#böyle pıt diye
Explore tagged Tumblr posts
Text
yirmisekis|sıfırdört|yirmidört
Çokça şükür!
#BAYILMIŞIM BEN BUGÜNE#ıı şiy cınım çiçiklerim#o son sıraya o fotoları koymasaydım gözüm açık giderdim şu fotoların kaliteliliğine bakınnn yaa mayyak güzeller 🥰🥰🥰🥰🙂#çiçekim düzenledim ben o fotoyu bu arada için rahat olsun 🙋♀️#çok komik bi gündü keşke hep buluşsak 🥺#böyle pıt diye#amin
13 notes
·
View notes
Text
Ben anlaşılmadığım ortamlardan yok olmak istiyorum.
11 notes
·
View notes
Text
Kemanın akordu bozulduğundan beri çalamıyorum ve çok sinirimi bozuyo bu durum 1 haftadır dokunmadım bile duruyo öyle kenarda
#kursa bi an önce başlamak istiyorum çünkü#tek yapabilirim sanıyordum ama cidden yapamıyorum audhwudhwu#telin kopmasındsn falan korkmuyorum#ama çok geriyor beni dokunamıyorum bile#başta böyle değildi pıt pıt yapıyordum#sonra köprüsü attı pat diye ses çıktı korkmaya başladım
1 note
·
View note
Text
Ben 3 sene önce falan endoskopik kaş kaldırma ameliyatl oldum ya (sol gözüm sağdakine göre daha düşüktü, onu eşitlediler), o dönemde ne zaman “nasılsın, nasıl oldun” dese en iğrenç ve zavallı hallerimi direkt fotoğraf olarak yolladığım biri vardı burda. Kendimi blogumda ameliyattan bahsedecek kadar iyi hissettiğim günlerde aynı kişi ilgili gönderimin altına kocasının bu tip şeyleri “kafayı yemek” olarak değerlendirdiğini yorum olarak yazmıştı. Herkes çevresini kendi gözünden algılar ya (belki de tam bir çıkarım insanı olarak bu benim hatamdır), benim 30 senelik arkadaşlarımın bile kocaları benden yola çıkarak böyle fikirler üretmediği veya Ali’m, babam gibi kendi etrafımdaki erkeklerden böyle tenkitler hiç duymadığım için büyük bir şok içinde karşılaşmıştım bu durumu. İlk dalga geçtikten sonra dedim ki ulan ben yüzüm yamulmuş halde bir sürü fotoğraf gönderdim bu insana, acaba hata mı ettim, bu fikri bana iletme cüretinde bulunacak boyuttalarsa fazlasını o zamanlarda da yapmışlar mıdır? Hani bazı şeyleri içinden düşünür / kendi aranda konuşursun ama o insanı üzebilecek, sinirlendirebilecek bir şeyse bunu ona söylemezsin ya sağlıklı bir süpersgon varsa, o sağlığı sorguladım işte.
İkinci düşünce dalgası da geçtikten sonra gözüme bu insanın “herkes çok kırıcı, herkes çok düşüncesiz” içerikli bir postu çarptı, sonra esasında bundan ne kadar sık yakındığını anımsadım. Birden her şey aşırı samimiyetsizleşti; önceden bu gönderilerini okuduğumda çok üzüldüğümü hatırladım. Keşke benim yakın çevremde yaşayan biri olsaydı, ben ona ne güzel arkadaş olurdum derdim. Arkadaş olma konusunda taviz veremeyeceğim; sürdürmeye değer dostluk buldum mu bokunu çıkarırım - o yüzden en yakın arkadaşlarım neredeyse doğduğum günden beri var, neyse. Artık onu da diyemediğimi fark ettim. “Sen de kimi zaman kırıcı ve düşüncesiz davranıyor olabilirsin”den açtım konuyu, buraya yazdıklarımın hepsini yüzüne de söyleyip (yoksa zaten buraya da yazamazdım) onunla iletişim kurmaya devam edemeyeceğimi söyledim. Ben çok şey bir insanım; birisini hayatımdan çıkarınca onun adı ben veya başkası tarafından anılmamaya başlar. Başkaları anmadı ama ben “ya beni pelet kuma bir arkadaşım geçirdi Allah ne muradı varsa versin” gibi, “benim çok sevdiğim bi’ arkadaşım vardı o da yolda cins kedi bulmuştu onu sahiplenirken bile cins kedi sahiplenme halini garipsemişti” gibi araya sıkıştırılmış ufak detaylarla yadetmekten geri durmadım. Bilincinde olmadığım bir durum değildi, bilmiyorum hatta belki bilinçli bile yapıyor olabilirdim.
Hülasa, neden bir anda bu konuda iç dökme ihtiyacı hissettin derseniz, bu kişinin beni engellediğini vb bugün fark ettim dşsmdmd. Biriniz bi’ post atmış, gelen yorumları aşırı merak edebileceğim bir posttu, yorumlara bakınca anladım. Bir sebep yakıştıramadığımdan “lan ben mi engelledim acaba hatunu kazara” diye kendi engellenenlerime baktım, yoo. Belki çok olmuştur, ben bugün fark etmişimdir ama durumu aşırı tuhafsadım. Bazen varoluşumla bile insanlara rahatsızlık verebildiğimi keşfedip neden sonuç ilişkisi kurmaya çabalıyor, başaramayınca yaşanan hadiseyi daha da garipseme evresine geçiyorum. Bunlar çok enteresan olaylar, 78 yaşıma geldim çözemedim bakın. Keşke kötülüğünü istemeyi geç, iyiliğini önemsemediğim insanlardan böyle şeyler gelse de “yaa bak sen öyle yaparsan böyle olur” vb gibi çıkarımlar yapabilsem ve bana bir şey kazandırsa ama böyle olunca çok havada kalıyor, bulut gibi pıt diye asılıyor bir yere sanki. Yine de kara bi’ bulut değil o, ilgi çekebilecek bir tonda ama kapkara da değil yani. Belki de bu, başka bir çıkarımın konusudur ve başka bir şeyi öğretiyordur, öyle değil mi?
28 notes
·
View notes
Text
kuzenimin çocuğu mızmızlanıyordu kucağıma aldım. bebiş kafayı gömüp uyudu resmen iki saniye içinde. annesi geldi abla nasıl uyuttun böyleee, doğduğundan beridir koynumda uyusun diye ne kadar çabaladım asla uymadı, senin koynunda uyuyor çok kıskandım seni dedi. ee tatlım anne değiliz diye ne sandın beni dedim, tabi içimden.. böyle bir gen var bence arkadaşlar halamda ve bende çocuklar pıt diye uyur. ama bilin bakalım ikimizin de neyi yok? çocuğu ahshsj
6 notes
·
View notes
Text
Meryem,
Yirmilerimin başındayken ben, kalbim o kadar karanlıktı ki yirmili yaşlarımın yarısını hatta yirmi beşi göremeden ölecekmişim gibi hissediyordum. Sonra kötü şeyler oldu bir acıyla tanıştım ve tam yirmi beşimde öldüm. Ölmedim ama öldüm. Öyle işte.. İlk gençliğimde hissettiğim karamsarlık gibi bir şey değildi bu his, acı. O günden sonra önceki hayatım nasıldı önceden nasıl hissederdim bilemiyorum eski beni hatırlayamıyor gibi, boşlukta asılı kalmış gibiydim sıfırdan var olabildim mi bilemiyorum. Baştan başlayabildim mi? Meryem,insan bazen kendisini küçücük ve her şeye geç kalmış hissediyor. Her şeyin uzağına düşmüş, sanki kendi payına hiç bir şey düşmemiş gibi hissedebiliyor insan. Eksik ve fazlasıyla yitik. Bugün çok sevdiğim insanlardan "çabanla, ilerlemenle gurur duyuyorum" kelimelerini duyunca farkına varabilmiş gibiyim. Meryem gök kuşum, bazen arkaya bakabilme cesaretini göstermeli. Kendine kattığın her şeyi, güzelim dostları, onların gözündeki kendini, bomboş ve boşuna yaşamadığını taa içinde hissetmeli. Herkesin başarısı aynı olmak zorunda değil çünkü hiç kimse senin ruhunda ve senin gözlerinle bakıp senin hikayeni yaşamadı. Başarı tanımları bile değişebilir, herkes için aynı olmak zorunda değil bunu kabullen ve hayatın seni incitmesine, seni incitmeme izin verme, lütfen.
Meryem, Yirmilerimin nasıl başladığını anımsıyorum ama o karanlık karamsarlıkla bitmesini istemiyorum. Bak ne kadar yol aldın, yola çıkmak başlamak bile ne zordu ama sen zorlansan da sayısız kez vazgeçmek istesen bile güzel ilerledin omuzlarına pıt pıt. Meryem, Bir kuş cıvıltısına, bir şiire, şarkıya sıgınarak, yıldızlara söylediğin ninnileri hatırlayacağın bir yaş diliyorum. Ne zaman çiçekli elbiselere bürünsen dilinin ucuna gelen o şiirde "Sen bir basma entarisin ki gittiğin her yer eteklerinde çiçekleniyor" dediği gibi şairin yolunun sonunda çiçeklerle çevrileceği bir yaş diliyorum. On yıl önceki sana, bir gün kendini böyle güzelim kelimelere layık görebileceğini söyleseydim gelecekte kafayı yiyeceğim diye düşünürdün sanırım.
Meryem, bak nasıl da ilerlemiş nasıl şeyler katmışsın kendi benliğine. Hep ilerlemek zorunda olmadığını hiç unutma. Her rengi kucakla, hiç susma, yaşa! 🌿
3 notes
·
View notes
Text
Anlık Gelen Bilinç
Her insana olur. Hani böyle bir dizi izlerken, ya da yemek yaparken, olmadı tuvalette işini görürken filan. Beyninde bir tel kopar '' pıt '' ah dersin duydum yine zilin sesini geldi üzerine düşünürken ruhumu kopartacak bir şeyler daha. bugün kopan şey aşk ile ilgili bildiğim doğrulardı sanırım. Bu arada bu gün diyorum ama zaman belli olsun diye aslında. Saçma, Türk yapımı bir dizi izlerken kucağımda uyuyan sevgilimin saçlarını okşarken koptu benim tel. O saçma dizi de bir sahne vardı adam kadına evlenme teklif ediyor. ( Dip not: Kadın istiyor ) sonra kadın hayır diyor. arada geçen sahneler akan bantlar falan sonra bir bakmışsın kadın adama evlenme teklif ediyor. İt herif ilk reddin nefretini aldı ya kadına ayak yapıyor yok bin arabaya konuşacağızlar, zaman kazanmacalar fasa fiso. neyse benim teli attıran cümleye geleyim siz bu anlattığım akışı gözünüzde canlandırırken. '' aşık oldum ve o izin verene kadar yanında olmaya hazırım ''bu tam olarak bir aşk ifadesi mi yoksa sevgiyi mi içeriyor anlayamadım. Bende anlayamadığım o şey karşısında kendimi sorgu odasına soktum. dizideki sahne değil de içimdeki sahnede ne dönüyordu ? Sıcacık o güzel kokusu ile kucağımda öylece uyuyan sevgilim ve duygusal kavramları içinde ilişkilendiremeyen bir ben. Biz ne yaşıyorduk ? yada ben ve o hayatlarımız yaşarken biz kavramında birbirimiz için ne kadardık? Aranızda aman efendim bunu da soruyorsan sizden olamamış diyecek densizler olacak hiç biriniz umurumda değilsin ben daha neyi nasıl yaşıyoruz çözemezken sizde ki bu zehir zeka ile iki satır cümleyle çözdünüz ilişkimizi ... Post'u okuyan sevgili dostum konudan konuya geçiyorum, ne diye geldik ne okuyoruz diyorsun farkındayım ama azıcık halden anla. Ruhum varlığıma sığmıyor, neyin içindeyim neyi hissediyorum yada neyi yaşamaya çalışıyorum bilmiyorum. bildiğim kısımlarını da kabul etmek istemiyorum hal böyle olunca bir türlü içimden geleni yazamıyorum. Bilmediklerim bir köşede otursun bildiklerimden bahsedelim aşk ve sevgi kavaramı mevcuttur ve hepimiz farklı biçimlerde yaşıyoruz. Mesela ben hayatımdaki adama çok derin bir bağ hissediyorum. Onun iyi olması, mutlu olması bana kendimi iyi hissettiriyor. Yüzü her güldüğünde sebebim olmasa da benim de yüzümde bir gülücük oluyor. Bunların hepsini tamamen bilinçli ve istekli şekilde yaşıyorum. Bunlar karşılıklı olunca tadından yenmiyor. Ama bazen bir şey oluyor kapı kapanıyor, duvara tosluyorum, hatta göt oluyorum. İşte o zamanlarda bile onun mutsuz olmasına üzülebiliyorum mesele '' Amk seni düşündüm, iyi hissetmeni istedim, sen sevgiden, iyi niyetten ne anlarsın '' derken bile sinirimi cümlelerimin arkasında tutuyorum. Fakat zaman çok bencil ve ilerledikçe zorlanıyorum. Son zamanlarda bazı cümlelerim sinirimin önüne geçiyor karşılık göremediğim iyi hislerim yüzünden deyip onu suçluyorum bir saniye geçiyor o böyleydi ben büyütüyorum diyorum. ah be adam seninle kendim arasında öyle bir gidip geliyorum ki işin sonu hayıra mı bayıra mı gidecek ben bile merak ediyorum. İşte bende ki aşk ve sevgi kavramını betimlemeler ile anlattığım bir yazının daha sonu. Yalnız şunu fark ettim o standart ve kriterleri olduğu düşünülen bu hisler, insanın anı ilke değişiyormuş. İki gün sonra burada sinirlenip üst satırlarda canım ciğerim dediğim adamıma hesap sorarım ya da göklere sığdıramam sevgi seli ile boğarım kendimi ben bile kestiremiyorum. Hadi sallıyorum zarları şimdi birsonraki ikili ilişki postu içeriği hak yolunu mu, bok yolunu mu içerecek görüşelim. Sevgi ile yada kafanıza göre kalın işte ....
3 notes
·
View notes
Text
Onun akşamı ofisten çıktım. Bu kapıda duruyordu. Buna baktım. Bana bişi demese ben sorucaktım ama o elindeki kağıdı bana uzattı, “ya bu şoför cmr mi ne alacakmış.” dedi
Boşaltma tutanağını aldım baktım ofisn kapısını açtım abiye verdim o da amineye verdi buna döndüm işaret parmağımla koluna iki tane dokundum pıt pıt diye. Döndü. “Mesai olmayacak demiştm hatırlıyor musun.” Güldü. “Evet.” “Farkındaysan mesai yok.” Ne dedğini hatırlamadım bişi demişti ama neyse, “yani doğru söylemişim.” “Evet bundan sonra bütün bilgileri senden alıcam.” Dedi “olur bekliyorum.” Dedm. Normalde çok daha iyi flört ederim ama utanıyoruuuuummmmm. Neyse sonra bu kafasını konteynerdan uzattı “şoför gelmedi hala ya” dedi. O an onun orda kalmasını hiç istemiyorum kıskançlığım utancımı öldürdü hatta her duygumu öldürdü. “Bence sen naap biliyo musun?” Gözlerim kısık halde konuşuyorum kafamda kırmızı bere djjdksk döndü bana. “Boşver. Şoförü Hiç bekleme. Yağmurda ıslanma da. Servise bin. Şoför kendi yolunu bulur.” “Tamam.” Direkkkttt onaylayıp birkaç adım attı “iyi akşamlar..” “iyi akşamlar:)”
O kkkkkadae hoşuma gitti kiii ULAN AFERİN LAN SANA AFFERİN ULAN İŞTE BÖYLE SÖZÜMÜ DİNLEYİN EVET İŞTE BU
Benim yıllardır aradığım şey bana söz geçirilmesi falan değilmiş. Benim sözümün koşulsuz şartsız kabul edilmesiymiş. Ben bunu arıyormuşum hep insan kendini nasıl bilmez böyle bilmez…
Ayrıca hiçbir depo çalışanı da şoförün işinin peşinde dolanmaz İMKANSIIIZZZ onun işi bile değil hele bi de yağmurda önemsiz bi şey için bekleyecek adamı falan YOKK İMKANI YOKK onun dışında ben git dediğimde hemen onayladı adım attı djjsjsks yani bi durum olsa reddederdi bişi derdi. Yok. Sıfıır. Resmen ben sabah onu çağırttım konuştuk diye bana karşılık verdi bir önceki forkliftle önümde durma olayında da böyle olmuştu.. karşılık verme şekli çok tatlııı f
0 notes
Note
Ben hiçbir şeye deli işi demiyorum dkfkdkd enteresan şeyler çıkıyor. Dediğin şey de araştırılmış olabilir. Dediğin şey aile dizimine benziyor. Çok araştırmadım onu açıkçası bilmiyorum.
Yanlış hatırlamıyorsam epigenetik kavramını da hatırlatıyor. Büyük büyük babaannemin bir olaya üzülmesi beni de etkiliyor olarak kaldı beynimde skdksks bu çok ağır bir şey olması gerekmiyor. Böyle böyle değişik şeyler.
Hayat kaos ama her gün beynimin kaos kaldırmasına imkan yok. Kolay gelsin. Uyuşma kısmını anladım ama çok çalışmıyor mu mantıken o zamanlar?
Şarkı için teşekkür ederim. Listeme ekledim. Hepimiz gün boyu bir şeyler yapıyoruz. Bundan dolayı çok takılma.
Evet evet, söylediğim şeyi benden iyi tanımlaman ksöxmemd beynimin çalışma seviyesi yine ifşa oldu tatsız.. Benim söylediklerime deli işi diyebilirsin, hiç alınmam öyle şeylere sjdkwmdk
Bazen sadece donmuş bir bilgisayar ekranı gibi hissediyorum zjsmxmdn toplantılarda ya da yazışmalarda aniden beynimde bağlantı kesiliyor ve pıt diye devam edemiyorum ya da okuduğumu beynim işlemeyi reddediyor.
Takılmamaya çalışırım tabi ki ama muhtemelen takılırım. Aşırı düşünmek henüz önüne geçemediğim bir şeysi cjdjxmdmx belki ileride, belki..
Önümde yine gereksiz uzun ve aşırı yoğun bir gece var. Telefondan uzak kalabileceğim bir gün bile çok iyi gelebilir gibi hissediyorum. Birkaç aylık mola ihtiyacımı karşılamaya yeter gibi sanki xjsmdmdm
0 notes
Text
Dedim tamam, bayılmaya ramak kaldı. Önce bir düştüm sonra kalktım, koydum bisikleti önüme. Yaslandım arabaya dinleneyim dedim. Kafa üstü bisiklete düştüm. Düşmüşüm. Namussuz kız gibi bisiklet, görsen dibin düşer, ben kafa üstü düşmüşüm. Bir de pedala denk getirmişim, kaşım açılmış. Bir mızmızlanma, kendi içimde, gözümü açtım yerdeyim. Sesler, kaşımın üstünde peçete, birisi bası yapıyor. Gözümü sağa devirdim alnımdan kan sızıyor asfalta damlıyor. Bir huzurluyum bir dinç hissediyorum anlatamam. Uyku bozukluğu olan birisi olarak, bakın çok uzun zamandır, yıllardır, böyle uyumadım/uyanmadım. Kaşım açılmış yüzüme onlarca dikiş atacaklar ama ben dinç hissediyorum.
Sonrasını anlatmaya pek lüzum duymuyorum. Ambulans, hastane vs.
Daha önce de baygınlık geçirdim, hastalandım zehirlendim yoruldum, bu sebeplerle. Ve hep aynı senaryo, bilincim yerinde ama bilincim yok. Bence yok, benimle iletişim kuranlara göre var. Hatırlamıyorum ama mantıklı mantıklı konuşuyorum. Ben zannediyorum ki kolay kolay ölmem aga. Hep bir çıkar yol bulurum. Adrenalin diyorum tavan, o beni kurtarır. Halbuki bir ayağa kalktım sonrası malum, pıt diye görüntü gidiyor sesler kesiliyor. Belki başka bir evrende en güzel halimle/gidenlerin en güzel haliyle karşılaşabilirdim de kim bilir?
Ne eski sevgili ne yitip giden dostluklar ne şehrin memleketin kaosu, hiçbir şey düşünmeden kendine dönüyorsun. Hayatın sillesi bu olsa gerek. İyi oldu demiyorum tabiki olmasaydı iyiydi de, bedel buysa ödedim artık be, ödenmiş olsun lütfen.
Check please!
1 note
·
View note
Text
ev kameraları ne güzel bir şeymiş böyle.
babama bu şeylere para veriyorsun sanki ne işimize yarayacak hırsız ay kamera var kaçalım mı dicek falan derdim ama nasıl pişman oldum bu yanlı bakış açımdan. istediğim zaman pıt kameraya bağlanıyorum eski kayıtlara bakıyorum evdeler mi napıyorlar diye. kamera girişe baktığı için kısıtlanmış hissetsem de biraz onlardan haberdar olmak mükemmel.
2 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing – 191. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 191: Ne Neşe Ne Keder, Beyaz Giysiler Dünyaya Felaket Getiriyor
Xie Lian uyanık mıydı yoksa uyuyor muydu bilmiyordu.
Eğer uyanıksa, ne bir şey hissediyor ne de dış dünyadaki herhangi bir şeye tepki verebiliyordu, hiçbir şeye dair bir anısı yoktu; eğer uyuyorsa da, gözleri sürekli açıktı.
Kendisine geldiği zaman, Yüzü Olmayan Beyaz çoktan siyah kılıcını onun beline bağlamıştı, tıpkı bir çocuğa ödül veren erişkin gibiydi.
“Bu sana hediyem.”
Ardından, kabzayı okşamış ve nazik bir sesle devam etmişti, sesi derin anlamlarla kalınlaşmıştı. “Kesinlikle Jun Wu’dan topladığın tüm diğer silahlardan daha keskin olacaktır.”
Xie Lian onun kılıcı beline asmasına izin vermişti, ne konuşmuş ne karşılık vermişti, sonuçta hepsi faydasız olacaktı.
O halde, yeni bir cübbe giymiş ve yeni bir kutsal kılıç kuşanmış, yeni doğmuş gibi hissettiği bedeniyle Veliaht Prensin Tapınağından çıkarak karanlığa doğru adım atmıştı.
Yüzü Olmayan Beyaz ardından arkasından seslenmişti. “Bekle.”
Xie Lian duraksamıştı. Yüzü Olmayan Beyaz ses çıkartmadan yanına gelmiş ve eline beyaz ipek sargıyı bırakmıştı.
“Bunu unuttun.”
Bu önceleri yüzünü kapatmak için kullandığı beyaz ipek sargıydı, daha sonra onu bağlamak için kullanılmıştı.
Xie Lian dağdan tek başına tökezleyerek indi.
Çoktan gündüz olmuş, güneş doğmuştu ama güneş ışıkları üzerine düştüğü zaman, Xie Lian en ufak bir sıcaklık hissetmiyordu.
Dağdan inerken küçük bir akarsu gördü, pıt pat, net ve canlıydı. Akarsuyun kenarına yürüdü ve suda yansımasını gördü. Xie Lian solgun yüze baktı.
Yüzü pürüzsüz ve tebeşir kadar beyazdı, tek bir kesik yoktu. Aynı şey boynu, ardından göğsü ve tüm karnı için de geçerliydi, hepsi aynıydı. Bakmaya devam ettikçe o kadar gözlerini kapatmak istiyordu. Başını öne eğdi, kaynak suyunu ellerine aldı, yüzünü yıkadı ve birkaç ağız dolusu içti. İçti ve içti, ta ki aniden akıntı yönünde bir şey fark edene dek.
Yavaşça başını kaldırdı ve gördü, çok uzak olmayan bir noktada, derenin yukarı kıyısında, devasa bir kayanın yanında, suya düşmüş bir ceset vardı. Kıyafetlerine bakılırsa, ceset iri yarı sokak sanatçısıydı.
Adam dağdan inmemiş, onun yerine yolda can vermişti. Devasa kayanın üzerinde özellikle belirgin bir kan havuzu vardı, görünüşe göre ya acıdan ya korkudan kendisini oraya vurmuş, ve ölmüştü. Ceset çoktan çürümüştü, yarısı suya batmıştı ve korkunç kokular yayıyordu. Ama yarı çürümüş yüzünde büyümekte olan bazı küçük deforme yüzler hala bağırıyordu.
Xie Lian akıntının kenarına diz çöktü ve bir saat boyunca içindeki her şeyi kustu, kan çıkana dek öğürmüştü.
Dağdan indikten sonra, uzunca bir süre yürüdü, aklında hiçbir şey olmadan ana caddelerden öylesine geçti. Aniden, bir el omzunu tuttu ve onu bir ara sokağa çekti. Xie Lian etrafına baktı ve daha karşısındakinin yüzüne bakamadan ilk gördüğü şey yaklaşan bir yumruk oldu.
“GÜNLERDİR NEREDESİN SEN???”
Yumruğun arkasında Feng Xin’in öfkeli yüzü vardı, ve Xie Lian onu gördüğü anda çoktan yumrukla yere devrilmişti.
Feng Xin onun bu kadar çabuk düşmesini beklememişti ve bakışları kendi yumruğuna kaydı, ardından yerde yatmakta olan Xie Lian’a, kafası karışmıştı. Onun daha kalkmasına yardım edemeden, Xie Lian kendiliğinden doğrulmuştu. Feng Xin’in yüzü değişmişti, ama hala sinirini çıkartamamıştı.
“Harika huyların var! Kaçıp gitmeden önce tek kelime etmiyor, iki ay boyunca ortadan kayboluyorsun! Majesteleri ne kadar endişelendi haberin var mı senin?”
Xie Lian yüzündeki burnundan akan kanları sildi. “Özür dilerim.”
Silerek onun daha da berbat ettiğini görünce, Feng Xin ağır bir şekilde iç geçirdi.
“Ekselansları! Özrü boş ver, bizim aramızda böyle şeylere gerek yok, ama sen… sana ne oldu? Bana anlatabilir misin?” Xie Lian’ın belindeki siyah kılıcı fark etmişti ve sordu. “Ve o kılıç nereden çıktı?”
Xie Lian ona söylemek istedi. Ama ayrılırken Feng Xin ile arasında geçen tartışmayı ve Feng Xin’in yüzündeki şüphe dolu ifadeyi hatırlayınca, üstüne de bir daha asla o konuda düşünmek dahi istemediği eklenince, sadece tekrar etti. “Özür dilerim.”
İkisi saklanma yerlerine döndüler ve kraliçe Xie Lian’ı gördüğü anda ona sarıldı ve ağladı. Kral tekrar yaşlanmış gibi görünüyordu; eskiden siyahların arasında beyazlar varken, artık beyaz saçların arasında siyahlar vardı. Anca, bir nedenle sinirli değildi ve sadece birkaç kelime ettikten sonra sessizliğe büründü. Üçü de muhtemelen Xie Lian’ın tekrar kızacağından korkuyorlardı, yine kaçıp gideceğinden, bu nedenle de onun yanındayken hem kelimeleri hem hareketleri oldukça dikkatli seçiliyordu.
“Feng Xin.”
Basit ve bayağı bir yemeğin ardından, Xie Lian belindeki siyah kılıcı çekti ve uzattı.
“Kılıcı al. Sat.”
Feng Xin onun kılıcı tutan elinin titremekte olduğunu fark etti, ama nedenini tahmin edemiyordu. “Neden satmamı istiyorsun?”
“Öncesinde benden para istememiş miydin?” Dedi Xie Lian.
Bunu duyunca, Feng Xin’in yüzünde bir anlığına incinmiş bir ifade belirdi ve kısa bir süre sonra başını iki yana salladı. “Artık gerek kalmadı.”
Xie Lian başka tek kelime etmedi. Siyah kılıcı bir kenara attı ve umursamayı bıraktı, ardından döndü ve uykuya daldı.
Bu kez, döndükten sonra, Xie Lian sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu, her şeyin en kısa zamanda normale döneceğini, önceki haline geleceğini umuyordu. Kısa bir süre sonra o ve Feng Xin yine sokaklarda gösteri yapmaya gidiyorlardı.
İlk başta Feng Xin hala endişeliydi. “Boş ver, birkaç gün daha dinlen.”
“İki aydır dinleniyorum zaten.” Demişti Xie Lian. “Eğer o sokak sanatçıları sorun çıkarmaya devam ederse, o zaman iki kişi baş etmemiz çok daha kolay olur.”
Ancak Feng Xin. “Uzun zamandır gelmiyorlar.” Demişti.
İri yarı sokak sanatçısı öldüğü ve artık başı çeken kimse olmadığı için değildi, Feng Xin artık uzun zamandır yerleştiği içindi. İlk geldiği zaman, herkes yenilik gözüyle bakmıştı. Ama zaman geçtikten sonra, yenilik hissi uçmuştu ve artık onu diğer sokak sanatçılarını nasıl izliyorlarsa öyle izliyorlardı. Öncesine göre, Feng Xin rekabetçi yanını kaybetmişti. Artık bir tehdit değildi, bu yüzden de diğerleri sorun çıkarmayı bırakmışlardı, sonuçta herkes aynı miktarda para kazanıyordu, hepsi aynıydı.
Bu nedenle de Feng Xin okunu ne kadar uzağa atarsa atsın, ne kadar yetenekli olursa olsun, izlemeye gelen insanlar onun çabalarını öncekinin yarısı kadar ödüllendiriyorlardı. Hatta, onda biri kadar. Günün yarısından çoğunu çalışarak geçirdikten sonra, Feng Xin tükenmişti ve çok terliyordu, bir kenara oturmuştu.
“Bırak ben çıkayım.” Dedi Xie Lian.
“Yok, sen merak etme.” Diye cevapladı Feng Xin.
Ancak, Xie Lian daha fazla onu dinlemeye çalışmadı ve ayağa kalktı. Yüzlerin değiştiğini gördü, yoldan geçenler bir kez daha ilgilenmeye başlamışlardı.
“Ve senin hangi özel yeteneklerin var küçük dostum?”
Xie Lian cevap vermedi. Bir dal aldı ve kılıç sanatının saldırılarından birkaçını sergiledi. Savrulmaların tiz sesleri arasında, kılıç halesiyle ucu sivri görünüyordu ve bu nedenle de birkaç kişi onu utandırmayarak tezahürat ettiler. Feng Xin kenardan izliyordu, yüz ifadesi karmaşıktı ve bir süre baktıktan sonra başını çevirmişti.
Xie Lian hiç utanmış hissetmiyordu, ne de kalbinde bir ağırlık vardı, sadece ciddiyetle kılıcını savurmaya devam ediyordu.
Tam bu esnada, kalabalıktan birisi aniden bağırdı. “SIKICI, ÇOK SIKICI! NE ACINASI BİR GÖSTERİ! Kim senin dal parçasıyla körlemesine saplamalarını izlemek ister?”
Feng Xin hemen ayağa fırladı ve bağırdı. “AĞZINI TOPLA!”
Xie Lian’ın hareketleri duraksadı ve oraya baktı. Kalabalığı içinde kavun kemiren ve çekirdeklerini tüküren bir adam vardı, sorun çıkartmaya geldiği belliydi.
Feng Xin’e seslendi. “Bu ata, sokak gösterisi izlemek için burada! Canım ne isterse söylerim, buraya para kazanmak için gelmişsin ve bizleri, para verecek olanları kızdırmaya cüret mi ediyorsun? Eline gerçek bir kılıç al! Gerçek kılıç al ve bu üstat o zaman sana birkaç çekirdekle ödeme yapmayı düşünecek!”
Bağırdığı anda diğerleri de onu taklit etmeye başlamışlardı. Feng Xin köpürüyordu ve tam harekete geçecekti ki aniden beyaz bir gölge çakmış ve Xie Lian çoktan adamın yanı başında dikilmeye başlamıştı. Xie Lian adamı yakaladı ve havaya attı.
Muhteşem bir güç sergilemişti ve adam metrelerce havaya atılmıştı, kavun kabukları yerlere saçılıyordu. Kalabalığın ağzı beş karış açık kalmıştı. Adam bir pat sesiyle yere sertçe çaptı, her boşluğundan kan akıyordu, acınası ve zavallı bir halde ağlıyordu.
Ancak Xie Lian’ın işi bitmemişti, ve onu bir kez daha tutmak için hareketlendi, düz ve duygusuz bir sesle konuşuyordu. “Gerçek kılıç yok, ama yine de canını alabilirim. Denemek ister misin?”
Kalabalık dağılmış ve dehşetle kaçışıyordu. “YARDIM EDİN! KATİL!”
Feng Xin daha da şaşkındı. “Ekselansları!!!”
Xie Lian duymazlıktan geldi, ve miskin adamı bir kez daha metrelerce havaya fırlatmaya ve düşüşüne izin vermeye hazırdı. Ama Feng Xin gelerek onu tutmuştu, bağırırken kimliklerini gizlemek bile aklına gelmiyordu.
“EKSELANSLARI!!! KENDİNE GEL! ADAMI ÖLDÜRECEKSİN!!!”
Xie Lian’ın gözleri siyah alevlerle yanıyordu. Elini bir kenara itti ve adamı yere bastırdı. Adam ise hareket etmeyi bırakmıştı. Feng Xin hızla fırladı ve tam adamın nefes alıp almadığını kontrol edecekti ki, sokağın sonundan birisinin keskin bir sesle bağırdığını duydu.
“ONLAR! BUNLAR ONLAR!”
Çok kötüyd��! Yong An askerleri gelmişti!
Feng Xin hemen fırladı ama Xie Lian’ın hala durduğunu, sanki dövüşmeye hazırmış gibi Yong An askerlerine ters ters baktığını görünce, geri döndü ve onu çekti.
“Ne diye hala burada duruyorsun? KOŞ!”
İkisi bütün bir yol boyunca saklana gizlene en sonunda kaçabilmiş ve saklandıkları küçük kulübelerine nihayet dönebilmişlerdi. Kapıdan içeriye girdikleri anda kraliçenin gözü önünde Feng Xin bağırmaya başladı.
“NASIL BÖYLE BİR ŞEY YAPABİLDİN??”
Feng Xin eskiden olsa iki Majestelerinin karşısında asla böyle asi bir davranışta bulunmaya cüret edemezdi, ama bunca olay yaşandıktan sonra, artık pek çok şey değişmişti.
Xie Lian kraliçeye döndü. “Odana git.”
“Oğlum, neler…” Kraliçe başladı.
Xie Lian haykırdı. “ODANA GİT!”
Kraliçe daha fazla oylanmaya cesaret edemedi ve odasına geçti. Xie Lian ardından Feng Xin’e döndü.
“Ne yaptım?”
“O adamı öldürecektin!” Dedi Feng Xin öfkeyle.
Xie Lian karşı çıktı. “Ölmedi. Ve, ölse ne olacaktı?”
“…” Feng Xin donakalmıştı. “Ne dedin sen? Ne demek ‘ölse ne olacak’?”
“Sefil herif kendisi kaşındı.” Dedi Xie Lian. “Öyle olunca, ben de kaşıdım. Yanlış mı yaptım?”
Xie Lian’ın kelime seçimleri yüzünden afallayan Feng Xin’in, tekrar konuşabilmesi için uzun bir süre geçmesi gerekmişti. “Sorun… çıkartıyordu evet, ama onu öldürmene gerek yoktu? Biraz tartaklayıp bırakırsın, birkaç aptalca söz söyledi diye ölmeyi hak etmez.”
Xie Lian sözünü kesti. “Elbette eder. Söyleyecek cesareti varsa, bedelini de ödemesi gerekir.”
“…” Feng Xin kulaklarına inanamıyordu. “Nasıl böyle bir şey söylersin?”
“Nasıl yani?” Diye sordu Xie Lian.
“Geçmişte daha önce hiç kimseye ‘sefil’ demedin. Daha önce hiç bu kelimeyi kullanmadın.” Dedi Feng Xin.
“Ne demeye çalışıyorsun?” Dedi Xie Lian. “Sonuçta bir tanrı değilim, ben de sinirlenemez miyim? Nefret edemez miyim?”
Feng Xin allak bullak olmuştu, ardından bir an sonra zorla birkaç kelime edebildi. “Öyle demek istemedim, ama ne olursa olsun, yapmana gerek yoktu…”
Xie Lian daha fazla dinlemek istemiyordu ve onunla konuşmayı bıraktı, kendi odasına geçti ve kapıyı sertçe kapattı.
Kapı kapandığı anda çığlık attı ve kendisini yatağa attı.
Kendisine yalan söylüyordu, başkalarına yalan söylüyordu! Hepsi bir aldatmacaydı!
Ne olursa olsun, hiçbir şey olmamış gibi davranmasına imkan yoktu ve geçmişe dönmesi imkansızdı!!!
O akşam, birisi kapısını çaldı, Xie Lian Feng Xin olduğunu düşündüğü için duymazdan geldi. Bir an sonra, dışarıdan kraliçenin sesi yükseldi.
“Oğlum, benim annen. Annen gelip bir sana baksa olur mu?”
Xie Lian hiç hareket etmeden öylece yatmak istiyordu ama kısa bir an yattıktan sonra, yine de ayağa kalktı ve kapıyı açtı, yorgun bir halde sordu. “Ne var?”
Kraliçe elinde bir tabakla kapıda duruyordu. “Oğlum, henüz bir şey yemedin değil mi?”
Xie Lian onu izledi ve uzunca bir süre direndikten sonra, dilinin ucuna dek gelen ‘hiçbir şey yememiş olsam bile senin yemeğini yemek istemiyorum’ sözlerini zorla yuttu. Ardından kenara çekilerek annesinin içeriye girmesine izin verdi ve kraliçe tabağı masaya bıraktı.
“Bak.”
Xie Lian baktı, o kadar sinirlendi ki gülmek istiyordu. “Bu ne?”
Kraliçe bir hazine sunarmış gibi konuşmaya başladı. “Bu ��Köfte Dalında Muhabbetkuşları’, ve bu da ‘Açan Çiçekler ve Mutlu Dolunay Yahnisi’…”
O ‘Muhabbetkuşları’ ölüme benziyordu ve ‘Mutlu Dolunay’ oyuklarla doluydu. Xie Lian sözünü kesti. “Neden bu şeylere isim veriyorsun?”
“Yemeklerin isimleri olmaz mı?” Dedi Kraliçe.
“Bu saraydaki kraliyet yemekleri için geçerli.” Dedi Xie Lian. “Sıradan insanlar yemeklere isim vermez.”
Saray. Kraliyet yemekleri. Sıradan insanlar. Kraliçe bir an duraksadı, ardından gülümsedi.
“Eh, kimse yemeklere isim vermek için krallara yaraşır şekilde yemem gerektiğimi söylemedi, bu yüzden de bunu sadece bir iyi dilek olarak görebilirsin.”
Ardından yemek çubuklarını ona uzattı. Xie Lian ise, gülümsemedi, çubuklara da dokunmadı.
Kraliçe gülümsedi ve bir süre oturdu, gülümsemesi yavaşça siliniyordu. “Oğlum.”
“Ne.” Xie Lian kabaydı.
“Neden yine Feng Xin’le kavga ediyorsunuz?” Dedi Kraliçe.
Xie Lian açıklama yapmayı hiç istemiyordu, açıklayacak enerjisi de yoktu zaten. “Siz ikiniz sadece odanızda oturup keyfinize bakın. Böyle şeyleri düşünmenize gerek yok.”
Kraliçe bir an tereddüt etti. “Annen bunu muhtemelen söylememesi gerektiğini biliyor, ama, kaybolduğun günler boyunca, Feng Xin hep seni arıyordu…”
“Anne, ne demeye çalışıyorsun?” Diye buyurdu Xie Lian.
Kraliçe hızla konuştu. “Oğlum, kızma, seni suçladığım falan yok. Sahiden yok, senin de zor bir dönemden geçtiğini biliyorum. Tek söylemek istediğim, Feng Xin hep yanımızdaydı, senin yanındaydı, ve bu da kolay bir şey değil. Bugüne dek yanımızda kalmasının nedeninin, öyle istediği için değil de, ikiniz arasındaki geçmiş bağları hala unutmadığı için olduğunu hissedebiliyorum…”
Bu noktaya kadar dinledikten sonra Xie Lian ayağa fırladı. “KİM KOLAY OLDUĞUNU SÖYLEDİ? BENİM İÇİN KOLAY MIYDI SANIYORSUN?? ANNE, LÜTFEN SORU SORMAYI BIRAKABİLİR MİSİN?? ANLAMADIĞIN ŞEYLERE KARIŞMAKTAN VAZGEÇEBİLİR MİSİN ARTIK LÜTFEN???”
Onun kapıdan çıkmak üzere olduğunu görünce, kraliçe paniklemeye başladı ve kalkarak peşinden koştu. “Oğlum, nereye gidiyorsun? Konuşmayacağım, artık annen hiçbir şey söylemeyecek! Geri dön!”
Xie Lian sertçe bildirdi. “Biliyorum! Herkes zorlanıyor, ama merak etme! BEN HERKESİN İŞİNİ KOLAYLAŞTIRACAĞIM!!”
Kraliçe ona yetişemiyordu ve geride kalması hiçte uzun sürmemişti. Xie Lian elinde birkaç çuvalla döndüğü zaman akşam olmuştu. Kapıdan girdiği zaman, henüz kimse yatmaya gitmemiş ve hepsi onu bekliyorlardı, yüzleri kasvetliydi.
Xie Lian elinin tersiyle kapıyı itti ve sorguladı. “Ne var?”
Kral çoktan kraliçeyi azarlamış gibiydi ve kadının gözlerinin kenarları kıpkırmızıydı. Xie Lian’ın döndüğünü görünce rahatlayarak uzun bir nefes verdi ve zorla mutlu bir şekilde gülümsedi.
“Oğlum, geri döndün! Bundan sonra gereksiz yere hiçbir şey söylemeyeceğim, sadece böyle çekip gitme, eğer bir şey söylemek istersen annen seni her zaman dinler…”
Herkes çok korkmuştu. Bir kez daha dönüp giderse, yine iki ay boyunca dönmeyeceğinden korkmuşlardı.
Ancak Xie Lian konuştu. “Abartıyorsunuz, bir yere gittiğim yok. Gidip yatın.”
Kral ve kraliçe odalarına girene dek bekledi ve bir anlık sessizlikten sonra, Feng Xin konuştu. “Nereye gittiğini sorsam bile bana söylemeyeceksin değil mi?”
Xie Lian konuşmadı ve çuvalları yere attı. Yere düşerken çınlama sesleri çıkartmışlardı.
“Onlar ne?” Diye sordu Feng Xin.
Xie Lian çuvalları açtı ve çevirdi, içlerinde neredeyse tüm evi aydınlatacak kadar çok miktarda, altın ve gümüşten eşyalar yuvarlanıyordu.
Feng Xin hemen ayağa fırladı. “Sen… Bunlar nereden çıktı??”
Xie Lian başını kaldırmaya tenezzül etmedi, sadece yerde oturdu ve sayarken cevapladı. “Böyle yapmana gerek yok. Sadece şehirdeki büyük bir evi ziyaret ettim, hepsi bu. Rahatla, hiç kimse görmedi.”
“SEN!...” Feng Xin’in gözleri yerinden fırlayacaktı.
Kral ve kraliçenin yan odada olduğunu hatırlayınca sesini alçalttı. “Sen çaldın mı?!”
“Bana öyle bakmana gerek yok.” Dedi Xie Lian. “Herkes zor bir dönemden geçiyor. Böylece işimiz kolaylaşıyor.”
“Yine de çalmaman gerekmez miydi??” Feng Xin haykırdı. “Gösteri yapabiliriz!”
“Ve sokaklarda kendimizi paralayarak yaptığımız gösterilerden ne kadar kazanıyoruz?” Diye sordu Xie Lian.
Feng Xin birkaç adım tökezleyerek geriledi ve Xie Lian hayatında ilk kez onu bayılacakmış gibi görüyordu.
Feng Xin en sonunda kendisini toparlamıştı, yanlış duymadığından emin olmuştu ve mırıldandı. “Sana ne oldu böyle?”
Xie Lian başını kaldırdı ve sordu. “Ne anlamda?”
Feng Xin deliriyordu. “Sana ders vermek istemiyorum, ama şu haline bir bak, ne hale geldiğine! Sana hırsızlık meselesini açmayacağıma dair söz verdim, ama işler nasıl daha da kötüleşebildi??”
Xie Lian homurdandı. “Biliyordum.”
“Neyi?” Diye sordu Feng Xin.
Xie Lian ayağa kalktı. “Hırsızlık meselesini kafandan atmadığını biliyordum. Bana sormak istedin ama cesaret edemedin değil mi? Kafanda binlerce senaryo kurdun değil mi? Artık düşünme. Sana anlatacağım.”
Adın adım, Feng Xin’e baskı yapıyordu. “Doğru. Soydum.”
Feng Xin bir adım geriledi. “Sen…” Ardından ileriye çıktı ve sessiz bir öfkeyle konuştu. “O zaman neden bunca zaman çile çektik? Böyle şeyler yapmaya hazırdıysan, çoktan yapabilirdin, neden bugüne dek süründük?? Neyden vazgeçtiğinin farkında mısın?? Hala eski Prens Hazretleriyle aynı kişi misin??”
“Evet sahi, neden bugüne dek çile çektik?” Dedi Xie Lian.
Feng Xin şaşkına döndü ve Xie Lian devam etti. “Eski halime ne olmuş? Küfür yediği halde karşılık vermez? Dayak yediği halde kavga etmez? Her zaman yeteneklerini abartır? Sıradan insanları kurtarmak ister? Bunlar ne? Aptallık değil mi? Aptallığın daha iyi olduğunu mu düşünüyorsun? Şu anda olmam gereken kişi o mu sence? Eğer o olmazsam, şok mu olursun?”
Feng Xin dondu. “Delirdin mi sen? Neden böyle şeyler söylüyorsun?”
“Yanılıyorsun. Delirmedim.” Dedi Xie Lian. “Sadece birden uyandım. Ardından, aslında deli olanın eski halim olduğunu fark ettim.”
“…” Feng Xin mırıldandı. “Neden böylesin? Nasıl bu hale geldin? Ben, ben sahiden bilmiyorum, ben, o zaman neden bunca zaman senin peşinden geldim…”
“O zaman artık gelme.” Dedi Xie Lian.
Feng Xin söylediklerini kavrayamıyordu. “Ne?”
“Dedim ki, artık peşimden gelme.” Xie Lian tekrar etti.
Ardından kapıyı çarptı.
Dört saat sonra, kapının dışından en sonunda gıcırtı sesleri ve kısık konuşmalar gelmeye başlamıştı.
Görünüşe göre Feng Xin anne ve babasına veda ediyordu. Feng Xin’in sesi son derece kısıktı, kraliçe hıçkırarak ağlıyordu ve kral pek bir şey söylememişti, ama sürekli öksürüyordu. Bir an sonra, kapı açıldı ve ardından tekrar kapandı, Feng Xin’in sesi kayboldu, adım sesleri gittikçe uzaklaşıyordu.
Feng Xin gitmişti.
Xie Lian hala odasındaydı, duygusuz ve ifadesizdi, bir an sonra gözlerini kapattı.
En sonunda gitmişti.
Mu Qing gittiğinden beri Xie Lian hep bundan korkmuştu: bir gün, Feng Xin’in de gideceğinden.
Çok korktuğu için de, bugün, Xie Lian daha fazla korkunun işkencesi altında yaşamaya daha fazla dayanamamıştı.
Uzayıp gitmesi yerine, bilenen bir bıçak gibi yavaşça nezaket ve dostluklarından geriye hiçbir şey kalmayana, her ikisi de birbirlerini görmekten dahi nefret edene ve kin tutana dek öğütülmesi yerine, erken patlak vermesi daha iyiydi.
Feng Xin gitmeden önce, korkuyordu. Şimdi Feng Xin gitmişti ve artık korku yoktu.
Ama her ne kadar korkmasa da, şimdi daha derin bir ıstırap içindeydi.
Normalde, Xie Lian’ın kalbinde çok ama çok küçük de olsa bir umut vardı. Yapmaması gereken şeyleri yaptığını itiraf etse de, en berbat benliğine bürünse de, yine de Feng Xin’in kalacağını ummuştu. Sonuçta, on dört yaşına girdiği gün, Feng Xin onun muhafızı olarak seçildiğinden beri, ikisi birbirlerinin yanından hiç ayrılmamışlardı. Efendi ve hizmetkar olsalar da, daha çok iki dosttular. Veliaht Prens olan kendisi hariç, Feng Xin başka hiç kimseyi umursamazdı. Belki, kral ve kraliçe dışında.
Ama Feng Xin sahiden gitmişti.
Xie Lian böyle biteceğini tahmin ediyordu zaten, ama aynı zamanda da bu sona tahammül edemiyordu, ve bir an daha fazla dayanamadı.
Tam bu sırada, sessiz odanın dışından kraliçenin sesi yükseldi. “Oğlum, çok üzgünüm.”
“…”
Xie Lian yatağından kalktı ve kapıyı açtı, dışarıya çıktı ve yorgun bir şekilde konuştu. “Sizi hiç ilgilendirmez.”
Kral ve kraliçe eski, gıcırdayan koltukta oturuyorlardı. Kraliçe konuştu. “Annen ve baban olarak sana yük olduk ve bizim iyiliğimiz için kötü şeyler yaptın, üstelik Feng Xin ile kavga etmenize bile neden oldu.”
Xie Lian zorla gülümsedi. “Ne kötü şeyleri? Masallar ve efsaneler, zenginden çalıp fakir yardım eden hikayelerle dolu değil midir? Feng Xin gittiyse gitti, aslında bu iyi bir şey. Onun gidişiyle artık daha rahat olacağız. Her açıdan. Siz sadece iyileşmeye odaklanın. Yarın gidip ilaç alabiliriz.”
Ancak kral ona ters ters baktı. “O parayı kullanmayacağım.”
Kraliçe sessizce onu dirseğiyle dürttü.
Xie Lian buyurdu. “O zaman ne istiyorsun?”
Kral birkaç kez öksürdü. “Sen… Feng Xin’in peşinden git ve onu geri getir. Böyle bir parayı istemiyorum.”
Her ne kadar kraliçe onu dürtmüş olsa da, aslında hemfikirdi. “Evet, neden Feng Xin’in peşinden gitmiyorsun? O senin en sadık hizmetkarın ve yakın dostun…”
“Artık sadık hizmetkarlar yok.” Dedi Xie Lian. “Para var olduğuna göre, kullanın gitsin, soru sormayın. Size söyledim, anlamadığınız şeyler var.”
Uzun bir sessizliğin ardından, nihayetinde, kraliçe konuştu. “Çok üzgünüm oğlum. Annen ve baban görüyor, tek başına çabaladığının farkındayız. Ama annen ve baban sadece birer ölümlü, sana hiç yardım edemiyoruz ve sana muhtacız.”
Xie Lian’ın artık konuşacak enerjisi kalmamıştı ve onları boş sözlerle yatıştırdıktan sonra odalarına gönderdi. Zihnini boşaltmak için ise, Xie Lian sargılarını çözdü ve tüm kıyafetlerini çıkarttı, öylesine bir banyo yaptı, ardından dalıp gitti.
O kadar derin uyumuştu ki, ertesi gün uyandığı zaman ağırlaşmış gözleriyle merak etti. “Feng Xin neden beni uyandırmadı?”
Ancak uzun bir süre geçtikten sonra Feng Xin’in gittiğini hatırlamıştı.
Xie Lian döndü ve ayağa kalktı, sersemlemiş bir halde başka bir şeyi daha hatırladı.
Feng Xin gitmiş olsa bile, peki ya annesiyle babası? Nasıl annesi veya babası onu uyandırmaya gelmemişlerdi?
Normalde bu zamanlarda, kralın öksürdüğünü duyardı. O ses hiç dinmezdi, o zaman neden bugün sessizdi?
Bir nedenle, Xie Lian aniden gergin hissetmeye başladı. Giysileri giydi ve yataktan çıktı, ipek sargısını aradı ama bulamadı, ardından kapıyı açarak diğer odaya geçti.
“Anne, beyaz sargıyı…”
Kapıyı açtığı anda, gözbebekleri iki küçük nokta olana dek küçülmüştü.
Beyaz ipek sargısını bulmuştu.
Beyaz ipek sargı kirişten sallanıyordu ve aynı zamanda da ona bağlı iki hareketsiz şekil vardı, bedenleri uzun zaman önce katılaşmıştı.
Annesi ve babasıydı.
Xie Lian belki de hala rüyadayımdır diye düşünüyordu ve sallandı, dengesini korumak için duvara uzandı. Ama o kadar çok sallanıyordu ki tutunamamıştı, duvarın kenarından kayarak yere düşmüştü.
Yerde oturdu, elleriyle yüzünü kapattı ve aniden başlayan nefes darlığı yüzünden boğulacakmış gibi hissetti. Ağladı ve güldü, güldü ve ağladı.
“Ben, ben, ben, ben…”
Hiç kimseye kekeledi ve mırıldandı, ardından ekledi. “Ben istemedim, hayır, ben, bekle, yapamazsınız, ben…”
En sonunda, tek bir cümle dahi kuramadan, döndü ve çığlık attı, kafasını tekrar tekrar duvara vuruyordu.
Tahmin etmesi gerekirdi. Babası muhafazakar ve geleneksel bir kraldı, ve annesi, sevdiklerinin acı çekmesine dayanamayan bir anneydi, özellikle de onun iyiliği içinse. Her ikisi de saygınlıkla büyümüş soylulardı; asıl bu zamana kadar kendilerini asmamaları bir mucizeydi.
Xie Lian yüzlerce kez başını duvara vurdu ve mırıldandı. “Feng Xin, babam, annem, hepsi gittiler.”
Duyan yoktu.
Ancak o zaman ailesinin cesetlerini aşağıya indirmesi gerektiğini fark etti. Onları indirdikten sonra, Xie Lian yapacak başka hiçbir şeyi kalmamış gibi evde dolaşmaya başladı. Masanın üzerinde artık buz gibi olmuş berbat görünümlü yemeklerle dolu birkaç tabak olduğunu gördü. Önceki gece tek lokma yemeyerek kraliçeye geri götürttüğü yemeklerdi bunlar. Şimdi ise, dalgın bir şekilde onları kendine çekti ve hepsini yedi, tek bir damla bırakmaya cüret edemiyordu, bir pirinç parçasını atlayacağından korkuyordu. Yedikten sonra kusmaya başladı.
Aniden Xie Lian beyaz ipek sargıyı aldı ve kirişe attı, ardından düğümü kendi boğazına geçirdi.
Boğulma hissi dalga dalga saldırdı, ama yine de zihni açıktı. Gözlerinin kanla dolduğu, omurlarının çatladığı zaman bile, bilincini korudu. Ardından, nedense, orada asılıyken, beyaz ipek sargı kendi kendine gevşedi. Xie Lian yere sertçe düştü ve sersem bir halde, beyaz ipek sargının hiç rüzgar olmamasına rağmen kendi kendine hareket etmeye başladığını fark etti. Zehirli bir yılanmışçasına kıvranmaya başlamıştı.
Bu şeyin artık kendisine ait bir ruhu vardı!
Ona verilen ruhani güçler, Xie Lian’ın kanına bulanması ve bir de iki soyluyu asmasıyla – eğer Xie Lian ölebilseydi üç olacaktı –böyle bir beyaz ipek sargı, taşıdığı onca yoğun kin ve şer ile, eğer bir ruha dönüşmese daha tuhaf olurdu.
Daha bu dünyaya yeni gelen küçük ruh, nasıl çaresiz bir durumdan doğduğunu hiç bilmiyordu ve neşeyle ona can veren kişiye doğru süzüldü, sanki samimi bir karşılama umar gibiydi. Ancak, Xie Lian fark edecek durumda değildi. Başını ellerinin arasına aldı ve bağırmaya başladı.
“LÜTFEN!!! BİRİSİ BENİ ÖLDÜRSÜN!!!”
Birisinin o anda gelip canını alması ve bu sonsuz acı ile işkenceden kurtulmasına yardım etmesi için dua edebilirdi sadece!
Tam bu sırada, uzaklardan, çan ve davul gürlemeleri yükseldi. Xie Lian hızla bir nefes aldı, kan çanağına dönmüş gözleriyle merak etti, Kim? Neler oluyor?
Bir tür güç onu ayağa kalkmaya zorladı ve bakmak üzere tökezleyerek dışarıya çıktı. Uzun bir süre yürüdükten sonra sesin yeni inşa edilmiş Kraliyet Sarayını kutlamak için olduğunu fark etti, Yong An yeni bir krallık olarak kurulduktan sonra başkent taşınmıştı.
Cennet bile kutluyordu! Bir zamanlar Xian Le’nin halkından olanların hepsi şimdi Yong An’ı alkışlıyorlardı. Ana caddedeki herkesin yüzünde güller açıyordu; çok tanıdıktı. Xie Lian hatırladı. Xian Le’nin başkentinde, ShangYuan İlahi Geçit Törenindeki insanlar da böyle sevinçliydiler.
Xie Lian geri çekildi ve umursamazca yere oturdu.
Neden Xian Le’nin kral ve kraliçesinin cesetleri ayaklarının dibinde yatarken, ‘Yong An insanları’nın kahkaha ve kutlamalarına şahit olmak zorundaydı?
Xie Lian yüzünü ellerine gömdü, ağladı ve güldü.
Bir an sonra, kıkırdadı. “Bu kadar kolay kurtulamayacaksınız.”
Bir ses zihninde şekillendi: İnsan Yüzü Salgını, kızgınlıkları… İnsan Yüzü Hastalığı yaratmanın yolu…
Yabani bir ışık gözlerinde çaktı ve aniden sesini yükseltti. “Hiçbirinizin bu kadar kolay kurtulmasına izin vermeyeceğim.”
Yüz ifadesi ağlıyor gibiydi ama gülüyordu, sanki neşe ve keder birbirine karışmıştı, ve duvarın kenarından yavaşta doğrularak ayağa kalktı.
“Yong An, Sonsuz Barış mı? Çok beklersiniz. Sonsuza dek beklersiniz! Ben… hepinizi lanetliyorum. HEPİNİZİ LANETLİYORUM!!! HEPİNİZİN ÖLMENİZİ, GEBERMENİZİ İSTİYORUM!! HAHA, HAHA, HAHAHAHAHAHAHAHA!!!” *ÇN: Yong An, ‘sonsuz barış’ demek imiş.
Kahkahalar attı ve fırtına gibi fırladı. Aynanın önünden geçerken, aniden duraksadı ve başını hızla çevirdi.
Aynanın içindeki hali tümüyle değişmişti.
Artık giydiği şey, yıkanmaktan yıpranmış beyaz cübbesi değildi, onun yerine geniş kol yenleriyle kar beyazı bir gömü kıyafetiydi. Yüzü artık kendi yüzü değildi, yarı-ağlayan, yarı-gülen, ağlayan-gülen maskeydi!
Eğer önceki Xie Lian olsa, kendisini aynada bu şekilde görünce dehşet içinde çığlık atardı. Ancak, şu anda hiç korkmuyordu. Sanki hiçbir şey görmemiş gibi manyakça kahkaha attı ve kapıyı kırdı, tökezleyerek dışarıya fırladı.
Xian Le’nin eski kraliyet kenti artık mahvolmuş bir enkaz alanıydı sadece.
Enkazın yakınlarında, mucizevi bir şekilde ayakta kalmış birkaç ev de vardı ve gidecek başka hiçbir yeri olmayan insanlar. İnsan Yüzü Hastalığı çıkıp, kraliyet kenti düştüğünden beri, bir zamanların görkemli kentinde sık sık ürpertici rüzgarlar esiyor, insanın kemiklerini donduruyordu. Bugün de görünüşe göre özellikle soğuktu. Sokakta duran az sayıdaki dilenciler de kaybolmuştu, kaçarken gökyüzünü izliyorlardı. İnsanların hepsi uğursuz bir şey olacağını fark etmiş gibiydi, en iyisi sokaklarda oyalanmamaları olacaktı.
Kırık kent kapılarının önünde savaş alanı vardı. Normalde oraya gitmeye cüret eden çok kişi olmazdı. Ama şu anda, yaşlı bir efsuncu, koşturuyor, zıplıyor ve kaçan birkaç avare ruhu yakalıyordu, yakaladığı gibi de fenerlere bağlamak üzere torbaya koyuyordu. Koştururken, aniden savaş alanının kenarında, tuhaf beyaz giysili bir şeklin belirdiğini fark etti.
Sahiden tuhaf, sahiden çok garipti. Gömü giysileri giymişti, beyaz cübbe, geniş kol yenliydi ve koluna bağlanmış beyaz ipek bir sargı vardı, sargı canlıymışçasına rüzgarda uçuşuyordu. Yüzünde korkunç derecede beyaz bir maske vardı, yarısı ağlıyor, yarısı gülüyordu.
Yaşlı efsuncu tir tir titredi, ve daha neden kaçtığını bilemeden, bacakları çoktan onu savaş alanının dışına taşımıştı bile. Paniği ve dehşeti henüz silinmeden, döndü ve arkasına baktı.
Beyaz giysili adam tek kelime etmemişti ve savaş alanında yürüyordu. Etrafını ürpertici bir rüzgar sarmıştı ve her adımında savaşta ölenlerin kemiklerine basıyordu.
Bu topraklarda sayısız ölünün ruhu mücadele ediyor ve ağlıyordu; havanın kendisi bile kinle doluydu.
Beyaz cübbeli adam soğuk bir şekilde sordu. “Nefret ediyor musunuz?”
Ölü ruhlar inledi ve ağladı. Beyaz cübbeli adam birkaç adım daha attı.
“Korumaya ant içtiğiniz ve uğrunda öldüğünüz insanlar, artık yeni bir krallığın halkı oldu. Nefret ediyor musunuz?”
Artık ölü ruhların haykırışlarının arasına karışan çığlıklar da vardı.
Beyaz cübbeli adam yavaşça konuştu. “Siz savaşta ölenleri unuttular, fedakarlıklarınızı unuttular ve sizin hayatınızı çalanları alkışlıyorlar. Nefret ediyor musunuz?”
Çığlıkların arasında ulumalar ve kükremeler vardı.
Beyaz cübbeli adam sertçe seslendi. “Çığlıklarınız ne işi yarar? Bana cevap verin, NEFRET EDİYOR MUSUNUZ??”
Bütün savaş meydanı, sayısız kinli ve ıstırap içindeki sesin yankısıyla doldu.
“NEFRET EDİYORUM…”
“NEFRET EDİYORUM…”
“ÖLÜM… HEPSİNİ ÖLDÜRMEK İSTİYORUM!!!”
Beyaz cübbeli adam kollarını onlara doğru açtı ve her iki eliyle uzandı. “Benim yanıma gelin.”
Her bir kelimeyi vurguladı. “Söz veriyorum, Yong An insanları asla huzuru bilmeyecek!”
Çığlıklar, ulumalar, kükremeler, haykırışlar dünyayı sarstı ve cenneti salladı. Xian Le askerlerinin ölü ruhları, İnsan Yüzü Hastalığından ölen merhumlarla karışarak cevap verdi. Ve, siyah sisle kaplanmış gökyüzünde şekillendiler!
Uzaklardan hepsine şahit olan yaşlı efsuncu dehşete düşmüştü. “Bu… Bu…!!!”
Bir anda, zihninde sadece üç kelime belirdi.
Beyazlara Bürünmüş Musibet!
Tam bu sırada beyaz giysili adam, arkasından genç bir adamın sesini duydu.
“Ekselansları…”
Arkasını döndü. Kim bilir ne zamandan beri, siyah cübbeli bir genç arkasında duruyordu. Sonra önünde eğilmişti, tek dizi yerdeydi.
Çevirmen: Nynaeve
155 notes
·
View notes
Text
Arzu,Kibrit ve Ates
Yaklaşık 10 dakikadır dışarıda yağan yağmuru seyrediyorum.Düşünmeden edemedim, bütün okuduğumuz kitaplarda, sosyal medyada veyahut herhangi bir sanat mecrasında yağmurun sesini dinlemenin huzurundan bahsedilir. Buna karşı çıkacak değilim lakin bu 10 dakikaya kadar sanki hayatımda hiç yağmur sesi dinlememiş hissine kapıldım. Yağmuru severim,saçlarıma hissetirdiği her damlayı da, sırılsıklam olduğumda ise yüzümden pıt pıt akarak bütün yüzümü turlamasın da . Rağmuru verdiği ıslaklık hissini umursamamda, ailem çekiyormuş umursamazlığımda. Komik aslında tek isteğim zamanın içinde küçük bir mutluluk balonuna sahip olmak. Son zamanlarda tuhaf birşekilde önüme çıkan bir kelime var, Hedonizm kısaca analatmak gerekirse hayatta size yalnızca haz veren şeyler yapmanız gerektiğini savunan bir düşünce yapısı var. Bunu kendi tarafıma çevirdim ve arzu kelimesini bu 10 dakika içerisinde düşündüm.Yağmur sesinin her mecrada önemi gözlerimin önüne geldi, entellektüelliğe adım olarak kitap paylaşımlarında kahvenin yanı sıra yağmur sesini dinlemek kaçınılmazdır. ya da romantik dizi veya filimlerde hep itiraf sahnelirnde yağmur büyük bir rol oynar ve ambiyans hazırlar.Ama kaçımız böyle bir ana sahip olmuştur, kendim için söyleyeim bir kere, yalnız benim sahnemde itiraf,aşk gibi şeyler biraz arka planda kalıyor çünkü bir kaç dakika bol rüzgarlı ve sağnak yağmurun acısı 3-4 gün hasta yatarak çıkıyor. O günü hala anlamlandıramam dediğim gibi yağmurun altında yürümek benim hobim.Her neyse buradan bağlamak istediğim nokta tam olarak şu belki de bize her söylenilen şeye o kadar alışmışızdır ki bazı şeyleri hiç deneme fırsatımız olmamıştır.Durup yağmur sesin dinlemenin yanı sıra ateşle oynamak ya da aklıma dahi gelmeyen toplum kuralları gibi. Özgürlükçü yapımdan da kaynaklanabilir lakin başka birsine zarar verilmediği sürece insanın her ne yapmak istiyorsa yapabileceiğini düşürüm ve herşeyi deneyimlemek isterim, dokunmak, hissetmek.Küçüklüğümden beri ateş beni büyülemiştir. Kibrit koleksiyonu yapmayı denemiş ama içindekileri bir seferde yakıp elim yanıncaya kadar sönmesini izlememden kaynaklı olacak ki hiç bir zaman böyle bir koleksyona sahip olamadım.Gücün belirtisidir benim için ateş doğada bulunan diğer elemntlere benzemez.Ki bunlara neden elemnt dendiğini de çözebilmiş değilim çünkü saf bir maddeden oluşmuyrolar mesela su doğada bulunan 4 elementten biridir ama oksijen ve hidrojenden atomlarından oluşur.Diğer elemntelere benzemz çünkü ateşin var olması için bazı koşullar gereklidir.Ateşin keşfi diye adrandırılan bir başlık tarih kitap sayflarında yer alır.Onu bulmak,keşfetmek gerekmiştir kısaca. Benim için ateş arzu ve tutkuların bir numarlı kullanılan kelimesidir. Arzular ise kelime olarak bana o gün yapmak istediğim birşeyi çağrıştıryor.Anksiyeteyle başa çıkmaya da birebir olduğunu söylebilirim.Hatta küçük bir taktik sizde de böyle kendiniz berbat hissetirecek bir etkisi varsa kendinize bugün güvende olduğunuzu hatırlatın.Geçmişi ve geleceği siktir edin yalnızca bu an var ve şu an siz güvendesiniz hiçbir problem yok.Olacak olayları pek âla gelecekti siz düşünebilirsiniz.Eğer yarın olacak bir toplantı, sunum veya sınavınız var ise şu anki huzurnuzun o ana da yansımasını istiyorsnınız küçük küçük bir şeyler yapmaya başlayabilirsiniz.Hele eğer yarın kadar yakın bir zaman da değil ise kıçınızı kaşıyın çünkü hala herşeyi düzeltme veya geliştirme şansınız var demektir. Arzular ve istekler önemlidir koskoca 24 saat içinde yalnızca 10 dakika bile mutlu olmaya değecek bir aktivite sizi intihar gibi (biraz sert oldu) birşeyden bile vazgeçirmeye yetebilir tecrübeyle sabit.İşte bu 10 dakikalık yağmur dinleme maceramın sonu.
5 notes
·
View notes
Text
Bioların Dar Dehlizlerinde İçi Daralanlar
– Nedir bu bio muhabbeti?
– Sen anlamazsın. İşine bak sen.
– Yahu neyini anlamayacakmışım, neyi rahat bırakacakmışım. İnsan ister istemez gördükçe darlanıyor. Birisi yazmış instagram biosuna “Fotoğraf depolamak içindir, lütfen istek atmayınız.”
– Eee ne olmuş yani, hem sana ne ki bundan?
– Doğru söylüyorsun, bana ne olması lazım, lakin olmuyor işte, duramıyorum, kendimi durduramıyorum. Damlatan musluğun her pıt pıt edişi zamanla insanın zihninde beton etkisi yapar ya, bu da öyle işte. Düşündükçe düşünüyorum, kısır döngüden bir türlü çıkamıyorum.
– Seni neden bu kadar darlandırıyor bu biolar?
– Bi onlar çok takılıyor kafama. Mesela bir başkası ne yazmış bak: “İstekler takip amaçlıdır. DM X.”
– Bu ne demek oluyor?
– Şu demek oluyor: Ben size istek yolluyorsam bu, sizin kara kaşınız, kara gözünüz için değil. Bir zahmet siz de beni takip ediverin. Ayrıca direkt mesaj atmayın. İşim gücüm var, sizinle uğraşamam, takibinizi yapın ve uzak durun, demek oluyor.
– Bir cümlede ne çok mana saklıymış meğer? Bunlar şair-yazar takımından olmasın sakın?
– Çıkıyor işte. Hatta bunlarla yetinmiyorum, çok daha fazlasını da çıkarıyorum. Bak şimdi, şu yazılana bir dikkat kesil, kulak kabart: “Velhasılı kelam; çay demini, insan edebini kaybetmemeli…”
– Buradan ne çıkardın bakalım?
– Önce tebessüm ettim. Sonra sözün derinine indim ve demini yitirenlerle edebini kaybedenlerle öyle haşır neşir olmuşsun ki bu durum, içinde kocaman bir yara açmış ve kapanmak nedir bilmemiş. Öyle ki bu durumu bir sosyal medya platformunda, biyografi kısmına kazımışsın. Vah vah vah. Vah ki ne vah. Neler çektirmişler, ne acılar yaşatmışlar sana böyle, diye düşündüm.
– Belki hayal ürünüdür bu cümleler. İnsanlar, hoşuna giden cümleleri cımbızla çekip istedikleri yere itinayla iliştiremezler mi?
– Elbette isteyen istediğini yapabilir. Şu an benim de yaptığım gibi. Onlar o cümleleri alıp canlarının estiği şekilde iliştirirlerse ben de böyle analizini yaparım. Bu, en tabiî hakkım.
– Peki, tamam yap. Nasıl mutlu oluyorsan öyle yap. Ne diyeyim?
– Bir şey deme bana. Çünkü ben de artık bir şey demek istemiyorum kimseye. O kadar çok insan ve o kadar çok tuhaf biolar var ki işin içinden çıkılacak gibi değil. Kimi sadece memleket yazmış, kimi sadece bir emoji koymuş, kimi de tarih atmış… Çeşit çeşit insanlar… Baksan hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz lakin onların her biri kendi içinde ayrı âlemde… Bazıları da öyle yazmışlar ki okuyunca donup kalıyorsun. Bak bir tane daha: “Nasihat istersen, ölüm yeter.” Böyle biolara bir şey denmiyor hani. Haklılığını biliyorsun ve susup kalıyorsun, düşüncelere gark oluyorsun.
– Ee demek ki arada sırada seni düşündüren, gülümseten biolar da olabiliyormuş. Bu kadar sıkıntı etmeni gerektirecek bir durum yok öyleyse?
– Hayır, elbette var. Ben yeter ki gülümsemeyeyim. Çünkü bir defa gülümseyebilmek için bin defa garip duygu girdaplarına düşüyorum. Bio filan görmek istemiyorum.
– Olur, söylerim. Ben doktorum ya hani, reçetelerine yazarım…
Hakan Altunyurt(İnsan ve Hayat Dergisi’nden)
#ehlikalem#postlarım#insan ve hayat dergisi#insan ve hayat#yedikıta#fazilet takvimi#bio#biyografi#biography#yazı#medya#makale#dergi#dergi yazıları#alıntı
9 notes
·
View notes
Text
Evde herkesin bir odaya kapanıp iş yapmasını fırsat bilip salondaki orta sehpaya yerleştim. Bağdaş kurarak çalışmanın keyfi başka.
Bu yıl ramazanda gerçekten iyi bir şeyler katmak istiyorum kendime. Bugün bu amaçla oturup bir gazla 4 sayfalık liste yapmışım. Bu nasıl bir maymun iştah yarabbim.
Her sene bahar yorgunluğundan ne denli muzdarip olduğumu yazarım hep. Yine öyle oldu. Sanki ben çiçek açan elma ağacıyım, bu ne yorgunluk.
Harika şarkılar keşfediyorum bu ara. Nasıl yazıyorsunuz böyle şeyleri acaba? Bazen şarkıyı dinledikten sonra bu neden benim aklıma gelmedi diye üzülüyorum. Ben en son pembe topuma ve safinaz bebeğime şiir yazmıştım. Çocukluğun dibine vurduğum günler.
Bu gece saat tam 02.10′da 23 nisan fotoğraflarımı bulmak için bir anda içime doğan istekle tüm çocukluk fotoğraflarıma bakmış bulundum. Aynı anda bir taraftan Pinhani’den aşk bir mevsim dinliyorum. Sonra pıt bir damla gözyaşı düştü. Sonra bir daha, bir daha. Fotoğraflara bakarken bir anda yastığa gömülüp ağlarken buldum kendimi. Böyle şeyler için ağlanmaz mutlufil.
Mezun olmama bir ay kalmışken ben staj raporlarını son gün yazma özelliğimi henüz bırakamadım. Yok bu hiçbir şekilde değişmiyor. Saat 21.38 Bir bardak filtre kahve bitmek üzere. Güzel şarkılarımı dinleyerek etkinlik yazmaya ve hayal kurmaya devam edeceğim.
23.04.2020
64 notes
·
View notes
Text
Şaka maka ne kadar ağlayıp zırlasamda(aslında sadece burada yapabiliyorum bunu) deli gibi yaşama sevincim ve umudum var içten içe.
Sadece, ne bileyim tripli hâl genetiğime işlemiş gibi? hahasfds
inanın şuraya yazana kadar, içimdeki şeyleri aktarabileceğim birisi olsa hiçbir böyle olmazdı.
Yıllardır aynı tantana. Biraz kaşarlandım, alıştım ama geçmiyor. Daha doyumsuz oluyorum herşeye karşı. Bir şey söylediğimde aldığım reaksiyonlar yetmiyor.
Ağlayıp zırlamam da bi boka yaramıyor ondan susuyorum. Epeydir buraya bir şeyler yazmıyordum zaten bu dönem yine başladım. Boşluğa düşmekten diyelim.
Alerjim çok fena azdı misal şu ara. Yani ben bunu hayatımda herhangi birine desem nolacak, ne tepki alacağım en fazla. Ya da başkası ne tepki alırdı, hiç sikimde değil aslında.
Nolursa olsun yetmiyor, yetmiyor. E susuyorum ben de, napayım.
Yani yıllardan beri o kadar alıştım ki "ya insanların da kendine dair işleri var, kendi hayatları var. her zaman olmaz ilgi " cart curt
İlgi hiç olmuyor.
Yani gerek denk geldiğimiz dönem gerek coğrafi şeyler çoğumuzun hayatı bok gibi. Gerçek anlamda tam olarak iyi olan kişi sayısının çok az olduğunu düşünüyorum.
Ama içten içe umrumda değil, banane. Ben başkasının mutluluğunu kıskanmıyorsam, başkası benimle aynı halde diye niye avunayım ya.
Ben bu işleyişi kaldıramıyorum. Armut piş ağzıma düş durumu da istemiyorum. Ben ne veriyorsam ona denk bir şey istiyorum sadece.
Zihnen ve manevi şekilde koluma giren kişiler olsun istiyorum, yürüyelim beraber.
Ama yok, kalmamış elimizde onu görüyoruz.
Ya ben çok güçsüzüm cidden, bilmiyorum. Ya da herkes benim gibi kötü ama kendi taktiklerini geliştirmişler öyle direniyorlar. hangisinin olduğunu bilmiyorum ve umurumda da değil artık.
Düşünmek istemiyorum.
Bitsin istiyorum bazen, uyanmayayım nolacak yani. Pıt bitti gitti.
Ama sanki üzerime şelaleyle yağıyormuş gibi, bu dünya hayatı ve nimetlerine kuduruk şekilde bağlıyım, doyamıyorum. Azrail uykumda gelse, "hop hemşehrim, bi çay iç soluklan" diyip zehir falan koymaya kalkarım çayın içine.
Nasıl anlatabilirim bilmiyorum cidden ama beynim durmuyor. Çevre durmuyor yerinde, insanlar durmuyor. Hep bir gürültü, hep bir uğultu. Sürekli yeni bir şey girmeye çalışıyor beynime. Girme istemiyorum, içeridekileri kovmaya çalışıyorum hadi siktir git işine kardeşim ya diyemiyorum. Diyebilsem keşke.
Bu alerjinin de allah belasını versin, nefes alamıyorum. Yeterince boğulmuyorum gibi. Hapşırmalarımla elektrik üretsek cidden nükleer enerjiyle kapışacak hale geliyorum.
Uyumak da istiyorum. Ama güzel bir uyku. Yarının dertlerini veya güzelliklerini düşünmeden, yarın yokmuş gibi uyuyabilmek istiyorum.
2 notes
·
View notes