türk kızla evli. Ben de biraz Türk sayılırım." dedi. Yusuf İslam, Türk kültür ve sanatına ilişkin ise "Ben müzik sektöründeyim ve bu sektörde de globalleşme çok güçlü şekilde işliyor. Bunu göz ardı edemezsiniz. Sürekli bir 'ödünç alma' var. Çünkü kültürler hep böyledir, diğerlerinden bir şeyleri ödünç alır ve kendine göre onu şekillendirir. Türkiye'de bitmeyecek bir şey varsa o da kültürüdür." ifadelerini kullandı. Yaptığı müziğin ton olarak Türk müziğinden farklı olduğunu dile getiren sanatçı, Türk müziğini duyduğunda kendisinde çok derin bir etki bıraktığını sözlerine ekledi.  Read the full article
0 notes
hondayedekparcaci · 5 years ago
Text
ÜNLÜ TÜRKOLOG NİKOLAY FEDOROVİÇ KATANOV VE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NDE BULUNAN KOLEKSİYONU
ÜNLÜ TÜRKOLOG NİKOLAY FEDOROVİÇ KATANOV VE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NDE BULUNAN KOLEKSİYONU*
Murat A. Karavelioğlu·
Özet
19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşayan ve Türkoloji biliminin önde gelen isimlerinden olan Katanov, bu alanda özellikle Rus kaynaklarına olan vukufu ve bunları değerlendirmedeki başarısı ile bilim dünyasında haklı ve şöhretli bir yer edinmiştir. Onun Türkoloji bilimine asıl ve ebedi hizmeti ise yaklaşık 4000 civarında çok değerli kitaptan oluşan eşsiz koleksiyonunu Türkiye'ye bağışlamış olmasıdır. Önceleri Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi'nde korunan fakat araştırmacıların kullanımına açılamayan bu koleksiyon, uzun yıllardır İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü'nde bilim adamları ve araştırmacıların istifadesine sunulmaktadır.
Tumblr media
Nikolay Fedoroviç Katanov
(1862-1922)
          N. F. Katanov, 19 Mayıs 1862’de, Yenisey’in bir kolu olan Abakan nehrinin sol yakasındaki Askiz köyünden 17 km. uzaklıkta bulunan “Üzüm” köyünde doğdu. Ailesi, Hakas kabilelerine mensuptur. Babası Fyöder Semyenoviç Katanov, annesi Kaçinka Katanova’dır. Katanov’un annesi cahil ve ezilmiş bir kadın, babası ise köy yazıcısıdır.
          Yeni doğan çocuktaki küçük ak perçemi gören babaanne “pora, pora” diye hakırmış, iradesi dışında söylediği, Hakas köylerindeki yaşlıların bugüne kadar hatırladığı bu söz çocuğa yakışmıştır. Hakasçada “pora” kır rengi anlamındadır. Daha sonra rahip ona Nikolay adını koymuştur. Nikolay aynı zamanda Yunancada “halkların galibi” anlamına gelmektedir.
          1869 yılında Halk Eğitim Bakanlığının bir sınıflık Askiz okulu açıldı ve Katanov o okula Rusça okuma yazma öğrenmeye gitti. Amcası Efim Semenoviç, Katanov’un öğretmeniydi.  1874 yılında babası ölünce öğretmen amcasının himayesine girdi. Amcası hem öğretmen hem de çeşitli kabile birliklerinden oluşan Askiz Bozkır Duması’nın yazmanıydı. Bu yüzden 1874-1876 yıllarında gündüzleri öğrenim gördü, Duma’da yazmanlıkla uğraştı. Bu okulda beş yıl okudu. Ağustos 1876’da öksüz doğulu Katanov kayıkla Abakan ve Yenisey üzerinden Krasnoyarsk’a doğru yola çıktı. Böylece yaklaşık yüz yirmi beş yıl önce “Rus toprağı kendi Platon’larını ve Newton’larını aklıyla doğurabilecektir” diyen gözü pek seyyah öğrenim ve ilim yoluna adım atmış oldu.
          Abakan Türkleri içerisinden yetişen ilk âlim olarak takdim edilen Katanov, çok cepheli bir Türklük bilgini idi. Bütün Türk halk ve boylarının tarihleri, dil ve edebiyatları, folklor, etnoğrafya, müzik ve diğer kültür meseleleri, onun en başta incelediği ve araştırdığı konulardı. Bunların yanı sıra Fin-Ugor, Çin, Japon, Hint, İran, Arap kültürü üzerine de geniş bir bilgi sahibi idi. Bu konular içinde onu tarihçi, dilci, etnoğraf ve folklorcu, nümizmat, müzeci, redaktör ve seyyah olarak görüyoruz. O, hemen hemen bütün Avrupa ve birçok doğu dillerini, hatta ölmüş klasik dilleri de biliyordu. Türk-Orhun yazıtlarını, Sümer çivi yazısını, Mısır ve Çin hiyerogliflerini, Arapçayı ve eski Arami-Uygur metinlerini rahatlıkla okuyabiliyordu.    
Katanov’un Türk dillerine olan ilgisi on - on iki yaşlarındayken başlamıştır. Bu arada Katanov, yabancıların kültürü ve hayatı ile tanışmış ve Türk boylarının konuşmalarını sık sık dinlemiştir. 1876 sonbaharında Katanov, Krasnoyarsk kolejini kazanmış ve bu okulu altın madalyayla bitirmeye muvaffak olmuştur. Buradaki eğitimi sırasında, Sibirya ile ilgili çok iyi kitapların bulunduğu bir kütüphaneye sahip olan, gerçekten kültürlü ve bilgili, yarı Rus, yarı Hakas sanatçı Innokentiy Karatanov ile tanışmıştır. Karatanov, Katanov’a Sibirya ile ilgili birçok kitap vermiş ve çok enteresan şeyler anlatmıştır. Karatanov’un bu sohbetleri, küçük Katanov’da kendi halkını araştırma ilgisi uyandırdı. Bu yüzden Katanov, Innokentiy Karatanov’u ilk öğretmeni sayar.
          Henüz on iki yaşındayken talebe Katanov, Tatarskiy Yazık (Sagayskoe Nareçiye 1, Gramaratika, Etimologiya i Sintaksis, Krasnoyarsk 1882 adlı 420 sayfadan oluşan çalışmasının I. bölümünü tamamlamıştır. Ancak İlimler Akademisi, bu eserin değerini anlamaktan uzaktır. Eseri inceleyen İlminskiy, misyonerlik davası güden bir Türkolog olduğu için eserin kıymetini görememiş ve “Gramatika, uygulama açısından önem taşımıyor, gerekirse bu mesele üzerinde çalışan V. V. Radloff’a başvurulabilir. Sibirya Türk lehçelerinde o, benden daha bilgilidir” şeklinde cevap vermiştir. Ama eser, Hakas dili, tarihi ve diyalektolojisi alanlarında çok büyük değer taşımaktadır.
          1881’de Radloff, A. M. Kastron, N. A. Kostrov gibi bilim adamlarının çalışmalarıyla yakından tanışan Katanov, kendi notlarını tamamlayarak değişik yayın organlarında yayımladı. Tataristan ve Leningrad arşivlerinde gimnazyum öğrencisi Nikolay Katanov’un ne kadar çalışkan ve gayretli olduğunun delilleri olarak, üzerinde hemen hemen hiçbir öğretmen düzeltisinin bulunmadığı geometri, Fransızca, Almanca defterleri, Rus edebiyatı kompozisyonları, temiz el yazısı korunmaktadır. Harçlığını çıkarmak için Krasnoyarsk’ın bazı sakinlerinin çocuklarına dersler verdiği de bilinmektedir.    
Katanov, 1884’te gimnazyumdan (liseden) altın madalyayla mezun oldu. Genel derslerden başka bu okulda Latince, Yunanca, Fransızca, ve Almanca öğrendi. 1880’den başlayarak, diğer bir ifadeyle gimnazyadaki 4. sınıf öğrencilik döneminden itibaren tarih ve coğrafya öğretmeni, coğrafya topluluğunun Doğu Sibirya Bölümünün asli üyesi A.K. Zavadskoy-Krasnopolskiy’in etkisiyle Sagay metinlerini ve kendi kabilesinin gelenek göreneklerini kaydetmekle uğraştı.
          15 Ağustos 1884’ten itibaren imparatorluk Sant-Petersburg Üniversitesi’nde “öğrenci N. F. Katanov’un kaydı” yapılmıştır. Burada Krasnoyarsk polis müdürünün “Katanov’un üniversitedeki eğitimi için ona maddi yardım sağlayacak hiçbir akrabası yoktur” yolundaki şahitliği de yer almıştır.
          Kendi otobiyografisinde N. F. Katanov, Petersburg dönemini çok kısa bir şekilde şöylece anlatmaktadır: “1884-1888 yıllarında Doğu Dilleri Fakültesi’nde okudum ve adaylık dereceli kurs bitirdim. Üniversitede Arapça, Farsça, Türkçe ve Tatarca sınıflarındaki dersleri takip ettim. Bundan başka Tarih-Filoloji Fakültesi’nde Rusya tarihi ve Rus edebiyatı derslerine dinleyici olarak katıldım. Radloff, N. İ. Veselovskiy ve İ. N. Berezin’in yönetimindeki bir öğrenci olarak Sagay ağzıyla ilgili derlemeler yaptım ve bu derlemeleri bilimsel dergilerde yayımladım. Radloff’un yanında da yeni bir bilim olan Türk fonetiğini inceledim.”
          Rus öğrencileri arasında onun dış görünüşü hemen dikkat çekmiştir. Kısa boyuyla orantısız şekilde uzun gövdesi ve kısa bacaklarıyla, o kendi figürünü yansıtmaktadır. Belirgin elmacık kemikleri, dar siyah gözleriyle onun Mongol yüzü çok dikkat çekmiştir.
          Fakat Petersburg’ta fakir öğrencinin ısındığı, gelecekteki bilim adamının ve Sibirya araştırmacısının gelişimine kesin bir şekilde yardımcı olan, Smolniy yakınlarında Kavalergard sokağında bir ev vardı. Burada ünlü gazeteci, toplum adamı, seyyah N. M. Yadrintsev’in evinde Katanov’un kendi ifadesiyle “unutulmaz perşembeler” bekliyordu onu. Buraya öğrenci gençliğinin yanı sıra uzaktan yakından seçkin kişiler de geliyordu. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra Katanov bu unutulmaz günleri şöyle anlatamaktadır: “Yadrintsev beni doğuluların tarihini ve yaşantısını incelemeye, G. N. Potanin ödünç çizgilerin ve genel motiflerin açıklanması amacıyla belirli bir sistemde halk yaratıcılığı eserlerini kaydetmeye, sonuçta Radloff dillerin ve çeşitli ağızların özelliklerinin belirlenmesi amacıyla edebi eserlerin tam olarak kaydedilmesine yöneltti. E. Y. Petri ise doğulular hakkında yazmış Avrupalı yazarların ilk incelemelerine sevk etti.”    
          Dil ve etnoğrafiye dair notları ve seyahatleri ile ilgili günlük tutan Katanov bu uzun süreli seyahatlerinde birçok diyalektle ilgili halk yaratıcılığının en güzel örneklerini, Sibirya ve Çin’in Türk dili halkları hakkında etraflı bilgileri derlemiştir. Katanov, Tuvaların (Uranhayların, Soyanların, Soyatların, Karagasların (Togaların) Çin Kazaklarının diyalektlerini; Kulca, Çuguçak, Urumçi, Hami ve Turfan’ın dillerini çok özenle incelemiştir. Katanov bu seyahatte Çin’de 1891 Şubatından 1892 Mayısına kadar 120 masal, 90 hikâye, 500’ün üzerinde rubai, 153 şarkı, 600’den fazla atasözü, 70 civarında halk inanışı, 38 bilmece, 900’den fazla rüya yorumu ve başka birçok malzeme derlemiştir.
          Üniversitede Doğu Dilleri Fakültesinde Arap, Fars, Türk-Tatar dilleri dersleri gördü ve bununla beraber Tarih Filoloji Fakültesinde Rus Tarihi ve Rus Edebiyatı dersleri dinledi. Petersburg o zamanlar oryantalistlerin merkeziydi. Akademi üyesi Radloff, Profesör N.İ. Veselovskiy ve İ.N. Berezin’in yönetiminde Sagay lehçeleri hakkındaki notlarını yeniden düzenledi ve bunları ilmi dergilerde yayımladı. Berezin ona Türk lehçeleri öğretmenliği yaptı. Radloff’dan şarkiyatın yeni bir kolunu, Türk fonetiğini öğrendi.
          Fakülteye başladıktan sonra bilim adamlarından özel Türkoloji hazırlık sınıfı dersleri alan Katanov, üniversite öğrenimi sırasında Berezin’den Türkçe ve Tatarca, V. D. Smirnov’dan Osmanlıca, V. R. Rozen’den Arap Dili ve Edebiyatı, V. A. Jukoski’den Fars Dili, P. Potkanov’dan İran tarihi, N. I. Veseloski’den doğu tarihini ve M. S. Zamislav’dan Rusça derslerini aldı. Katanov, bu fakültede eski ve yeni Türk dillerini öğrendi ve tarihi metinleri ve halk edebiyatını okudu. Üniversitedeki derslerinin yanında Türk dillerinin fonetiği hakkında Radloff ile özel olarak çalışan Katanov, Radloff’un kendi evinde verdiği bu dersler sayesinde Türk dillerinin fonetik özellikleri hakkında çok geniş bir bilgi sahibi oldu.
          1888’de Petersburg Üniversitesi Şark Fakültesini bitirdikten sonra, İlimler Akademisinin ilimi araştırma heyetine katılarak 1892’ye kadar Sibirya, Moğolistan ve Doğu Türkistan’da bulundu ve yerli Türk boylarının dil, folklor ve yaşayışları üzerine araştırma yaptı, malzeme topladı. 1893’ün sonunda Türk Tatar lehçeleri Yüksek Lisansı sınavını kazandı ve 12 Ocak 1894’te Kazan’a yerleşti. Kazan Üniversitesi Türk Tatar Lehçeleri Kürsüsü Profesörü unvanıyla VI. sınıflara öğretmen olarak görevlendirildi. Ölümüne kadar bu vazifede kalmıştır. Önce Türk dilleri üzerine dersler vermiş, sonra bunları edebiyat ve tarihi de içine alacak şekilde genişletmiştir. Bundan başka, Arap ve Fars dilleri üzerine de dersler vermiştir.    
          Kazan’a geldiği sene üniversitenin Arkeoloji, Tarih ve Etnografya Cemiyetine (Obşçestvo Arheologii, İstorii i Etnografi- OAİE) üye ve sekreter seçilmiş, 1898’den 1914’e kadar da bu cemiyetin başkanlığını yapmıştır. Cemiyetin çıkardığı İzvestiya (Haberler)’nın müdürü ve başyazarı idi. Bu dergide onun, çoğu tenkit, tanıtma ve değerlendirme olmak üzere pek çok yazısı çıkmıştır. Kazan Tatarlarının kültür hayatı ve yayımladıkları eserler, onu yakından ilgilendiriyordu.
          Katanov, Kazanlı yazarlarla şahsen de tanışıyor ve onların çalışmaları üzerine yazılarında bilgi veriyordu. Mesela Kayyum Nasıri’den bahsederken, onu “Müslümanlar arasında Avrupa kültürünü yaymaya çalışan bir rehber” olarak gösteriyordu.
          Katanov’un doğu araştırmaları üzerine bibliyografya hazırlama hususunda da mühim bir yeri vardır. Yalnız Rusya’da değil, Batı Avrupa’da ve bilhassa Almanya’da bu konuda yürütülen çalışmalara katılıyor, mesela “Orientalische Bibliographie” için Rus ve İslam eserlerinin listesini hazırlıyordu.            
          Fakat bütün bu gayret ve çalışmaları ile birlikte, Nikolay Katanov “Velikorus” muhiti içinde yine de bir yabancı, bir “inorodets”, yani başka cinsten, başka ırktan olan bir kimse idi. Çekik gözlü ve Moğol tipinde olduğu için, bu durum onunla ilk karşılaşmada kendini belli ediyordu. Bu yüzden çok defalar şovenist profesörlerin menfi tavrı ile karşılaşmıştır. Petersburg Üniversitesinde 1854’te kurulan ve henüz gelişme devresinde olan Şark Fakültesinde onun için yer bulunamamıştı ve bu yüzden Kazan’daki İlahiyat Akademisine gitmek zorunda kalmıştı. Onu burada da pek hoş karşılamadılar. Juze, Mihaylov, Koblov, Malov vb. gibi misyonerler; “Petersburg Üniversitesi Şark Fakültesi ve Moskova’daki Luzarev Şark Dilleri Enstitüsü mezunu Türkologlar, Asya halklarının tarihini, edebiyatını ve etnografyasını tarafsız bir gözle araştırıyor ve onlara sempati duyuyorlar. Bundan dolayı, Petersburg Üniversitesinden çıkmış olan Katanov, Kazan İlahiyat Akademisinde kürsü idare edemez” diyerek ayağını kaydırmaya çalıştılar.            
          Katanov yine de mücadele etti ve Kazan’da tutunmayı başardı. Yeni yeni kurslar, dersler açarak içtimai hayatta ve basında birçok görevi seve seve yüklenerek kendisini kabul ettirmek ve bazı muhitlerde karşılaştığı yabancılık hissini unutturmak istiyordu. Onun rakip tanımayan emsalsiz bilgisi, birçok muarızlarını susturacak derecede geniş ve derindi. Şovenist profesörler heyeti, işlerine gelmediğinde onun bu çalışkanlığı ve bilgisi karşısında susmayı tercih ediyordu.  
          Fakat hadiseler yine de tesirini göstermekten geri kalmadı. Ne kadar bilgili ve kabiliyetli bir ilim adamı ve ne kadar masum bir Hıristiyan olursa olsun, şovenist zümre içinde o yine de bir yabancı, bir “inorodedets” olarak kalmaya mahkûmdu. Ruhi sarsıntılarla vücutça da zayıf düşen Nikolay Fedoroviç Katanov, 1921 sonbaharında felç olmuş ve kendi kendine tedavi ile uğraşırken akciğer iltihabına tutularak, tıbbi müdahalenin yetişmesine imkân kalmadan 10 Mart 1922 günü vefat etmiştir.    
          Katanov, eserlerindeki farklı meseleler ve değişik çalışmalarla, Şarkiyat alanında çok derin izler bırakmıştır. Onun, Tuvalıların Dilini İnceleme adlı eseri temel eseridir. Bu eser Şarkiyat ilminde Katanov’a çok geniş bir ün sağlamıştır. Katanov, kendisi hakkında “Benim mesleğim dilbilimdir, özellikle (Türk-Tatar) diyalektolojisi ve çeviri yazısı uzmanlık alanımdır” demektedir.    
Katanov’un sadece Şarkiyatla ilgili 181 makalesi bulunmaktadır. Hakkında otuzu aşkın yazı yayımlanmıştır. Enstitü kütüphanesinde Katanov’la ilgili 100’e yakın kayıt vardır. Hayattayken onlarca bilimsel kuruluşa ve kültürel oluşuma üyeliği bulunmaktaydı.  
İstanbul Üniversitesi’ndeki Kütüphanesi
          Katanov’un, Çarlık Rusyası’nın son dönemlerinde yaşanan ağır hayat şartları sebebiyle satışa çıkarmak zorunda kaldığı 9000 ciltlik kütüphanesinin yaklaşık 3500 cildi 1914 yılında Osmanlı hükümeti tarafından satın alınmış olup halen İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesinde bulunmaktadır. Bir kısmı da Kazan Üniversitesindedir. Katanov’un kitaplarının ülkemize ne zaman ve nasıl geldiği konusunda net bilgi bulunmamakla birlikte bizce kitapların, ilki 1914, ikincisi ise 1922 yıllarında olmak üzere iki grup halinde satın alınmış görünmektedir. 1914’de kitaplarını satmak isteyen Katanov, önce Rusya Bilimler Enstitüsüne müracaat eder. Enstitü bunu reddedince Sibirya Genel Valiliğine İrkutsk Üniversitesi için satın alınmasını ve Doğu Dilleri Fakültesi kurulmasını teklif eder, ama yine olumsuz yanıt alır. Bunun üzerine Türkistan Genel Valisine Taşkent Üniversitesi için bir teklifte bulunsa da yine red cevabı alır. Böylece kitaplarını resmi kuruluşlara satamayacağını anlayan Katanov, Leipzig’deki kitapçılara satmayı dener. Ancak kitapçılar işi ağırdan almaktadır. O sıralar Kazan’da bulunan Sadrazam Tevfik Paşa, çok kıymetli olduklarını anlayınca bir kısım kitapları Osmanlı Hükümeti adına satın alır. Bir rivayete göre kitapların satış haberini veren ve alınmasını tavsiye eden Zeki Velidî Togan, bir başka rivayete göre ise Gaspıralı İsmail Bey’dir. Ömer Faruk Akün’ün, hocası Nail Reşit Bey’den dinlediğine göre kitaplar 8000 ruble karşılığı satın alınmıştır. Ahmet Caferoğlu ise Katanov’un ölümünden sonra 1922 yılında eşinin kitapları satışa çıkardığını ve bir kısım kitapların 3000 altın karşılığında satın alındığını haber vermektedir. Koleksiyon önce Süleymaniye Kütüphanesinde muhafaza edilir, fakat daha sonra bir rivayete göre Mehmet Fuat Köprülü’nün isteği ve bizzat Atatürk’ün emriyle, bir başka rivayete göre ise Köprülü’nün, kütüphane kurulması meselesini sorması üzerine yine bizzat Atatürk’ün direktifiyle yeni kurulan Türkiyat Araştırmaları Enstitüsüne devredilir. Herhangi bir kayıt bulunmadığından hareketle kitapların, Süleymaniye Kütüphanesinde sadece muhafaza edildiği, kayda geçirilip istifadeye açılmadığı anlaşılmaktadır. Koleksiyon, çoğunluğu Rusça ve çeşitli Batı dillerinde yazılmış nadide kitap ve dergilerden oluşmaktadır. İlk elli kitap arasında bulunan Katanov’dan gelen yazma eserlerin temel özelliği eski tarihli ve Doğu Türkçesiyle yazılmış olmalarıdır. Konuları birbirlerinden farklı olan bu eserler arasında Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri, el-Müslimi’nin Tevarih-i Bulgariyyesi, İsa et-Taşkendi’nin Kelile ve Dimne Tercümesi, Hafız, Kaşani ve Talib-i Amuli gibi İran şairlerinin Divanları gibi eserler bulunmaktadır. Genel olarak bakıldığında kitapların, Avrupa’nın belli başlı kentleriyle Rusya’nın birçok vilayetinde basılan kitaplar olduğu anlaşılmaktadır. Katanov’un, Doğu Türkistan’dan Finlandiya’ya, Güney Sibirya’dan Karadeniz’in kuzeyine kadar olan geniş bir coğrafyada yaşayan halkların dilleri, dinleri, kültürleri, örf ve âdetleriyle ilgili bulabildiği her türlü kitabı topladığını görmekteyiz. Bunların yanında gezi ve kazı raporları, şehir yıllıkları, müze katalogları, sikke katalogları, idare ve eğitim öğretim ile ilgili kanun ve yönetmelikler, istatistikler ve atlaslar, hukuk, tarih, siyaset gibi konular onun topladığı kitapların konularını oluşturmaktadır. Bu sebeple kütüphanenin, Orta Asya ve Sibirya halklarının etnografya, arkeoloji, folklor, kültür, dil ve dinleri üzerine araştırma yapacak olanların mutlaka görmek zorunda oldukları bir kütüphane olduğu kanaatini taşımaktayız.              
Kaynak: Murat Ali Karavelioğlu, Murat Karavelioğlu
1 note · View note
freelogomakerx · 5 years ago
Text
ÜNLÜ TÜRKOLOG NİKOLAY FEDOROVİÇ KATANOV VE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NDE BULUNAN KOLEKSİYONU
ÜNLÜ TÜRKOLOG NİKOLAY FEDOROVİÇ KATANOV VE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NDE BULUNAN KOLEKSİYONU*
Murat A. Karavelioğlu·
Özet
19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşayan ve Türkoloji biliminin önde gelen isimlerinden olan Katanov, bu alanda özellikle Rus kaynaklarına olan vukufu ve bunları değerlendirmedeki başarısı ile bilim dünyasında haklı ve şöhretli bir yer edinmiştir. Onun Türkoloji bilimine asıl ve ebedi hizmeti ise yaklaşık 4000 civarında çok değerli kitaptan oluşan eşsiz koleksiyonunu Türkiye'ye bağışlamış olmasıdır. Önceleri Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi'nde korunan fakat araştırmacıların kullanımına açılamayan bu koleksiyon, uzun yıllardır İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü'nde bilim adamları ve araştırmacıların istifadesine sunulmaktadır.
Nikolay Fedoroviç Katanov
(1862-1922)
          N. F. Katanov, 19 Mayıs 1862’de, Yenisey’in bir kolu olan Abakan nehrinin sol yakasındaki Askiz köyünden 17 km. uzaklıkta bulunan “Üzüm” köyünde doğdu. Ailesi, Hakas kabilelerine mensuptur. Babası Fyöder Semyenoviç Katanov, annesi Kaçinka Katanova’dır. Katanov’un annesi cahil ve ezilmiş bir kadın, babası ise köy yazıcısıdır.
          Yeni doğan çocuktaki küçük ak perçemi gören babaanne “pora, pora” diye hakırmış, iradesi dışında söylediği, Hakas köylerindeki yaşlıların bugüne kadar hatırladığı bu söz çocuğa yakışmıştır. Hakasçada “pora” kır rengi anlamındadır. Daha sonra rahip ona Nikolay adını koymuştur. Nikolay aynı zamanda Yunancada “halkların galibi” anlamına gelmektedir.
          1869 yılında Halk Eğitim Bakanlığının bir sınıflık Askiz okulu açıldı ve Katanov o okula Rusça okuma yazma öğrenmeye gitti. Amcası Efim Semenoviç, Katanov’un öğretmeniydi.  1874 yılında babası ölünce öğretmen amcasının himayesine girdi. Amcası hem öğretmen hem de çeşitli kabile birliklerinden oluşan Askiz Bozkır Duması’nın yazmanıydı. Bu yüzden 1874-1876 yıllarında gündüzleri öğrenim gördü, Duma’da yazmanlıkla uğraştı. Bu okulda beş yıl okudu. Ağustos 1876’da öksüz doğulu Katanov kayıkla Abakan ve Yenisey üzerinden Krasnoyarsk’a doğru yola çıktı. Böylece yaklaşık yüz yirmi beş yıl önce “Rus toprağı kendi Platon’larını ve Newton’larını aklıyla doğurabilecektir” diyen gözü pek seyyah öğrenim ve ilim yoluna adım atmış oldu.
Tumblr media
          Abakan Türkleri içerisinden yetişen ilk âlim olarak takdim edilen Katanov, çok cepheli bir Türklük bilgini idi. Bütün Türk halk ve boylarının tarihleri, dil ve edebiyatları, folklor, etnoğrafya, müzik ve diğer kültür meseleleri, onun en başta incelediği ve araştırdığı konulardı. Bunların yanı sıra Fin-Ugor, Çin, Japon, Hint, İran, Arap kültürü üzerine de geniş bir bilgi sahibi idi. Bu konular içinde onu tarihçi, dilci, etnoğraf ve folklorcu, nümizmat, müzeci, redaktör ve seyyah olarak görüyoruz. O, hemen hemen bütün Avrupa ve birçok doğu dillerini, hatta ölmüş klasik dilleri de biliyordu. Türk-Orhun yazıtlarını, Sümer çivi yazısını, Mısır ve Çin hiyerogliflerini, Arapçayı ve eski Arami-Uygur metinlerini rahatlıkla okuyabiliyordu.    
Katanov’un Türk dillerine olan ilgisi on - on iki yaşlarındayken başlamıştır. Bu arada Katanov, yabancıların kültürü ve hayatı ile tanışmış ve Türk boylarının konuşmalarını sık sık dinlemiştir. 1876 sonbaharında Katanov, Krasnoyarsk kolejini kazanmış ve bu okulu altın madalyayla bitirmeye muvaffak olmuştur. Buradaki eğitimi sırasında, Sibirya ile ilgili çok iyi kitapların bulunduğu bir kütüphaneye sahip olan, gerçekten kültürlü ve bilgili, yarı Rus, yarı Hakas sanatçı Innokentiy Karatanov ile tanışmıştır. Karatanov, Katanov’a Sibirya ile ilgili birçok kitap vermiş ve çok enteresan şeyler anlatmıştır. Karatanov’un bu sohbetleri, küçük Katanov’da kendi halkını araştırma ilgisi uyandırdı. Bu yüzden Katanov, Innokentiy Karatanov’u ilk öğretmeni sayar.
          Henüz on iki yaşındayken talebe Katanov, Tatarskiy Yazık (Sagayskoe Nareçiye 1, Gramaratika, Etimologiya i Sintaksis, Krasnoyarsk 1882 adlı 420 sayfadan oluşan çalışmasının I. bölümünü tamamlamıştır. Ancak İlimler Akademisi, bu eserin değerini anlamaktan uzaktır. Eseri inceleyen İlminskiy, misyonerlik davası güden bir Türkolog olduğu için eserin kıymetini görememiş ve “Gramatika, uygulama açısından önem taşımıyor, gerekirse bu mesele üzerinde çalışan V. V. Radloff’a başvurulabilir. Sibirya Türk lehçelerinde o, benden daha bilgilidir” şeklinde cevap vermiştir. Ama eser, Hakas dili, tarihi ve diyalektolojisi alanlarında çok büyük değer taşımaktadır.
          1881’de Radloff, A. M. Kastron, N. A. Kostrov gibi bilim adamlarının çalışmalarıyla yakından tanışan Katanov, kendi notlarını tamamlayarak değişik yayın organlarında yayımladı. Tataristan ve Leningrad arşivlerinde gimnazyum öğrencisi Nikolay Katanov’un ne kadar çalışkan ve gayretli olduğunun delilleri olarak, üzerinde hemen hemen hiçbir öğretmen düzeltisinin bulunmadığı geometri, Fransızca, Almanca defterleri, Rus edebiyatı kompozisyonları, temiz el yazısı korunmaktadır. Harçlığını çıkarmak için Krasnoyarsk’ın bazı sakinlerinin çocuklarına dersler verdiği de bilinmektedir.    
Katanov, 1884’te gimnazyumdan (liseden) altın madalyayla mezun oldu. Genel derslerden başka bu okulda Latince, Yunanca, Fransızca, ve Almanca öğrendi. 1880’den başlayarak, diğer bir ifadeyle gimnazyadaki 4. sınıf öğrencilik döneminden itibaren tarih ve coğrafya öğretmeni, coğrafya topluluğunun Doğu Sibirya Bölümünün asli üyesi A.K. Zavadskoy-Krasnopolskiy’in etkisiyle Sagay metinlerini ve kendi kabilesinin gelenek göreneklerini kaydetmekle uğraştı.
          15 Ağustos 1884’ten itibaren imparatorluk Sant-Petersburg Üniversitesi’nde “öğrenci N. F. Katanov’un kaydı” yapılmıştır. Burada Krasnoyarsk polis müdürünün “Katanov’un üniversitedeki eğitimi için ona maddi yardım sağlayacak hiçbir akrabası yoktur” yolundaki şahitliği de yer almıştır.
          Kendi otobiyografisinde N. F. Katanov, Petersburg dönemini çok kısa bir şekilde şöylece anlatmaktadır: “1884-1888 yıllarında Doğu Dilleri Fakültesi’nde okudum ve adaylık dereceli kurs bitirdim. Üniversitede Arapça, Farsça, Türkçe ve Tatarca sınıflarındaki dersleri takip ettim. Bundan başka Tarih-Filoloji Fakültesi’nde Rusya tarihi ve Rus edebiyatı derslerine dinleyici olarak katıldım. Radloff, N. İ. Veselovskiy ve İ. N. Berezin’in yönetimindeki bir öğrenci olarak Sagay ağzıyla ilgili derlemeler yaptım ve bu derlemeleri bilimsel dergilerde yayımladım. Radloff’un yanında da yeni bir bilim olan Türk fonetiğini inceledim.”
          Rus öğrencileri arasında onun dış görünüşü hemen dikkat çekmiştir. Kısa boyuyla orantısız şekilde uzun gövdesi ve kısa bacaklarıyla, o kendi figürünü yansıtmaktadır. Belirgin elmacık kemikleri, dar siyah gözleriyle onun Mongol yüzü çok dikkat çekmiştir.
          Fakat Petersburg’ta fakir öğrencinin ısındığı, gelecekteki bilim adamının ve Sibirya araştırmacısının gelişimine kesin bir şekilde yardımcı olan, Smolniy yakınlarında Kavalergard sokağında bir ev vardı. Burada ünlü gazeteci, toplum adamı, seyyah N. M. Yadrintsev’in evinde Katanov’un kendi ifadesiyle “unutulmaz perşembeler” bekliyordu onu. Buraya öğrenci gençliğinin yanı sıra uzaktan yakından seçkin kişiler de geliyordu. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra Katanov bu unutulmaz günleri şöyle anlatamaktadır: “Yadrintsev beni doğuluların tarihini ve yaşantısını incelemeye, G. N. Potanin ödünç çizgilerin ve genel motiflerin açıklanması amacıyla belirli bir sistemde halk yaratıcılığı eserlerini kaydetmeye, sonuçta Radloff dillerin ve çeşitli ağızların özelliklerinin belirlenmesi amacıyla edebi eserlerin tam olarak kaydedilmesine yöneltti. E. Y. Petri ise doğulular hakkında yazmış Avrupalı yazarların ilk incelemelerine sevk etti.”    
          Dil ve etnoğrafiye dair notları ve seyahatleri ile ilgili günlük tutan Katanov bu uzun süreli seyahatlerinde birçok diyalektle ilgili halk yaratıcılığının en güzel örneklerini, Sibirya ve Çin’in Türk dili halkları hakkında etraflı bilgileri derlemiştir. Katanov, Tuvaların (Uranhayların, Soyanların, Soyatların, Karagasların (Togaların) Çin Kazaklarının diyalektlerini; Kulca, Çuguçak, Urumçi, Hami ve Turfan’ın dillerini çok özenle incelemiştir. Katanov bu seyahatte Çin’de 1891 Şubatından 1892 Mayısına kadar 120 masal, 90 hikâye, 500’ün üzerinde rubai, 153 şarkı, 600’den fazla atasözü, 70 civarında halk inanışı, 38 bilmece, 900’den fazla rüya yorumu ve başka birçok malzeme derlemiştir.
          Üniversitede Doğu Dilleri Fakültesinde Arap, Fars, Türk-Tatar dilleri dersleri gördü ve bununla beraber Tarih Filoloji Fakültesinde Rus Tarihi ve Rus Edebiyatı dersleri dinledi. Petersburg o zamanlar oryantalistlerin merkeziydi. Akademi üyesi Radloff, Profesör N.İ. Veselovskiy ve İ.N. Berezin’in yönetiminde Sagay lehçeleri hakkındaki notlarını yeniden düzenledi ve bunları ilmi dergilerde yayımladı. Berezin ona Türk lehçeleri öğretmenliği yaptı. Radloff’dan şarkiyatın yeni bir kolunu, Türk fonetiğini öğrendi.
          Fakülteye başladıktan sonra bilim adamlarından özel Türkoloji hazırlık sınıfı dersleri alan Katanov, üniversite öğrenimi sırasında Berezin’den Türkçe ve Tatarca, V. D. Smirnov’dan Osmanlıca, V. R. Rozen’den Arap Dili ve Edebiyatı, V. A. Jukoski’den Fars Dili, P. Potkanov’dan İran tarihi, N. I. Veseloski’den doğu tarihini ve M. S. Zamislav’dan Rusça derslerini aldı. Katanov, bu fakültede eski ve yeni Türk dillerini öğrendi ve tarihi metinleri ve halk edebiyatını okudu. Üniversitedeki derslerinin yanında Türk dillerinin fonetiği hakkında Radloff ile özel olarak çalışan Katanov, Radloff’un kendi evinde verdiği bu dersler sayesinde Türk dillerinin fonetik özellikleri hakkında çok geniş bir bilgi sahibi oldu.
          1888’de Petersburg Üniversitesi Şark Fakültesini bitirdikten sonra, İlimler Akademisinin ilimi araştırma heyetine katılarak 1892’ye kadar Sibirya, Moğolistan ve Doğu Türkistan’da bulundu ve yerli Türk boylarının dil, folklor ve yaşayışları üzerine araştırma yaptı, malzeme topladı. 1893’ün sonunda Türk Tatar lehçeleri Yüksek Lisansı sınavını kazandı ve 12 Ocak 1894’te Kazan’a yerleşti. Kazan Üniversitesi Türk Tatar Lehçeleri Kürsüsü Profesörü unvanıyla VI. sınıflara öğretmen olarak görevlendirildi. Ölümüne kadar bu vazifede kalmıştır. Önce Türk dilleri üzerine dersler vermiş, sonra bunları edebiyat ve tarihi de içine alacak şekilde genişletmiştir. Bundan başka, Arap ve Fars dilleri üzerine de dersler vermiştir.    
          Kazan’a geldiği sene üniversitenin Arkeoloji, Tarih ve Etnografya Cemiyetine (Obşçestvo Arheologii, İstorii i Etnografi- OAİE) üye ve sekreter seçilmiş, 1898’den 1914’e kadar da bu cemiyetin başkanlığını yapmıştır. Cemiyetin çıkardığı İzvestiya (Haberler)’nın müdürü ve başyazarı idi. Bu dergide onun, çoğu tenkit, tanıtma ve değerlendirme olmak üzere pek çok yazısı çıkmıştır. Kazan Tatarlarının kültür hayatı ve yayımladıkları eserler, onu yakından ilgilendiriyordu.
          Katanov, Kazanlı yazarlarla şahsen de tanışıyor ve onların çalışmaları üzerine yazılarında bilgi veriyordu. Mesela Kayyum Nasıri’den bahsederken, onu “Müslümanlar arasında Avrupa kültürünü yaymaya çalışan bir rehber” olarak gösteriyordu.
          Katanov’un doğu araştırmaları üzerine bibliyografya hazırlama hususunda da mühim bir yeri vardır. Yalnız Rusya’da değil, Batı Avrupa’da ve bilhassa Almanya’da bu konuda yürütülen çalışmalara katılıyor, mesela “Orientalische Bibliographie” için Rus ve İslam eserlerinin listesini hazırlıyordu.            
          Fakat bütün bu gayret ve çalışmaları ile birlikte, Nikolay Katanov “Velikorus” muhiti içinde yine de bir yabancı, bir “inorodets”, yani başka cinsten, başka ırktan olan bir kimse idi. Çekik gözlü ve Moğol tipinde olduğu için, bu durum onunla ilk karşılaşmada kendini belli ediyordu. Bu yüzden çok defalar şovenist profesörlerin menfi tavrı ile karşılaşmıştır. Petersburg Üniversitesinde 1854’te kurulan ve henüz gelişme devresinde olan Şark Fakültesinde onun için yer bulunamamıştı ve bu yüzden Kazan’daki İlahiyat Akademisine gitmek zorunda kalmıştı. Onu burada da pek hoş karşılamadılar. Juze, Mihaylov, Koblov, Malov vb. gibi misyonerler; “Petersburg Üniversitesi Şark Fakültesi ve Moskova’daki Luzarev Şark Dilleri Enstitüsü mezunu Türkologlar, Asya halklarının tarihini, edebiyatını ve etnografyasını tarafsız bir gözle araştırıyor ve onlara sempati duyuyorlar. Bundan dolayı, Petersburg Üniversitesinden çıkmış olan Katanov, Kazan İlahiyat Akademisinde kürsü idare edemez” diyerek ayağını kaydırmaya çalıştılar.            
          Katanov yine de mücadele etti ve Kazan’da tutunmayı başardı. Yeni yeni kurslar, dersler açarak içtimai hayatta ve basında birçok görevi seve seve yüklenerek kendisini kabul ettirmek ve bazı muhitlerde karşılaştığı yabancılık hissini unutturmak istiyordu. Onun rakip tanımayan emsalsiz bilgisi, birçok muarızlarını susturacak derecede geniş ve derindi. Şovenist profesörler heyeti, işlerine gelmedi��inde onun bu çalışkanlığı ve bilgisi karşısında susmayı tercih ediyordu.  
          Fakat hadiseler yine de tesirini göstermekten geri kalmadı. Ne kadar bilgili ve kabiliyetli bir ilim adamı ve ne kadar masum bir Hıristiyan olursa olsun, şovenist zümre içinde o yine de bir yabancı, bir “inorodedets” olarak kalmaya mahkûmdu. Ruhi sarsıntılarla vücutça da zayıf düşen Nikolay Fedoroviç Katanov, 1921 sonbaharında felç olmuş ve kendi kendine tedavi ile uğraşırken akciğer iltihabına tutularak, tıbbi müdahalenin yetişmesine imkân kalmadan 10 Mart 1922 günü vefat etmiştir.    
          Katanov, eserlerindeki farklı meseleler ve değişik çalışmalarla, Şarkiyat alanında çok derin izler bırakmıştır. Onun, Tuvalıların Dilini İnceleme adlı eseri temel eseridir. Bu eser Şarkiyat ilminde Katanov’a çok geniş bir ün sağlamıştır. Katanov, kendisi hakkında “Benim mesleğim dilbilimdir, özellikle (Türk-Tatar) diyalektolojisi ve çeviri yazısı uzmanlık alanımdır” demektedir.    
Katanov’un sadece Şarkiyatla ilgili 181 makalesi bulunmaktadır. Hakkında otuzu aşkın yazı yayımlanmıştır. Enstitü kütüphanesinde Katanov’la ilgili 100’e yakın kayıt vardır. Hayattayken onlarca bilimsel kuruluşa ve kültürel oluşuma üyeliği bulunmaktaydı.  
İstanbul Üniversitesi’ndeki Kütüphanesi
          Katanov’un, Çarlık Rusyası’nın son dönemlerinde yaşanan ağır hayat şartları sebebiyle satışa çıkarmak zorunda kaldığı 9000 ciltlik kütüphanesinin yaklaşık 3500 cildi 1914 yılında Osmanlı hükümeti tarafından satın alınmış olup halen İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesinde bulunmaktadır. Bir kısmı da Kazan Üniversitesindedir. Katanov’un kitaplarının ülkemize ne zaman ve nasıl geldiği konusunda net bilgi bulunmamakla birlikte bizce kitapların, ilki 1914, ikincisi ise 1922 yıllarında olmak üzere iki grup halinde satın alınmış görünmektedir. 1914’de kitaplarını satmak isteyen Katanov, önce Rusya Bilimler Enstitüsüne müracaat eder. Enstitü bunu reddedince Sibirya Genel Valiliğine İrkutsk Üniversitesi için satın alınmasını ve Doğu Dilleri Fakültesi kurulmasını teklif eder, ama yine olumsuz yanıt alır. Bunun üzerine Türkistan Genel Valisine Taşkent Üniversitesi için bir teklifte bulunsa da yine red cevabı alır. Böylece kitaplarını resmi kuruluşlara satamayacağını anlayan Katanov, Leipzig’deki kitapçılara satmayı dener. Ancak kitapçılar işi ağırdan almaktadır. O sıralar Kazan’da bulunan Sadrazam Tevfik Paşa, çok kıymetli olduklarını anlayınca bir kısım kitapları Osmanlı Hükümeti adına satın alır. Bir rivayete göre kitapların satış haberini veren ve alınmasını tavsiye eden Zeki Velidî Togan, bir başka rivayete göre ise Gaspıralı İsmail Bey’dir. Ömer Faruk Akün’ün, hocası Nail Reşit Bey’den dinlediğine göre kitaplar 8000 ruble karşılığı satın alınmıştır. Ahmet Caferoğlu ise Katanov’un ölümünden sonra 1922 yılında eşinin kitapları satışa çıkardığını ve bir kısım kitapların 3000 altın karşılığında satın alındığını haber vermektedir. Koleksiyon önce Süleymaniye Kütüphanesinde muhafaza edilir, fakat daha sonra bir rivayete göre Mehmet Fuat Köprülü’nün isteği ve bizzat Atatürk’ün emriyle, bir başka rivayete göre ise Köprülü’nün, kütüphane kurulması meselesini sorması üzerine yine bizzat Atatürk’ün direktifiyle yeni kurulan Türkiyat Araştırmaları Enstitüsüne devredilir. Herhangi bir kayıt bulunmadığından hareketle kitapların, Süleymaniye Kütüphanesinde sadece muhafaza edildiği, kayda geçirilip istifadeye açılmadığı anlaşılmaktadır. Koleksiyon, çoğunluğu Rusça ve çeşitli Batı dillerinde yazılmış nadide kitap ve dergilerden oluşmaktadır. İlk elli kitap arasında bulunan Katanov’dan gelen yazma eserlerin temel özelliği eski tarihli ve Doğu Türkçesiyle yazılmış olmalarıdır. Konuları birbirlerinden farklı olan bu eserler arasında Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri, el-Müslimi’nin Tevarih-i Bulgariyyesi, İsa et-Taşkendi’nin Kelile ve Dimne Tercümesi, Hafız, Kaşani ve Talib-i Amuli gibi İran şairlerinin Divanları gibi eserler bulunmaktadır. Genel olarak bakıldığında kitapların, Avrupa’nın belli başlı kentleriyle Rusya’nın birçok vilayetinde basılan kitaplar olduğu anlaşılmaktadır. Katanov’un, Doğu Türkistan’dan Finlandiya’ya, Güney Sibirya’dan Karadeniz’in kuzeyine kadar olan geniş bir coğrafyada yaşayan halkların dilleri, dinleri, kültürleri, örf ve âdetleriyle ilgili bulabildiği her türlü kitabı topladığını görmekteyiz. Bunların yanında gezi ve kazı raporları, şehir yıllıkları, müze katalogları, sikke katalogları, idare ve eğitim öğretim ile ilgili kanun ve yönetmelikler, istatistikler ve atlaslar, hukuk, tarih, siyaset gibi konular onun topladığı kitapların konularını oluşturmaktadır. Bu sebeple kütüphanenin, Orta Asya ve Sibirya halklarının etnografya, arkeoloji, folklor, kültür, dil ve dinleri üzerine araştırma yapacak olanların mutlaka görmek zorunda oldukları bir kütüphane olduğu kanaatini taşımaktayız.              
Kaynak: Murat Ali Karavelioğlu, Murat Karavelioğlu
0 notes
filmcekimleri · 5 years ago
Text
ÜNLÜ TÜRKOLOG NİKOLAY FEDOROVİÇ KATANOV VE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NDE BULUNAN KOLEKSİYONU
ÜNLÜ TÜRKOLOG NİKOLAY FEDOROVİÇ KATANOV VE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NDE BULUNAN KOLEKSİYONU*
Murat A. Karavelioğlu·
Özet
19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşayan ve Türkoloji biliminin önde gelen isimlerinden olan Katanov, bu alanda özellikle Rus kaynaklarına olan vukufu ve bunları değerlendirmedeki başarısı ile bilim dünyasında haklı ve şöhretli bir yer edinmiştir. Onun Türkoloji bilimine asıl ve ebedi hizmeti ise yaklaşık 4000 civarında çok değerli kitaptan oluşan eşsiz koleksiyonunu Türkiye'ye bağışlamış olmasıdır. Önceleri Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi'nde korunan fakat araştırmacıların kullanımına açılamayan bu koleksiyon, uzun yıllardır İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü'nde bilim adamları ve araştırmacıların istifadesine sunulmaktadır.
Nikolay Fedoroviç Katanov
(1862-1922)
          N. F. Katanov, 19 Mayıs 1862’de, Yenisey’in bir kolu olan Abakan nehrinin sol yakasındaki Askiz köyünden 17 km. uzaklıkta bulunan “Üzüm” köyünde doğdu. Ailesi, Hakas kabilelerine mensuptur. Babası Fyöder Semyenoviç Katanov, annesi Kaçinka Katanova’dır. Katanov’un annesi cahil ve ezilmiş bir kadın, babası ise köy yazıcısıdır.
          Yeni doğan çocuktaki küçük ak perçemi gören babaanne “pora, pora” diye hakırmış, iradesi dışında söylediği, Hakas köylerindeki yaşlıların bugüne kadar hatırladığı bu söz çocuğa yakışmıştır. Hakasçada “pora” kır rengi anlamındadır. Daha sonra rahip ona Nikolay adını koymuştur. Nikolay aynı zamanda Yunancada “halkların galibi” anlamına gelmektedir.
          1869 yılında Halk Eğitim Bakanlığının bir sınıflık Askiz okulu açıldı ve Katanov o okula Rusça okuma yazma öğrenmeye gitti. Amcası Efim Semenoviç, Katanov’un öğretmeniydi.  1874 yılında babası ölünce öğretmen amcasının himayesine girdi. Amcası hem öğretmen hem de çeşitli kabile birliklerinden oluşan Askiz Bozkır Duması’nın yazmanıydı. Bu yüzden 1874-1876 yıllarında gündüzleri öğrenim gördü, Duma’da yazmanlıkla uğraştı. Bu okulda beş yıl okudu. Ağustos 1876’da öksüz doğulu Katanov kayıkla Abakan ve Yenisey üzerinden Krasnoyarsk’a doğru yola çıktı. Böylece yaklaşık yüz yirmi beş yıl önce “Rus toprağı kendi Platon’larını ve Newton’larını aklıyla doğurabilecektir” diyen gözü pek seyyah öğrenim ve ilim yoluna adım atmış oldu.
Tumblr media
          Abakan Türkleri içerisinden yetişen ilk âlim olarak takdim edilen Katanov, çok cepheli bir Türklük bilgini idi. Bütün Türk halk ve boylarının tarihleri, dil ve edebiyatları, folklor, etnoğrafya, müzik ve diğer kültür meseleleri, onun en başta incelediği ve araştırdığı konulardı. Bunların yanı sıra Fin-Ugor, Çin, Japon, Hint, İran, Arap kültürü üzerine de geniş bir bilgi sahibi idi. Bu konular içinde onu tarihçi, dilci, etnoğraf ve folklorcu, nümizmat, müzeci, redaktör ve seyyah olarak görüyoruz. O, hemen hemen bütün Avrupa ve birçok doğu dillerini, hatta ölmüş klasik dilleri de biliyordu. Türk-Orhun yazıtlarını, Sümer çivi yazısını, Mısır ve Çin hiyerogliflerini, Arapçayı ve eski Arami-Uygur metinlerini rahatlıkla okuyabiliyordu.    
Katanov’un Türk dillerine olan ilgisi on - on iki yaşlarındayken başlamıştır. Bu arada Katanov, yabancıların kültürü ve hayatı ile tanışmış ve Türk boylarının konuşmalarını sık sık dinlemiştir. 1876 sonbaharında Katanov, Krasnoyarsk kolejini kazanmış ve bu okulu altın madalyayla bitirmeye muvaffak olmuştur. Buradaki eğitimi sırasında, Sibirya ile ilgili çok iyi kitapların bulunduğu bir kütüphaneye sahip olan, gerçekten kültürlü ve bilgili, yarı Rus, yarı Hakas sanatçı Innokentiy Karatanov ile tanışmıştır. Karatanov, Katanov’a Sibirya ile ilgili birçok kitap vermiş ve çok enteresan şeyler anlatmıştır. Karatanov’un bu sohbetleri, küçük Katanov’da kendi halkını araştırma ilgisi uyandırdı. Bu yüzden Katanov, Innokentiy Karatanov’u ilk öğretmeni sayar.
          Henüz on iki yaşındayken talebe Katanov, Tatarskiy Yazık (Sagayskoe Nareçiye 1, Gramaratika, Etimologiya i Sintaksis, Krasnoyarsk 1882 adlı 420 sayfadan oluşan çalışmasının I. bölümünü tamamlamıştır. Ancak İlimler Akademisi, bu eserin değerini anlamaktan uzaktır. Eseri inceleyen İlminskiy, misyonerlik davası güden bir Türkolog olduğu için eserin kıymetini görememiş ve “Gramatika, uygulama açısından önem taşımıyor, gerekirse bu mesele üzerinde çalışan V. V. Radloff’a başvurulabilir. Sibirya Türk lehçelerinde o, benden daha bilgilidir” şeklinde cevap vermiştir. Ama eser, Hakas dili, tarihi ve diyalektolojisi alanlarında çok büyük değer taşımaktadır.
          1881’de Radloff, A. M. Kastron, N. A. Kostrov gibi bilim adamlarının çalışmalarıyla yakından tanışan Katanov, kendi notlarını tamamlayarak değişik yayın organlarında yayımladı. Tataristan ve Leningrad arşivlerinde gimnazyum öğrencisi Nikolay Katanov’un ne kadar çalışkan ve gayretli olduğunun delilleri olarak, üzerinde hemen hemen hiçbir öğretmen düzeltisinin bulunmadığı geometri, Fransızca, Almanca defterleri, Rus edebiyatı kompozisyonları, temiz el yazısı korunmaktadır. Harçlığını çıkarmak için Krasnoyarsk’ın bazı sakinlerinin çocuklarına dersler verdiği de bilinmektedir.    
Katanov, 1884’te gimnazyumdan (liseden) altın madalyayla mezun oldu. Genel derslerden başka bu okulda Latince, Yunanca, Fransızca, ve Almanca öğrendi. 1880’den başlayarak, diğer bir ifadeyle gimnazyadaki 4. sınıf öğrencilik döneminden itibaren tarih ve coğrafya öğretmeni, coğrafya topluluğunun Doğu Sibirya Bölümünün asli üyesi A.K. Zavadskoy-Krasnopolskiy’in etkisiyle Sagay metinlerini ve kendi kabilesinin gelenek göreneklerini kaydetmekle uğraştı.
          15 Ağustos 1884’ten itibaren imparatorluk Sant-Petersburg Üniversitesi’nde “öğrenci N. F. Katanov’un kaydı” yapılmıştır. Burada Krasnoyarsk polis müdürünün “Katanov’un üniversitedeki eğitimi için ona maddi yardım sağlayacak hiçbir akrabası yoktur” yolundaki şahitliği de yer almıştır.
          Kendi otobiyografisinde N. F. Katanov, Petersburg dönemini çok kısa bir şekilde şöylece anlatmaktadır: “1884-1888 yıllarında Doğu Dilleri Fakültesi’nde okudum ve adaylık dereceli kurs bitirdim. Üniversitede Arapça, Farsça, Türkçe ve Tatarca sınıflarındaki dersleri takip ettim. Bundan başka Tarih-Filoloji Fakültesi’nde Rusya tarihi ve Rus edebiyatı derslerine dinleyici olarak katıldım. Radloff, N. İ. Veselovskiy ve İ. N. Berezin’in yönetimindeki bir öğrenci olarak Sagay ağzıyla ilgili derlemeler yaptım ve bu derlemeleri bilimsel dergilerde yayımladım. Radloff’un yanında da yeni bir bilim olan Türk fonetiğini inceledim.”
          Rus öğrencileri arasında onun dış görünüşü hemen dikkat çekmiştir. Kısa boyuyla orantısız şekilde uzun gövdesi ve kısa bacaklarıyla, o kendi figürünü yansıtmaktadır. Belirgin elmacık kemikleri, dar siyah gözleriyle onun Mongol yüzü çok dikkat çekmiştir.
          Fakat Petersburg’ta fakir öğrencinin ısındığı, gelecekteki bilim adamının ve Sibirya araştırmacısının gelişimine kesin bir şekilde yardımcı olan, Smolniy yakınlarında Kavalergard sokağında bir ev vardı. Burada ünlü gazeteci, toplum adamı, seyyah N. M. Yadrintsev’in evinde Katanov’un kendi ifadesiyle “unutulmaz perşembeler” bekliyordu onu. Buraya öğrenci gençliğinin yanı sıra uzaktan yakından seçkin kişiler de geliyordu. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra Katanov bu unutulmaz günleri şöyle anlatamaktadır: “Yadrintsev beni doğuluların tarihini ve yaşantısını incelemeye, G. N. Potanin ödünç çizgilerin ve genel motiflerin açıklanması amacıyla belirli bir sistemde halk yaratıcılığı eserlerini kaydetmeye, sonuçta Radloff dillerin ve çeşitli ağızların özelliklerinin belirlenmesi amacıyla edebi eserlerin tam olarak kaydedilmesine yöneltti. E. Y. Petri ise doğulular hakkında yazmış Avrupalı yazarların ilk incelemelerine sevk etti.”    
          Dil ve etnoğrafiye dair notları ve seyahatleri ile ilgili günlük tutan Katanov bu uzun süreli seyahatlerinde birçok diyalektle ilgili halk yaratıcılığının en güzel örneklerini, Sibirya ve Çin’in Türk dili halkları hakkında etraflı bilgileri derlemiştir. Katanov, Tuvaların (Uranhayların, Soyanların, Soyatların, Karagasların (Togaların) Çin Kazaklarının diyalektlerini; Kulca, Çuguçak, Urumçi, Hami ve Turfan’ın dillerini çok özenle incelemiştir. Katanov bu seyahatte Çin’de 1891 Şubatından 1892 Mayısına kadar 120 masal, 90 hikâye, 500’ün üzerinde rubai, 153 şarkı, 600’den fazla atasözü, 70 civarında halk inanışı, 38 bilmece, 900’den fazla rüya yorumu ve başka birçok malzeme derlemiştir.
          Üniversitede Doğu Dilleri Fakültesinde Arap, Fars, Türk-Tatar dilleri dersleri gördü ve bununla beraber Tarih Filoloji Fakültesinde Rus Tarihi ve Rus Edebiyatı dersleri dinledi. Petersburg o zamanlar oryantalistlerin merkeziydi. Akademi üyesi Radloff, Profesör N.İ. Veselovskiy ve İ.N. Berezin’in yönetiminde Sagay lehçeleri hakkındaki notlarını yeniden düzenledi ve bunları ilmi dergilerde yayımladı. Berezin ona Türk lehçeleri öğretmenliği yaptı. Radloff’dan şarkiyatın yeni bir kolunu, Türk fonetiğini öğrendi.
          Fakülteye başladıktan sonra bilim adamlarından özel Türkoloji hazırlık sınıfı dersleri alan Katanov, üniversite öğrenimi sırasında Berezin’den Türkçe ve Tatarca, V. D. Smirnov’dan Osmanlıca, V. R. Rozen’den Arap Dili ve Edebiyatı, V. A. Jukoski’den Fars Dili, P. Potkanov’dan İran tarihi, N. I. Veseloski’den doğu tarihini ve M. S. Zamislav’dan Rusça derslerini aldı. Katanov, bu fakültede eski ve yeni Türk dillerini öğrendi ve tarihi metinleri ve halk edebiyatını okudu. Üniversitedeki derslerinin yanında Türk dillerinin fonetiği hakkında Radloff ile özel olarak çalışan Katanov, Radloff’un kendi evinde verdiği bu dersler sayesinde Türk dillerinin fonetik özellikleri hakkında çok geniş bir bilgi sahibi oldu.
          1888’de Petersburg Üniversitesi Şark Fakültesini bitirdikten sonra, İlimler Akademisinin ilimi araştırma heyetine katılarak 1892’ye kadar Sibirya, Moğolistan ve Doğu Türkistan’da bulundu ve yerli Türk boylarının dil, folklor ve yaşayışları üzerine araştırma yaptı, malzeme topladı. 1893’ün sonunda Türk Tatar lehçeleri Yüksek Lisansı sınavını kazandı ve 12 Ocak 1894’te Kazan’a yerleşti. Kazan Üniversitesi Türk Tatar Lehçeleri Kürsüsü Profesörü unvanıyla VI. sınıflara öğretmen olarak görevlendirildi. Ölümüne kadar bu vazifede kalmıştır. Önce Türk dilleri üzerine dersler vermiş, sonra bunları edebiyat ve tarihi de içine alacak şekilde genişletmiştir. Bundan başka, Arap ve Fars dilleri üzerine de dersler vermiştir.    
          Kazan’a geldiği sene üniversitenin Arkeoloji, Tarih ve Etnografya Cemiyetine (Obşçestvo Arheologii, İstorii i Etnografi- OAİE) üye ve sekreter seçilmiş, 1898’den 1914’e kadar da bu cemiyetin başkanlığını yapmıştır. Cemiyetin çıkardığı İzvestiya (Haberler)’nın müdürü ve başyazarı idi. Bu dergide onun, çoğu tenkit, tanıtma ve değerlendirme olmak üzere pek çok yazısı çıkmıştır. Kazan Tatarlarının kültür hayatı ve yayımladıkları eserler, onu yakından ilgilendiriyordu.
          Katanov, Kazanlı yazarlarla şahsen de tanışıyor ve onların çalışmaları üzerine yazılarında bilgi veriyordu. Mesela Kayyum Nasıri’den bahsederken, onu “Müslümanlar arasında Avrupa kültürünü yaymaya çalışan bir rehber” olarak gösteriyordu.
          Katanov’un doğu araştırmaları üzerine bibliyografya hazırlama hususunda da mühim bir yeri vardır. Yalnız Rusya’da değil, Batı Avrupa’da ve bilhassa Almanya’da bu konuda yürütülen çalışmalara katılıyor, mesela “Orientalische Bibliographie” için Rus ve İslam eserlerinin listesini hazırlıyordu.            
          Fakat bütün bu gayret ve çalışmaları ile birlikte, Nikolay Katanov “Velikorus” muhiti içinde yine de bir yabancı, bir “inorodets”, yani başka cinsten, başka ırktan olan bir kimse idi. Çekik gözlü ve Moğol tipinde olduğu için, bu durum onunla ilk karşılaşmada kendini belli ediyordu. Bu yüzden çok defalar şovenist profesörlerin menfi tavrı ile karşılaşmıştır. Petersburg Üniversitesinde 1854’te kurulan ve henüz gelişme devresinde olan Şark Fakültesinde onun için yer bulunamamıştı ve bu yüzden Kazan’daki İlahiyat Akademisine gitmek zorunda kalmıştı. Onu burada da pek hoş karşılamadılar. Juze, Mihaylov, Koblov, Malov vb. gibi misyonerler; “Petersburg Üniversitesi Şark Fakültesi ve Moskova’daki Luzarev Şark Dilleri Enstitüsü mezunu Türkologlar, Asya halklarının tarihini, edebiyatını ve etnografyasını tarafsız bir gözle araştırıyor ve onlara sempati duyuyorlar. Bundan dolayı, Petersburg Üniversitesinden çıkmış olan Katanov, Kazan İlahiyat Akademisinde kürsü idare edemez” diyerek ayağını kaydırmaya çalıştılar.            
          Katanov yine de mücadele etti ve Kazan’da tutunmayı başardı. Yeni yeni kurslar, dersler açarak içtimai hayatta ve basında birçok görevi seve seve yüklenerek kendisini kabul ettirmek ve bazı muhitlerde karşılaştığı yabancılık hissini unutturmak istiyordu. Onun rakip tanımayan emsalsiz bilgisi, birçok muarızlarını susturacak derecede geniş ve derindi. Şovenist profesörler heyeti, işlerine gelmediğinde onun bu çalışkanlığı ve bilgisi karşısında susmayı tercih ediyordu.  
          Fakat hadiseler yine de tesirini göstermekten geri kalmadı. Ne kadar bilgili ve kabiliyetli bir ilim adamı ve ne kadar masum bir Hıristiyan olursa olsun, şovenist zümre içinde o yine de bir yabancı, bir “inorodedets” olarak kalmaya mahkûmdu. Ruhi sarsıntılarla vücutça da zayıf düşen Nikolay Fedoroviç Katanov, 1921 sonbaharında felç olmuş ve kendi kendine tedavi ile uğraşırken akciğer iltihabına tutularak, tıbbi müdahalenin yetişmesine imkân kalmadan 10 Mart 1922 günü vefat etmiştir.    
          Katanov, eserlerindeki farklı meseleler ve değişik çalışmalarla, Şarkiyat alanında çok derin izler bırakmıştır. Onun, Tuvalıların Dilini İnceleme adlı eseri temel eseridir. Bu eser Şarkiyat ilminde Katanov’a çok geniş bir ün sağlamıştır. Katanov, kendisi hakkında “Benim mesleğim dilbilimdir, özellikle (Türk-Tatar) diyalektolojisi ve çeviri yazısı uzmanlık alanımdır” demektedir.    
Katanov’un sadece Şarkiyatla ilgili 181 makalesi bulunmaktadır. Hakkında otuzu aşkın yazı yayımlanmıştır. Enstitü kütüphanesinde Katanov’la ilgili 100’e yakın kayıt vardır. Hayattayken onlarca bilimsel kuruluşa ve kültürel oluşuma üyeliği bulunmaktaydı.  
İstanbul Üniversitesi’ndeki Kütüphanesi
          Katanov’un, Çarlık Rusyası’nın son dönemlerinde yaşanan ağır hayat şartları sebebiyle satışa çıkarmak zorunda kaldığı 9000 ciltlik kütüphanesinin yaklaşık 3500 cildi 1914 yılında Osmanlı hükümeti tarafından satın alınmış olup halen İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesinde bulunmaktadır. Bir kısmı da Kazan Üniversitesindedir. Katanov’un kitaplarının ülkemize ne zaman ve nasıl geldiği konusunda net bilgi bulunmamakla birlikte bizce kitapların, ilki 1914, ikincisi ise 1922 yıllarında olmak üzere iki grup halinde satın alınmış görünmektedir. 1914’de kitaplarını satmak isteyen Katanov, önce Rusya Bilimler Enstitüsüne müracaat eder. Enstitü bunu reddedince Sibirya Genel Valiliğine İrkutsk Üniversitesi için satın alınmasını ve Doğu Dilleri Fakültesi kurulmasını teklif eder, ama yine olumsuz yanıt alır. Bunun üzerine Türkistan Genel Valisine Taşkent Üniversitesi için bir teklifte bulunsa da yine red cevabı alır. Böylece kitaplarını resmi kuruluşlara satamayacağını anlayan Katanov, Leipzig’deki kitapçılara satmayı dener. Ancak kitapçılar işi ağırdan almaktadır. O sıralar Kazan’da bulunan Sadrazam Tevfik Paşa, çok kıymetli olduklarını anlayınca bir kısım kitapları Osmanlı Hükümeti adına satın alır. Bir rivayete göre kitapların satış haberini veren ve alınmasını tavsiye eden Zeki Velidî Togan, bir başka rivayete göre ise Gaspıralı İsmail Bey’dir. Ömer Faruk Akün’ün, hocası Nail Reşit Bey’den dinlediğine göre kitaplar 8000 ruble karşılığı satın alınmıştır. Ahmet Caferoğlu ise Katanov’un ölümünden sonra 1922 yılında eşinin kitapları satışa çıkardığını ve bir kısım kitapların 3000 altın karşılığında satın alındığını haber vermektedir. Koleksiyon önce Süleymaniye Kütüphanesinde muhafaza edilir, fakat daha sonra bir rivayete göre Mehmet Fuat Köprülü’nün isteği ve bizzat Atatürk’ün emriyle, bir başka rivayete göre ise Köprülü’nün, kütüphane kurulması meselesini sorması üzerine yine bizzat Atatürk’ün direktifiyle yeni kurulan Türkiyat Araştırmaları Enstitüsüne devredilir. Herhangi bir kayıt bulunmadığından hareketle kitapların, Süleymaniye Kütüphanesinde sadece muhafaza edildiği, kayda geçirilip istifadeye açılmadığı anlaşılmaktadır. Koleksiyon, çoğunluğu Rusça ve çeşitli Batı dillerinde yazılmış nadide kitap ve dergilerden oluşmaktadır. İlk elli kitap arasında bulunan Katanov’dan gelen yazma eserlerin temel özelliği eski tarihli ve Doğu Türkçesiyle yazılmış olmalarıdır. Konuları birbirlerinden farklı olan bu eserler arasında Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri, el-Müslimi’nin Tevarih-i Bulgariyyesi, İsa et-Taşkendi’nin Kelile ve Dimne Tercümesi, Hafız, Kaşani ve Talib-i Amuli gibi İran şairlerinin Divanları gibi eserler bulunmaktadır. Genel olarak bakıldığında kitapların, Avrupa’nın belli başlı kentleriyle Rusya’nın birçok vilayetinde basılan kitaplar olduğu anlaşılmaktadır. Katanov’un, Doğu Türkistan’dan Finlandiya’ya, Güney Sibirya’dan Karadeniz’in kuzeyine kadar olan geniş bir coğrafyada yaşayan halkların dilleri, dinleri, kültürleri, örf ve âdetleriyle ilgili bulabildiği her türlü kitabı topladığını görmekteyiz. Bunların yanında gezi ve kazı raporları, şehir yıllıkları, müze katalogları, sikke katalogları, idare ve eğitim öğretim ile ilgili kanun ve yönetmelikler, istatistikler ve atlaslar, hukuk, tarih, siyaset gibi konular onun topladığı kitapların konularını oluşturmaktadır. Bu sebeple kütüphanenin, Orta Asya ve Sibirya halklarının etnografya, arkeoloji, folklor, kültür, dil ve dinleri üzerine araştırma yapacak olanların mutlaka görmek zorunda oldukları bir kütüphane olduğu kanaatini taşımaktayız.              
Kaynak: Murat Ali Karavelioğlu, Murat Karavelioğlu
0 notes
felsefemetinleri · 5 years ago
Text
ÜNLÜ TÜRKOLOG NİKOLAY FEDOROVİÇ KATANOV VE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NDE BULUNAN KOLEKSİYONU
ÜNLÜ TÜRKOLOG NİKOLAY FEDOROVİÇ KATANOV VE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NDE BULUNAN KOLEKSİYONU*
Murat A. Karavelioğlu·
Özet
19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşayan ve Türkoloji biliminin önde gelen isimlerinden olan Katanov, bu alanda özellikle Rus kaynaklarına olan vukufu ve bunları değerlendirmedeki başarısı ile bilim dünyasında haklı ve şöhretli bir yer edinmiştir. Onun Türkoloji bilimine asıl ve ebedi hizmeti ise yaklaşık 4000 civarında çok değerli kitaptan oluşan eşsiz koleksiyonunu Türkiye'ye bağışlamış olmasıdır. Önceleri Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi'nde korunan fakat araştırmacıların kullanımına açılamayan bu koleksiyon, uzun yıllardır İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü'nde bilim adamları ve araştırmacıların istifadesine sunulmaktadır.
Tumblr media
Nikolay Fedoroviç Katanov
(1862-1922)
          N. F. Katanov, 19 Mayıs 1862’de, Yenisey’in bir kolu olan Abakan nehrinin sol yakasındaki Askiz köyünden 17 km. uzaklıkta bulunan “Üzüm” köyünde doğdu. Ailesi, Hakas kabilelerine mensuptur. Babası Fyöder Semyenoviç Katanov, annesi Kaçinka Katanova’dır. Katanov’un annesi cahil ve ezilmiş bir kadın, babası ise köy yazıcısıdır.
          Yeni doğan çocuktaki küçük ak perçemi gören babaanne “pora, pora” diye hakırmış, iradesi dışında söylediği, Hakas köylerindeki yaşlıların bugüne kadar hatırladığı bu söz çocuğa yakışmıştır. Hakasçada “pora” kır rengi anlamındadır. Daha sonra rahip ona Nikolay adını koymuştur. Nikolay aynı zamanda Yunancada “halkların galibi” anlamına gelmektedir.
          1869 yılında Halk Eğitim Bakanlığının bir sınıflık Askiz okulu açıldı ve Katanov o okula Rusça okuma yazma öğrenmeye gitti. Amcası Efim Semenoviç, Katanov’un öğretmeniydi.  1874 yılında babası ölünce öğretmen amcasının himayesine girdi. Amcası hem öğretmen hem de çeşitli kabile birliklerinden oluşan Askiz Bozkır Duması’nın yazmanıydı. Bu yüzden 1874-1876 yıllarında gündüzleri öğrenim gördü, Duma’da yazmanlıkla uğraştı. Bu okulda beş yıl okudu. Ağustos 1876’da öksüz doğulu Katanov kayıkla Abakan ve Yenisey üzerinden Krasnoyarsk’a doğru yola çıktı. Böylece yaklaşık yüz yirmi beş yıl önce “Rus toprağı kendi Platon’larını ve Newton’larını aklıyla doğurabilecektir” diyen gözü pek seyyah öğrenim ve ilim yoluna adım atmış oldu.
          Abakan Türkleri içerisinden yetişen ilk âlim olarak takdim edilen Katanov, çok cepheli bir Türklük bilgini idi. Bütün Türk halk ve boylarının tarihleri, dil ve edebiyatları, folklor, etnoğrafya, müzik ve diğer kültür meseleleri, onun en başta incelediği ve araştırdığı konulardı. Bunların yanı sıra Fin-Ugor, Çin, Japon, Hint, İran, Arap kültürü üzerine de geniş bir bilgi sahibi idi. Bu konular içinde onu tarihçi, dilci, etnoğraf ve folklorcu, nümizmat, müzeci, redaktör ve seyyah olarak görüyoruz. O, hemen hemen bütün Avrupa ve birçok doğu dillerini, hatta ölmüş klasik dilleri de biliyordu. Türk-Orhun yazıtlarını, Sümer çivi yazısını, Mısır ve Çin hiyerogliflerini, Arapçayı ve eski Arami-Uygur metinlerini rahatlıkla okuyabiliyordu.    
Katanov’un Türk dillerine olan ilgisi on - on iki yaşlarındayken başlamıştır. Bu arada Katanov, yabancıların kültürü ve hayatı ile tanışmış ve Türk boylarının konuşmalarını sık sık dinlemiştir. 1876 sonbaharında Katanov, Krasnoyarsk kolejini kazanmış ve bu okulu altın madalyayla bitirmeye muvaffak olmuştur. Buradaki eğitimi sırasında, Sibirya ile ilgili çok iyi kitapların bulunduğu bir kütüphaneye sahip olan, gerçekten kültürlü ve bilgili, yarı Rus, yarı Hakas sanatçı Innokentiy Karatanov ile tanışmıştır. Karatanov, Katanov’a Sibirya ile ilgili birçok kitap vermiş ve çok enteresan şeyler anlatmıştır. Karatanov’un bu sohbetleri, küçük Katanov’da kendi halkını araştırma ilgisi uyandırdı. Bu yüzden Katanov, Innokentiy Karatanov’u ilk öğretmeni sayar.
          Henüz on iki yaşındayken talebe Katanov, Tatarskiy Yazık (Sagayskoe Nareçiye 1, Gramaratika, Etimologiya i Sintaksis, Krasnoyarsk 1882 adlı 420 sayfadan oluşan çalışmasının I. bölümünü tamamlamıştır. Ancak İlimler Akademisi, bu eserin değerini anlamaktan uzaktır. Eseri inceleyen İlminskiy, misyonerlik davası güden bir Türkolog olduğu için eserin kıymetini görememiş ve “Gramatika, uygulama açısından önem taşımıyor, gerekirse bu mesele üzerinde çalışan V. V. Radloff’a başvurulabilir. Sibirya Türk lehçelerinde o, benden daha bilgilidir” şeklinde cevap vermiştir. Ama eser, Hakas dili, tarihi ve diyalektolojisi alanlarında çok büyük değer taşımaktadır.
          1881’de Radloff, A. M. Kastron, N. A. Kostrov gibi bilim adamlarının çalışmalarıyla yakından tanışan Katanov, kendi notlarını tamamlayarak değişik yayın organlarında yayımladı. Tataristan ve Leningrad arşivlerinde gimnazyum öğrencisi Nikolay Katanov’un ne kadar çalışkan ve gayretli olduğunun delilleri olarak, üzerinde hemen hemen hiçbir öğretmen düzeltisinin bulunmadığı geometri, Fransızca, Almanca defterleri, Rus edebiyatı kompozisyonları, temiz el yazısı korunmaktadır. Harçlığını çıkarmak için Krasnoyarsk’ın bazı sakinlerinin çocuklarına dersler verdiği de bilinmektedir.    
Katanov, 1884’te gimnazyumdan (liseden) altın madalyayla mezun oldu. Genel derslerden başka bu okulda Latince, Yunanca, Fransızca, ve Almanca öğrendi. 1880’den başlayarak, diğer bir ifadeyle gimnazyadaki 4. sınıf öğrencilik döneminden itibaren tarih ve coğrafya öğretmeni, coğrafya topluluğunun Doğu Sibirya Bölümünün asli üyesi A.K. Zavadskoy-Krasnopolskiy’in etkisiyle Sagay metinlerini ve kendi kabilesinin gelenek göreneklerini kaydetmekle uğraştı.
          15 Ağustos 1884’ten itibaren imparatorluk Sant-Petersburg Üniversitesi’nde “öğrenci N. F. Katanov’un kaydı” yapılmıştır. Burada Krasnoyarsk polis müdürünün “Katanov’un üniversitedeki eğitimi için ona maddi yardım sağlayacak hiçbir akrabası yoktur” yolundaki şahitliği de yer almıştır.
          Kendi otobiyografisinde N. F. Katanov, Petersburg dönemini çok kısa bir şekilde şöylece anlatmaktadır: “1884-1888 yıllarında Doğu Dilleri Fakültesi’nde okudum ve adaylık dereceli kurs bitirdim. Üniversitede Arapça, Farsça, Türkçe ve Tatarca sınıflarındaki dersleri takip ettim. Bundan başka Tarih-Filoloji Fakültesi’nde Rusya tarihi ve Rus edebiyatı derslerine dinleyici olarak katıldım. Radloff, N. İ. Veselovskiy ve İ. N. Berezin’in yönetimindeki bir öğrenci olarak Sagay ağzıyla ilgili derlemeler yaptım ve bu derlemeleri bilimsel dergilerde yayımladım. Radloff’un yanında da yeni bir bilim olan Türk fonetiğini inceledim.”
          Rus öğrencileri arasında onun dış görünüşü hemen dikkat çekmiştir. Kısa boyuyla orantısız şekilde uzun gövdesi ve kısa bacaklarıyla, o kendi figürünü yansıtmaktadır. Belirgin elmacık kemikleri, dar siyah gözleriyle onun Mongol yüzü çok dikkat çekmiştir.
          Fakat Petersburg’ta fakir öğrencinin ısındığı, gelecekteki bilim adamının ve Sibirya araştırmacısının gelişimine kesin bir şekilde yardımcı olan, Smolniy yakınlarında Kavalergard sokağında bir ev vardı. Burada ünlü gazeteci, toplum adamı, seyyah N. M. Yadrintsev’in evinde Katanov’un kendi ifadesiyle “unutulmaz perşembeler” bekliyordu onu. Buraya öğrenci gençliğinin yanı sıra uzaktan yakından seçkin kişiler de geliyordu. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra Katanov bu unutulmaz günleri şöyle anlatamaktadır: “Yadrintsev beni doğuluların tarihini ve yaşantısını incelemeye, G. N. Potanin ödünç çizgilerin ve genel motiflerin açıklanması amacıyla belirli bir sistemde halk yaratıcılığı eserlerini kaydetmeye, sonuçta Radloff dillerin ve çeşitli ağızların özelliklerinin belirlenmesi amacıyla edebi eserlerin tam olarak kaydedilmesine yöneltti. E. Y. Petri ise doğulular hakkında yazmış Avrupalı yazarların ilk incelemelerine sevk etti.”    
          Dil ve etnoğrafiye dair notları ve seyahatleri ile ilgili günlük tutan Katanov bu uzun süreli seyahatlerinde birçok diyalektle ilgili halk yaratıcılığının en güzel örneklerini, Sibirya ve Çin’in Türk dili halkları hakkında etraflı bilgileri derlemiştir. Katanov, Tuvaların (Uranhayların, Soyanların, Soyatların, Karagasların (Togaların) Çin Kazaklarının diyalektlerini; Kulca, Çuguçak, Urumçi, Hami ve Turfan’ın dillerini çok özenle incelemiştir. Katanov bu seyahatte Çin’de 1891 Şubatından 1892 Mayısına kadar 120 masal, 90 hikâye, 500’ün üzerinde rubai, 153 şarkı, 600’den fazla atasözü, 70 civarında halk inanışı, 38 bilmece, 900’den fazla rüya yorumu ve başka birçok malzeme derlemiştir.
          Üniversitede Doğu Dilleri Fakültesinde Arap, Fars, Türk-Tatar dilleri dersleri gördü ve bununla beraber Tarih Filoloji Fakültesinde Rus Tarihi ve Rus Edebiyatı dersleri dinledi. Petersburg o zamanlar oryantalistlerin merkeziydi. Akademi üyesi Radloff, Profesör N.İ. Veselovskiy ve İ.N. Berezin’in yönetiminde Sagay lehçeleri hakkındaki notlarını yeniden düzenledi ve bunları ilmi dergilerde yayımladı. Berezin ona Türk lehçeleri öğretmenliği yaptı. Radloff’dan şarkiyatın yeni bir kolunu, Türk fonetiğini öğrendi.
          Fakülteye başladıktan sonra bilim adamlarından özel Türkoloji hazırlık sınıfı dersleri alan Katanov, üniversite öğrenimi sırasında Berezin’den Türkçe ve Tatarca, V. D. Smirnov’dan Osmanlıca, V. R. Rozen’den Arap Dili ve Edebiyatı, V. A. Jukoski’den Fars Dili, P. Potkanov’dan İran tarihi, N. I. Veseloski’den doğu tarihini ve M. S. Zamislav’dan Rusça derslerini aldı. Katanov, bu fakültede eski ve yeni Türk dillerini öğrendi ve tarihi metinleri ve halk edebiyatını okudu. Üniversitedeki derslerinin yanında Türk dillerinin fonetiği hakkında Radloff ile özel olarak çalışan Katanov, Radloff’un kendi evinde verdiği bu dersler sayesinde Türk dillerinin fonetik özellikleri hakkında çok geniş bir bilgi sahibi oldu.
          1888’de Petersburg Üniversitesi Şark Fakültesini bitirdikten sonra, İlimler Akademisinin ilimi araştırma heyetine katılarak 1892’ye kadar Sibirya, Moğolistan ve Doğu Türkistan’da bulundu ve yerli Türk boylarının dil, folklor ve yaşayışları üzerine araştırma yaptı, malzeme topladı. 1893’ün sonunda Türk Tatar lehçeleri Yüksek Lisansı sınavını kazandı ve 12 Ocak 1894’te Kazan’a yerleşti. Kazan Üniversitesi Türk Tatar Lehçeleri Kürsüsü Profesörü unvanıyla VI. sınıflara öğretmen olarak görevlendirildi. Ölümüne kadar bu vazifede kalmıştır. Önce Türk dilleri üzerine dersler vermiş, sonra bunları edebiyat ve tarihi de içine alacak şekilde genişletmiştir. Bundan başka, Arap ve Fars dilleri üzerine de dersler vermiştir.    
          Kazan’a geldiği sene üniversitenin Arkeoloji, Tarih ve Etnografya Cemiyetine (Obşçestvo Arheologii, İstorii i Etnografi- OAİE) üye ve sekreter seçilmiş, 1898’den 1914’e kadar da bu cemiyetin başkanlığını yapmıştır. Cemiyetin çıkardığı İzvestiya (Haberler)’nın müdürü ve başyazarı idi. Bu dergide onun, çoğu tenkit, tanıtma ve değerlendirme olmak üzere pek çok yazısı çıkmıştır. Kazan Tatarlarının kültür hayatı ve yayımladıkları eserler, onu yakından ilgilendiriyordu.
          Katanov, Kazanlı yazarlarla şahsen de tanışıyor ve onların çalışmaları üzerine yazılarında bilgi veriyordu. Mesela Kayyum Nasıri’den bahsederken, onu “Müslümanlar arasında Avrupa kültürünü yaymaya çalışan bir rehber” olarak gösteriyordu.
          Katanov’un doğu araştırmaları üzerine bibliyografya hazırlama hususunda da mühim bir yeri vardır. Yalnız Rusya’da değil, Batı Avrupa’da ve bilhassa Almanya’da bu konuda yürütülen çalışmalara katılıyor, mesela “Orientalische Bibliographie” için Rus ve İslam eserlerinin listesini hazırlıyordu.            
          Fakat bütün bu gayret ve çalışmaları ile birlikte, Nikolay Katanov “Velikorus” muhiti içinde yine de bir yabancı, bir “inorodets”, yani başka cinsten, başka ırktan olan bir kimse idi. Çekik gözlü ve Moğol tipinde olduğu için, bu durum onunla ilk karşılaşmada kendini belli ediyordu. Bu yüzden çok defalar şovenist profesörlerin menfi tavrı ile karşılaşmıştır. Petersburg Üniversitesinde 1854’te kurulan ve henüz gelişme devresinde olan Şark Fakültesinde onun için yer bulunamamıştı ve bu yüzden Kazan’daki İlahiyat Akademisine gitmek zorunda kalmıştı. Onu burada da pek hoş karşılamadılar. Juze, Mihaylov, Koblov, Malov vb. gibi misyonerler; “Petersburg Üniversitesi Şark Fakültesi ve Moskova’daki Luzarev Şark Dilleri Enstitüsü mezunu Türkologlar, Asya halklarının tarihini, edebiyatını ve etnografyasını tarafsız bir gözle araştırıyor ve onlara sempati duyuyorlar. Bundan dolayı, Petersburg Üniversitesinden çıkmış olan Katanov, Kazan İlahiyat Akademisinde kürsü idare edemez” diyerek ayağını kaydırmaya çalıştılar.            
          Katanov yine de mücadele etti ve Kazan’da tutunmayı başardı. Yeni yeni kurslar, dersler açarak içtimai hayatta ve basında birçok görevi seve seve yüklenerek kendisini kabul ettirmek ve bazı muhitlerde karşılaştığı yabancılık hissini unutturmak istiyordu. Onun rakip tanımayan emsalsiz bilgisi, birçok muarızlarını susturacak derecede geniş ve derindi. Şovenist profesörler heyeti, işlerine gelmediğinde onun bu çalışkanlığı ve bilgisi karşısında susmayı tercih ediyordu.  
          Fakat hadiseler yine de tesirini göstermekten geri kalmadı. Ne kadar bilgili ve kabiliyetli bir ilim adamı ve ne kadar masum bir Hıristiyan olursa olsun, şovenist zümre içinde o yine de bir yabancı, bir “inorodedets” olarak kalmaya mahkûmdu. Ruhi sarsıntılarla vücutça da zayıf düşen Nikolay Fedoroviç Katanov, 1921 sonbaharında felç olmuş ve kendi kendine tedavi ile uğraşırken akciğer iltihabına tutularak, tıbbi müdahalenin yetişmesine imkân kalmadan 10 Mart 1922 günü vefat etmiştir.    
          Katanov, eserlerindeki farklı meseleler ve değişik çalışmalarla, Şarkiyat alanında çok derin izler bırakmıştır. Onun, Tuvalıların Dilini İnceleme adlı eseri temel eseridir. Bu eser Şarkiyat ilminde Katanov’a çok geniş bir ün sağlamıştır. Katanov, kendisi hakkında “Benim mesleğim dilbilimdir, özellikle (Türk-Tatar) diyalektolojisi ve çeviri yazısı uzmanlık alanımdır” demektedir.    
Katanov’un sadece Şarkiyatla ilgili 181 makalesi bulunmaktadır. Hakkında otuzu aşkın yazı yayımlanmıştır. Enstitü kütüphanesinde Katanov’la ilgili 100’e yakın kayıt vardır. Hayattayken onlarca bilimsel kuruluşa ve kültürel oluşuma üyeliği bulunmaktaydı.  
İstanbul Üniversitesi’ndeki Kütüphanesi
          Katanov’un, Çarlık Rusyası’nın son dönemlerinde yaşanan ağır hayat şartları sebebiyle satışa çıkarmak zorunda kaldığı 9000 ciltlik kütüphanesinin yaklaşık 3500 cildi 1914 yılında Osmanlı hükümeti tarafından satın alınmış olup halen İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesinde bulunmaktadır. Bir kısmı da Kazan Üniversitesindedir. Katanov’un kitaplarının ülkemize ne zaman ve nasıl geldiği konusunda net bilgi bulunmamakla birlikte bizce kitapların, ilki 1914, ikincisi ise 1922 yıllarında olmak üzere iki grup halinde satın alınmış görünmektedir. 1914’de kitaplarını satmak isteyen Katanov, önce Rusya Bilimler Enstitüsüne müracaat eder. Enstitü bunu reddedince Sibirya Genel Valiliğine İrkutsk Üniversitesi için satın alınmasını ve Doğu Dilleri Fakültesi kurulmasını teklif eder, ama yine olumsuz yanıt alır. Bunun üzerine Türkistan Genel Valisine Taşkent Üniversitesi için bir teklifte bulunsa da yine red cevabı alır. Böylece kitaplarını resmi kuruluşlara satamayacağını anlayan Katanov, Leipzig’deki kitapçılara satmayı dener. Ancak kitapçılar işi ağırdan almaktadır. O sıralar Kazan’da bulunan Sadrazam Tevfik Paşa, çok kıymetli olduklarını anlayınca bir kısım kitapları Osmanlı Hükümeti adına satın alır. Bir rivayete göre kitapların satış haberini veren ve alınmasını tavsiye eden Zeki Velidî Togan, bir başka rivayete göre ise Gaspıralı İsmail Bey’dir. Ömer Faruk Akün’ün, hocası Nail Reşit Bey’den dinlediğine göre kitaplar 8000 ruble karşılığı satın alınmıştır. Ahmet Caferoğlu ise Katanov’un ölümünden sonra 1922 yılında eşinin kitapları satışa çıkardığını ve bir kısım kitapların 3000 altın karşılığında satın alındığını haber vermektedir. Koleksiyon önce Süleymaniye Kütüphanesinde muhafaza edilir, fakat daha sonra bir rivayete göre Mehmet Fuat Köprülü’nün isteği ve bizzat Atatürk’ün emriyle, bir başka rivayete göre ise Köprülü’nün, kütüphane kurulması meselesini sorması üzerine yine bizzat Atatürk’ün direktifiyle yeni kurulan Türkiyat Araştırmaları Enstitüsüne devredilir. Herhangi bir kayıt bulunmadığından hareketle kitapların, Süleymaniye Kütüphanesinde sadece muhafaza edildiği, kayda geçirilip istifadeye açılmadığı anlaşılmaktadır. Koleksiyon, çoğunluğu Rusça ve çeşitli Batı dillerinde yazılmış nadide kitap ve dergilerden oluşmaktadır. İlk elli kitap arasında bulunan Katanov’dan gelen yazma eserlerin temel özelliği eski tarihli ve Doğu Türkçesiyle yazılmış olmalarıdır. Konuları birbirlerinden farklı olan bu eserler arasında Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri, el-Müslimi’nin Tevarih-i Bulgariyyesi, İsa et-Taşkendi’nin Kelile ve Dimne Tercümesi, Hafız, Kaşani ve Talib-i Amuli gibi İran şairlerinin Divanları gibi eserler bulunmaktadır. Genel olarak bakıldığında kitapların, Avrupa’nın belli başlı kentleriyle Rusya’nın birçok vilayetinde basılan kitaplar olduğu anlaşılmaktadır. Katanov’un, Doğu Türkistan’dan Finlandiya’ya, Güney Sibirya’dan Karadeniz’in kuzeyine kadar olan geniş bir coğrafyada yaşayan halkların dilleri, dinleri, kültürleri, örf ve âdetleriyle ilgili bulabildiği her türlü kitabı topladığını görmekteyiz. Bunların yanında gezi ve kazı raporları, şehir yıllıkları, müze katalogları, sikke katalogları, idare ve eğitim öğretim ile ilgili kanun ve yönetmelikler, istatistikler ve atlaslar, hukuk, tarih, siyaset gibi konular onun topladığı kitapların konularını oluşturmaktadır. Bu sebeple kütüphanenin, Orta Asya ve Sibirya halklarının etnografya, arkeoloji, folklor, kültür, dil ve dinleri üzerine araştırma yapacak olanların mutlaka görmek zorunda oldukları bir kütüphane olduğu kanaatini taşımaktayız.              
Kaynak: Murat Ali Karavelioğlu, Murat Karavelioğlu
0 notes
endustrimuhendisligin · 5 years ago
Text
ÜNLÜ TÜRKOLOG NİKOLAY FEDOROVİÇ KATANOV VE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NDE BULUNAN KOLEKSİYONU
ÜNLÜ TÜRKOLOG NİKOLAY FEDOROVİÇ KATANOV VE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NDE BULUNAN KOLEKSİYONU*
Murat A. Karavelioğlu·
Özet
19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşayan ve Türkoloji biliminin önde gelen isimlerinden olan Katanov, bu alanda özellikle Rus kaynaklarına olan vukufu ve bunları değerlendirmedeki başarısı ile bilim dünyasında haklı ve şöhretli bir yer edinmiştir. Onun Türkoloji bilimine asıl ve ebedi hizmeti ise yaklaşık 4000 civarında çok değerli kitaptan oluşan eşsiz koleksiyonunu Türkiye'ye bağışlamış olmasıdır. Önceleri Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi'nde korunan fakat araştırmacıların kullanımına açılamayan bu koleksiyon, uzun yıllardır İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü'nde bilim adamları ve araştırmacıların istifadesine sunulmaktadır.
Nikolay Fedoroviç Katanov
(1862-1922)
           N. F. Katanov, 19 Mayıs 1862’de, Yenisey’in bir kolu olan Abakan nehrinin sol yakasındaki Askiz köyünden 17 km. uzaklıkta bulunan “Üzüm” köyünde doğdu. Ailesi, Hakas kabilelerine mensuptur. Babası Fyöder Semyenoviç Katanov, annesi Kaçinka Katanova’dır. Katanov’un annesi cahil ve ezilmiş bir kadın, babası ise köy yazıcısıdır.
           Yeni doğan çocuktaki küçük ak perçemi gören babaanne “pora, pora” diye hakırmış, iradesi dışında söylediği, Hakas köylerindeki yaşlıların bugüne kadar hatırladığı bu söz çocuğa yakışmıştır. Hakasçada “pora” kır rengi anlamındadır. Daha sonra rahip ona Nikolay adını koymuştur. Nikolay aynı zamanda Yunancada “halkların galibi” anlamına gelmektedir.
           1869 yılında Halk Eğitim Bakanlığının bir sınıflık Askiz okulu açıldı ve Katanov o okula Rusça okuma yazma öğrenmeye gitti. Amcası Efim Semenoviç, Katanov’un öğretmeniydi.  1874 yılında babası ölünce öğretmen amcasının himayesine girdi. Amcası hem öğretmen hem de çeşitli kabile birliklerinden oluşan Askiz Bozkır Duması’nın yazmanıydı. Bu yüzden 1874-1876 yıllarında gündüzleri öğrenim gördü, Duma’da yazmanlıkla uğraştı. Bu okulda beş yıl okudu. Ağustos 1876’da öksüz doğulu Katanov kayıkla Abakan ve Yenisey üzerinden Krasnoyarsk’a doğru yola çıktı. Böylece yaklaşık yüz yirmi beş yıl önce “Rus toprağı kendi Platon’larını ve Newton’larını aklıyla doğurabilecektir” diyen gözü pek seyyah öğrenim ve ilim yoluna adım atmış oldu.
           Abakan Türkleri içerisinden yetişen ilk âlim olarak takdim edilen Katanov, çok cepheli bir Türklük bilgini idi. Bütün Türk halk ve boylarının tarihleri, dil ve edebiyatları, folklor, etnoğrafya, müzik ve diğer kültür meseleleri, onun en başta incelediği ve araştırdığı konulardı. Bunların yanı sıra Fin-Ugor, Çin, Japon, Hint, İran, Arap kültürü üzerine de geniş bir bilgi sahibi idi. Bu konular içinde onu tarihçi, dilci, etnoğraf ve folklorcu, nümizmat, müzeci, redaktör ve seyyah olarak görüyoruz. O, hemen hemen bütün Avrupa ve birçok doğu dillerini, hatta ölmüş klasik dilleri de biliyordu. Türk-Orhun yazıtlarını, Sümer çivi yazısını, Mısır ve Çin hiyerogliflerini, Arapçayı ve eski Arami-Uygur metinlerini rahatlıkla okuyabiliyordu.    
Katanov’un Türk dillerine olan ilgisi on - on iki yaşlarındayken başlamıştır. Bu arada Katanov, yabancıların kültürü ve hayatı ile tanışmış ve Türk boylarının konuşmalarını sık sık dinlemiştir. 1876 sonbaharında Katanov, Krasnoyarsk kolejini kazanmış ve bu okulu altın madalyayla bitirmeye muvaffak olmuştur. Buradaki eğitimi sırasında, Sibirya ile ilgili çok iyi kitapların bulunduğu bir kütüphaneye sahip olan, gerçekten kültürlü ve bilgili, yarı Rus, yarı Hakas sanatçı Innokentiy Karatanov ile tanışmıştır. Karatanov, Katanov’a Sibirya ile ilgili birçok kitap vermiş ve çok enteresan şeyler anlatmıştır. Karatanov’un bu sohbetleri, küçük Katanov’da kendi halkını araştırma ilgisi uyandırdı. Bu yüzden Katanov, Innokentiy Karatanov’u ilk öğretmeni sayar.
           Henüz on iki yaşındayken talebe Katanov, Tatarskiy Yazık (Sagayskoe Nareçiye 1, Gramaratika, Etimologiya i Sintaksis, Krasnoyarsk 1882 adlı 420 sayfadan oluşan çalışmasının I. bölümünü tamamlamıştır. Ancak İlimler Akademisi, bu eserin değerini anlamaktan uzaktır. Eseri inceleyen İlminskiy, misyonerlik davası güden bir Türkolog olduğu için eserin kıymetini görememiş ve “Gramatika, uygulama açısından önem taşımıyor, gerekirse bu mesele üzerinde çalışan V. V. Radloff’a başvurulabilir. Sibirya Türk lehçelerinde o, benden daha bilgilidir” şeklinde cevap vermiştir. Ama eser, Hakas dili, tarihi ve diyalektolojisi alanlarında çok büyük değer taşımaktadır.
           1881’de Radloff, A. M. Kastron, N. A. Kostrov gibi bilim adamlarının çalışmalarıyla yakından tanışan Katanov, kendi notlarını tamamlayarak değişik yayın organlarında yayımladı. Tataristan ve Leningrad arşivlerinde gimnazyum öğrencisi Nikolay Katanov’un ne kadar çalışkan ve gayretli olduğunun delilleri olarak, üzerinde hemen hemen hiçbir öğretmen düzeltisinin bulunmadığı geometri, Fransızca, Almanca defterleri, Rus edebiyatı kompozisyonları, temiz el yazısı korunmaktadır. Harçlığını çıkarmak için Krasnoyarsk’ın bazı sakinlerinin çocuklarına dersler verdiği de bilinmektedir.    
Katanov, 1884’te gimnazyumdan (liseden) altın madalyayla mezun oldu. Genel derslerden başka bu okulda Latince, Yunanca, Fransızca, ve Almanca öğrendi. 1880’den başlayarak, diğer bir ifadeyle gimnazyadaki 4. sınıf öğrencilik döneminden itibaren tarih ve coğrafya öğretmeni, coğrafya topluluğunun Doğu Sibirya Bölümünün asli üyesi A.K. Zavadskoy-Krasnopolskiy’in etkisiyle Sagay metinlerini ve kendi kabilesinin gelenek göreneklerini kaydetmekle uğraştı.
           15 Ağustos 1884’ten itibaren imparatorluk Sant-Petersburg Üniversitesi’nde “öğrenci N. F. Katanov’un kaydı” yapılmıştır. Burada Krasnoyarsk polis müdürünün “Katanov’un üniversitedeki eğitimi için ona maddi yardım sağlayacak hiçbir akrabası yoktur” yolundaki şahitliği de yer almıştır.
           Kendi otobiyografisinde N. F. Katanov, Petersburg dönemini çok kısa bir şekilde şöylece anlatmaktadır: “1884-1888 yıllarında Doğu Dilleri Fakültesi’nde okudum ve adaylık dereceli kurs bitirdim. Üniversitede Arapça, Farsça, Türkçe ve Tatarca sınıflarındaki dersleri takip ettim. Bundan başka Tarih-Filoloji Fakültesi’nde Rusya tarihi ve Rus edebiyatı derslerine dinleyici olarak katıldım. Radloff, N. İ. Veselovskiy ve İ. N. Berezin’in yönetimindeki bir öğrenci olarak Sagay ağzıyla ilgili derlemeler yaptım ve bu derlemeleri bilimsel dergilerde yayımladım. Radloff’un yanında da yeni bir bilim olan Türk fonetiğini inceledim.”
           Rus öğrencileri arasında onun dış görünüşü hemen dikkat çekmiştir. Kısa boyuyla orantısız şekilde uzun gövdesi ve kısa bacaklarıyla, o kendi figürünü yansıtmaktadır. Belirgin elmacık kemikleri, dar siyah gözleriyle onun Mongol yüzü çok dikkat çekmiştir.
           Fakat Petersburg’ta fakir öğrencinin ısındığı, gelecekteki bilim adamının ve Sibirya araştırmacısının gelişimine kesin bir şekilde yardımcı olan, Smolniy yakınlarında Kavalergard sokağında bir ev vardı. Burada ünlü gazeteci, toplum adamı, seyyah N. M. Yadrintsev’in evinde Katanov’un kendi ifadesiyle “unutulmaz perşembeler” bekliyordu onu. Buraya öğrenci gençliğinin yanı sıra uzaktan yakından seçkin kişiler de geliyordu. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra Katanov bu unutulmaz günleri şöyle anlatamaktadır: “Yadrintsev beni doğuluların tarihini ve yaşantısını incelemeye, G. N. Potanin ödünç çizgilerin ve genel motiflerin açıklanması amacıyla belirli bir sistemde halk yaratıcılığı eserlerini kaydetmeye, sonuçta Radloff dillerin ve çeşitli ağızların özelliklerinin belirlenmesi amacıyla edebi eserlerin tam olarak kaydedilmesine yöneltti. E. Y. Petri ise doğulular hakkında yazmış Avrupalı yazarların ilk incelemelerine sevk etti.”    
           Dil ve etnoğrafiye dair notları ve seyahatleri ile ilgili günlük tutan Katanov bu uzun süreli seyahatlerinde birçok diyalektle ilgili halk yaratıcılığının en güzel örneklerini, Sibirya ve Çin’in Türk dili halkları hakkında etraflı bilgileri derlemiştir. Katanov, Tuvaların (Uranhayların, Soyanların, Soyatların, Karagasların (Togaların) Çin Kazaklarının diyalektlerini; Kulca, Çuguçak, Urumçi, Hami ve Turfan’ın dillerini çok özenle incelemiştir. Katanov bu seyahatte Çin’de 1891 Şubatından 1892 Mayısına kadar 120 masal, 90 hikâye, 500’ün üzerinde rubai, 153 şarkı, 600’den fazla atasözü, 70 civarında halk inanışı, 38 bilmece, 900’den fazla rüya yorumu ve başka birçok malzeme derlemiştir.
           Üniversitede Doğu Dilleri Fakültesinde Arap, Fars, Türk-Tatar dilleri dersleri gördü ve bununla beraber Tarih Filoloji Fakültesinde Rus Tarihi ve Rus Edebiyatı dersleri dinledi. Petersburg o zamanlar oryantalistlerin merkeziydi. Akademi üyesi Radloff, Profesör N.İ. Veselovskiy ve İ.N. Berezin’in yönetiminde Sagay lehçeleri hakkındaki notlarını yeniden düzenledi ve bunları ilmi dergilerde yayımladı. Berezin ona Türk lehçeleri öğretmenliği yaptı. Radloff’dan şarkiyatın yeni bir kolunu, Türk fonetiğini öğrendi.
           Fakülteye başladıktan sonra bilim adamlarından özel Türkoloji hazırlık sınıfı dersleri alan Katanov, üniversite öğrenimi sırasında Berezin’den Türkçe ve Tatarca, V. D. Smirnov’dan Osmanlıca, V. R. Rozen’den Arap Dili ve Edebiyatı, V. A. Jukoski’den Fars Dili, P. Potkanov’dan İran tarihi, N. I. Veseloski’den doğu tarihini ve M. S. Zamislav’dan Rusça derslerini aldı. Katanov, bu fakültede eski ve yeni Türk dillerini öğrendi ve tarihi metinleri ve halk edebiyatını okudu. Üniversitedeki derslerinin yanında Türk dillerinin fonetiği hakkında Radloff ile özel olarak çalışan Katanov, Radloff’un kendi evinde verdiği bu dersler sayesinde Türk dillerinin fonetik özellikleri hakkında çok geniş bir bilgi sahibi oldu.
           1888’de Petersburg Üniversitesi Şark Fakültesini bitirdikten sonra, İlimler Akademisinin ilimi araştırma heyetine katılarak 1892’ye kadar Sibirya, Moğolistan ve Doğu Türkistan’da bulundu ve yerli Türk boylarının dil, folklor ve yaşayışları üzerine araştırma yaptı, malzeme topladı. 1893’ün sonunda Türk Tatar lehçeleri Yüksek Lisansı sınavını kazandı ve 12 Ocak 1894’te Kazan’a yerleşti. Kazan Üniversitesi Türk Tatar Lehçeleri Kürsüsü Profesörü unvanıyla VI. sınıflara öğretmen olarak görevlendirildi. Ölümüne kadar bu vazifede kalmıştır. Önce Türk dilleri üzerine dersler vermiş, sonra bunları edebiyat ve tarihi de içine alacak şekilde genişletmiştir. Bundan başka, Arap ve Fars dilleri üzerine de dersler vermiştir.    
           Kazan’a geldiği sene üniversitenin Arkeoloji, Tarih ve Etnografya Cemiyetine (Obşçestvo Arheologii, İstorii i Etnografi- OAİE) üye ve sekreter seçilmiş, 1898’den 1914’e kadar da bu cemiyetin başkanlığını yapmıştır. Cemiyetin çıkardığı İzvestiya (Haberler)’nın müdürü ve başyazarı idi. Bu dergide onun, çoğu tenkit, tanıtma ve değerlendirme olmak üzere pek çok yazısı çıkmıştır. Kazan Tatarlarının kültür hayatı ve yayımladıkları eserler, onu yakından ilgilendiriyordu.
           Katanov, Kazanlı yazarlarla şahsen de tanışıyor ve onların çalışmaları üzerine yazılarında bilgi veriyordu. Mesela Kayyum Nasıri’den bahsederken, onu “Müslümanlar arasında Avrupa kültürünü yaymaya çalışan bir rehber” olarak gösteriyordu.
           Katanov’un doğu araştırmaları üzerine bibliyografya hazırlama hususunda da mühim bir yeri vardır. Yalnız Rusya’da değil, Batı Avrupa’da ve bilhassa Almanya’da bu konuda yürütülen çalışmalara katılıyor, mesela “Orientalische Bibliographie” için Rus ve İslam eserlerinin listesini hazırlıyordu.            
           Fakat bütün bu gayret ve çalışmaları ile birlikte, Nikolay Katanov “Velikorus” muhiti içinde yine de bir yabancı, bir “inorodets”, yani başka cinsten, başka ırktan olan bir kimse idi. Çekik gözlü ve Moğol tipinde olduğu için, bu durum onunla ilk karşılaşmada kendini belli ediyordu. Bu yüzden çok defalar şovenist profesörlerin menfi tavrı ile karşılaşmıştır. Petersburg Üniversitesinde 1854’te kurulan ve henüz gelişme devresinde olan Şark Fakültesinde onun için yer bulunamamıştı ve bu yüzden Kazan’daki İlahiyat Akademisine gitmek zorunda kalmıştı. Onu burada da pek hoş karşılamadılar. Juze, Mihaylov, Koblov, Malov vb. gibi misyonerler; “Petersburg Üniversitesi Şark Fakültesi ve Moskova’daki Luzarev Şark Dilleri Enstitüsü mezunu Türkologlar, Asya halklarının tarihini, edebiyatını ve etnografyasını tarafsız bir gözle araştırıyor ve onlara sempati duyuyorlar. Bundan dolayı, Petersburg Üniversitesinden çıkmış olan Katanov, Kazan İlahiyat Akademisinde kürsü idare edemez” diyerek ayağını kaydırmaya çalıştılar.            
           Katanov yine de mücadele etti ve Kazan’da tutunmayı başardı. Yeni yeni kurslar, dersler açarak içtimai hayatta ve basında birçok görevi seve seve yüklenerek kendisini kabul ettirmek ve bazı muhitlerde karşılaştığı yabancılık hissini unutturmak istiyordu. Onun rakip tanımayan emsalsiz bilgisi, birçok muarızlarını susturacak derecede geniş ve derindi. Şovenist profesörler heyeti, işlerine gelmediğinde onun bu çalışkanlığı ve bilgisi karşısında susmayı tercih ediyordu.  
           Fakat hadiseler yine de tesirini göstermekten geri kalmadı. Ne kadar bilgili ve kabiliyetli bir ilim adamı ve ne kadar masum bir Hıristiyan olursa olsun, şovenist zümre içinde o yine de bir yabancı, bir “inorodedets” olarak kalmaya mahkûmdu. Ruhi sarsıntılarla vücutça da zayıf düşen Nikolay Fedoroviç Katanov, 1921 sonbaharında felç olmuş ve kendi kendine tedavi ile uğraşırken akciğer iltihabına tutularak, tıbbi müdahalenin yetişmesine imkân kalmadan 10 Mart 1922 günü vefat etmiştir.    
           Katanov, eserlerindeki farklı meseleler ve değişik çalışmalarla, Şarkiyat alanında çok derin izler bırakmıştır. Onun, Tuvalıların Dilini İnceleme adlı eseri temel eseridir. Bu eser Şarkiyat ilminde Katanov’a çok geniş bir ün sağlamıştır. Katanov, kendisi hakkında “Benim mesleğim dilbilimdir, özellikle (Türk-Tatar) diyalektolojisi ve çeviri yazısı uzmanlık alanımdır” demektedir.    
Katanov’un sadece Şarkiyatla ilgili 181 makalesi bulunmaktadır. Hakkında otuzu aşkın yazı yayımlanmıştır. Enstitü kütüphanesinde Katanov’la ilgili 100’e yakın kayıt vardır. Hayattayken onlarca bilimsel kuruluşa ve kültürel oluşuma üyeliği bulunmaktaydı.  
Tumblr media
İstanbul Üniversitesi’ndeki Kütüphanesi
           Katanov’un, Çarlık Rusyası’nın son dönemlerinde yaşanan ağır hayat şartları sebebiyle satışa çıkarmak zorunda kaldığı 9000 ciltlik kütüphanesinin yaklaşık 3500 cildi 1914 yılında Osmanlı hükümeti tarafından satın alınmış olup halen İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesinde bulunmaktadır. Bir kısmı da Kazan Üniversitesindedir. Katanov’un kitaplarının ülkemize ne zaman ve nasıl geldiği konusunda net bilgi bulunmamakla birlikte bizce kitapların, ilki 1914, ikincisi ise 1922 yıllarında olmak üzere iki grup halinde satın alınmış görünmektedir. 1914’de kitaplarını satmak isteyen Katanov, önce Rusya Bilimler Enstitüsüne müracaat eder. Enstitü bunu reddedince Sibirya Genel Valiliğine İrkutsk Üniversitesi için satın alınmasını ve Doğu Dilleri Fakültesi kurulmasını teklif eder, ama yine olumsuz yanıt alır. Bunun üzerine Türkistan Genel Valisine Taşkent Üniversitesi için bir teklifte bulunsa da yine red cevabı alır. Böylece kitaplarını resmi kuruluşlara satamayacağını anlayan Katanov, Leipzig’deki kitapçılara satmayı dener. Ancak kitapçılar işi ağırdan almaktadır. O sıralar Kazan’da bulunan Sadrazam Tevfik Paşa, çok kıymetli olduklarını anlayınca bir kısım kitapları Osmanlı Hükümeti adına satın alır. Bir rivayete göre kitapların satış haberini veren ve alınmasını tavsiye eden Zeki Velidî Togan, bir başka rivayete göre ise Gaspıralı İsmail Bey’dir. Ömer Faruk Akün’ün, hocası Nail Reşit Bey’den dinlediğine göre kitaplar 8000 ruble karşılığı satın alınmıştır. Ahmet Caferoğlu ise Katanov’un ölümünden sonra 1922 yılında eşinin kitapları satışa çıkardığını ve bir kısım kitapların 3000 altın karşılığında satın alındığını haber vermektedir. Koleksiyon önce Süleymaniye Kütüphanesinde muhafaza edilir, fakat daha sonra bir rivayete göre Mehmet Fuat Köprülü’nün isteği ve bizzat Atatürk’ün emriyle, bir başka rivayete göre ise Köprülü’nün, kütüphane kurulması meselesini sorması üzerine yine bizzat Atatürk’ün direktifiyle yeni kurulan Türkiyat Araştırmaları Enstitüsüne devredilir. Herhangi bir kayıt bulunmadığından hareketle kitapların, Süleymaniye Kütüphanesinde sadece muhafaza edildiği, kayda geçirilip istifadeye açılmadığı anlaşılmaktadır. Koleksiyon, çoğunluğu Rusça ve çeşitli Batı dillerinde yazılmış nadide kitap ve dergilerden oluşmaktadır. İlk elli kitap arasında bulunan Katanov’dan gelen yazma eserlerin temel özelliği eski tarihli ve Doğu Türkçesiyle yazılmış olmalarıdır. Konuları birbirlerinden farklı olan bu eserler arasında Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri, el-Müslimi’nin Tevarih-i Bulgariyyesi, İsa et-Taşkendi’nin Kelile ve Dimne Tercümesi, Hafız, Kaşani ve Talib-i Amuli gibi İran şairlerinin Divanları gibi eserler bulunmaktadır. Genel olarak bakıldığında kitapların, Avrupa’nın belli başlı kentleriyle Rusya’nın birçok vilayetinde basılan kitaplar olduğu anlaşılmaktadır. Katanov’un, Doğu Türkistan’dan Finlandiya’ya, Güney Sibirya’dan Karadeniz’in kuzeyine kadar olan geniş bir coğrafyada yaşayan halkların dilleri, dinleri, kültürleri, örf ve âdetleriyle ilgili bulabildiği her türlü kitabı topladığını görmekteyiz. Bunların yanında gezi ve kazı raporları, şehir yıllıkları, müze katalogları, sikke katalogları, idare ve eğitim öğretim ile ilgili kanun ve yönetmelikler, istatistikler ve atlaslar, hukuk, tarih, siyaset gibi konular onun topladığı kitapların konularını oluşturmaktadır. Bu sebeple kütüphanenin, Orta Asya ve Sibirya halklarının etnografya, arkeoloji, folklor, kültür, dil ve dinleri üzerine araştırma yapacak olanların mutlaka görmek zorunda oldukları bir kütüphane olduğu kanaatini taşımaktayız.              
Kaynak: Murat Ali Karavelioğlu, Murat Karavelioğlu
0 notes