Tumgik
#çevik atmaca
benegeninincisi6 · 4 months
Text
"Vardır bir nedeni"
"Vardır bir izi"
"Vardır bir lekesi..."
310 notes · View notes
sadecelere · 6 months
Text
Adım neydi benim?
Babam Eftal'im derdi
Annem Eftalya derdi
Meryem ismimi bile söyleyemezdi...
48 notes · View notes
ashabellq · 4 months
Text
Kollarıma bulutlar indi
Bilir misin
Ne denli ağır olduğunu
Çehreni ıslayan yağmurların
Gözlerimin pusu göklerle bir
Parmaklarımın kirinde
Tozlu sayfalar var
Kararan beyazların
Saçlarım uzanıyor ebedi
Bilir misin
Çöllerin kızıl toprağını
Yeşerten damlaları
8 notes · View notes
xqesmasnc · 2 years
Text
Bir göz at
Tumblr media
64 notes · View notes
sun1shine · 1 year
Text
"Aşk, seni vurabilecek bir silahı
Seni vurmayacağına inandığın kişiye
Tereddütsüz vermektir"
20 notes · View notes
mehmetkali · 1 year
Text
0 notes
estellamila · 4 years
Text
"Güneşin ve yıldızların altındaki her şey Denge'ye bağlıdır. Rüzgâr ve denizler, toprağın ve ışığın gücü. Tüm bunlar Düzen'in içerisinde intizamlı bir şekilde görevini sürdürür. Ama artık dünyaya hükmetme kudreti insanın eline geçti. Bu yüzden insan Denge'yi korumayı öğrenmeli, bir yaprağın, bir balinanın ve rüzgârın doğasını iyi bilmeli."
- Yerdeniz Öyküleri (2006)
81 notes · View notes
gergindemokrat · 4 years
Text
Tumblr media
Roke Başbüyücü’sü
Çevik Atmaca
Ged
🧙🏻‍♂️
1 note · View note
sananeulen · 4 years
Text
DEĞİRMEN
Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?...
Görülecek şeydir o... Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı... Sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar... Ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar...
Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler uçuşur. Halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır...
Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan seslere?... Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış rüzgârı gibi uğuldar, taşları kah yükselen, kah alçalan ağlamaklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına karışır... Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar, gıcırdar, gıcırdar...
Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştün adaşım, ama bir daha görmek istemem.
Sen aşkın ne demek olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?...
Çooook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni seviyordu... Ve onu herhalde çok kucakladın... Geceleri buluşur ve öperdin değil mi? Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa...
Yahut sevgilin seni sevmiyordu... O zaman ne yaptın? Geceleri ağladın mı?... Ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi?...
Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak senin için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvel' kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir.
Ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüye sevdin, ve bu böyle gidiyor. Peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek mi dir?...
Çırılçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musunuz?...
Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?
Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı? Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle bağırabilir misiniz?
Aşk sana bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim...
Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala, ikincisi ne? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?... Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?... Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır: kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun... Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun...
Siz sevemezsiniz adaşım, siz, şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz... Bizler: batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingeneler...Dinle adaşım, sana bir çingenenin aşkını anlatayım...
Bir gün karların erimeğe başladığı mevsimdeydi bütün çergi, otuza yakın kadın, erkek ve çocuk, dört beygir ve iki defa o kadar da eşek Edremit tarafına doğru göçüyorduk.
Can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş ve yeni belirmeğe başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir oynaklık vermişti. Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı.
Delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı.
Ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik, yanında kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum.
İkindiye doğru siyah zeytin ağaçlarının arasında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözüme ilişti. Burası küçük bir değirmendi. Suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının arasından geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor, oradan da dört tane tahta oluğa taksim oluyordu.
İhtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah kiremitli çatısını örtüyorlar, ve ön tarafındaki geniş meydanı gölgeliyorlar.
Ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu. Burada çergilemek hiç de fena değildi. Yüklü eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu. Ve bir kurşun atımı ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu.
Daha çadırları kurmadan Atmaca klarnetini alarak, kanatlarının biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmağa başladı, İçeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı. Değirmenci de bunların arasındaydı, beyaz sakalını karıştırarak lakayt gözlerle bakıyordu.
Bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene severler.
Aralarında bir kileye yakın buğday toplayarak Atmaca'ya verdiler. Ve değirmenci bunu iki çömlek de yoğurt ilave etti. Biz bu güzel kabilden cesaret alarak biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk.
İşler iyi gidiyordu. Kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde satmakta güçlük çekmiyorlardı. Çalgıcılarımız yarım gün uzaktaki köylerden bile düğünü çağırıyorlardı.
Atmaca tabii en baştaydı...
Sen bu Atmaca gibisine daha rastlamamışsındır. Bir kere heybetli delikanlıydı: yağız derisi, yüzüne delice dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri... Sonra burnu... Uzun, sivri, ucu biraz aşağı kıvrak burnu. Bunun için biz ona Atmaca derdik... Başı geniş omuzlarının üstünde bir Arap atındaki gibi dik dururdu ve bir Arap atı ondan daha çevik değildi...
Bütün çergilerde onun cesareti, onun güzelliği, onun algısı söylenirdi.
Başka Çingeneler gibi çalmazdı o, adaşım: bir kere nota bilirdi. Şehir mektebini okumuş, bitirmişti: sonra içliydi...sanırdın ki klarneti çalarken havayı ciğerlerinden değil doğrudan doğruya yüreğinden veriyor.
Geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi. Biz de çadırların önüne çıkıp yüzü koyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu dinlerdik.
Hiçbir sevgilisi yoktu. Ne geçtiğimiz Türkmen köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince dudaklı Çingene kızları onun bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi...
Halbuki çalgı çalarken büyük gözlerle oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi bir nem belirdiğini, esmer yanaklarında, bir ateşe rasgelmiş gibi derhal kuruyan birkaç ufak damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük.
Çok konuşmaz, konuştuğu zaman da içindekilerden bize bir şey sindirmezdi. Neler hisseder, neler düşünürdü? Hiçbirimiz bilmezdik. Acaba birisini sevdiği için mi, yoksa hiç kimseyi sevemediği için mi, bu kadar yanık, bu kadar derinden çalıyordu?...
Ara sıra uzun müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin meclisine girdiği söylenirdi.
Kasabadaki efendiler ona ekran muamelesi ederlerdi, fakat o davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde bizimle beraber çalgı çalardı.
Hemen her akşam değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk. Şimdilik bir şey anaforlamadığımız için değirmenci de memnundu. Kızıyla beraber yük çınarın altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi dinliyordu.
Değirmencinin kızı tam bir köy güzeliydi. Yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına kadar uzanan ince örgülü saçları vardı. Ama yüzü hep soluktu. Etrafındaki şeylere, kendisiyle alışverişi yokmuş gibi dümdüz bir bakışı, ve dudaklarının kenarından dökülüyormuş gibi, isteksiz bir gülüşü vardı. Bu kızcağız sakattı adaşım, küçükken sağ kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırmıştı. Şimdi onun yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen sallanıyordu. Ve bu onu insanlardan ayırıyordu.
Düşünebilir misin, güzel bir kızın bir kolu olmazsa bu ne demektir? Derenin üst başında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara karışamıyordu. Vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmüş örtmeğe mecburdu... Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş yapan kızlarla da birleşemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarının arasına tahta kaşıklar alarak oynamak elinden gelirdi...
Belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle alt alta üst üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su fışkırtmaca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak dolu gözlerle bakmış. Şimdi bütün bunlara alışmış görünüyordu. Başka insanların yaptığı birçok şeyleri yapmak hakkının kendisinde olmadığını biliyor ve hiçbir şey istemiyordu. Değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce oturup meydanda eşelenen tavuklara, yahut kocaman çınarın kıpırdayan yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı vardı ki, adamı ağlamaklı ederdi. Geceleri babasıyla beraber gelir, onun yanında diz çöküp oturarak bize bakardı...
Sözü kısa keselim adaşım, bizim mağrur ve insafsız Atmacamız değirmencinin bu sakat kızına vuruldu. Tavuslara, sülünlere bakmağa tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun şikarı oldu.
Eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım. Ben anladığım zaman alev saçağa sarmıştı... Yoksa çoktan çergiyi toplar, başka yere göçerdim.
Atmaca hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor, zeytinlerin altında tek başına çalıyordu. Ama geceleri çınarın altında adamakıllı coşar, gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi...Ve biz titrediğimizi, bağırmak, konuşmak, yahut yerlere atılıp ağlamak istediğimizi hissederdik...Onun çalışında, bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe tapanların, yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi vardı.
Atmacanın kanatları düşmüştü adaşım. Sarardıkça sararıyordu. Değirmencinin köye indiği günler kapının yanındaki taş sedirde kızla beraber oturduğunu ve tırnaklarını parçalamak ister gibi, iki tarafındaki sert kayada gezdirdiğini görünce bu işin böyle gitmeyeceğini anladım...
Bir gece onu çağırdım, derenin alt başına gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk. Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Atmaca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi sormuyordu. Elimi omzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı.
"Seviyorsun!..." dedim.
"Öyle..." dedi.
"Ne yapacaksın?..."
Bu sualin cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi. Uzun uzun baktı, birdenbire:
"Sen bizim çeribaşımızsın dedi, gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklın dirayetin bütün Çingenelerden üstündür. Sana açılmalıyım...
Gözlerini hiç indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeğe başladı:
"Onu seviyorum, ne yapacağımı da hiç düşünmedim. Sen benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin... Ben ki arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmezdim: yedi köye hükmeden eşraf bana gelip, "Kızım senin için yataklara düştü... Çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı kurtar!..." diye yalvardılar da gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu bir kolu olmayan kızı seviyorum. Onu alamam, onu kaçıramam... Halbuki o da beni seviyor. Bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. Gel dedim, beraber kaçalım. "Acı acı güldü, "Ağam dedi, ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?..." Onu nasıl sevdiğimi anlattım: "Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun, bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?"
"Tekrar gözyaşları boşandı: "Olmaz dedi, düşün ki, her karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek ister misin? Bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım, sende bir daha buralara uğrama. Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar, gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni inandırmağa kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git!..."
Atmaca burada bir nefes aldı ve gözlerini yeri indirdi: "Düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için de sahiden azap olacak. Aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını hissedeceğiz. Eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi sarılamazsa, gözleri her zaman: "Ne diye gençliğini benim için nara yaktın, sana yazık değil mi?" demek isterse ben ne yaparım? Her sözünden, her tavrımdan alınır: Kızsam ona dokunur, düşünceli olsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp gider...
"Ne yapacağımı, bu halin beni nereye götüreceğini sorma, bende artık kuvvet yok. Akıl yok, düşünce yok, yalnız aşk var. Mavzer kurşunu gibi çarptığını yene seren bir aşk... Senin Atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!..."
Sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla ağzından dökülmüştü ki, fazla bir şey sormağa, hatta teselli etmeğe kalkışmadım; ona bu halde ne söz söylenebilir, nede o söyleneni duyardı.
Koluna girip çadıra kadar götürdüm.
İşler gittikçe sarpa sarmıştı adaşım. Atmacanın hali beni korkutuyordu. Fakat yapılacak hiçbir şey yoktu. Şimdilik işi oluruna bırakmağa karar vererek yattım. Bütün gece, büyük çınarın altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen Atmacayı, ve dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında görülmemiş bir pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını gördüm. Fakat birbirinin kucağına atılacakları zaman şekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına giriyor, bir çark gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu.
Günler, kuvvetli bir rüzgârın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbirinin arkasına geçip gidiyorlardı. Ve biz, bunların sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını seziyorduk. Herkes müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi. Bütün çergiyi ağır bir durgunluk kaplamıştı.
İhtiyar ve tecrübeli Çingene karıları bildikleri afsunları okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı Atmacanın imdadına çağırıyorlardı. O, gittikçe çöken yanakları, nereye baktığı belli olmayan şaşkın gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen dudaklarıyla arkasından bakıyorlardı.
Kadın, erkek, genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk. Sanki serseri bir rüzgâr kafalarımızdan her düşünceyi silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus buralarda bırakıyordu.
Bir gün Atmaca yanıma sokuldu. "Bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben ihtiyarla konuştum!..." dedi. Hafif yağmur çiseliyordu. Akşama kuvvetli bir yaz sağanağı gelmesi çok mümkündü. Bunu ona da söyledim.
"Değirmenin içinde çalacağım!" dedi.
"Değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde mi?" Tuhaf tuhaf güldü.
"Korkma! dedi, klarneti o gürültüde de size duyururum. Nefesim daha o kadar kuvvetten düşmedi".
Yağmur akşama doğru sahiden arttı. Karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor, iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu.
Hepimiz değirmenin içine dolduk. Tavanda sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir aydınlık serpiyordu ve çarklar, taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar, dönüyorlardı. Hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu.
Değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı. Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu.
Bütün gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi. Kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken Atmaca çalmağa başlamıştı.
Adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonra bile unutamam.
Dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgâr ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. Yükselen sular tahta oluklardan taşıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu.
İçeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor; birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. Ve bunların hepsini bastıran deli bir ses kah yalvarıyor, kah hiddetle kıvranıyor, susacak gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu.
Alaca karanlıkta Atmacanın siyah ve parlak gözleri hiç kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı. Genç kızın acınacak bir perişanlıkla çırpınan büyümüş gözlerine...
Ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmağa bizim kullandığımız kelimelerin takati yoktur...
Bazen okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi... Fakat derhal yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline geliyordu.
Son ve keskin bir çığlıktan sonra Atmacanın ayağa kalktığını gördüm. İki üç adım ilerledi ve klarneti bir köşeye fırlattı.
Herkes doğrulmuştu. Üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı. O, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geri attı. Birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan sonra onları değirmencinin kızına dikti, uzun uzun baktı...
O dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışarıda fırtına arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu. Ve değirmen, azgın bir hayvan, homurduyor ve dönüyordu. Ve o, lambanın sönük ışığında, olduğundan daha büyük âdeta bir gölge gibi duruyordu. Gözleri genç kızın üzerindeydi. Tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere sokmuştu. Kah esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına kadar fırlıyor, kah dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu. O dudaklar ki, bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyorlardı ve ağlayacak gibi aşağıya çekiliyordu.
Bu bakış ancak bir an kadar sürdü. Sonra gözkapakları yavaşça düştüler ve o, yere yıkılacak gibi sallandı. Fakat hemen kendisini topladı. Bir kere daha etrafına bakındı. Sanki bir imdat bekliyor gibiydi: Kendisini bu kahredici, bu parçalayıcı ağrılardan kurtaracak bir imdat... Nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi. Gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı.
Bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık, sonra delice bağırarak arkasından koştuk...
Heyhat adaşım, çok geçti. Atmaca yerinden fırlayan ve "iş işten geçti" demek isteyen gözlerle bize doğru geliyordu.
Sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu. Birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine yıkıldı...
İşte adaşım, sana seven bir çingenenin hikâyesi...
Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir... Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde veya ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, söz aramızda gene hoş şeydir. Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımağa tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.
Sabahattin ALİ
0 notes
guncelpdfindir-blog · 7 years
Text
İki Kıta Bir Şehir İstanbul Okumaları
İki Kıta Bir Şehir İstanbul Okumaları Bu kitap, Hamza Gündoğdu, Necdet İşli, Ahmet Emre Bilgili, Bahaddin Ataç, Bekir sıdkı Albayrak, Birol Biçer, Mehmet Kirişçi, Mesut Mezkit, Aşkın Şeker, Sema Göncüoğlu, Ahmet Kökler, Nigari Erdem, Teyfur Erdoğdu, Esma Opçin, Lale Göncüoğlu, Samet Altıntaş, Akın Kurtoğlu, Avni Çelik, Mahmut Mutlu, Hayrullah Cengiz, Gönül Mezkit, Ahmet İzci, Davut Türksever, Nureddin Ünlü, Ibrahim Kaya, Bilgin Turnalı, Ümit Meriç, Ruşen Aydın, Hatice Öztürk, Edibe Sözen, Mehmet Bayartan, Soner Demirsoy, Kemal Özpınar, Salih Tuğ, Kamil Yüce Oral, Süleyman Kızıltoprak, Kadir Pektaş, Hüseyin Yürük, Mustafa Kara, Mehmet Sağlık, Selman Ünlü, Esma Kayar, Zeliha Kumbasar, Sait Karabulut, İshak Keskin, Mehmet Çevik, Kadir Topbaş, Melek Göncoğlu, Ahmet Ongun, Zeki Gümüş, Mustafa Ekmekçioğlu, Yahya Başkan, Merve Sağlık, Muharrem Ergün, Behiye Özbek, İlhan Bilginol, Neriman Albayrak, Mahinur Göncüoğlu, Çiğdem Türkoğlu, Ahmet Özel, Cüneyt Göncüoğlu, Mertol Tutum, Sezgin Özaytekin, Süheyla Murat, Müjdat Korur, Semih İrteş, Cenk İnce, Fulya Eruz, Fatih Selek, Mehmed Fatih Can, Gökmen Küçükali, Nedret İşli, Nermin Taylan, Bekir Atmaca, Bülent Arı, Orhan Erdenen, Osman Söyler, Bülent Dizdar, Mahmud Çetin, Ömer Arısoy, Osman Nuri Boyacı, Recai Çalışkan, Ruhi Ayangil, Saim Altara, Semih Cinar, Sibel Kurtoğlu, Mustafa Ömer Göncüoğlu, Yusuf Devran, Şefik Memiş, Turhan Bilgili, Ubeyde Buluç, Ulvi Günpınar, Ruhi Dinçer, İdris Bostan, Metin Okutan, Ahmet Turan Alkan, Güneş Alçı, Mehmed Hilmi Göncüoğlu, Cem Sökmen, Fahamettin Başar, Abdülkadir Özcan, Ahmet Kot, Abdullah Uçman, Cengiz Tomar, Tuncay Opçin, Cem Temel, Mustafa Asım Göncüoğlu, Ahmet Şimşek, Ahmet Yörük, İsmet Baran, Cemal Karpat, İsrafil Kuralay, Hamza Göncüoğlu, Avni Özgürel, Levent Akgünlü, Ercan Önder, İrfan Çalışan, Kadir Koç, Mehmed Şevket Eygi, Serkan Bulut, Mehlika Karataş, Cem Temel, Emsal Bilginol, Netice Aydın, Zehra Öztürk Amer, Ilgaz Zorlu, Hüseyin Akçay, Adem Koçal, Osman Öndeş, Bilgehan Yiğit, Ahmet Çorak, Caner Akyel, Şenay Özkan, Ali Öksüz, Abdurrahman Şen, Kemal Karpat, Hilmi Aydın, Çetin Aydan, Mahmut Engin, Mehmet Meletli, Göktan Baştürk… Gibi güzel insanlara ithaf edilmiştir…
İki Kıta Bir Şehir İstanbul Okumaları
2 notes · View notes
benegeninincisi6 · 8 months
Text
"Bütün dünya uğraştı, seni solumdan sağ tarafıma geçiremedi, sen nasıl kendini sağ tarafa layık görürsün, Eftalya ?
216 notes · View notes
sadecelere · 9 months
Text
Ülkeyi cehenneme çevireceğim
Cennet bana gelene dek...
TDÇ
Artık her yer cehennem gibi yanacak
Çünkü Cennet beni çoktan terk etti...
TDÇ
Kendi cehennemimin ateşini söndürüyorum
Çünkü Cennet bana geri geldi...
TDÇ
56 notes · View notes
Photo
Tumblr media
Yerdeniz Büyücüsü, okumak için geç kaldığım bir kitap. Arka kapak yazısından anlaşılabileceği üzere, kitap genç bir büyücünün, "Çevik Atmaca" Ged'in, büyüme ve olgunlaşma serüvenini konu ediniyor. Ged'in kendi nefret, gurur ve hırsının ürünü olan Gölge'sinden kaçtıkça gölgenin onu ele geçirmeye başlaması, benliğimizin "karanlık yanı"nı yok saydığımız sürece onun esiri olacağımızı ve kişiliğimizi giderek kaybedeceğimizi bize anlatıyor. Büyümenin ve olgunlaşmanın yegane yolu, işte bu karanlık yanımızla yüzleşmektir, tıpkı Ged'in Gölge'sinden kaçmaktan vazgeçerek onunla yüzleşmesi gibi. Sonunda "Ged, ne kaybetmiş ne de kazanmıştı, ama kendi ölümünün gölgesini, kendi ismiyle adlandırarak, kendisini bütünlemişti; tam bir insan olmuştu" (s. 184). Calvino'nun bir yarısı kişiliğinin iyi, diğer yarısı kötü özelliklerini taşıyan İkiye Bölünen Vikont'unun bu iki yarısı birleştiğinde "tam bir insan" olması gibi (Atalarımız, s. 81), Ged de Gölge'siyle birleştiğinde "tek bir bütün" olmuştur (s. 183).
18 notes · View notes
korayaker · 7 years
Photo
Tumblr media
Değirmen- Sabahattin Ali
Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?.. Görülecek şeydir o… Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı… Sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar… Ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar…
Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler uçuşur. Halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır…
Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan seslere?.. Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış rüzgarı gibi uğuldar, taşların kah yükselen, kah alçalan ağlamaklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına karışır… Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar gıcırdar, gıcırdar.
Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştüm adaşım, ama bir daha görmek istemem.
Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?
………..
Dinle adaşım, sana bir Çingene’nin aşkını anlatayım…
Bir gün -karların erimeye başladığı mevsimdeydi- bütün çergi, -otuza yakın kadın, erkek ve çocuk, dört beygir ve iki defa o kadar da eşek- Edremit tarafına doğru göçüyorduk.
Can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş ve yeni belirmeye başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir oynaklık vermişti. Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı.
Delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı.
Ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik, yanında kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum.
İkindiye doğru siyah zeytin ağaçlarının arasında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözüme ilişti. Burası küçük bir değirmendi. Suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının arasından geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor, oradan da dört tane tahta oluğa taksim oluyordu.
İhtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah kiremitli çatısını örtüyorlar ve ön tarafındaki geniş meydanı gölgeliyorlardı.
Ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu.
Burada çergilemek hiç de fena değildi. Yüklü eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden, değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu. Ve bir kurşun atımı ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu.
Daha çadırları kurmadan Atmaca, klarnetini alarak, kanatlarının biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmaya başladı.
İçeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı. Değirmenci de bunların arasındaydı, beyaz sakalını karıştırarak lakayt gözlerle bakıyordu.
Bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene severler.
Aralarında bir kileye yakın buğday toplayarak Atmaca’ya verdiler. Ve değirmenci buna iki çömlek de yoğurt ilave etti.
Biz bu güzel kabulden cesaret alarak, biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk.
İşler iyi gidiyordu. Kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde satmakta güçlük çekmiyorlardı. Çalgıcılarımız yarım gün uzaktaki köylerden bile düğüne çağırılıyorlardı.
Atmaca tabii en baştaydı…
Sen bu Atmaca gibisine daha rastlamamışsındır.
Bir kere heybetli delikanlıydı: Yağız derisi, yüzüne delice dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri…
Sonra burnu… Uzun, sivri, ucu biraz aşağı kıvrık burnu… Bunun için biz ona Atmaca derdik…
Başı, geniş omuzlarının üstünde bir arapatındaki gibi dik dururdu ve bir arapatı ondan daha çevik değildi…
Bütün çergilerde onun cesareti, onun güzelliği, onun çalgısı söylenirdi.
Başka Çingene’ler gibi çalmazdı o, adaşım: Bir kere nota bilirdi. Şehir mektebini okumuş, bitirmişti; sonra içliydi… Sanırdın ki, klarneti çalarken, havayı ciğerlerinden değil, doğrudan doğruya yüreğinden veriyor.
Geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi. Biz de çadırların önüne çıkıp yüzükoyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu dinlerdik.
Hiçbir sevgilisi yoktu. Ne geçtiğimiz Türkmen köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince dudaklı Çingene kızları onun bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi…
Halbuki çalgı çalarken büyük gözlerde -oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi- bir nem belirdiğini, esmer yanaklarında -bir ateşe rastgelmiş gibi derhal kuruyan- birkaç ufak damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük.
Çok konuşmaz, konuştuğu zaman da içindekilerden bize bir şey
sezdirmezdi. Neler hisseder, neler düşünürdü? Onu bu dünyaya bağlayan şey neydi? Hiçbirimiz bilmezdik. Acaba birisini sevdiği için mi, yoksa hiç kimseyi sevemediği için mi, bu kadar yanık, bu kadar derinden çalıyordu?..
Ara sıra uzun müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin meclisine girdiği söylenirdi.
Kasabadaki efendiler ona akran muamelesi ederlerdi, fakat o davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde bizimle beraber çalgı çalardı.
Hemen her akşam değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk. Şimdilik bir şey anaforlamadığımız için değirmenci de memnundu. Kızıyla beraber büyük çınarın altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi dinliyordu.
Değirmencinin kızı tam bir köy güzeliydi.
Yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına kadar uzanan ince örgülü saçları vardı.
Ama yüzü hep soluktu. Etrafındaki şeylere, kendisiyle alışverişi yokmuş gibi, dümdüz bir bakışı ve dudaklarının kenarından dökülüyormuş gibi, isteksiz bir gülüşü vardı.
Bu kızcağız sakattı adaşım, küçükken sağ kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırmıştı.
Şimdi onun yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen sallanıyordu.
Ve bu onu insanlardan ayırıyordu.
Düşünebilir misin, güzel bir kızın bir kolu olmazsa bu ne demektir? Derenin üst başında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara karışamıyordu. Vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmeye mecburdu.
Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş yapan kızlarla da birleşemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarının arasına tahta kaşıklar alarak oynamak elinden gelirdi…
Belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle alt alta, üst üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su fışkırtmaca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak istek dolu gözlerle bakmıştı.
Şimdi bütün bunlara alışmış görünüyordu. Başka insanların yaptığı birçok şeyleri yapmak hakkının kendisinde olmadığını biliyor ve hiçbir şey istemiyordu.
Değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce oturup meydanda eşelenen tavuklara, yahut kocaman çınarın kıpırdayan yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı vardı ki, adamı ağlamaklı ederdi.
Geceleri babasıyla beraber gelir, onun yanında diz çöküp oturarak bize bakardı…
Sözü kısa keselim adaşım, bizim mağrur ve insafsız Atmacamız, değirmencinin bu sakat kızına vuruldu.
Tavuslara, sülünlere bakmaya tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun, şikarı (avı) oldu.
Eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım. Ben anladığım zaman alev saçağı sarmıştı… Yoksa çoktan çergiyi toplar, başka yere göçerdim…
Atmaca hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor, zeytinlerin altında tek başına çalıyordu. Ama geceleri çınarın altında adamakıllı coşar, gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi…
Ve biz titrediğimizi, bağırmak, konuşmak, yahut yerlere atılıp ağlamak istediğimizi hissederdik…
Onun çalışında, bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe tapanların, yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi vardı.
Atmaca’nın kanatları düşmüştü adaşım. Sarardıkça sararıyordu. Değirmencinin köye indiği günler kapının yanındaki taş sedirde kızla beraber
oturduğunu ve tırnaklarını, parçalamak ister gibi, iki tarafındaki sert kayada gezdirdiğini görünce, bu işin böyle gitmeyeceğini anladım…
Bir gece onu çağırdım, derenin alt başına gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk.
Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu.
Atmaca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi sormuyordu.
Elimi omuzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı:
-Seviyorsun!..- dedim.
-Öyle…- dedi.
-Ne yapacaksın?..-
Bu sualin cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi; uzun uzun baktı, birdenbire:
-Sen bizim çeribaşımızsın- dedi, -gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklın, dirayetin bütün Çingene’lerden üstündür. Sana açılmalıyım…-
Gözlerini hiç indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeye başladı:
-Onu seviyorum, ne yapacağımı da hiç düşünmedim. Sen benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin… Ben ki, arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmedim; yedi köye hükmeden eşraf bana gelip: ‘Kızım senin için yataklara düştü, Çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı kurtar!..’ diye yalvardılar da, gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu bir kolu olmayan kızı seviyorum.
Onu alamam, onu kaçıramam… Halbuki o da beni seviyor. Bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. ‘Gel; dedim, ‘beraber kaçalım.’ Acı acı güldü, ‘Ağam,’ dedi, ‘ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?..�� Onu nasıl sevdiğimi anlattım: ‘Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,’ dedim, ‘bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?’
-Tekrar gözyaşları boşandı: ‘Olmaz’ dedi, ‘düşün ki, her karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek ister misin? Bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım, sen de bir daha buralara uğrama. Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni inandırmaya kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git!..-
Atmaca burada bir nefes aldı ve gözlerini yere indirdi:
-Düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için de sahiden azap olacak. Aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını hissedeceğiz. Eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi sarılamazsa, gözleri her zaman: ‘Ne diye gençliğini benim için nara yaktın, sana yazık değil mi?’ demek isterse, ben ne yaparım? Her sözümden, her tavrımdan alınır; kızsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp gider…
Ne yapacağımı, bu halin beni nereye götüreceğini sorma, bende artık kuvvet yok, akıl yok, düşünce yok, yalnız aşk var. Mavzer kurşunu gibi çarptığını yere seren bir aşk… Senin Atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!..-
Sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla ağzından dökülmüştü ki, fazla bir şey sormaya, hatta teselli etmeye kalkışmadım; ona bu halde ne söz söylenebilir, ne de o söyleneni duyardı.
Koluna girip çadıra kadar götürdüm.
İşler gittikçe sarpa sarmıştı adaşım, Atmaca’nın hali beni korkutuyordu.
Fakat yapılacak hiçbir şey yoktu. Şimdilik işi oluruna bırakmaya karar vererek yattım. Bütün gece, büyük çınarın altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen Atmaca’yı ve dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında görülmemiş bir pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını gördüm. Fakat birbirinin kucağına atılacakları zaman şekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına giriyor, bir çark gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu.
Günler, kuvvetli bir rüzgarın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbiri arkasına geçip gidiyorlardı. Ve biz, bunların sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını seziyorduk. Herkes müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi. Bütün çergiyi ağır bir durgunluk kaplamıştı.
İhtiyar ve tecrübeli Çingene karıları bildikleri afsunları okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı Atmaca’nın imdadına çağırıyorlardı. O, gittikçe çöken yanakları, nereye baktığı belli olmayan şaşkın gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen dudaklarıyla arkasından bakıyorlardı.
Kadın, erkek, genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk. Sanki serseri bir rüzgar kafalarımızdan her düşünceyi silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus buralarda bırakıyordu.
Bir gün Atmaca yanıma sokuldu.
-Bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben ihtiyarla konuştum!..- dedi.
Hafif yağmur çiseliyordu. Akşama kuvvetli bir yaz sağanağı gelmesi çok mümkündü. Bunu ona da söyledim.
-Değirmenin içinde çalacağım!- dedi.
-Değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde mi?-
Tuhaf tuhaf güldü:
-Korkma!- dedi, -Klarneti o gürültüde de size duyururum. Nefesim daha o kadar kuvvetten düşmedi.-
Yağmur akşama doğru sahiden arttı. Karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor, iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu.
Hepimiz değirmenin içine dolduk. Tavlada sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir aydınlık serpiyordu ve çarklar, taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar, dönüyorlardı.
Hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu.
Değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı. Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu.
Bütün gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi: Kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken Atmaca çalmaya başlamıştı.
Adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonra bile unutamam.
Dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgar ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. Yükselen sular tahta oluklardan taşıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu.
İçeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor; birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. Ve bunların hepsini bastıran deli bir ses kah yalvarıyor, kah hiddetle kıvranıyor, susacak gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu.
Alacakaranlıkta Atmaca’nın siyah ve parlak gözleri hiç kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı, genç kızın acınacak bir perişanlıkla çırpınan büyümüş gözlerine…
Ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmaya bizim kullandığımız
kelimelerin takati yoktur…
Bazan okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi… Fakat derhal yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline geliyordu.
Son ve keskin bir çığlıktan sonra Atmaca’nın ayağa kalktığını gördüm. İki üç adım ilerledi ve klarneti bir köşeye fırlattı.
Herkes doğrulmuştu. Üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı. O, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geriye attı. Birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan sonra onları değirmencinin kızına dikti, uzun uzun baktı…
O dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışarıda fırtına arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu. Ve değirmen, azgın bir hayvan gibi homurduyor ve dönüyordu. Ve o, lambanın sönük ışığında, olduğundan daha büyük, adeta bir gölge gibi duruyordu. Gözleri genç kızın üzerindeydi. Tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere sokmuştu. Kah esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına kadar fırlıyor, kah dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu. O dudaklar ki, bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyorlardı ve kenarları ağlayacak gibi aşağıya çekiliyordu.
Bu bakış ancak bir an kadar sürdü. Sonra gözkapakları yavaşça düştüler ve o, yere yıkılacak gibi sallandı. Fakat hemen kendisini topladı. Bir kere daha etrafına bakındı. Sanki bir imdat bekliyor gibiydi: Kendisini bu kahredici; bu parçalayıcı ağrılardan kurtaracak bir imdat… Nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi. Gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı.
Bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık, sonra delice bağırarak arkasından koştuk…
Heyhat adaşım, çok geçti. Atmaca yerinden fırlayan ve -iş işten geçti- demek isteyen gözlerle bize doğru geliyordu.
Sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu. Birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine yıkıldı.
İşte adaşım, sana seven bir Çingene’nin hikayesi.
Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir…
Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz aramızda- gene hoş şeydir.
Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.
1929
Sabahattin Ali
2 notes · View notes
aliagam · 5 years
Text
ALİAĞA’DA 600 KONUT SAHİBİNİ BULDU
ALİAĞA’DA 600 KONUT SAHİBİNİ BULDU
ALİAĞA’DA 600 KONUTLUK TOKİ KURALARI GERÇEKLEŞTİRİLDİ
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Toplu Konut İdaresi (TOKİ) tarafından Aliağa Yeni Mahalle’de hayata geçirilecek 600 konutluk proje için hak sahibi belirleme kurası yoğun katılımla gerçekleştirildi.
TOKİ tarafından Türkiye’nin 67 ilinde 140 projeyle hayata geçirilen 50 bin yeni sosyal konutun, 600 konutluk Aliağa projesinin kuraları çekildi. Aliağa Projesindeki TOKİ konutları için hak sahipliği belirleme kurası Aliağa Belediyesi ENKA Spor Salonu’nda noter huzurunda yapıldı.
600 KONUTLUK PROJEYE 7 BİN 713 BAŞVURU YAPILDI
TOKİ Aliağa Sosyal Konut projesi kapsamında 300 adet 2+1 ve 300 adet 3+1 konut için 7 bin 713 başvuru alındı. Yapılan kura çekimiyle; şehit ve gazi kontenjanından 38, engelli kontenjanından 30, emekli kontenjanından 150 ve diğer kontenjanlardan 382 hak sahibi belirlendi. Kurada ismi okunan vatandaşlar büyük mutluluk yaşarken bazılarının gözyaşlarını tutamadı. Yıllardır ev sahibi olma hayali kurduklarını ifade eden vatandaşlar bu imkanı sağlayan herkese teşekkür etti.
PEŞİNATLAR SÖZLEŞME İMZALAMA AŞAMASINDA TAHSİL EDİLECEK
Hak sahipleri taksit ödemelerine konut teslim tarihini takip eden ay itibariyle başlayacak. 2+1 nitelikli konutlar için yüzde 12 peşinat bedeli 180 ay vade, yüzde 20 peşinat bedeli için 240 ay vade; 3+1 nitelikli konutlar için yüzde 10 peşinat bedeli 120 ay vade, yüzde 20 peşinat bedeli için 180 ay vade ile taksitlendirilecek olup, peşinat sözleşme imzalama aşamasında tahsil edilecek.
ALİAĞA PROJESİNDE 2+1 KURA SONUÇLARININ TAM LİSTESİ:
Ahmet Çanakçı,  Ali Uslu,  Cevriye Hezer,  Emrah Saper,  Eylül Hande Bölük,  Kazım Dalkıç,  Münir Özalp,  Ramazan Ceylan,  İlhami Sayar,  Erdal Kurt,  Seçkin Sonay,  Hakan Şen,  Ayşe Aytolon,  Mehmet Nas,  İsmail Can,  Erdoğan Devir,  Ayşe Yıldırım,  Selime Turan,  Hasan Akdeniz,  Nuray Bedir,  Özkan Aygüneş,  Yaman Memiş,  Yusuf Değirmenci,  Gülizar Yurtdaş,  Kemalettin Tambaş,  İrfan Yücel,  Hüseyin Danış,  Nurtaç Aygüneş,  Reyhan Palalı,  Coşkun Göçmen,  Ferit Özismim,  Nuriye Deniz,  Mahinur Ceylan,  Arzu Eser,  Nurdane Göksu,  Sabri Güllüçayır,  Fatma Erkol,  Sebehe Bayrak,  Sebiha Karakuş,  Aysel Macit,  Türkan Yaktı, Osman Atcı, Figen Ercan Hüseyin Serçe, Ayşe Güden, Zühal Bayık, Şerife Bekret, Nadire Korkom, Fevzi Karaca, Süleyman Batmaz, İmran Can, Orhan Demir, Leyla Saka, Gökhan Özgün, Rabiye Tanba, Coşkun Korkut, Ömer Bayık, İlhan Erdem, Zehra Ayçil, İlhami Yılmaz, Mahmut Oğuz Yalçın, Hüseyin Canbaz, Mürsel Şahan, Metin Kaya, Kemal Akdağ, Necmiye Kılıç, Asuman Gemici, Alaattin Eraslan, Ali Gören, Cavidan Arslan, İsmail Aksu, Nuray Keser, Şerif Özbek, Ahmet Sarıkaya, Nezahat Korunan, Niyazi Karataş, Kasım Avcı, Zeki Kaya, Halime Cihan, Mustafa Topuz, Sebahat Saka, Mehmet Emin Tuna, Filiz Karaderili, Levent Üstünkaya, Ayşe Elbasan, Sıtkı Uzala, Ayşe Akman, Talip Coşkun, Şükrü Esma, Şenol Temüray, Fatma Topcuoğlu, Hulusi Adnan Topuz, Zihni Atmaca, Mücahit Sarıel, Cafer Aksoy, Laman Bulut, Hüseyin Nazhan, Cevdet Cangül, Şükran Demir, Medeni Kısa, Nursel Başar, Kamuran Çömlek, Canan Akar, Onur Gültekin, Yeliz Tuzcu, Özge Keleş, Fatih Altun, Gülbahar Eğmeci, Mehri Ünal, Nermin Doğan, Yurdagül Kocabaş, Tahsin Tuna, Mehmet Kocakaplan, Özlem Varlı, Hilal Genç, Serkan Topçu, Lütfiye Şahin, Haydar Arslan, Erkan Yılmaz, Mahmut Türker, Serkan Eken, Gültekin Şen, Tülay Çoşkun Akpınar, Mehmet Ali Gülcan, Halil Saraç, Fatma Küçük, Murat Somer, Barış Çiftçi, Alican Demirel, Gülay Atmaca, Hasan Şahin, Mehmet Uysal, Muammer Yıldız, Ahmetkurtuluş, Arhan Uluç, Gülay Kahraman, Adem Keskin, Mustafa Bayrakcı, Beser Akdağ, Derya Cankut, Sevil Aysal, Hikmet Yeğin, Muammer Avcu, Mevlüde Demir, Şaban Aktaşpınar, Turgay İmre, Gülşah İnalbay, Mustafa Özcan, Mustafa Tuncer, Dudu Yeşiler, Sibel Yıldızoğlu, Murat Taşdemir, Gülün Yaman, Necmiye Ertürk, Sonay Özden, Hüseyin Yılmaz, Şehriban Ülker, Fatih Çevik, Muharrem Akçamdan, Kemal Yılmaz, Habip Önder, Sümeyye Orhan, Mustafa Kaya, Sema Çam, Derya Çaliş, Okan Gül, Osman Uzun, Olcay Temel, Emine Şener, Mehmet Torlak, Gülhane Korgan, Aycan Erdem, Melek Çakmak, Berker Işık, Ercan Ertürk, Hakan Bulut, Zekiye Banu Gencer, Pınar Tunçer, Melis Özbek, Ramazan Tutkun, Nezaket Sıcakyüz, Ünal Özdemir, Hülya Dedik, Hülya Karaca, Recep Dost, Muhammed Ali Kaya, Semih Serez Gözde Akarsu, Selçuk Gönenç, Ayşe Türkel, Abdulkerim Demir, Engin Fesligen, Ozan Onur Ulfer, Özer Tarhan, Emre Erdurucan, Murat Yaşbaş, Yusuf Kılıç, Şahin Yılmaz, Aslan Şahin, Kübra Bıyıklı, Tolga Ürer, İlhan Tekin, Tahsin Tuğrul, Songül Dere, Gökhan Erdoğan, Hüseyin Abağa, Tanju Çetin, Menderes Daş, Ramazan Yıldız, Demet Tatar, Esra Ayık, Ayşegül Kokulu, Mehmet Soydan, Hanım Yüce, Pınar Güler, Huriye Değirmenci, Erhan Dikgöz, Elif Saygılı, Cihan Özkara, Bayram Yazar, Yusuf Güner, Selçuk Arı, Mustafa Ateş, Hakan Şinşek, Çağdaş Turan, Gülşen Uğur, Elvin Yıldırım, Ömer Taşkıran, Ayhan Güleç, Salih Yağcı, Hasan Balaban, Mustafa Ardıç, Osman Erdemir, Emrah Sak, Adem Görgülü, Gökhan Akbulut, Murat Küçük, Nur Tunçyürek, Cihan Tütüncü, Mehmet Bakım, Fatih Yıldırım, Emine Yurteri, Dudu Bucak, Zeynep Duman, Nuriye Geridönmez, Deniz Çağlar, Dilek Demir, Zahide Kazak, Azime Dönmez, Kasım Özet, Sinan Erben, Hakan Çelik, Evin Vanlıoğlu Geçmiş, Hayati Elbasan, Songül Alkan, Ömür Topal, Özbek Bulut, İclal Culum, Birkan Aydın, Hüseyin Çetin, Hatice Karataş, Hasan Selçuk Kazar, Aynur Keçeci, Senem Seldüz, Cemile Demirdeş, Mehmet Ali Çubukcu, Nilüfer Eş, Maksut Keklik, Aykut Öziçke, Yeliz Güvercin, Meltem Başgöçmen, Lütfi Altınöz, Ali Berme, Dilek Ünsal, Neriman Güner, Gülüzar Çalışkan, Saliha Kırtak, Selçuk Uçak, Yasin İnci, Yunus Aksoy, Bengü Gündüz, Süleyman Ersin Yılmaz, Ahmet Turan Arslan, Mustafa Özaydın, Birgül Aydın, Eşref Keskin, Aynur İmre, Ali Ünalan, Meryem Karaturp, Songül Dağdeviren, Mehmet Ali Çavdar, Zeynep Uysal, Cem Özgan, Fadime Işık, Kadir Güler, Dilek Akın, Veysel Kılıç, Dilek Güçlü, Mustafa Altuntepe, Büşra Sevim Yoldaş
ALİAĞA PROJESİNDE 3+1 KURA SONUÇLARININ TAM LİSTESİ:
Gökhan Özer, Kadir Odabaş, Saim Uslu, Ufuk Zafer, Sevim Çakal, Ahmet Bozkuş, Kader Gümüşsoy, Sabriye Beycan, Ahmet Bekret, Yavuz Kaba, Kadriye Çiçek, Erkan Bora, Muzaffer Dildirim, Aydın Akburak, Mesure Üste, Duygu Kırcalı, Mehmet Armağan, Maşuk Candemir, Tahir Yiğiter, Alper Göcen, İbrahim Polat, Kadriye Özay, Mustafa Atalay, Hakan Özken, Hava Çamkerten, Fatma Çevik, Recep Baliç, Utkun Güneri, Hacer Bekar, Güllü Çelik, Beyda Yaman, Esin Gençtoy, Gizem Odyakmaz, Mehmet Yasin Kaya, Yakup Dağdelen, Enes Baydar, Önder Elgörmüş, Ayşen Köymen, Süleyman Alaca, Ömer Lapçın, Bilal Candemir, Sevim Gündeşli, Esra Zeynep Kangalgil, Bayram Mızrak, Tülin Azak, Avni Kolay, Güner Ceylan, Mesut Demirci, İsmail Hakkı Taşyontar, Gülten Dinçer, Taner Aslanlar, Cevriye Polat, Yusuf Akçadağ, Recep Canlı, Nadide Demir Metin, Ümmü Bozdağ, Ezayettin Karadağ, Ali Güçer, Aynur Baycan, Cemile Yıldırım, Hatice Şahin, Nezir Karcı, Mehmet Daniş, Ömer Özgenç, Kemal Halavut, Ahmet Ablak, Saliha Seyrekoğlu, Mehmet Serhat Etizer, Fatime Sürer, Yıldız Çaplık, Dursune Yıldırım Erçel, Belma Demirağ, Emine Delen, Orhan Öztemür, Gülperi Bozkurt, Süleyman Korkmaz, Emel Çoban, Habip Teker, Turgut Gülser, Şengül Kılıç, Emine Yıldırım, Naide Yurttutar, Latif Tanay, Ertaç Özcan, Safiye Uğur, Cavit Öney, Ramazan Kuş, Fethiye Kurtuluş, Dündar Akkaş, Nejla Ataş, Metin Özkul, Ayşe Sarıca, Yaşar Kantar, Niyazi Yılmaz, Haci Cemal Şahin, Hatice Bozdoğan, Ömer Çalış, Birol Duman, Serdar Baltacı, Nurgül Taşbeyazı, Feride Öztürk, Hedile Ay, Teyyibe Gömbak, Hanife Çetin, Ali Rıza Acet, Şadan Genç, Münire Cansever, Mehmet Bayaslan, Hüseyin Seyit, Erkan Çaplık, Remzi Erken, Aliye Sarı, Nazife Akbaba, Mustafa Sezai Şen, Mümine Fidan, Hatice Çelik, Sermin Keleş, Demet Taylan, Sıtkı Aşıcı, Celal Takışık, Feyruz Eren Akçay, Fatih Tuncal, Fatih Sıdal, Deniz Öztürk, Erdoğan Yılmazçelik, Cevriye Helvacı, Merve Bal, Fadime Özdemir, Mehmetsait Çakmak, Nagehan Katipoğlu, Metehan Arık, Oğuz Diricanlı, Fatma, Karagül, Elif Öztürk, Fatih Burak Öztan, Lale Kaya, Dilek Sır, Tahsin Sezen, Ömür Saka, Koray Sert, Uğur Kızıl, Turabi Akbal, Ali Keskin, Osman Coşkun, Fatma Baran, Mesut Pepeoğlu, Mehmet Kahraman, Burak Gökberk Özçiçek, Tolga Efe, Varol Uçar, Halil Raşit Hançer, Ebru Nacar, Doğukan Kor, Reşide Şentürk, Serhat Yılmaz, Görkem Albayrak, Reşat Özcan, Seçkin Sakcı, Merve Çalış, Hasan Çağdaş Gürbüz, Kamil Akkuzu, Emre, Kalender, Tolga İşcan, Faruk Karaca, Sedat Kolat, Sercan Durucan, Murat Kiğilioğlu, Emri İrfan Baki, Ezgi Kılıçaslan, Nurten Gökalp, Altun Savak, İsa Akçay, Özge Süslü, Ömer Faruk Yılmaz, Mahmut Enes Öğütçü, Hüsnü Değirmenci, Ersan Abayli, Seyhan Akgün, Esma Yurdakul, Bekir Urhan, Ercan Yılmaz, Burcu Demir, Ali Saygın, Eylem İlhan, Ahmet Akyüz, Ceylan Sivereklioğlu, Mehmet Ali Yapıcı, Özlem Şengül, Zehra Güzelyıldız, Burhan Acar, Ahmet Alparslan Aydın, İbrahim Bozalan, Eren Güleç, Mücahid Alkan, Hikmet Ay, Gökhan Gökçe, Atilla Erkut Özdemir, Aysel Düzgün, Gökhan Aydoğdu, Murat Özdemir, Raziye Yavaşlar, Fuat Sapan, Tuğçe Bulut, Elif Geçkin, Hikmet, Babayiğit, Burak Bahşı, Serpil Aktay, Hakan Pak, Selim Gazi Esen, Leyla Koç, Nifel Çorak, Caner Akpınar, Ayşegül Polat, Yunus Tural, Devran Taş, Sabriye Açık, Muradiye Sevindik Akan, Melek Akyol, Fadime Pınar, Emine Ergün, Furkan Ak, Nesrin Ateş, Hakan Olgun, Vasfi Dögüş, Ulaş Çetinkaya, Pelin Ören, Muharrem Şenol Bayındır, Zübeyde Ersen, Secattin Boyraz, Çınar İpekçi, Ayşe Bedez, Şükrü Eş, Ozan Konak, Emel Eren, Serkan Aydın, Nurcan Dalkılıç, Mehmet Cengiz, Batuhan Ardahan, Emre İldir, Özkan Serdaroğlu, Kaan Batı, Melek Çelebi, Bilge Toy, Miktat Karabulut, Şerife Kaçmaz, Filiz Akpınar, Havva Erdem, Gürkan Altay, Onur Kalaycı, Canan Gökduman, Sinem Girgin, Cüneyt Nas, Birol Batasun, Fatmanur Özmutluca, Muhammed Hasan Kütük, Hilmi Polat, Osman Mertkan Özkurt, Zehra Yasintemur, Cansu Kılıç, Özge Sınanmış, Murat Tanç, Yasin Tank, Ali Bellek, Mustafa Kabay, Dilek Yiğit, Eyüp Kayış, Özlem Koşar, Hanifi Kanan, Ayten Doğan, Hatice Cansızoğlu, Nuran Küçük, Neslihan Arıkan, Hediye Oğuz, Yağmur Atmaca İldeniz, Fadime İrem Sunal, İsmail Özdemir, Sinan Seki, Remzi Bükey, İlhami Özer, Ahmet Biçen, Şahabettin Dizdar, Süleyman Çetinkaya, Ufuk Mert, Meryem Zencir, Evrim Yıldız, Gülsüm Özdemir, Hakan Köprülü, İsmail Kılıç, Fatma Bakırcı, Muammer Durak, Nuran Kalkan, Güllü Topuz, Züleyha Çatalkaya, Burak Nebioğlu, Onur Alkan, Şengül Yıldıztekin, Hamdullah Altun, Yunus Tarik, Kadriye Batı
The post ALİAĞA’DA 600 KONUT SAHİBİNİ BULDU appeared first on Aliağa Belediyesi.
1 note · View note
pdfindiroku-blog · 7 years
Text
İki Kıta Bir Şehir İstanbul Okumaları PDF
İki Kıta Bir Şehir İstanbul Okumaları PDF
İki Kıta Bir Şehir İstanbul Okumaları Bu kitap, Hamza Gündoğdu, Necdet İşli, Ahmet Emre Bilgili, Bahaddin Ataç, Bekir sıdkı Albayrak, Birol Biçer, Mehmet Kirişçi, Mesut Mezkit, Aşkın Şeker, Sema Göncüoğlu, Ahmet Kökler, Nigari Erdem, Teyfur Erdoğdu, Esma Opçin, Lale Göncüoğlu, Samet Altıntaş, Akın Kurtoğlu, Avni Çelik, Mahmut Mutlu, Hayrullah Cengiz, Gönül Mezkit, Ahmet İzci, Davut Türksever, Nureddin Ünlü, Ibrahim Kaya, Bilgin Turnalı, Ümit Meriç, Ruşen Aydın, Hatice Öztürk, Edibe Sözen, Mehmet Bayartan, Soner Demirsoy, Kemal Özpınar, Salih Tuğ, Kamil Yüce Oral, Süleyman Kızıltoprak, Kadir Pektaş, Hüseyin Yürük, Mustafa Kara, Mehmet Sağlık, Selman Ünlü, Esma Kayar, Zeliha Kumbasar, Sait Karabulut, İshak Keskin, Mehmet Çevik, Kadir Topbaş, Melek Göncoğlu, Ahmet Ongun, Zeki Gümüş, Mustafa Ekmekçioğlu, Yahya Başkan, Merve Sağlık, Muharrem Ergün, Behiye Özbek, İlhan Bilginol, Neriman Albayrak, Mahinur Göncüoğlu, Çiğdem Türkoğlu, Ahmet Özel, Cüneyt Göncüoğlu, Mertol Tutum, Sezgin Özaytekin, Süheyla Murat, Müjdat Korur, Semih İrteş, Cenk İnce, Fulya Eruz, Fatih Selek, Mehmed Fatih Can, Gökmen Küçükali, Nedret İşli, Nermin Taylan, Bekir Atmaca, Bülent Arı, Orhan Erdenen, Osman Söyler, Bülent Dizdar, Mahmud Çetin, Ömer Arısoy, Osman Nuri Boyacı, Recai Çalışkan, Ruhi Ayangil, Saim Altara, Semih Cinar, Sibel Kurtoğlu, Mustafa Ömer Göncüoğlu, Yusuf Devran, Şefik Memiş, Turhan Bilgili, Ubeyde Buluç, Ulvi Günpınar, Ruhi Dinçer, İdris Bostan, Metin Okutan, Ahmet Turan Alkan, Güneş Alçı, Mehmed Hilmi Göncüoğlu, Cem Sökmen, Fahamettin Başar, Abdülkadir Özcan, Ahmet Kot, Abdullah Uçman, Cengiz Tomar, Tuncay Opçin, Cem Temel, Mustafa Asım Göncüoğlu, Ahmet Şimşek, Ahmet Yörük, İsmet Baran, Cemal Karpat, İsrafil Kuralay, Hamza Göncüoğlu, Avni Özgürel, Levent Akgünlü, Ercan Önder, İrfan Çalışan, Kadir Koç, Mehmed Şevket Eygi, Serkan Bulut, Mehlika Karataş, Cem Temel, Emsal Bilginol, Netice Aydın, Zehra Öztürk Amer, Ilgaz Zorlu, Hüseyin Akçay, Adem Koçal, Osman Öndeş, Bilgehan Yiğit, Ahmet Çorak, Caner Akyel, Şenay Özkan, Ali Öksüz, Abdurrahman Şen, Kemal Karpat, Hilmi Aydın, Çetin Aydan, Mahmut Engin, Mehmet Meletli, Göktan Baştürk… Gibi güzel insanlara ithaf edilmiştir…
İki Kıta Bir Şehir İstanbul Okumaları PDF
0 notes