#eskiden daha az sevdiğim için değil
Explore tagged Tumblr posts
Text
Eskiden sevgilimle ne yaşasak kafam ayrılığa gidiyordu artık o düşünceyi tamamen attım çok rahat hissediyorum
#eskiden daha az sevdiğim için değil#yine aynı seviyordum ama her şeyde ayrılacağız bitecek gibime geliyordu#sonra bi gün çevremi değerlendirdim sevgilimi düşündüm ya neden ayrılalım ki dedi#m#bundan önce benim fevriliğimle 1 kere ayrılmıştık#ama 12 saat sonra tekrar iletişime geçip ertesi gün tekrar sevgili olmuştuk#ondan öncesinde de her olayda ayrıldı ayrılacak oluyordum#şimdi kavgalarımız ne kadar büyük olursa olsun olabilir diyorım düzeleceğini biliyorum#o berbat toksik dönemi atlattığımız için sanırım
4 notes
·
View notes
Text
bir ayda 15 film izledim, 3 yeni kitaba başladım, 8 kitabı yarım bıraktım... hoş değil. birkaç bitkim öldü, hep aynı müzikleri dinledim, istediğim kadar okuyamadım, istediğim kadar müzik dinlemedim, örgümü daha başında bıraktım, yapmayı istediğim birçok şeyi yapamadım, kendimi yine eve kapattım, daha az uyudum ama daha geç çıktım yataktan, kendime pek iyi bakmadım, denemek istediklerimi erteledim, yeni bir şey öğrenme/keşfetme ve yapma isteğimi erteledim ve daha bir sürü şey.
arada bir, bir fırsat yaratıp film izleyebilen biri olduğum için bu kadar film izlemek yeni ve iyi bir şeydi. fakat bir ay hatta birkaç ay boyunca yaptığım pek başka bir şey yoktu.
bu aydan başlayarak bunu değiştirmek istiyorum. yarım bıraktığım her şeyi toparlamaya, bitirmeye niyet ediyorum. eskiden yaptığım ve bundan mutlu olduğum şeylere devam etmek istiyorum.
yarım bıraktığım kitaplarımdan başlayacağım.. saksılara tohumlar ekeceğim ki yeni bitkiler, çiçekler yetiştirebileyim. daha çok okuyacağım, daha çok dinleyeceğim (müzik, podcast, kuş sesi, insan...) , daha çok şükredeceğim ve daha çok dua edeceğim, daha çok gökyüzüne bakacağım... her gün yürüyeceğim, ilaçlarımı ve takviyelerimi düzenli alacağım, her gün sevdiğim biri ile konuşacağım, her gün erken kalkacağım... basit ve gündelik şeyler gibi görünüyor hepsi ve hatta çoğu kişinin kolayca, istisnasız her zaman yaptığı rutinler. bazılarımız için bazı rutinler, alışılagelmişlikler bile bazen ciddi bir çaba gerektiriyor. her neyse.
her gün mutlu olmak ya da iyi hissetmek zorunda değilim. fakat her gün her şeye rağmen devam etmek, yeniden başlamak, yaşamak ve günlerimi daha iyi hâle getirmek istiyorum.
...
00:25 02/01/2023
21 notes
·
View notes
Text
Sevdiğim şeyleri fazla abartırım mesela ben. Bir dizi bir film kitap şarkı hayatımı adarım resmen. Onunla alakalı her yorumu her bilgiyi öğrenmek isterim. Ama hala en sevdiğim şarkıyı seçemiyorum. En sevdiğim diziyi seçemem. Çünkü hepsinden bir parça almışımdır. Çünkü empati çok kurarım. Görünüşüm ve karakterim arasında fark var gibi gelir. Oysa sorun görünüşüm değil insanların bende görmek istedikleri. Öyle her olaya karışmam merak etmem. Saf olduğumu düşündürür bu insanlara. Oysa çoğu şeyin farkındayımdır sadece dile getirmem. Derdim tasam neşem hep kendimledir. En güzel anıları da en kötü düşüşleri de kendi içimde yaşamışımdır ben. Bazen yalnız bıraktığı için kızarım insanlara beni. Anlamadıkları için, beklentilerimi karşılamadıkları için. Biraz ağlarım biraz yazarım. Sonra derim ki sağ elini sol elinden daha kıymetli bir el tutmayacak. İçime bir huzur doğar. İnce işlerle uğraşırken çok gerilimin. Mesela bir şeye ulaşmak için önündeki malzemeleri kaldırmam gerekirse aşırı sinirlerim. Hayatı hep kolaylaştırmak isterim kendime. Bu yüzden de hep rahat olacağım şeyleri seçerim. Güzel olmaktansa rahat olmak önemlidir benim için. Bazen fazla huysuz olurum. Özellikle nazımın geçtiği insanlara. Ama genel anlamda neşeliyimdir. Temizlik mi yapmam gerek açarım bir playlist güzelleştiririm günü. Cam kenarıdaki koltuk dolu mu o zaman ortadaki koltuğu tadını çıkarmaya çalışırım. Somut hedeflerim yoktur çok. Genelde bir olayın sonundaki hislerim önemlidir benim için. İnsanlarla kolay anlaşırım. İlk adımı arkadaşlıklarda atan kişi benimdir genelde. Ama fazla akılda kalıcı değilimdir. Bir ortamda konuşurum ama dikkat çekmem. Çoğu zaman fark edilmem bile. Yerine göre çekingenimdir. Fark edilmemek beni eskiden çok kırardı. Artık çok umursamıyorum sanırım. Anın tadını fazla çıkaran insanlardanımdır. Fazla kontrollüyümdür. Çocukluğum çok güzel geçti ama ergenliğim aynı değildi. Hatalar yapmak bazı şeyleri elime yüzüme bulaştırmak isterdim. Ama onun yerine hep düzgün biri oldum. Gece 2 den sonra yanlış kararlar verirsiniz derler ben vermedim hiç. Hoş geceleri çok severim. Özgür hissederim. Uyumayı daha çok severim ama. Bazen hatalar yapmak isterim genç o desinler isterim. Ama sanırım o yaşlarımı iyi değerlendiremedim. Psikolojiye ilgim vardır. Ama ne kitaplardan ne derslersen kaynaklı bu. 3 4 yıl önce bir gece kendime sıkıca sarılmayı başarmıştım ondan beridir de kendime şefkat gösteririm. Bazen insanız der bu bahanenin arkasına sığınırım. Her zaman bir umut vardır içimde. Çok zor şeylerde yaşamadım çok şükür. Ama her yeni günün bir mucize olduğuna inanırım. Kendi kafamda dünyanın harikalar listesini çıkarırım mesela bence 9.su ıslak saçımı severek uyumaktır. Çok fazla hayal kurarım uyumadan önce kafamdan türlü senaryolar geçer mesela. Uyumadan önce iyi bir ruh hali içinde olmalıyım yoksa döner dururum. Başarılıyımdır ama hiçbiri pat diye önüme sunulmadı. Hep kazıyarak geldim. El yeteneğim yoktur ama. Biri bir kere yapınca oluyorsa benim en az üç kere yapmam gerekir. Duygusalımdır ve etrafımdaki herkes beni ağlak biri olarak bilir. Oysa her şeye ağlamam. Sadece ağlamaktan çekinmem güçsüzlük olarak görmem çevremdekilerin aksine. Meyve yemeye bayılırım. C vitaminim baya yüksektir. Kendimi kalıplara sokmayı pek sevmem. Kesinlik ifadeleriyle de çok konuşmam. Hep sanırım galiba gibi kelimeler eklerim sonlarına. Bu yüzden her şeyden birazım biraz bencilim biraz cömertim biraz mutsuzum biraz neşeliyim. Tek bir şey değilim bir sürü şeyim ben.
2 notes
·
View notes
Text
Hayatımda en nefret ettiğim şeylerden birisi sürekli kendimi burada buluyor oluşum.
Aşk hayatım güzelken aile hayatım, sosyal ilişkilerim, derslerim berbatlaşıyor.
Aile hayatım güzelken aşk hayatım olmuyor.
Sosyal ilişkilerimi hiçbir zaman ayakta tutamıyorum.
Derslerimin iyi olması için kendimden vazgeçmem gerekiyor ve ben artık bunu yapmayı bıraktığım için suçlu hissediyorum.
Hiçbir zaman mükemmel bir sevgili, evlat/abla, arkadaş, öğrenci olamadım ve olmam da beklenilmiyor aslında ama her zaman kendime bu baskıyı kurmak çok yorucu oluyor.
Hiçbir zaman olmadığım kadar yalnız ve boşlukta hissediyorum, sevdiğim herkesi kendimden uzaklaştırıyorum ve en komiği de bunları bilerek yapıyorum. Neden ve ne zaman yaptım bilmiyorum ama herkesle arama bir mesafe koydum ve bunu aşamıyorum. Kim ne derse desin içimde her zaman o ortaokuldaki özgüvensizliğim yankılanıyor, kimsenin beni istemediğini, sevmediğini düşünüyorum.
Hayatım pek güzel görünüyor oysaki. Ortalama notlar, bir erkek arkadaş, mutlu bir (ya da daha fazla) arkadaş grubu, ailemle güzel bir ilişki... Ama hepsi de beni o kadar yoruyor ki... Bunu kimsenin görmeyeceğini düşündüğüm için yazıyorum.
2022'de, Instagram hesabımı ilk açtığımda attığım storylerime baktım. Bu his hiçbir zaman değişmemiş. Önceden de vardı, şimdi de var. Artık hayat bana bir döngüymüş gibi geliyor, anlam bulamıyorum ve en kötüsü de bu yolda pek çok değer verdiğim, sevdiğim insanı kendimden uzaklaştırıyorum. Sevmediğimden de değil, sevilmediğimden emin olduğumdan.
Tutulmayacak sözler, asla gerçekleşmeyeceğini bildiğim o hayaller... Hepsi için kendimden özür dilerim. Yardım etmek eskiden beni rahatlatırken artık beni en çok boğan şey... Yardım almak da öyle. Sorunlarımı paylaşmak berbat bir his. Sürekli sürekli aynı şeylerin olması ya da başkasının gram umrunda olmayan bir olayı anlatmak...
Değersiz, ilgi manyağı, pick me gibi yakıştırmalarda bulunulması da yordu. Şakası da artık güldürmüyor.
Hayatımın en dip noktalarında az da olsa ilgi için yaptığım üç beş saçma hareketim illaki olmuştur. Bu hareketlerimi sürekli yargılayan insanların benden hallice olmaları, acınası olmaları gerçeği ile yetiniyorum.
Konuştuğum sırada arkadaşlarımın göz göze gelip yan gülüşlerle benle alay ettiğini ben de görüyorum. Ya da bensiz kurulan grupları, bensiz buluşmaları... Hepsini fark ediyorum. Hiçbir zaman hiçbir yere ait hissedemiyorum. Bu hep böyleydi ve böyle kalacak.
"Belki de sorun benim," dedim hep kendime. Yanlış anlamayın zaten sorun bende. Sadece keşke herkesin sevebileceği birisi olsaydım demekten alıkoyamıyorum kendimi.
Ailem için de pek iç açıcı bir evlat değilim. Elimden geleni yapsam da ağzımı açtığım an herkesin, kendi annemin babamın bile beni sevmediğini fark etmek üzücü. Birisinin beni sevdiğini bilip de o kişi tarafından en çok kırılmak da berbat.
Güzel değilim. Hayatım boyunca hiçbir erkek benim için o kadar çabalamadı, ya da bir kızdan öyle gerçek anlamda beni mutlu edebilecek bir iltifat almadım.
Bu belki de ortaokuldan kalma özgüvensizliğim yüzünden böyledir, bilmem. Ben badem gözlü, yay kaşlı birisiyim. İnce dudaklarım, köprülü bir burnum var. Ne fotoğraflarda güzel çıkarım, ne de gerçekten de güzelim. Her zaman mutlu görünen, insanları umursamayan o özgüvenli kişiliğimin arkasına saklanır, insanların onayını almak için çabalarım.
İşte böyleyim ben de.
Kimsenin beni sevmediğini bildiğim için çabalarım, çabaladıkça dibe batarım. Üzgün olmak benim için imkansız bir şey insanlara göre. Ben her zaman gülümseyen 'sevimli ayçiçeği'yim. Şikâyetim yok, onlara bu kişi olduğumu ben söyledim, böyle düşünecekler tabii ki.
Sadece keşke benim de insan olduğumu hatırlasalar diyorum bazen, o kadar.
Kısacası ben hep böyleyim, hep gizliden gizliye üzülür en son da böyle uzun paragraflarla derdimi anlatır içime kapanırım yine. Şimdi gelseniz sorsanız yine mutlu gibi yaparım. Böyleyim işte ben. Tek isteğim gerçekten sevilmek, mutlu olmak. İnsanların arkasından göz devirdiği, sürekli dalga geçtiği o kişi olmak istemiyorum artık. Bunları fark ettiğimi belli edersem daha çok üzüleceğim.
En iyisi unutmak, boş vermek.
0 notes
Text
Eskiden yanına gelmek icin şu nefret ettiğim dolmuşlara binip kavga ede ede gelirdim ama şuan araç var tekrardan artık neyse konu araba değil. araba var altımda devamlı şehir dışına çıkıyorum cpde durduğum yok her canım sıkıldığında il il geziyorum ama mardine gelmiyorum o çok sevdiğim mardinden nefret etme sebebimsin sana devamlı diyodum ki güzelim biraz daha sabret her sey cok güzel olacak biraz zamana ihtiyacımız var haftada en az 2,3 defa seni görmeye gelecektim bunu aramızda hep konuşuyorduk işte o bahsettiğimiz zaman bu zamandı. Ama sen naptın o şerefsizler için dünyanın yalanını söyledin yüzüme baka baka yalan söyledin sırf o bir kaç şerefsizi kaybetmemek icin neyse işte sen o şerefsizlere gittin bende halen bıraktığım yerdeyim
0 notes
Text
Zarf ve tebessüm
aralık ayı, eylülden sonra en sevdiğim ay olabilir hatta yarışıyorlar. :) bunda yılbaşının etkisi gerçekten çok büyük. o hollywood’un lanse ettiği noel büyüsüne ölüm döşeğindeyken bile inanacağım sanırım. okey, her şey dört dörtlük değil ama umut var. no prob o yüzden. o edebi yazılar yazmaya çalışan adamdan çerezlik yazılar yazan birine döndüm heheh. ama bu da böyle olsun, arada gişe filmi izlemek gibi sayın.
her zaman almaktan çok veren taraf olmayı sevmişimdir, bu benim çok hoşuma gidiyor. insanlara karşılıksız bir şeyler yapmaya ciddi eğilimim var. oğlak tarafım bunu reddetmeye çalışsa da bu durumu değiştiremiyor. özel günlere, özel zamanlara her zaman önem vermiş ve böyle zamanlarda yanımdakileri -mesafeler etki etmez- gülümsetmeyi sevmişimdir. yılbaşı da bana bu konuda çok güzel bir zemin hazırlıyor. tam 4 yıldır -1 yıl fire verdi askerlikten dolayı-, sevdiklerime yılbaşı kartpostalı yolluyorum hem de eski usul! öyle süslü kartlara veya modern yılbaşı tasarımlarına gerek yok. eskiden onlar mı varmış? ya da özel kargo şirketleri mi? has mı has devletin ürettiği kartpostalları ptt’den alıyor, arkasına içimden gelenleri yazıyor ve türkiye’nin birçok yerine yine ptt ile zarf olarak takipsiz şekilde yolluyorum, çoğu zaman gecikse veya kaybolsa da... işin esprisi de burada yatıyor aslında. kimin eline gerçekten ulaşıp ulaşmayacağını bilmiyorum. ulaşmazsa da vardır bir anlamı diyorum ve açıkçası o anlamı da tahmin etmeye çalışıyorum. ulaşanlar için orada olmasam bile oradayım aslında... aynı anda ankara’da, istanbul’da, kırklareli’de, bursa’da, eskişehir’de, antep’te uzar gider bu liste. ülkenin dört bir yanındaki arkadaşlarımı ziyaret ediyorum kartpostallarımla... ve bu durum beni çok mutlu ediyor.
eski zamanlardaki gibi sadece kartpostalla iletişime geçtiğim arkadaşlarım bile var. teknoloji çağında tuhaf geliyor değil mi? ama evet, sadece yılda bir kere birbirimizden haber alıyoruz. bu olayı, her gün telefonla konuşmaya bin kez tercih ederim! bazen dönem insanı mıyım diye düşünmüyor değilim, o zamanlarda her şey daha doğru ve safmış gibi geliyor. bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim.
velhasıl tumblr, bunları yazmak istedim çünkü içim kıpır kıpır, henüz az önce kimlere yollayacağımı belirledim. bu listeye her sene yeni birileri ekleniyor. :) keşke insanlara sormadan adreslerini almanın bir yolu olsaydı, adres istemekte sıkıntı çekiyorum çoğu zaman. ama bir şeyler uydurup kapatıveriyorum konuyu. zaten yılbaşına henüz çok var, unuturlar di mi? :)
sevgiyle kalın, umutla kalın.
Görkem...
1 note
·
View note
Text
#Sen ne söylersen söyle#söylediğin karşındakinin anladığı kadardır.#Yeri geldiğinde gülüp geçmeyi öğren. Laf anlamayana laf anlatmaktan#bir şeyleri değiştirmek için çırpınmaktan ve insanlıktan nasibini alamamışlarla uğraşmaktan daha az yorar seni.#Mevlana'nın çok sevdiğim bir sözü vardır; Bir diğer deyişle de anlamadığı kadardır. Anlamak isteyenin sessizliğinden bile anlayabileceği#kendimi anlatmak için dilimde bitirdiğim tüyün haddi hesabı#yok.#Eskiden kendimi anlatmak için boğaz patlattığım o günler#hiç de özlemiyorum sizi. Özlemeye niyetim de yok. İnsanın kendisine yaptığı en büyük işkence#anlamayana anlatmaya çalışmaktır. Ve zamanında kendime bu işkenceyi ben de yaptım.#Keşke diyorum bazen#keşke zamanı#geri alabilme şansım olsaydı da#geçmişe dönüp beni anlamayana bırakın kendimi anlatmaya çalışmayı#yüzlerine bakmazdım. Bazen oluyor işte böyle. Yaşamadan göremiyorsun hiçbir şeyi. Gördüğünde belki bir şey anlam ifade etmiyormuş gibi geli#olgunlaşıyorsun. Bu nokta da Uğur Gökbulut'un şu cumlesine katılmamak elde değil;#Bunu#uyguladığımdan beri yorulmuyorum. Susuyorum ve uzaklaşıyorum. Bu durumda kendilerini haklı zannedeceklerini de adım gibi biliyorum ama ben#Sırf kalp kırmamak#kendime#yakışanı yapmak için cevap vermediğim herkes#kendini haklı zannetti.#Dostoyevski
0 notes
Text
21 şubat 21;56
İçime sıkışmış bir şeyler hissediyorum
“Bana ne iyi gelir?” diye düşündüm:
Neşat ertaş’mış meğer…
“Mühür gözlüm seni elden kıskanırım ”
Eşliğinde yazmanın muhabbetine daldim gene
Beni bu kadar gerilere çeken ne bilmiyorum.
Belki de bulduğum samimiyet.
En acıklı nağme bile tebessüm ettiriyor insana, ne kadar kötü sesli olsam da eşlik ederken buluyorum kendimi.
Âşık olup öyle devam etmek geliyor insanın içinden.
Biz insanlar garibiz biraz gerçekten, Sevip, âşık olup acı çekiyoruz ama yine de sevmeye devam ediyoruz.
Elimiz yansa acıyınca ateşten çekiyoruz ama âşık olmaktan sevmekten vazgeçemiyoruz…
Gerçekten yapamadığımız için mi yoksa bu durumda acı çekmek bize zevk verdiği için mi?
Her şeyin yolunda gitmesi için birçok fedakârlık yapıp önümüze bakıyoruz ama konu yine aşk olunca durup zaman harcamayı ihmal etmiyoruz.
Geriye dönünce düşünüp gülüyoruz sadece o zamanlar kendimize bile itiraf edemediğimiz şeyleri şimdi başkalarına fıkra gibi anlatıyoruz…
Küçük bir kızın kendinden altı yaş büyük birinin dikkatini çekebilmek için annesinin rujunu alıp dudaklarını yanaklarına kadar boyaması gibi ne yapması gerektiğini bile bile ruju yanaklarına taşırmasındaki tek amaç dikkatini çekebilmek olsa gerek.
Acaba benden hoşlanıyor mu diye tüm gün düşünmek; ahh ne güzeldir çocukken aşık olmak…
Yine de demeden geçemiyorum; nerede o eski aşklar?
Kaçamak bakışlar, göze alınan bedeller…
Pehh
Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Romeo’ lar Juliet’ler…
Aşkının külünden yanacak olan yok mu günümüzde artık?
Her biri tozlu rafları dolduruyor, yüzüne bakılmıyor, örnek alınmıyor…
Ne sözler verildi'de hepsi lafta kaldı
Bu kalp seninle vardı yine seninle yok oldu…
Sebebim sensin yar bunu böyle bil, hasretin tüketti beni tükenmek yetmedi eller değil Sevgilim sen öldürdün beni
Gözlerin hançerdi sapladın kalbime eller değil sevdiğim sen öldürdün beni
Sen yaşatmamıştın ama sen öldürdün beni
Acıymış özlemmiş kadermiş…
Hepsi bende
Kaderim bu olamaz
Hayır!
el bağlayıp boyun bükemem
Gün gelecek eller değil ben öldüreceğim seni
Dilim söyler kalbim dur!
Der
Sen öldürdün beni ama ben sana kıyamam ki
Küçücük yüreğimizle nereleri göze almışız, büyüdükçe cesaretimiz de azalıyor belki daha az kararıyor gözlerimiz…
En güzeli de mantığa yer yok, sadece sevmeye odaklanabiliyorlar.
Her şey başlayıp bitiyor bu dünyada, sevdiğimiz şeylerinde bir sonu oluyor, Sevmediklerimizin'de…
Olmasa iyi ya oluyor işte
seni alıp götüren bir şarkı beklemediğin bir anda bitiveriyor.
Sözgelimi sevdiğin kimseler kaybolup gidiyor işte,
Kalabalıkların arasında parmağına konan kelebek uçup gidiyor,
Hiç bitmeyecekmiş gibi kıvrılan ırmak gidip bir denize dökülüyor sonunda.
Geriye doğru baktım da senin için yıldızlı atlasın ilk sayfasını açtığım günün ardından dört mevsim geçmiş,
Dört mevsim olmuş sana bir şeyler söz açıp durmuşum;
Kimi sayfalarda resimler çizmişim kimi sayfalarda komik şeyler anlatmışım kimi sayfalarda kavgalar etmişiz.
Nasıl geçtiğini anlamadan mavi kaplı defterimin sonuna gelivermişim.
Dayanamam üşüyorum yüreğinden uzaklarda
Şimdi sana yıldızlı atlasın son sayfasını açıyorum
Bir gün bir yerlerde karşılaşır mıyız bilmem?
Ben senin için açtığım mavi kaplı defterimi yine senin için kapatıp gidiyorum
Ben yokken iyi bak kendine…
İşte böyle geriye bakıp ve kocaman bir ahh çekiyor insan.
Şimdi de o göz göze gelince utanılacak, emek gerektiren her şeyin çabuk tüketilmediği aşklar olsa…
Ne yazık insanı insana bağlayan iki lakırdının yerini markalar almış, göz göze bakarken eskiden sevgililer, şimdi bacak boyu ya da bronz ten olmuş önemli olan.
Geçenlerde okuduğum bir yazı çok güzel özetliyor aslında durumu:
Günümüzde sözde sevgili makamını doldurmak için birlikte oluyor insanlar.
Eskiden aşklar tek kişiyle yaşanırdı şimdi ise kiralık sevgililer almış yerini…
Aşk, sevgi, sevgili kelimeleri kirletilmiş. İnsanın içinden gelmiyor bu kadar basitleştirilmiş sözleri.
Ne kolay seni seviyorum demek…
Ah be azizim ben sevmeyi bilmem
Lakin
Kaç defa öldüğümü saymadım hiç.
121 notes
·
View notes
Text
Kitap ve doğa ile kalın..
(6 ay önce kuruması için kitap arasına koyduğum çiçek ve bitkilerim. )
Yaklaşık 1 hafta oldu batı tarafından Kurdistan'a evime geldiğim. Ve yaklaşık 10 gündür telefonsuzum kimsenin sormadığı kimsenin rahatsız etmediği bir yaşam şekli ile yaşıyorum ve bu huzur verici. Ne kadar da iyi geldi ruhuma insanlardan uzak kalışım.
Eski hayatımdan buraya bir şey taşımadım. şiirlerimi, yazılarımı, çektiğim fotoğrafları hepsini orada bırakıp kendi yalnızğıma çekindim.
Bazen sevdiğim insanlara benden uzak durmalarını söylemek gelir içimden. Bu onlara değer vermediğimden yada sevmediğimden değil. Bu sadece benim yalnız kalmam ile ilgili bu sadece artık konuşmak ve sosyalleşmememle ilgili. Artık ne anlatmak ne de anlaşılmak istememle ilgili...
Bir yapbozun eksik parçasımıyım? Yoksa tamamlanmasına bir parça kalmış bir yapboz muyum?
Neden hep bir eksiğim?
Neden bazende herşeye çok fazla olduğumu hissederim?
Ben kimim ve neden buradayım?
"Tekmeler atan nedir göğsümün içinde
Bir partizan kız gibi?
Yavaş ol, yüreğim
Şu otomatikleşmiş yeryüzünde.
Tanrım! Anacığım geri al beni rahmine!.."
bazen unutursunuz öyle hemende hatırlamazsınız bir anda, yayın akışı kesilmiş gibi.
Bir bakmışsınız biraz önce düşünüp dile getirmek istediğiniz cümleyi de unutmuşsunuz
Annemin eskiden hep dile getirdiği cümleyi hatırlarım
" Nasıl unuttun? Hatırlama organın mı tıkandı"
Evet Anne galiba öyle olmuş. Ama tıkanıklığa sebep olan şeyleri bir türlü unutamıyorum.
ne demek istediğini şimdi çok iyi anlıyorum.
Bu ilkleri insanı çok korkuttur sanki sahipsiz kimsesiz ulu ortada kalmışsınız gibi düşüncelerinizi unutmaya başladığınız an. Sonra alışırsınız. şimdilerde bir sohbette konuştuğum zaman çok olur susmalarım...
Bunun üzerine biraz araştırma yaptım şöyle bir yoruma denk gelmiştim;
"beyin yorgunluğunda en çok karşılaştığımız şikayetler, unutkanlık, odaklanamama, konsantrasyon eksikliği, algılama eksikliği, öğrenme ve ezberleme zorlukları, beyinde ağırlık hissi, dikkatsizlik, tahammülsüzlük ve çabuk sinirlenme gibi belirtilerdir. yeni şeyler öğrenmede problem vardır. beyinin kayıtlama merkezi alzheimerdeki gibi bozulmamıştır ancak yeni bellek kaydında gecikme ve zorlanma vardır. okuduğu şeyleri anlamak için tekrar tekrar okumak zorunda kalınır. kitabın bir sayfası okunurken, bir önceki sayfaya sık sık bakılır. ezber yapmak zorunda olanlar için daha da farklı bir sıkıntı vardır. bunun için her zamankinden daha çok zaman harcanır."
Emîn olduğun bir adres bir tabelaya bile defalarca bakılır. Telefon numaraları bir ihtiyar gibi tek tek okunur ve yazılır. Simalar unutulur, ya da az hatırlanır. Evet bu ve buna benzer çok şey yaşanır. Ama asıl soru şu olmalı "beynimizi ne ile yoruyoruz?" Neyi en çok düşünüyoruz ya da neleri kafaya takıyoruz. Bu genç yaşta hemde şuanki ihtiyarlar bile bu kadar kafalarına takmıyordur peki biz niye 25 yaşımızda ölüp 75 yaşımızda gömülüyoruz?
Ve unutulmamalıdır yeryüzü ölü ve mezarlarla doludur.
Öyle bir ana denk gelirsiniz attığınız adım bile umrunuzda olmaz. Hem bir kaçış hemde bir pes etme ikilemi ile boğuşurken. içinizden çığlıklar dışarı çıkmak için durmadan duvarları yumruklamaya çalışır.
Çoğu gece o çığlıklar her kelimenin altında yüzlerce anlam taşıyan yazı yada şiir olarak dışarıya çıkar...
Bazıları sadece aşka bağlar bu durumu. Ne güzel keşke bende sadece aşk için yazabilseydim... Bu başka bir şey azizim bu çoğu şeyin toplamından sonra oluşan bir durum...
Bu durum bütün insanlarda olan ama herkesin anlayamadığı bir durum.Dikkat edin sadece yazarlar ve ��airler anlar. Ölüm şekillerine bakın: Hepsi ya pes etti ya da bir şeyden kaçtı. Bunu aşk diye yorumlayıp üstünü kapatmaya
çalışan çok kişi oldu. Bu bu aşk değil çünkü kalpten gelmiyor. Bu beyinden, bilinçten de gelmiyor. Tek bir yerden değil hepsinin toplamı. Bi yerden sonra unutkanlık başlıyor, bazen en ufak bir problemi dahi çözemiyorsunuz.
Sevinçler, üzüntüler, acılar ve mutluluklar artık orantısız oluyor.
Sonra kelimeler ve kafiyelere sarılıyorsunuz ama o duygu hali, o durum sizi hiç yalnız bırakmı
Eskiden hep şunu der ve savunurdum:
Zamanla mutluluk peşinden koşmaktan vazgeçtim.
Sarp ettiğim çabalarımın ne kadar gereksiz bir şey olduğunu anladığım an nedensizce mutlu oldum.
Mutluluk aranan bir şey değildi mutluluk bulunduğun yer ve mekana göre senin tasarlayabileceğin bir şey di.
Ama şimdilerde bu mekanların, bu şehirlerin ve insanların çok kirlendiğini farketmem ile birlikte mutluluğu tasarlamanda biraz zor oluyor.
Uzun zamandır kitaplara, filmlere, taşa, çiçeğe ve hayvanlara tutunuyorum.
Ve bunu demeye başladım gün güne;
Çok yaşamadık mı bu kirlenmiş çağın en karanlık demlerinde...
Hepimiz bulutların ve gökyüzünün saflığına tutunmuş durumdayız.
Kirlenmiş anlık duyguların ve iki yüzlü düşünceler içinde bir sağa bir sola savrulup durmaktayız.
yaşadıkça içimizde saf kalmış çocukluğumuzu bile yitirmekteyiz, kuruyoruz siyaha bürünüyoruz karanlığa gömülüyoruz.
Bence ölmeliyiz!
Çünkü her gün öldürüyoruz güzel olan her şeyi, duyguları, sevgiyi, ağacı, çiçeği, çocuğu, bulutları bile kirletiyoruz.
Kırıyoruz, dağıtıyoruz, acı veriyoruz, acı çekiyoruz...
3 notes
·
View notes
Text
Müjde Bilir – Sevgili Didem, ilk kitabın İnkılap 2000 Şiir Ödülü’nü almıştı ve “Grapon Kağıtları” adını taşıyordu. Kısa bir süre önce de ikinci şiir kitabın “Ah’lar Ağacı” (Everest Yay.) yayımlandı. Kitaba adını veren uzun şiirde “(…) Ne diyecektin, ne söyleyecektin/Şairlerin şahı olsan,/bir AH’dan başka./Ah benim nergis kokulu cehaletim/Bana yılarca, bunca sözü boşa söylettin./AH!” diyorsun. Nasıl bir yolculuktur, seni, “ah!” sesine getiren?
Didem Madak- Grapon Kağıtları’ndaki şiirleri yazdığım dönemi izleyen üç seneye yakın bir dönemde iki şiir dışında hiç şiir yazmadım. Hiç o dönemdeki kadar çok ah demedim. Sürekli ah dediğim için uyarırlardı beni çevremdeki insanlar. Ah denmez derlerdi, af denir. O dönemde hep sıkıntıyı azalttığına inanılan hediyeler verildi bana. Akik taşlı yüzükler, muskalar falan. Sabrı öğütleyen bir kum saati bile hediye edilmişti. Herhalde şimdi de bu kadar çok ah dediğim için okurdan af dilemenin vakti geldi. Virginia Woolf’un Orlando’sunu çok severim. Orlando yıllarca göğsünde taşıdığı ve bir meşe ağacından esinlenerek yazdığı şiiriyle ünlü olur ve bir ödül kazanır. O zaman kitabını kendisine esin veren meşe ağacının altına gömmeye karar verir. Ve simgesel cenaze töreninde şöyle bir konuşma yapmayı planlar: ‘Bunu bir armağan olarak görüyorum diyecektir, toprağın bana verdiklerinin toprağa geri dönmesi olarak.’ Galiba ben de bütün birikmiş ahlarımı, söylediklerimi ve söyleyemediklerimi ‘Ah’lar Ağacı’nın altına gömdüm. Bu yüzden ‘Ah’lar Ağacı’ bir şiirden çok bir ağıt olabilirdi esasında. Kendi acısıyla dalga geçen ve gülerek acı çeken bir kadın ani bir manevrayla şiiri ele geçirdi ve en başta ‘iç ses’ diye söylenen ağlak kadınla, ‘Yıldırım Gürses’ diye cevap verip dalga geçti. Ve aptal aptal güldü bir de buna. Şimdi ‘Ah’lar Ağacı’nı nereye gömmeliyim diye düşünüyorum. Belki de ‘başsız ayaksız bir mezara.’ ‘Susmanın su kenarında’ bir yerlere…
Kitapta yer alan özgeçmişinde, “ruhunu ütüsüz ve buruşuk gezdirmeyi” sevdiğinden söz ediliyor. Hemen hemen bütün kadınlar ütü yapmaktan nefret eder, ama neredeyse hiçbir kadın ütüden kaçamamıştır. Şöyle de yazmışsın: “(…) Karnabahar kızartmıyordu asla/başroldeki kadınlar.” Bir kadın için ütüden kurtulmak -eğer başrol oyuncusu değilse- bu kadar kolay mı? Şiir yazıyor olmanın bu kurtuluşa katkısı nedir?
Sevgili Müjde sen de bilirsin, bazı kadınlar pasaklıdır. Bu tip kadınların kocaları işe, buruşuk gömlekler ve kopuk düğmelerle giderler. Herkes bu bahtsız kocalara acır. Sanki bir karışıklık olmuş gibidir, bir erkeğe ait olabilecek bir ruh, bir kadının vücudunda dünyaya gelmiştir. Sanki bazı meseleleri gizlemek konusunda, yüzyıllardır süren bir anlaşma var gibidir kadınlar arasında. Bu gizi, bilinmeyeni anlamaya çalışmak ve bunu dil aracılığıyla sorgulamak, daha ziyade erkeğe özgü bir çaba gibi görünür. Bazen de ölümcül sonuçlara sebep olabilir böyle bir çaba, bir kadın için. Sylvia Plath Üç Kadın’da şöyle der mesela: “Bu adamlara takıyorum ben/Nasıl da kıskanıyorlar düz olmayan her şeyi! Dünyayı/Kendileri gibi düz yapabilecek kıskanç tanrılar onlar.” Evet, sanırım hiçbir kadının ütüden kaçamamasına yarayan bir mekanizma işler durumda. Ben bundan başlangıçta çok bilinçsiz ve el yordamıyla kaçtım. Yazmak bu kaçışta bence çok önemli rol oynadı. Kafamın daha da karışmasına neden oldu. Bir dönem komik ve çocukça tercihler yaptım: Gerçi çabuk vazgeçtim bu karardan, ama benden önce yazmış kadınlara çok şey borçlu olduğumu düşünüyorum. Sanırım bu söyleşiyi bir erkekle yapıyor olsaydım bana böyle bir soru yöneltilmezdi. Çünkü özgeçmişimde yer alan bu bölüm, bıyık altından gülünüp geçilecek kadar basit görünürdü ona. Ama senden böyle bir soru bekliyordum. Teşekkür ederim.
Adını şu an hatırlayamadığım bir zenci kadın şair şöyle demiş: Erkekler özgür iradeyi efendi efendi tartıştılar, bizse çığlıklar atarak tartıştık onu.
Çoğu kadın kendileri için önceden planlanmış güvenli bir hayata sığınır. Bu hayatın sonu baştan bellidir. Bir kadın bunun dışında seçimler yapmaya kalkıştığında, fena halde zora sokmuş olur kendini. (Haklısın, başrol oyuncusu olabileceği maddi manevi imkânların içine doğmamışsa eğer.) Çoğunluğu kendini gizleyen, koruyan, gardını alan, ürkmüş insanların yaşadığı bu ülkede bir kadın olarak bana ait bir hayatım olsun diye gösterdiğim çabaya ve kendi serüvenime haksızlık edemem. Bu yüzden hayatımı samimiyet ve cesaretle anlatmak benim için önemli. Benim hâlâ hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var, bu meselelerle samimiyet ve cesaretle boğuşuyorum hâlâ. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp, kitabi şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran şiirler.
Şiir ütüden böylece kurtuldu madem, yaşlanmaktan da korkmayacak o halde! “(…) Çizgili olsun, buruşsun yüzü,/Şiirlerim için yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmayacağım” dediğini hatırlatmak istiyorum.
Niçin şiir yazmaya başladığımı düşündüğümde şunu fark ettim: O dönem şiir bana, herkesten ve her şeyden çok özgürlük vaat ediyordu. Yaşlanmak da benim için bir özgürlük vaadi aslında. Bu yüzden eteklerinin ucundan sarkan paçalı donlarına aldırmadan, örtmeden – gizlemeden dolmuşa binmeye çalışan, önüne gelen erkeğe yardım etmesi için elini uzatan yaşlı teyzelerin durumu bana çok büyüleyici gelmiştir hep. Yaşlı bir kadın hayatının bir dönemini kadın olarak geçirmiştir, ama artık tam bir kadın değildir. Yani bir kadın gibi kendini gizlemek, korumak zorunluluğu yoktur. Yaşlandığım vakit, şiirimin değişebileceğini düşünüyorum. Gecenin bir vakti kimsenin ilgisini çekmeden bir meyhaneye oturup, herkesin suratını inceleyebilirim o zaman. En fazla, bu buruşuk suratlı kadının niye kendilerini inceleyip durduğunu düşünürler. Sonra çok içip masada sızmama yakın, heyy kocakarı, derler bana, kapatıyoruz, hadi evine git. Genç bir kadın için tam bir yalnızlık mümkün olmuyor aslında. Eskiden cebimde bir falçata taşırdım mesela. Gecenin üçünde hiç korkmadan, arkamdaki ayak seslerini kollamadan, sokaklarda yalnız dolaşabilmek benim şiirime çok şey katabilir gibi geliyor. Yaşlanınca daha rahat ederim diye düşünüp, yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmıyorum. Ne kendim ne de şiirim için. Ben sanırım yaşlanınca şu kabına sığamayan, çatlak ihtiyarlardan olacağım. Zaten şu an yazdığım şiirler beni, torunlarıma hayatımı anlatmak zahmetinden kurtaracak. O zaman haliyle gece ikiye kadar oturaklı, derin şiirler yazacağım, o saatten sonra da torunlarımla diskoya falan gideceğim. Herkesin ‘kaçık ihtiyar’ı ayıplamasını şiddetle istiyorum.
Sanki içini döküyorsun beyaz kağıtlara… Samimi hislerini itiraf ediyorsun… Kendinle, tanrıyla konuşmandan… Işıl’la, teyzenle ya da benimle paylaşmandan sanki pek farkı yok bunun. Kalemi eline aldığında -başka bir deyişle, yazının düşünsel süreci eyleme dönüştüğünde- neler oluyor peki? Bir çırpıda mı yazıyorsun şiirlerini? Sence samimiyet kurgulanamaz bir şey midir?
Bachmann, içten gelen herhangi bir zorlama olmaksızın, şiir yazabileceğine ilişkin bir kuşkuya kapıldığı vakit, şiir yazmayı bıraktığını söylemiş bir söyleşisinde. Bence şiirde samimiyet şairin içinden gelen bir zorlama ile ilgili. Önümüzde duran bir metnin şiir olup olmadığına karar vermek için nasıl bazı kesin ölçüler bulamıyorsak, bir şiirin samimi olup olmadığını anlayacak kesin ölçülerden söz etmemiz mümkün değil. Bunu ancak hissedebiliriz.
Benim açımdan en zor olanı yazmaya başlamak, bir şiir yazabileceğimi hissettiğimde çoğunlukla bir yığın kaçış yolu buluyorum, gezmeye gidiyorum, TV izliyorum. Yalnız değilsem kesinlikle yazamıyorum. Bu yüzden yalnız yaşamadığım dönemlerde şiirlerimi gece herkes uyuduktan sonra yazardım. Bazen yazma ihtiyacıyla kâğıdı kalemi elime alır, saatlerce yazarım. Ama bu yazılanlardan asla şiir çıkmaz. Bazen de bir mektup yazmaya başlar kısa bir süre sonra şiir yazarım. Yazmaya başladığımda ne yazacağım konusunda en ufak bir fikrim olmuyor çoğunlukla. Sadece yazmaya başlıyorum. Bir süre sonra benim ‘kalemin açılması’ dediğim bir durum ortaya çıkıyor, o zaman hiç zorlanmadan, kontrol etmeden yazıyorum. O zaman müthiş rahatlıyor ve hızlı yazıyorum. Bazen ağlıyorum. Genelde sayfalarca yazıyorum. Çoğunlukla sanki az sonra ölecekmişim gibi paniğe kapılıyorum yazarken. Sanki ölmeden önce itiraf etmem gereken bazı önemli meseleler varmış gibi hissediyorum. Bu yüzden sanki artık kaybedecek bir şeyim yokmuş gibi geliyor. Her şeyi söyleyebilirmişim gibi geliyor. O zaman her gün işe giderken karşılaştığım, boyozcunun yanında durup, boyoz yiyen insanları hayranlıkla seyreden o kara köpeği, puf böreği gibi tombik elleriyle kabak seçen ev hanımlarını, ucuzluktan alınmış bayramlıklarıyla kendilerinden pek memnun olan o bayram çocuklarını hatırlıyorum. O zaman onları sandığımdan çok sevdiğimi anlıyorum. Hepsi şiirime sızıyor o zaman. Hayat beni büyülüyor. Yazarken hayatı sandığımdan çok sevdiğimi, ona hayranlık duyduğumu anlıyorum. Aslında az sonra ölecek birinin gözleriyle dünyaya baktığımızda hayatın her yerinden şiirin fışkırdığını görürüz, önemli saydığımız çoğu şeyin önemini yitirdiğini görürüz. O zaman anlamsız bulduğumuz küçük gündelik hayatımızın aslında anlamlı olduğunu hissederiz. Ben sanırım böyle bir itkiyle yazdığım için biraz telâşlı yazıyorum. Doğaçlama bir şiir. Yazdıklarımı sonradan okuduğumda çoğunu yırtıyorum. Ben şiirde toptan eksiltme yöntemini takip ediyorum. Bazen cesaretimi toplayıp, eli yüzü düzgün bir kâğıda temize çekip, biraz düzeltiyor, kardeşime gösteriyorum. Ondan geçerse başkalarına da gösteriyorum. Kardeşim edebiyat öğretmeni en zoru ondan geçmek. Okuldaki öğrencileri ve ben bir kader birliği içindeyiz.
Samimiyet meselesi bence yanlış anlaşılıyor, insan ne kadar kendi hayatından söz ederse o kadar samimi sanılıyor. Edip Cansever, Stefan, Lusin, Cemile ve Seniha’nın hayatlarından muazzam şiirler kurdu, samimiydi. Sonuna kadar. Çünkü o bu hayatların şiirini yazma zorunluluğu duyuyordu. M. C. Anday çok sevdiğim ‘Güneşte’ kitabında samimiydi. Samimiyet şairin kendi deneyimine, düşünsel sürecine denk düşecek şiiri yazması demek bence. Şiirinin arkasında durabilmesi demek. Bazen özentili, güzel söz söyleme hevesiyle veya can sıkıntısıyla yazıldığı belli olan şiirler okuyorum. Şiire soruyorum o zaman: Hani ya senin şairin nerde? İyi şiir şairinin parmak izi gibidir. Tanırsınız hemen.
Şiire giden pek çok yol vardır. Önemli olan hangi yoldan gittiğimiz değil, şiire ulaşıp ulaşmadığımız. Birbirimizin tuttuğu yolu beğenmeyebiliriz, o zaman birbirimizi eleştiririz. Ama bazen bir öfke nöbeti esnasında yazıldığı izlenimini veren yazılar okuyorum. Üzülüyorum. Her türlü eleştirinin muhatabı olabilirim ama, öfkenin asla. Keşke feyz aldığımız üstatların bilgeliğinden de nasibimizi alsak.
Kaybolmaktan söz edelim mi biraz? “(…) Kapının arkasında yokum demiştim/Ve divanın altında da.” diyorsun. Ama biz, saklambaç oynamayı bütün çocuklar sever elbet, diyemiyoruz. “Bulamazsınız ki artık beni, hayatın ortasında.”diyerek öyle çabuk büyüyorsun ki “Bir kız çocuğunun hayalleri” şöyle dursun sanki hızla göçüp gidiyorsun: “(…) Vasiyetimdir/Dalgınlığınıza gelmek istiyorum/Ve kaybolmak o dalgınlıkta.” Sevgili kardeşim, yoksa kaybolduğun yerde mi saklı şiirinin sandığı? (…) kim dokunsa şiire/Eline bir kıymık saplanacak”mı hep?
Çocukken kuzenimle evcilik oynuyorduk. Dövme işini abartıp bebekleri yerden yere çalmaya başladık. Teyzem, ne yapıyorsunuz dedi, onların da canı var. Biz şaşırıp duraksadık. Onlar canlı değil ama, dedik. Evet ama demişti teyzem, siz onları canlı farz ediyordunuz döverken. Oyun oynarken hep böyle bir risk vardır, oyunun kuralları size bir sınır çizer. Saklambaç oynayan kimse, bulunmayı kabul ederek saklanır. Oysa kaybolmak bir oyun değildir. Bir ilgisizlik söz konusudur. Gaip arkasında ne olup bittiğini bilmez, nereye gider, ne yapar, onu neler bekler bilmez. Gaip nereye gideceğini bilemediğinden gitmeyi planlamadığı adreslere gider, görmeyi arzu etmediği bir yığın insan görür. İşte böyle rastgele gezdiği için (aradığının ne olduğunu bilmese bile) bulma şansı vardır. Neyi anlaması gerektiğini bilmese bile anlama şansı vardır. Kaybolmanın mütevazı bir cesaret gerektirdiğini düşünüyorum. Çünkü insan kaybolunca kendini bir daha hiç bulamayabilir. Böyle bir risk her zaman vardır. Çoğu insan gaip aslında, farkında değiller sadece. Paralarının içinde, rahatlıklarının içinde, okudukları kitaplarının ve bildiklerinin sarhoşluğu içinde çok gaip görüyorum. Ben sadece farkındayım kaybolduğumun. Bu yüzden her gün aynı soruyu soruyorum: “Baştan, baştan/bu ceza ne güne sürecek böyle?”
Ben çoğumuzun dünyaya biraz dalgın baktığını görüyorum. Hepimiz birbirimizin dalgınlığında kayboluyoruz. Sanırım tüm dünyayı işgal etti dalgınlık, şimdi de iktidarda. Bizler şanssız şairleriz aslında, hepimiz bu dalgınlıkta kaybolacağız. Bu çağdan bir Şeyh Galip çıkmayacak. Bize ‘çok alametler belirdi’ dışında bir şey söyletmeyecek bu çağ. Ben sadece açıkça görünen bu durumu kabulleniyor ve istiyorum.
“(…) Allahla samimi oldum/Geçen üç yıl boyunca.” demişsin. Doğal olarak şiirlerinde de hissedilen bu samimiyet seni nasıl etkiliyor? “Çoktandır öksüz olan dünya”ya ve insana bakışını nasıl belirliyor?
Dostoyevski sanırım Ecinniler’de şöyle bir laf etmiş: İnananlar her zaman inanmadıklarından, inanmayanlar da her zaman inandıklarından şüphe ederler. Sanırım Tanrı işte o şüphede saklıdır. Onun her yerde ve hiçbir yerde oluşu, onu nerede bulacağımızı bilmememiz bizim kendimize çarpmamıza sebep olur. O zaman ‘gök boş nereye bağlasam atımı’ deriz. Allah’la samimi oluşum öyle uhrevi sebeplere falan dayanmıyor, tam aksine çok basit bir sebebi var: Yaşama içgüdüm. 26 yaşıma kadar her istediğimi yaptım, bu neye mal olursa olsun. Sonra bir gün yolun sonuna geldiğimi hissettim.
Kendime dur demem gerekiyordu. İnsan ya ölerek ya da yaşamaya karar vererek kendini durdurabilir. Ben yaşamaya karar verdim. Bu yüzden Allah benim çaresizliğimdi, artık konuşabileceğim kimse kalmadığı için, konuştuğumdu. Hani adam uçurumdan düşerken bir dala zor zahmet tutunmuş ve dua etmeye başlamış: Kurtar beni Allahım, ne olur kurtar. Bakmış ses soluk çıkmıyor, bağırmış: Başka kimse yok mu? Yalnızlığının ucuna varan, Tanrı ile konuşmaya başlar ve orada başka kimse yoktur. İster istemez şiirlerimde de bu konuşmanın izleri var. Tasavvufun önerdiği iç yolculuğu, önemli bir olanak olarak görüyorum kendi açımdan. Tasavvuf insanı günahkâr, aciz bir kul konumundan uzaklaştırıyor.
Sanırım dervişliğin edebiyatını yeterince yaptık, artık onu yeni bir yorumla yaşadığımız çağa ve hayata katmamız lazım. Dervişlik havuz başında, âlemleri seyre dalmak anlamına gelmiyor yalnızca. Bence artık dervişlik, maçoluk yarışması yapılan bir masada, ‘ben kestiricem, zaten bir işe yaramıyor’ diyen bir adamın ‘iktidarsızlığında’ saklı. Himaye ve işbirliği kabul etmedikleri için boynu vurdurulan, derisi yüzülen dervişleri hatırlamakta saklı. Artık kapılanacak kapı kalmadı. Bizi çağıracak ses kalmadı, ‘çağrıldım, geldim’ diyemeyiz artık. Ahlayıp, oflayıp, ben diyerek kendimi herhangi birinden daha çok acı çekiyor sanışımla, ben dervişlikten ne kadar uzağım. Acımı sessizce çekeceğim bir yol bulursam, dervişlik işte orada saklı. Kırılan kalbimizin hesabını tutmaktan sıkılıp, kırdığımız kalplerin hesabını tutarsak, belki orada saklı. Fuzuli’nin söylediği gibi ‘iyi ile kötü sayma işi bitince mescid de birdir meyhane de.’ Belki dervişlik, bu sayma işini bitirmemde saklı.
“Ahlar ağacıyım, gibisi fazla./Başka bir şey istemem/Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,/Hesabımı tam vermekten başka.” (…)Vasiyetimdir:/Bin ahımın hakkı toprağa kalsın.” diyen sevgili şair, sanki son sözlerini söyleme çabası içindedir. Peki “ne diyecek”tir, “ne söyleyecek”tir bundan sonra?
Evet yaşlanmak benim için bir ütopya gibi. Yaşlanınca ‘kötü bir efendinin elinden kurtulmuş bir köle gibi olacağım.’ Minibüs edebiyatında meşhur bir laf var hani: Hızlı yaşa, genç öl, cesedin güzel olsun. Genç ölemediğim için hızlı yaşlanmaya başladım sanırım.
İnsan eğer bir sırdaşı varsa ve her şeyini paylaşıyorsa, onu çok sevmekle birlikte bu paylaşımın kendisi için tehlikeli olduğunu da düşünür. Neden her şeyimi anlatıyorum ona diye sorarsın kendine, anlatmamalıyım, bazen kendime bile söyleyemediklerimi ona niye söylüyorum. Ne diye kurcalayıp duruyor her şeyi, diye düşünürsün. Acı söyleyen dostlardan hızla uzaklaşıldığını çok gördüm. Eğer biriyle çok yakın ve içli dışlıysan ilişkin gitgide gerilir. Ne onla ne de onsuz durumu çıkar ortaya. Benim şiirle ilişkim buna benziyor biraz. Ben ona, bana bunca lafı boşa söyletiyorsun, diyorum. O da bana asıl konuşmasan kötü olurdu, diyor.
Bir münzevi olma yolunda biraz erken ve biraz hızlı ilerliyorum. Bu seçim değil, tamamen beceriksizlikten kaynaklanıyor. Gitgide daha çok susuyorum. Kitap okuyorum, sonra ebru teknesinin başına geçip ebru ile uğraşıyorum. Suyun üzerine resim çizmek beni rahatlatıyor. Bazen yemek yapıyorum. Bazen yatağımda bir taşa dönüştüğümü hissediyorum. Dünyanın bir yerlerinde benim ulaşamadığım bir hafiflik olduğunu düşünüyorum.
Susmam için bir bedel ödemem gerekseydi susardım. Ama gerekmez. Susmanın sağlayacağı rahatlığı çok özlüyorum, ama rahat batar bana biliyorum. Tam olarak susamıyorum. Bu yüzden mutlaka ‘Ah’lar Ağacı’nı gömeceğim bir yer bulacağım.
Bu kadar çok ah dediğim için okurdan af dilerim. Vesselam.
13 notes
·
View notes
Text
Şubat 2021
Çocukluğum, Maksim Gorki
Maksim Gorki’nin kendi hayatını anlattığı eserlerinin ilki Çocukluğum. Üç kitabın içinde en sevdiğim eseri bu oldu. Hem çocukluk yıllarını anlatması, hem de oldukça ilgi çekici olduğunu düşündüğüm ninesinin ve dedesinin daha çok yer alması etkiledi bu durumu. Gorki’nin hayatı oldukça renkli karakterlere sahne olmuş. Bazıları çok acıtmış ama bazıları da ilham olmuş, yol açmış ona. Ailesi de bu karakterlerin başında geliyor. Babasını küçük yaşta kaybetmiş, annesi ise yeni evlilik yaparak onu ninesinin yanında bırakmış ve sonra hayatını kaybetmiş. Annesi ölünce dedesi var git, hayatın içine karış diyerek ilk kitabı noktalıyor.
“Hasta yattığım o birkaç günün, hayatımda önemi büyük oldu. O günler içinde büyüyüverdim sanki, özel birtakım duygular gelişti içimde. O günden sonra tedirgin edici bir dikkat gelişti bende insanlara karşı; benimle ilgili olsun olmasın her türlü acı, aşağılama karşısında duyarsız kalamıyordum, sanki yüreğimin derisi soyuluyordu.”
“Çocukluğumda bir kovan gibi görürdüm kendimi: Basit, sıradan insanlar, hayat üzerine bilgilerinin, düşüncelerinin balını arılar gibi kovanıma taşır, sunabildikleri ne varsa ruhumu zenginleştirmek üzere getirip cömertçe sunardı. Bal her zaman temiz olmazdı, hatta çoğu kez acı olurdu. Ama her bilgi, yine de baldı!”
Siyasal Kavramı, Carl Schmitt
Şimdi size oldukça gereksiz bir bilgi: eser sahibinin boyu 1.59muş. Ailesinde ilk defa üniversite okuyan yoksul biriymiş. Belli bir dile ve alana sıkışıp kalmamış (belli bir alanda çalışmak kötü bir şeymiş gibi neden sıkışmak fiilini kullanırız acaba) ve birçok düşünürü etkilemiş biri. Kitaba gelirsek Schmitt’in nazi sempatizanı, destekçisi olmasından mütevellit akademide görmezden gelinmek istenen, kötü şöhreti olan bir eser. Ama bu önemini etkilemiyor. Carl Schmitt siyasal olanı dost ve düşman ayrımından yapıyor. Bu ayrımı yapabilen kişinin ise egemen olduğuna hükmediyor. Hatta dostunu ve düşmanını seçemeyen halkların zayıf olduğunu ve yok olmaya mahkum olduklarını söylüyor. Liberalleri ve onların ileri sürdüğü fikirleri oldukça eleştirmiş. Onların arzu ettiği gerçekliğin siyasetin olmadığı bir durum olduğunu söylüyor. Ve siyaseti her şeyin üstüne koyuyor. Yıl bitmeden tekrar okumayı düşünüyorum.
“Demokrasi, yani binlerce değişik kaynaktan beslenen, destekleyicilerinin ait olduğu sosyal sınıfa göre çok büyük farklılıklar gösteren dünya görüşü. Ama bu dünya görüşü bir tek noktada çok tutarlıdır ki, o da devletin bireyler üzerindeki iktidarının hiçbir zaman olması gerektiği kadar büyük olamayacağıdır. Bunun sonucunda demokrasi, devletle toplum arasındaki sınırları ortadan kaldırır; toplumun muhtemelen yapmayacağı şeyleri devlete havale eder; buna karşılık her şeyi sürekli biçimde tartışmaya aşık ve hareket halinde tutmak ister; nihayet belirli sosyal sınıflara çalışma ve yaşamını kazanma hakkı tanır.” (Jacob Burckhardt)
“Eğer devlet içinde örgütlenmiş partiler, üyelerine devletin sağlayabildiği en daha çok güvenlik sağlayabilecek konumdaysa, devlet en iyi ihtimalle bu partilerin bir eklentisi olabilir ve her bir yurttaş da kime itaat edeceğini bilir.”
“Eskiden olduğu gibi bugün de siyaset kaderimizdir; değişen ise, ekonominin de siyasal bir unsura dönüşmüş olması, dolayısıyla kaderimiz haline gelmesidir.”
Ekmeğimi Kazanırken, Maksim Gorki
Dedesinin var git insanların arasına karış dediği yerden başlıyor kitap. Ninesinin evi yok artık. Arada dönüyor ama artık kendi durumları da çok kötü olan dedesinin yanında barınamıyor. Çalışması gerek. Gittiği her yerde seviliyor (insanlara kitap okuyor, ninesinden öğrendiği hikayeleri anlatıyor) ancak kötülüğü amaç haline getirmiş insanlar ve şartlar yüzünden çok kalamıyor. Bambaşka işler yapıyor.
Gorki’ye dair beni hayrete düşüren üç şey var. Kitap okumaya olan aşkı (örneğin kaldığı evlerden birinde kitap okuduğu için çok ağır dayak yediği oluyor), çalışkanlığı ve kadınlara olan bakışı. Erkeklerin kadınlar hakkında konuşmalarını ve davranışlarını çok yadırgıyor. Onlar öyle söyledikçe annesine ve ninesine yürekten bağlı olan küçük Aleksi anlam veremiyor. Diğerleri gibi davranmıyor bu yüzden.
“Çekip başka yerlere gitme isteği yükseliyor içimden, yüreğimi sıkıştıran bir istek bu; daha az uyunan, çekişmelerin, kavgaların daha az olduğu, yerli yersiz şikayetlerle Tanrısı rahatsız edilmeyen, insanların bu denli sert, acımasız değer yargılarıyla kalplerinin bu denli sık kırılmadığı bir yerlere...”
“Hayat, büyük bir inatla ve inanılmaz bir kalabalıkla ruhumun en güzel harflerini silip onların yerine alay eder gibi son derece saçma, gereksiz, bayağı birtakım şeyler yerleştiriyordu. Onun bu baskısına inatla, öfkeyle karşı duruyordum. Ben de herkesle aynı ırmakta yüzüyordum. Ama hem ırmağın suyu bana daha soğuk geliyordu, hem de ben herkes kadar kolay duramıyordum suyun üstünde. Zaman zaman, hatta, suyun derinlerine gömülüyormuşum gibi geliyordu.”
Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu, Haldun Taner
İçinde iki öyküyü sevdim. Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu ve Fasarya. Atatürk’ün Galatasaray Lisesini ziyaretini anlatan bir öykü de var içinde. Eski İstanbul’u okumak ve eski kelimeleri görmek açısından güzel bir eser. Özellikle bildiğim kadarıyla Şişhane çevresini çok severim. O yüzden o öykü ayrı bir keyif verdi bana :)
Benim Üniversitelerim, Maksim Gorki
Üçlemenin son kitabı. Bu kitabı diğer ikisine kıyasla daha az sevdim. Gorki burada siyasetin içine girmeye başlıyor diyebiliriz. Üniversiteyi okuyabilme hayaliyle Kazan’a gidiyor ama bu gerçekleşmiyor. Hatta bir yerde üniversiteye gidebileceğini ama hafta sonu dayak yiyebileceği söylense yine de üniversiteye zevkle gideceğini söylüyor. İnsan çok üzülüyor böyle okuyunca. Kitabın ortalarına doğru başarısız bir intihar girişiminde bulunuyor. Zaten kitabı okurken insan bu negatifliğin ortasında nasıl hayatta kalabiliyor diye şaşırıyor. Üstelik kendi hataları yüzünden kötü durumda değil. Bu ruh hali kitabı da etkilemiş olacak ki diğerleri gibi değildi.
“Doğrudan gözlemcisi olduğum hiçbir şeyin insanlara merhamet duygusuyla bir ilgisi yoktu; gördüğüm, yaşadığım her şey hemen tümüyle bu duyguya yabancıydı. Önümde göz alabildiğine açılan hayat, bitmez tükenmez düşmanlıklar, acımasızlıklar, beş para etmez şeylere sahip olma uğruna verilen bitmez tükenmez kirli savaşlarla doluydu. Bense yalnızca kitap peşindeydim, kitap dışında hiçbir şey umurumda değildi.”
Beşinci Çocuk, Doris Lessing
Elimdeki kitaplara pek başlamak istemiyordum, e kitaplara göz atarken daha önce Rosemary’s Baby filminin atmosferine benzetilen bu kitaba denk geldim. Filmi izlemiş, sevmiş biri olarak öncelikle çok da benzerlik olmadığını söyleyebilirim. Harriet ve David, mutlu bir yuva hayali içinde olan genç çiftimiz. Beşinci çocuklarına kadar her şey yolunda, tam da hayal ettikleri gibi gidiyor ama beşinci çocukla büyü bozuluyor. Anne figürü oldukça sevimsiz biri lakin çocuğunun olağanın dışında olmasında bir payı var mı emin değilim. İnsanlar böyle durumlarda sürekli anneyi suçlarlar, kitapta da bunu görüyoruz. Benim suçlu olduğunu düşündüğüm nokta beşinci çocuğu uğruna diğer dört çocuğunu evden uzaklaştırması. Onu koruma içgüdüsü, diğerlerinin yatılı okula gitmelerine, evden olabildiğince uzaklaşmalarına neden oluyor. Anneler diğer çocuklarını yok etme pahasına sorunlu çocuklarından neden vazgeçemez insan anlamıyor.
Bir Aradayız Hepsi Bu, Anna Gavalda
Kitabın adını çok zaman önce film uyarlamasını izledikten sonra duymuştum. O zaman bakmıştım ama baskısı yoktu. Ara ara canım sıkıldığında tekrar izlediğim birkaç filmden biri. Geçen ay yine öyle bir dönemde izleyince nadir kitaba bakayım dedim. Orada da oldukça uygun bir fiyata görünce aldım. Başta film daha güzel gibi geldi ama ilerledikçe filmde olmayan birçok güzel anı barındırdığını gördüm. Hayatın şımartmadığı üç enteresan karakterimizin, Paris’te miras kavgaları sonuçlanıncaya kadar barındıkları tarihi bir evde hayata tutunmalarını, bir aile olmalarını okuyoruz. Büyük olaylar ya da mutluluklar yok. Sıradan insanların hikayesi. Böyle hikayeleri çok seviyorum. İçinde yaşamak istediğim kitaplardan biri oldu. Camille ve Philou ile arkadaş olmayı çok isterdim.
“Sen daha doğmadan hayatının sıradan bir şey olacağı çoktan belirlenmişti, öyleyse neden şimdi değişsin? Ne sanıyordun? Ona tüm yüreğinle bağlandığın için, onunla kibar olduğun için bu iyi cepte keklik mi sanıyordun, mutluluk... Ne acınası durum...”
15 notes
·
View notes
Note
Far paletlerinden senceee,
Charlotte Tillbury, Pat Mcgrath, Nars, Natasha d, Mac, Kylie, Anastasia, Lancome, Dior, Chanel, KKW, Huda B, Urban Decay, Kat von D...
En iyiden en kötüye doğru yorumunu merak ediyorum
Fardan beklentilerimi anlatayım: pigmentasyonu arttırılabilir olmalı yani pek deyüksek olmak zorunda değil ancak sürdüğümde de rengini vermeli, homojen dağılmalı, karıştırmasında sorun olmamalı, topaklanmamalı ve dökülmemeli, yapısı yumuşak olduğunda ekstra seviyorum oynaması zevkli oluyor asd.
Sevmediğimden başlayayım: Dior ile Yves Saint Laurent’nin beşli ve Chanel’in dörtlü paletleri - çok güzel görünüyorlar ve kutusuyla çok da sağlamlar ancak hiçbirinin pigmentasyonunda tutarlılık yok, paletlerdeki sedefli renkleri elde etmek için mixing medium gel kullanmak zorunda kalıyorsun, kalıcılıkları şüpheli, far bazı kullanmak zorundasın ve bu kadar para verdiğim bir üründe piyasada bu kadar çok ürün varken uğraşmak istemem. Lancome’un da sadece yılbaşı setinden çıkan 5′li farlarını denemiştim, görüşüm aynı. Almam ve aramam. 🌚
Dior’un tekli/mono farlarıysa gayet başarılı, özellikle simli renkleri parmakla uygulandığında glitter gibi pırıltı perisine dönüyorsuunasd.
Dior Backstage far paletlerindeyse bir primer sekiz adet far var, yumuşak ve pigmentasyonu yüksek,kalıcı ayrıca sade ve classy duruyor, yıldızlandınıız. 🌟🌟🌟
Chanel Ombre Premiere serisiyse krem olmasına rağmen topper gibi kullanmak konusunda iyi ancak onu da mixing medium gel ile kullanmayı tercih ediyordum.🌝🌝
Yves Saint Laurent’nin dörtlü hem kuru hem ıslak kullanılabilen paletleri piyasada bu kadar renk ve çeşit yokken de mevcuttu ve pigmentasyonu yüksek, kalıcılığı yüksek, kolayca karışan ve ıslakken de çok güzel duran farlara sahip. ⭐⭐⭐
Bir de Tom Ford meselesi var ki dörtlü paletlerinde kalıcılığı düşük olsa da hemen karışıyor, yumuşacık ve yüksek pigmentli ancak bi sorunu var ki her palette aynı far kalitesini alamayacağımı düşünüyorum, yine de mükemmel yıldızlanabilir. ⭐⭐ Krem farlarıysa çabuk sabitlenen, dokunduğunda krem şantiye dokunur gibi hissettiriyor ve glossy duruyor, kalıcılıkları yüksek, kolay dağılıyor ve üst üste uygulandığında topaklanma yapmıyor Denediğim eeen iyi krem far olabilir (Kiko dupeunu çıkartmıştı). ✨✨✨
Nars paletler her konuda ha ri ka. Keza tekli farları da ha ri ka. Dual Intensity allıkları da gayet güzel far olarak Tek sorunu yıldızlandıık. 🌟🌟🌟
🐰Anastasia Beverly Hills paletler çok güzel olmasına rağmen büyük bi sorunları var : paletleri pigmentasyon konusunda güvenilirliğe sahip değil. Çıktığı dönemde öncüydü ve çok başarılıydı, hala da öyle ancak bu her seferinde bir acaba mı? demeye sebep oluyor. Subculture paletine bulaşmazsak çoook güzel diyebiliriz, yumoş yumoş ancak çoook tozutuyor, pigmentasyonu yüksek, karışması kolay ve kalıcılığı yüksek. Paletlerin kadifemsi olması çok güzel ancak her tozu tutuyor ve çabuk kirleniyor, çıkmıyor. Yıldızlandınııız ama küçük yıldızlandınız.⭐⭐⭐
🐰 Natasha Denona bebeğimin mini paletlerini kullandım, yapıları yumuşacık bulutlara dokunuyor gibi hissettiriyor, karıştırması çok kolay dünya varmış dedirtiyor, kalıcılığı ve pigmentasyonu yüksek, renkleri yaratıcı olmasına rağmen rahatça günlük kullanıma da uyarlanabiliyor. Büyük paletlerini deneyimleyemedim ama Nikki Wolf’te sıkça görüyorum ve o başarısız bir ürün kullanmaz.. 💫💫💫
🐰Jefree Star paletleri renk olarak yaratıcı, günlük kullanıma uygun, ambalajlaması çok güzel, pastel bile olsa rengi tek seferde alabiliyorsun, karıştırması kolay ve kalıcılığı yüksek sayılabilir. 💫💫💫
🐰 Kat Von D ya da yeni adıyla KVD Vegan Beauty, far paletlerinin ambalajı çoook güzel ve yaratıcı, kalıcılığı ve pigmentasyonu çoook yüksek. 🖤🖤🖤
Kylie ve KKW denemedim, denemeyi düşünmüyorum.
🐰 Charlotte Tillbury verdiğimiz paranın her kuruşuna değen bir far paleti.. Işıltılı renkleri her şekilde kullanılabiliyor, kalıcı ve maalesef renklerine bir dupe bulamadım.. Bu nedenle de eşsiz buluyorum.. ✨✨✨
Pat Mcgrath farları pigmentin fara dönüşmüş hali gibi.. Koskoca damehoodun ürünlerini eleştirecek olan biz değiliz.. Sadece övebilirim.. Bir de çok pahalı ağlaması yapabilirim.. ✨✨✨
Mac, Amerika’nın Flormar’ı diyebileceğimiz bir marka ve malesef çok pahalı. Ancak hepsi çok kaliteli olan ve uzun süre taşlaşmadan kullanılabilen farlar olması nedeniyle de kişiselleştirilmiş palet yapmak için ideal. Uzuuun süredir yaratıcı paletler çıkartamıyorlar, Nine Times paletleri çok güzel olsa da uzun bir süredir paletlerine içim ısınamıyor. ⭐⭐⭐
🐰Huda Beauty, henüz denemediğim bir rivayete göre yeni formülasyonu suya dayanıklı farlar içeriyormuş, pigmentasyonu çok yüksek ve günlük renklerin yanında yaratıcı renkler da barındıran paletler üretiyor. Dokuzlu paletlerini özellikle çok seviyorum miniş çantalarıma sığıyor ve yolda bakmadan da makyaj yapabiliyorum.. ✨✨✨
🐰 Urban Decay, Naked serisiyle ünlü olsa da kendisiyle Alice koleksiyonuyla tanıştım. Her paleti pigmentasyon açısından tutarlı, dağılması ve karışması güzel. Yıldızlandııık ✨✨✨
🐰 Too Faced, translara yönelik negatif açıklamalarını ve Nikkie Tutorials ile yaptığı olaylı paleti sebebiyle kendisine karşı cephe almış olmamı bir kenara bırakacak olursak paletlerinin ambalajı ile gözlerimden kalpler çıkartan ve kalıcılığı, pigmentasyonu ile AA verebileceğim bir markayken artık kendilerini desteklemiyorum. Peach serisinin ve bazı serilerinin kokusu çok güzel, verdiğin paranın karşılığını fazlasıyla aldığın ancak bir kenara çarptığınızda fıtı fıtı kırılan narin ürünlerden. Çarpmayınız. Yıldızlandınııııız ✨✨✨
Clarins, temize yakın içeriği iddiasıyla olması sebebiyle pek de fazla pigmentasyon beklememe düşüncemi destekleyen düşük ve bazen yok denecek pigmentasyona sahip, kalıcılığı bir saat anca süren, nedeni neydi ki dedirten far paletini üreten markadır. 💔💔💔
Estee Lauder set halindeki farlarının pigmentasyonu çok düşük, haliyle karışmasını veya kalıcılığını pek de anlayamıyorsunuz. Tekli farlarına gelecek olursak deneyimlemedim gelemiyoruz. Krem farlarıysa Tom Ford kadar başarılı.
Stila, krem farlarının bazıları çabuk sabitlense de gün boyu kalıcı, pigmentasyonları yüksek ve topaklanma yapmıyor. Far paletleriyse çok başarılı, özellikle mat paletlerinin renk hikayeleri bu markayı benim için the one haline getirebilir. ✨✨✨
Armani ve Givenchy kullanmadım, bilmiyorum.
Shiseido, krem farlarının yapıları yumuşacık, topaklanma yapmıyor ancak pek de kalıcı değil. Özellikle de simli renklerini daha silik buldum. Far paletlerinin bazıları fazlasıyla iyi renk veriyorken bazıları renk vermiyor, pigmentasyon konusunda güvenilir değil. Tekli farlarıysa sıkıntılı, ya renk vermiyor ya da topaklanarak göz kapağında çizgi haline geliyor. Bizımle diğıl 💔💔💔
🐰 Smashbox’ın far paleti tam olarak ABH – Modern Renaissance muadili olan, aynı pigmentasyoa sahip ancak biraz daha az tozutan ve cep versiyonu olan hali gibi. Yıldızlandıııık ✨✨✨
🐰 Fenty Beauty, Riri’nin iyileştirilmiş Avonculuk sevdası ile çıkarttığı Snap Shadows Mix & Match paletlere ba yıl dııım. Kedni paletini kendin yarat ve mıknatıslı küçük haliyle yapıştır yanında taşı konsepti, ambalajının sadeliği ve küçüklüğü alışkın olmadığımız ve kesinlikle harika bir stil. Ancak ilk çıkarttığı Galaxy serisi için aynı şeyler geçerli değil, pigmentasyonları düşük, karıştırdığınızda farlar yok oluyor, simli farlar gözaltına dökülüyor. İlla bi ürün alayım diyecek olsam far paletlerini tercih etmezdim. 🌗🌓🌗
🐰 Zoeva yüksek pigmentasyona ve kalıcılığa sahip, saten kadifeye dokunur gibi histtiren ve sıkıcı gözükmesine rağmen mono/duochrome renklerle ters köşe yapan paletlere sahip marka. Yıldızlandııık ✨✨✨
Bobbi Brown, tekli farları da paletleri de fazlasıyla kaliteli, güvenilir, pigmentasyonu yüksek farlar. Özellikle camel rengine bayılıyorum, eskiden indirimde yedekliyordum. Yıldızlandııık ✨✨✨
🐰 Inglot pigmentasyonu ve kalıcılığı yüksek, kişiselleştirilebilir palete imkan veren ve en sevdiğim tonlamalı farlara sahip olan marka. Mac’e göre sebepsiz olarak daha oturaklı buluyorum. Yıldızlandınııız ⭐⭐⭐
🐰 Tarte yüksek pigmentasyona sahip, paletlerin renk hikayesi kendi içlerinde fazlasıyla başarılı, gözüm kapalı olarak Maneater paletini sürdüğüm ve her şekilde güzel makyajlar çıkan paletleri üreten marka. Tek sorunu bazı farlarının fazla tozutması ancak kokusu güzel olduğundan bir sorun haline gelmiyor. On iki renkli Tartelette serisinin küçültülmüş ve dokuzlu veya altılı olmuş hallerine çevirmişler. Her haliyle alabilirim gibi. Yıldızlandınııız ✨✨✨
🐰 Clinique’in Chubby Stick Shadow Tint olarak geçen kalem şeklindeki krem far, pigmentasyonu güzel olsa da çabucak toparlanıyor. Kalıcılığı düşük. Paramızı saçalım ürünü.💔💔💔
8 notes
·
View notes
Text
bugün 1. yılımız sevgilim. bugün bizim günümüz. kalbime girişinin yıldönümü bugün.
çok hızlı ve birbirimizden uzakta geçti biliyorum. hatta çok az gördük birbirimizi bu süreçte. ama sen hep benimleydin, hep kalbimin en güzel yerindeydin. seni kalbimde sakladım. seni kendime sakladım ben.
hep bekledim biliyor musun? her gidişinde geleceğin günü bekledim. sen ne kadar gittiysen ben bi o kadar bekledim. seni içimde yaşadım. her ne yapıyorsam sanki seninle yapıyormuşum gibi yaptım. beraber güldük, ağladık, büyüdük. bazı geceler hayalinle uyudum. hayalinin yerinde senin olmanı çok isterdim ama elden ne gelir ki? eğer yanında olabileceğim sadece bir gün olsaydı o gün bugün olurdu. bu 24 saati seninle geçirmek için pek çok şeyden vazgeçebilirim. ama bugün de yanında olamıyorum, tıpkı diğer günler gibi. seni her gün görebilmeyi öyle çok istiyorum ki.. uyanınca gördüğüm ilk insan olmanı, kendimi uykunun kollarına bırakırken kulaklarımı dolduran son sesin senin sesin olmasını, seninle yaşamayı ve daha birçok şeyi. ama bunlar olmasa da olur. en azından 5 dakika da olsa görebileyim. o da yeter bana. doyamam biliyorum ama 7 ay görmeyince bu da yetiyor insana.
seni ilk gördüğüm ânı hiç unutamıyorum. seninle olan tüm ilklerim aklıma kazınmış sanki. ilk göz göze gelişimizi, sesini ilk duyduğum ânı, ilk sarılışımızı, beni ilk öpüşünü, ilk gülüşlerimizi, gözyaşlarımı silişini sonra ona gidişini ve daha nicelerini.. hiç unutamıyorum ben. ne kadar yaksam da seni hatırlatan her şeyi, kalbime söz dinletemiyorum sanırım.
defalarca öldürdüm içimde biliyor musun? ama her seferinde ben öldüm. halledebilirim diye düşündüm hep. ama halledemedim. nereye gitsem geldin benimle. ben seni geçmişte bırakamadım. sonra dayanamadım tekrar aldım seni kalbimin en güzel yerine, senin yerine. şimdi tekrar geldin, hayatımdasın. hem de eskisinden daha da güzel her şey. ne kadar şükretsem az, ben hep bu günleri beklemiştim. umarım hep böyle devam eder. uzakta da olsan yanımda olursun. tüm zorlukların üstesinden beraber geliriz. eskiden sana hep "dayan, az kaldı" derdim. şimdi sen söyleyip duruyorsun. tek korkum ne biliyor musun? bana güneşin tekrar doğabileceğini gösterdikten sonra gitmen. ne şekilde olur bilemem ama deli gibi korkuyorum seni kaybetmekten. lütfen hiç gitme; bırakma bizi, hayallerimizi.
ah benim bahar kokulu sevgilim, ne çok özledim seni bir bilsen. buraya yazdıklarımı sana söyleyebilmeyi çok isterdim. ben senden uzaktayken yanlış insanlar dokundu mu benim bakmaya kıyamadığım yüzüne? şimdi burada, yanımda olsan oturur saatlerce izlerdim seni. sesimi çıkarmadan, belki nefes bile almadan izlerdim. gülüşünü görmeyi de çok özledim, o çok sevdiğim gözlerine bakmayı, ellerini tuttukça güçlü hissetmeyi... eğer bilseydim böyle olacağını, seni çok nadir görebileceğimi bir saniye bile kaçırmazdım gözlerimi. sımsıkı tutardım ellerini hep. sana doyana kadar sarılır, öperdim. çünkü çok zormuş dudaklarına yine dokunamadan yaşamak.
senin olmadığın zamanlarda hayatımda hiçbir şey değişmemişti. yine seni düşünmekten yapamıyordum çoğu şeyi. sesin hiç gitmiyordu kulaklarımdan. sanki hep sesleniyordun bana. şimdi gelsen, tüm geçmişimizi unutsak yeni bir sayfa açsak. yine çok uzattım değil mi :') söylemek istediklerim çok kısa aslında. başımıza ne gelirse gelsin, sen ne yaparsan yap ben kalbime söz dinletemeyip seni affedeceğim. çünkü sevmek bu olsa gerek. canına kıyamadığını korumak için küle dönmek. seni seviyorum T, milyon yıl sonra da seveceğim.
15 notes
·
View notes
Text
Delirmemek için çok çaba gösteriyorum(belki de çoktan delirdim).Beni hayata bağlayan az bir umut kırıntısı ve küçük kardeşim dışında yaşamanın bir anlamı yok. Sevdiğim insanlar için sürekli çabalayıp karşılığında hiç sevilmemem ne kadar önemsiz biri olduğumu ispatlıyor. Bu devirde önemsenmek için zengin ve gösteriş budalası olmak + insanlara hak ettikleri gibi kötü davranmak gerekiyor. Eskiden bunun hastalıklı bir düşünce olduğunu savunurdum, erdemli insan olursam kendi sınavımı atlatmış olacağımı düşünürdüm fakat bu tamamen yanlış. Tanrı hepimizle dalga geçiyor olmalı. Tanrının istediği gibi davranan biri 25 yaşına gelmeden ruhunu şeytana satar, buna eminim. Kutsal kitaplardaki örnek insan saf salak rolünü oynuyor şimdilerde ve onların sonu hiç iyi değil. İlkel yönümüz körelmedi daha, insanların mağaralarda yaşaması lazımdı çünkü yaşam biçimimiz ürettiğimiz o teknolojik aletlerle, uzaya yolladığımız roketlerle hiç bağdaşmıyor. Kanıt isteyen iş çıkışı trafiğe çıksın ya da sokakta kısa bir yürüyüş yapsın. Ne dediğimi ancak bu açıdan bakarsanız anlayabileceksiniz. Hassas ruhlar bu aptal dünyaya ait değil. Belki başka bir evrende mutlu olmayı başarabilen versiyonlarımız vardır ama burası koca bir hayvanat bahçesi. Uyumlu olmak lazım.
10 notes
·
View notes
Text
NOBLESSE MEN 2021,ŞUBAT-MART SAYISI RÖPORTAJI TÜRKÇE ÇEVİRİSİ
SEOHYUN - NOBLESSE MEN 2021,ŞUBAT-MART SAYISI RÖPORTAJI TÜRKÇE ÇEVİRİSİ
Fotoğraf çekimi yapmayalı uzun zaman oldu. Nasıl hissediyorsunuz?
SEOHYUN: Eğlenceliydi. Ekibi ve seti çok özledim. Sanırım ben bir işkoliğim. Çalışmak bana enerji veriyor. Dinleniyorsam, hasta gibi hissediyorum (gülüşmeler).
“Yere uzanma pozu”nu yapmak istemezsiniz diye endişeliydim.
SEOHYUN: Daha sonra gönüllü bir şekilde uzanacağım..(gülüşmeler) En çok o çekimi/pozu sevdim.
Dayanıklılığınız yüksek. Çekimin sonunda ekibe yorulmamalarını söyleyerek seslendiniz. Geçen yılın 2. yarısında yayınlanan JTBC dizisi Private Lives’tan beri nasılsınız?
SEOHYUN: İnsan Seo Juhyun’un özel hayatının tadını çıkarıyorum (güler). Seohyun ve insan Seo Juhyun arasındaki dengeyi bulduğum bir zaman bu. Bugünlerde dışarı çıkamadığım için evin içinde eğlenecek bir şeyler arıyorum. Yemek yaptıkça, güzel yemekler konusunda meraklanıyorum, bu yüzden de online alışveriş yapıyorum. Birçok kitap okuyorum.
Genellikle ne tür kitaplar okursunuz?
SEOHYUN: Şiir ve roman gibi çok çeşitli türler okurum. Kitaplıkta uyuyan kitapları uyandırmanın vakti. Eskiden kişisel gelişim kitapları okurdum.
Kişisel gelişim kitapları okumanızla ünlüydünüz (gülüşmeler).
SEOHYUN: Evet. Öyle yapıyordum çünkü kendimi korumam gerektiğini düşünüyordum. Bugünlerde farklı türler okuyarak duygusal boşlukları doldurmalıyım sanırım. Bazı günler hiçbir şey düşünmeden TV izliyorum. Sıradaki projeme başlamadan önce biraz zamana ihtiyaç duydum. Tabii ki, spor yaptığım ve diğer programlarımı gerçekleştirdiğim günler de var. Son zamanlarda yeniden piyano ve gitar çalmaya başladım ve köpeğim Ppoppo ile sık sık dışarı yürüyüşe çıkıyorum.
Bence zaten yeterince meşgulsünüz.
SEOHYUN: Haha! Meşgulüm. Yalnızken bile bir şeyler yapıp duruyorum. Hatta annem “Neden sürekli bu kadar meşgulsün? diye soruyor. Aslında annem de aynıdır. Hareketsiz duramayız (gülüşmeler).
Seohyun ile tanıştıklarında insanların “beklenenin dışında” dediklerini duydum. Beklenmedik olan nedir?
SEOHYUN: Sessiz ve içe dönük olduğum düşünülürken konuşkan ve eğlenceli olmam.
Sıkıcı olduğunuzu mu düşünüyorlar (tanışmadan önce)?
SEOHYUN: Sanırım öyle (gülüşmeler):
Bu, röportajlarınızda okuduğum en şaşırtıcı şeydi. “Artık hiçbir şeyden korkmuyorum.” 30 yaşınıza girmeden önce ve sonra bunu röportajlarınızda çok söylemişsiniz. Önceleri neyden korkuyordunuz?
SEOHYUN: Korku değişkendir. Sahneye çıkmadan önce kalabalığa baktığımda, “iyi iş çıkarabilir miyim?”...ya da ilişkilerde, “ya bu insanı incitirsem? Ya ben incinirsem?” Geçmişte birçok şey yaşadım (?) Şimdi tamamen gittiğini söyleyemem ama bence o korkuyla bir sonraki seviyeye geçtim. Korkularımın üstesinden gelecek cesarete sahibim.
Sizi böyle düşündüren neydi?
SEOHYUN: Özel bir nedeni yoktu. İncinmiştim ve zor zamanları tecrübe etmiştim ve sanırım doğal bir şekilde yavaş yavaş büyüdüm.
2 yıl önce Namoo Actors şirketine geçmenizin sebebinin bağımsız bir hayat yaşamak istemeniz olduğunu söylemişsiniz. Oraya geçtikten sonra hayatınız nasıl değişti?
SEOHYUN: Çok değiştim. Önceleri bir şeyi ne kadar yapmak istediğim ya da neyi daha çok sevdiğim üzerine bile düşünmeden programım üzerine çalışıyor oluyordum. Şimdi düşünmek için yeterli zamanım var. Böylelikle, bir sanatçı olarak Seohyun ile insan Seo Juhyun yavaş yavaş ayrılmış oluyor. Önceleri ikisini bir olarak düşünürdüm. O şekilde yaşamanın güzel yanları da kesinlikle var, ancak yorucu… Sanırım hayatımı kendimi çok fazla tutarak ve kendime bağırarak yaşadım. Şimdi ise başarısız olsam da sorun değil ve eğer başarısız olursam bunu çabucak tecrübe etmeyi tercih ederim. Çok kez deneyimlerim ve daha iyi hissederim.
Bence bu pozitif bir değişim. Yüzünüz şu anda çok rahat görünüyor.
SEOHYUN: Doğru. Sanırım bu yıl ve içinde bulunduğum zaman en mutlu zamanlar. Geçen yıl da öyleydi ve şimdi de öyle.
Çok fazla şey seçmek zorundaysanız, sorumluluk almanız gerekir. Bir baskı hissediyor musunuz?
SEOHYUN: Bence bir seçimin verdiği sorumluluk, doğal bir şey. Ne yaparsam yapayım bunu mu seçeyim yoksa diğerlerinin seçtiği yoldan mı gideyim konusuna gelince, kendi seçimlerimin hayatını yaşamak istiyorum. Düşündüğüm şeyi yaparsam, daha az pişman ve daha fazla sorumlu hissederim.
MBTI kişiliğiniz ENTJ imiş. Liderlik yeteneğine sahip bir “önder”. Liderlik yeteneğine sahip olduğunuzu düşünüyor musunuz?
SEOHYUN: Sanırım evet. Girls’ Generation’da her zaman en genç üyeydim, bu yüzden grup yaşamında fikirlerim ile ilgili çok fazla ısrar etmezdim. Onların fikirlerini takip etmenin doğru olacağını düşünürdüm. Ama böyle yapmadığınız zamanlar da olur. Unnielerimi ikna etmek için uğraştım. Sanırım bu benim asıl kişiliğim. O zamanlar bilmiyordum ama zaman geçtikçe kendimde keşfettiğim birçok yeni şey oldu.
İlk solo albümünüzün çıkış parçası “Don’t Say No”ydu. Herkes “Hayır” derken “Evet” deme cesaretine sahip misinizdir?
SEOHYUN: Evet. Önceleri öyle olmadığını düşünüyordum ama yalnızca kendimi tanımıyormuşum. Kişiliğim değişmedi, aslında zaten öyle biriymişim. Aynı düşünmüyorsanız, çabucak reddedebilirsiniz. Bu yüzden bugünlerde bence en önemli şey, kendinizi tanımak.
Son zamanlarda kendinizle ilgili keşfettiğiniz başka bir şey var mı?
SEOHYUN: Pişmanlığımın olmadığı... Bir şeyi yapmayı kendiniz seçerseniz, pişmanlık da duymuyorsunuz. Bu, çabayla değişti. Bu kadar çok deneme yanılma yaşadım. Bence yetiştirilmişim çünkü zor zamanlar geçirdiğim zaman kolay bir şekilde vazgeçmiyorum. Bir gün yine zor olacak, değil mi? Sorun değil, çünkü üstesinden gelebilecek güvene sahibim.
Seohyun, Seohyun’a çok güveniyor olmalı.
SEOHYUN: Doğru. Ve kendimi çok sevmeye çalışıyorum (kendi kendine kollarını dolayarak sarılır). Narsistik anlamda “En çok kendimi seviyorum” şeklinde değil de kendimi olduğum gibi sevmeyi alışkanlık haline getirdim. Önceden bir şeyde iyi olmam gerektiğinde “Neden yapamadım ki?” diyerek kendimi suçlardım. Tabii ki hatalar yapabilirim, kendimi neden suçlardım merak ediyorum (güler). İyi olduğunuz şeye odaklanmak ve gelişimsel bir düşünce yapısına sahip olmak, iyi olmadığınız şeye göre hayatınızda daha pozitif bir etkiye sahip oluyor. Zor zamanların ortasında bile kesinlikle pozitif bir şey vardır. Zaman nasılsa geçiyor ve negatif düşüncelerden olumsuz etkilenmek/onlar tarafından yenilip bitirilmek yerine buradan bir şeyler çıkarabilirsiniz. Kendime sabretmeyi öğrettikçe, hayatım da daha mutlu hale geldi.
Peki Seohyun’un “Şunda iyiyim” dediği şey nedir?
SEOHYUN: Mutlu olmak yapabileceğim en iyi şey. Şimdilik bu, oyunculuk. Şarkıcı olarak başladığım için bu daima benimle ve şu anda oyunculuğu seviyorum. Yaptıkça daha da yenilenmiş hissediyorum. Yalnızca eğlenme ve keyif almaktan fazlası bu. Her işte, her birinde, “Ben çok kutsanmış/şanslı bir insanım, iyi iş çıkarmalıyım, çok çalışmalıyım” şeklinde hissediyorum. Bir karakteri canlandırıyorsam, o kişinin hayatı bana gelir. Biz normalde yalnızca bir kişinin hayatını yaşarız, ama oyunculuk mesleğinde hayal dahi edemeyeceğim karakterleri canlandırabiliyorum. Kalbimi açabiliyor ve insanları hiçbir önyargı olmadan görmek ve anlamak için farklı karakterlerle tanışabiliyorum. Bir aktör olarak en çok bunun için minnettarım.
Duydum ki bir karakteri canlandırdığınızda, konuşma ve davranış şekillerinizi de değiştiriyormuşsunuz
.SEOHYUN: Bir hayat bana geldiği zaman çalışabildiğim kadar çok çalışır ve o kişi olmayı denerim. Bir karakter ile aylarca çekim yaptıktan sonra bitse bile izleri kalır. Bu izler bana hayatıma geri dönüp baktırır ve bende birçok pozitif etkileri vardır.
<Private Lives> Cha Jooeun sizde ne gibi izler bıraktı?
SEOHYUN: Tereddütler?(gülüşmeler) Basit bir şekilde seçmek ve pişmanlık duymadan yaşamak. Eski kişiliğime dönüp baktığımda, düşüncelerle dolu bir insandım. Yaptığım şeyler hakkında yan yana 100 iyi şey ve 10 kötü şey yazar ve onları karşılaştırır ve bunu yapıp yapmama konusunda derince düşünürdüm. Cha Jooeun karakteri ile karşılaştığım zaman mantıklı olmaktan ziyade duygusal yanına odaklanma konusunda düşündüm. “Bu ve onun hakkında tartışma. Bir şeyi yapmak istiyorsan yap, istemiyorsan yapma!” şeklinde. Önceleri bir insan nasıl bu kadar basit olabilir anlamazdım, ama Cha Jooeun’u canlandırdığım zaman net bir şekilde anladım. Oyunculuk sayesinde farklı olabilmeyi seviyorum.
JTBC Knowing Bros programına katıldığınızda Cha Jooeun’u canlandırırken utanmaz olduğunuzu söylediniz.
SEOHYUN: Doğru (gülüşmeler). Bu, çalışırken/rol yaparken ortaya çıkan bir şey mi yoksa zaten içimde olan bir özellik miydi ortaya çıktı bilmiyorum.
<Private Lives>tan önce yer aldığınız <Hello Dracula> projenizden de etkilendim. Hayatlarında yüzleşmek istemedikleri problemlerle yüzleşen insanların hikayelerini anlatıyor. Seohyun, homoseksüel olduğunu annesinden saklayan iyi bir kızı canlandırıyor. Dizinin yapımcısı Kim Dahye Seohyun’un hüzünlü bir yanının olduğunu ve dimdik/dayanıklı olduğunu söylemiş.
SEOHYUN: Hüzünlü bir yanım var mıdır gerçekten bilmiyorum ama sanırım dayanıklı bir insanım. Güçlü bir mantalitem/düşünme şeklim var. Çıkış yaptığımdan beri dışarıda spor yapar gibi düşüncelerimi de geliştirmem gerektiğini düşünüyordum. Bu daha çok bir zorlamaydı ve kendi koruma alanımı oluşturdum(güler). Daha güçlü biri haline geldim ve buna dayandığım için kendime minnettarım.
Genç Seohyun zor zamanlar geçirmiş olmalı.
SEOHYUN: Yakın bir zamanda 10 yıl önce yazdığım günlüğüme baktım ve içinde tek bir boş sayfa bile yoktu. O zamanlar hayatımı nasıl yaşadığımı merak ediyordum. Sıkı programlarım varmış, İngilizce çalışmak, kitap okumak, internet dersleri, raporlar, meditasyon yapmak gibi. İnsanlar için beni gözlemlemek ne kadar sıkıcı olmuş olmalı(gülüşmeler). Biraz rahatlasam/gevşesem bile kendimi koruyabileceğimi fark ettiğim zaman, kalbimde biraz huzur buldum. Soru: 10 yıl önce o günlüğü yazan Seohyun'a bir işaret gönderebilecek olsaydın? Cevap: Üzgünüm ama olduğun gibi yaşa(gülüşmeler). Önceki ben olmadan, bugün de ben de olamazdım. Önceden yaşadığım tecrübeler şu an olduğum beni yarattı. "Zor olsa da özenle ve sabırla yaşa. Kendine inanıyorsan, bir gün rahata ulaşacaksın" böyle söylerdim. Ah, bu eğlenceliymiş.
Biz kızınız olsaydı aynı şeyi yapar mıydınız? (gülüşmeler)
SEOHYUN: Bilmiyorum. Sanırım kızıma daha rahat yaşamasını söylerdim. Ben bu konuda kendime karşı acımasızım. (gülüşmeler)
Kendinizi bir oyuncu olarak kabul ettirdiniz, fakat hala bir Girls’ Generation üyesisiniz. Fanların istediği ve sizin gitmek istediğiniz yön arasında bir boşluk var mı?
SEOHYUN: Üyelerimiz uzun zamandır aktifler ve fanlarımızla birlikte büyüdük. Bir araya gelmemizin üzerinden 10 yıldan fazla zaman geçti ve sanırım fanlar ve artistlerin ötesinde bir şeye sahibiz. Okul üniforması giyen ve “yarın final sınavım var” diyen bir fan birdenbire bir yetişkin oldu. Her birimizin fanlarla paylaştığı konular ve çevresi tamamen değişti. Şimdi birçok insan "Lütfen şunu da yap" demekten ziyade insan Seohyun'u destekliyor.
Güçlü bir güven var?
SEOHYUN: Evet. Uzun bir zaman boyunca kurulan bir güven ilişkisi olduğundan bu güven sağlam. Soru: Bazen "Fanların ne istediğini düşünüp karar vermek yerine istediğin şeyi yap." derler. Cevap: Şirketim değişse de SNSD Seohyun hala geçerlidir. Ancak hala SNSD'nin nasıl bir formda gelişmesi gerektiği konusunda düşünüyoruz. Önceleri grup olarak hayat daha önemliydi ve müziğe çok fazla odaklanmıştık ve bir yılda 3-4 albüm çıkarıyorduk, ancak şimdi her birimiz ne istediğimizi net bir şekilde biliyoruz ve her birimizin hayatı önemli. "Ayrı ve birlikte"nin dengesi hakkında düşündüğümüz bir dönem bu. Son zamanlarda unnielerimle buluştuk ve bununla ilgili konuştuk. Biraz daha beklerseniz fanlar için yakın zamanda hediye gibi bir şey olacak diye düşünüyorum.
2020 yılı, Hello Dracula ve Private Lives ile Seohyun’un cesur oyunculuk dönüşümünün ön plana çıktığı bir yıldı. Size teklif olarak gelen senaryolarda da bir değişim olduğunu tahmin ediyorum.
SEOHYUN: Bugünlerde baktığım birkaç senaryo var ve onları okuduktan sonra şaşırdım. Oyunculuk kariyerim kısa ve çok fazla projem olmadı, ancak istediğim bir karakter imajına sahibim. Daha çok, iyi ve masum roller. Ancak bugünlerde bana gelen senaryolarda, “Beni bu rolü oynarken mi hayal ettiniz?” oluyorum ve bunun için minnettarım.
Bir ipucu verecek olsanız?
SEOHYUN: Güçlü kişilikler ve çok güçlü karakterlerle merak uyandıran senaryolar var. Bunları okumaktan keyif alıyorum.
ING Çeviri: seohyuned
TR Çeviri: Lady Seohyun Turkey
2 notes
·
View notes
Text
Mobbing Nedir? Konuya öncelikle bunun tanımı ile başlamak istiyorum. İş yerlerinde belli kişilerin, belli kişilere uyguladıkları; psikolojik baskı, aşağılama, ezme, hor görme, küçük görme, pasif ve çaylak görme davranışlarının toplamının kısaltılması gibi görebiliriz bu tanımı. Bunu yapan kişi ya da kişiler, mobbinge maruz kalmış kişinin o işyerinde ya kıdemlisidir ya da daha tecrübelisi. Egoları yüksek olan bu kişilerin yaptığı bu davranışlar, size kulaktan çok basit ya da başa çıkılması kolay olan bir şey gibi gözükebilir; ancak dışarıdan göründüğü kadar kolay değildir ve bizzat yaşamadan anlamak, empati kursak bile zordur. Çalışan kişinin ruhsal olarak çok etkilendiği ve psikolojisinin bozulduğu bu durumda çeşitli psikolojik tedaviler gördüğü veya buna dayanamayıp intihar ettiği görülmüştür. Örnek verecek olursak: Garson olarak çalışan Zeynep, Antep’te türkçe öğretmeni olan Saadet öğretmen, arkeolog Merve Kaçmış ve son olmasını ümit ettiğimiz cerrahi asistan Dr.Mustafa Yalçın... Daha bilmediğimiz vardır elbet ancak gördüğünüz gibi mobbing tek bir dalda değil hemen hemen tüm mesleklerde olağan bir durum ve mutlaka çalıştığınız işyerinde bir gıcık oluyor. Kendi yaşadığım, aslında bu tarz olayların yanında deve cüce ya da fındık kabuğunu dolduramayacak kadar olan bir kaç olayımı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Paramedik öğrencisi olduğum halde aynı zaman da açıköğretimden Laborant ve Veteriner Sağlık bölümü okumaktayım, tecrübe edinmek adına bir veteriner kliniğinde işe başladım ve yaklaşık altı ay çalıştım. O işe girerken hedeflediğim ve öğrenmeyi heves ettiğim birçok şey vardı. Ancak altı ay boyunca bana yapılan muamele çok farklıydı. Hekimimiz çok gülmeyen ve ciddi duran, ezmeyi seven biriydi. Ben o klinikte çok enjektör elime aldığımı hatırlamam, genelde temizlik yapardım. Başka bir çok sevdiğim hekim bana gizli gizli öğretirdi ve en son dayanamayıp ayrılmak istedim, ev geçindirdiğim ve beş kuruşsuz kalacağımı bildiğim halde. Çıkarken duyduğum ve zoruma çok giden bir laf oldu:Sen kendini tekniker mi sanıyorsun?. Bu meslekten soğumak için bir sebep mi? Basit geliyor ama, evet bir sebep! Çalışmaya mecburdum ve hevesim kırılmış olsa da hala öğrenmek istiyordum.
Başka bir kliniğe daha girdim orada ise bir ay çalışabildim. Bu sefer mobbing yediğim kişi bir hekim değil, benim gibi teknikerdi ama kendini hekim sanan bir tekniker. Sabah 08:30 da başladığım temizliğe maalesef 12:30-13:00 gibi bitirebiliyordum çünkü meslektaşım yukarıda oturup, keyif yapıp, yasal olmadığı halde hekim gibi muayene almaktan başka bir şey yapmıyordu. Üstelik yaptığım işi beğenmeyip sürekli bana sesini yükseltiyordu. Duyduğuma göre de zaten oraya her giren teknikeri kovmuş, hangi hakla ve yetkiyle kovduğu ise şüpheli ? Bu kızın özellikle emir kipiyle konuşması beni delirtiyordu kendimi çok zor tutuyordum. Bir gün yine temizlik yaptığım sırada yanıma geldi ve temizlediğim yeri,temizleyip temizlemediğimi, sordu. Bende ona yaptığımı söylediğimde inanmadı ve tekrar yapmamı söyledi. Gittim ve tekrar yaptım, daha sonra tekrar yanıma geldi ve yine temizlemediğimi iddaa edip, parmağını masaya sürdü ve bana tertemiz olan parmağını gösterip: “Bu mu yaptığın temizlik?” dedi. “Senin paraya ihtiyacın yok mu?” dedi. Bende kendimi daha fazla aşağılatmak istemediğim için; “Hayır, sadece mesleğimi öğrenmek istiyorum.” dedim. “O zaman burada çalışmana gerek yok, çıkabilirsin.” dedi. Bende artık sabrımın sonuna geldiğim için; “Sen kimsin de bana sesini yükseltiyorsun?” dedim. “Senin kaprislerini ve polimlerini daha fazla çekemeyeceğim, yeter!” dedim. Eşyalarımı toplamak için aşağı indim, ayrıca klinikte tedavi gören bir kedi hastayı sahiplenmiştim ve çıkarken onu da aldım. Kapıdan çıktığımda bana:”Kediyi nereye götürüyorsun?”dedi. Bende ona; artık benim kedim olduğunu ve tedavisine başka bir yerde devam edeceğimi,söyledim. Bu meslekte bir yıl içinde olan ikinci vakamdı ama pes etmeye niyetim yoktu.
Başka bir kliniğe daha işe girdim orada da üç ay çalıştım ve yine bir kendini hekim sanan tekniker egosu... Bir önceki anlattığım egoist şahısın farklı versiyonu. Hasta geldiğinde muayenedeydim ve hastayı karşıladım, kedinin ilk muayenesiydi ve henüz iki buçuk aylıktı. Artık bir aşı takvimi hazırlayıp ufaklığın aşılarına başlayabilirdik. Daha iki cümle bilgi verip vermeme kalmadan tekniker ablacığımız muayeneye daldı ve bir anda hekim moduna girdi, inanmayacaksınız ama kullanmayı dahi bilmediği stetoskobu kullanmaya çalıştı. Az önce aşılara başlanmasının gerektiğini söylediğim hastaya tekniker ablamız; “Bir hafta daha bekleyelim, aşıyı dolaba koyabiliriz.” dedi. Ben şoka girdim, sırf bana gıcıklık olsun diye bir hafta ileri attığına yemin edebilirim ama kanıtlayamam. Aşırı sinirlendim ve her zaman ki gibi eşyalarımı toplayıp çıktım. Şimdi düşünüyorsunuzdur:” Bu kız da en ufak bir olayda istifa ediyor.” Hayır! Aslında olay o değil, olay bu tarz şeylerin üst üste gelip birikmesi ve bir yerde patlaması. Belki de şu an başka bir düşünce de var aklınızda: “Neden bu insanlar istifa etmek yerine intihar ediyor?” Buna şöyle açıklık getirebilirim; eskiden istifa etmek belki daha kolaydı ancak hayatımıza giren ve her şeyimizi alt üst eden Covid-19 maalesef artık sağlıkçıların işten çıkmasına engel, çünkü istifa etme hakları yok! Ya da istifa etme hakkı dahi olsaydı; başka meslekler üzerinden düşünecek olursak, inanın bu o kadar kolay değil ve bir insanın mecburiyetleri olabiliyor. İşten çıkamamasının birçok sebebi olabilir. Tabiki ölüm bir çare değil ama dediğim gibi; yaşamadan asla anlayamazsınız. Anlasanız bile tam anlamıyla o hayal kırıklığını hissedemezsiniz,özellikle işine aşk ile bakanları.
Başka bir kliniğe daha girdim, hâlâ pes yok. Tahmin edin orada ne kadar durdum? Hemen söyliyeyim; bir ay; çünkü bu sefer çalıştığım klinikteki hekim bir narsistti ve bu yüzden psikolojik tedavi görüyordu. Burda da duyduğum haberlere göre; işe giren kişi maksimum bir ay kalmış. Şaşırmamak gerek; çünkü oradaki hekim en ufak bir şeyde sinirlenen ve sinirini karşısındaki insana avazı çıktığı kadar bağırıp, küfür eden bir hekimdi. Bana küfür edemezdi, ettirmedim ama bağırdı çünkü biliyordu; ben diğerleri gibi değildim, beni ezemeyecekti ve bunu anladığında ortada bi durum yokken beni işten çıkardı. Çünkü anladı, ezemeyecek.Sonuç ne mi oldu? Ağlaya ağlaya çıktığım klinikten sonra çok uzun süre kendime gelemedim ve bir daha asla çalışmadım. Okulumda kayıt yenileme yapmadım. Sonunda pes ettim. Ya hekim olacaktım ya da hiç çalışmayacaktım. Şimdi bu bölüme devam edip etmemekte çok kararsızım ve bu sadece mobbing yediğim için değil aynı zaman da paramedik bölümü kazandığım için ikisini beraber yürütme korkusu. Tek bir hedefim olsun istiyorum, tek bir alanda kendimi geliştirmenin daha doğru olduğunu
düşünüyorum.
Sözlerime son vermeden önce, lütfen etrafınızda duyduğunuz veya gördüğünüz mobbinglere izin vermeyin! Susmayın! Sessiz kalmayın! Meslektaşlarınıza, iş arkadaşlarınıza sahip çıkın! Unutmayın ki; bu dünyada yaşattığınızı yaşamadan asla ölmezsiniz. Gün gelecek size yapılan kötülüklerin hesabı verilecek! Lütfen buna inanın ve umudunuzu kaybetmeyin. Korkmayın, en önemlisi korkmayın! Mobbingin en kısa zamanda adalete taşınması dileğimle...
Prm.Talya Yılmaz
#mobbing#iş#sağlık#psicologia#baskı#stress#paramedic#hemşire#doktor#işçi hakları#işçilik#iş dünyası#ego#egoista#kompleksy#öğretmen#öğrenci#kıdem#istifa#cinayet
4 notes
·
View notes