#Dolu Ülke
Explore tagged Tumblr posts
Text
muz "cumhuriyeti"nde evrim ağacı'nın buyrun benim videosu altında kötü yorum var diye şaşırıyorum amk
0 notes
Text
TİCKETBİX - MEGA+ (2)
Futbol, Türkiye’de sadece bir spor değil, aynı zamanda bir tutku ve yaşam tarzıdır. Özellikle Galatasaray ve Fenerbahçe arasındaki derbiler, heyecanı ve rekabeti ile tüm ülke gündemini sarar. Gs Fb maç biletleri almak, taraftarlar için büyük bir heyecan kaynağıdır; bu yazımızda, her iki takımın maç biletleri hakkında bilmeniz gerekenleri ele alacağız. Ayrıca, bu büyük derbide yer almak isteyenler için derbi biletlerine ve Şampiyonlar Ligi biletlerine dair kritik bilgileri paylaşacağız.
Gs Fb Maç Biletleri
Gs Fb maç biletleri, Türkiye'nin en büyük futbol karşılaşmalarından biridir. Bu nedenle, Gs Fb maç biletleri her zaman büyük bir talep görmektedir. Taraftarlar, bu heyecan dolu karşılaşmaları canlı olarak izlemek için her zaman bilet arayışında olmaktadır.
Maç günleri yaklaşırken, bilet fiyatları genellikle artış gösterir. Özellikle bu derbilerin oynandığı stadyumlar, yani Türk Telekom Stadyumu ve Kadıköy'deki Ülker Stadyumu, dolup taşmaktadır. Biletlerin yükselen fiyatları nedeniyle birçok kişi, özellikle öğrenci ve genç taraftarlar, bu maçlara seyahat edebilmek için alternatif yollar aramaktadır.
Bilet satışları genellikle online olarak yapılmaktadır. Bu nedenle, bilet almak isteyenlerin öncelikle resmi kulüp web sitelerini ve güvenilir bilet satış platformlarını takip etmesi önemlidir. Bilet bulma sıkıntısı yaşamamak için erkenden hare
Fb Gs Maç Biletleri
Futbol tutkunları için Fb Gs maç biletleri, her zaman büyük bir heyecan kaynağıdır. Bu derbi karşılaşmaları, sadece iki takımın mücadelesi değil, aynı zamanda taraftarlar arasında yaşanan rekabetin de ön planda olduğu anlar sunar. İki büyük kulübün maçları, stadyumda yaşanan coşkuyla birleşerek unutulmaz anlara ev sahipliği yapar.
Bu tür karşılaşmalar için maç biletleri genellikle sınırlı sayıda olduğundan, taraftarların biletleri almak için hızlı davranması gerekir. Biletler, genellikle kulüplerin resmi web sitelerinde veya güvenilir bilet satış platformlarında satışa sunulmaktadır. Bilet fiyatları ise maçın önemine ve talebe bağlı olarak değişiklik göstermektedir.
Derbi atmosferini yaşayabilmek için Fb Gs maç biletleri almak isteyenlerin, bulundukları şehirdeki satıcıları takip etmeleri önemlidir. Ayrıca, sosyal medya ve forumlar üzerinden diğer taraftarlarla iletişim kurarak, bilet edinebilecekleri fırsatları değerlendirebilirler. Bu süreç, sadece bir bilet alma meselesi değil, aynı zamanda bir futbol kültürü ve deneyimi yaşama yolculuğudur.
Derbi Biletleri
Derbi biletleri, Türkiye'nin en heyecanlı futbol karşılaşmalarından biri olan Galatasaray-Fenerbahçe maçı için hayati öneme sahiptir. Her yıl bu iki takım arasında oynanan derbi, futbolseverler için büyük bir etkinlik haline gelir ve biletleri almak oldukça zordur.
Bu nedenle, Gs Fb maç biletleri etrafında sürekli bir talep vardır. Taraftarlar, takımlarının en büyük rakibiyle karşılaşacakları bu özel an için her zaman hazırlıklıdır. Biletlerin hemen tükenmesi ve bu süreçte yaşanan yoğun ilgi, derbinin ne kadar değerli olduğunu gösterir.
Ayrıca, Fb Gs maç biletleri gibi biletlerin temin edilmesi konusunda çeşitli yollar bulunmaktadır. Online bilet satış platformları, bilet alımında büyük kolaylık sağlarken, aynı zamanda bilet fiyatlarının ne kadar değişken olabileceğini de gözler önüne serer. Taraftarlar, güvenilir kaynaklardan bilet bulmaya çalışırken, sosyal medya platformlarında da bilet satışı yapan kullanıcılar karşılarına çıkabilmektedir.
Şampiyonlar Ligi Biletleri
Şampiyonlar ligi biletleri almak, futbolseverlerin en çok merak ettiği konulardan biridir. Bu önemli derbide Taraftarlar arasında yaşanan heyecan, stadyumu dolduran kalabalıkla daha da artmaktadır. Maç biletleri, genellikle maç tarihinden birkaç hafta önce satışa sunulmakta ve büyük bir yarış içinde tükenmektedir.
Her iki takımın taraftarları için de Gs Fb maç biletleri büyük bir öneme sahiptir. Bu biletler, sadece bir maç izlemekten öte bir tutku ve bağlılık gösterisidir. Taraftarlar, takımlarını desteklemek ve rekabetin içinde yer almak için bu biletleri edinmek için ellerinden geleni yaparlar. Bu nedenle, biletlerin nereden ve nasıl alınacağı konusunda bilgi sahibi olmak oldukça önemlidir.
Genellikle, Gs Fb maç biletleri kulüplerin resmi siteleri üzerinden veya güvenilir internet platformlarından temin edilebilir. Ancak, bazı dönemlerde biletlerin tükenmesi nedeniyle ikinci el bilet alımı da gündeme gelebilmektedir. Bu noktada, dikkat edilmesi gereken en önemli husus, biletin güvenilir bir kaynaktan temin edilmesidir.
236 notes
·
View notes
Text
Ben hiçbir şeye şaşırmıyorum bu ülkede, hâlâ şaşıranı da anlamıyorum. Adalet yok deniyor siz hele sudan sebeplerle karakollara mahkemelere bi düşün hele adalet size çatır çatır nasıl işliyor göreceksiniz. Yolda gezen bekçiler, polisler bile kendi halinde yürüyen, oturan kişilerden kimlik sorup üst arıyorlar. Sokaklarda bi sürü keş, madde bağımlısı, akli dengesi yerinde olmayan insan serbestçe geziyor ama nedense hiçbir polis ve bekçi bunlara denk gelmiyor. Akli dengesi bozuk kişilerin cezai ehliyeti de yok zaten. Cezai ehliyeti olmayan insanların sokakta olmaması gerek ama bu ülkede adalet sadece masumlara ve istemeden başına kötü şeyler gelen insanlara işliyor. Bu ülkede yere tartı koyup 1 tl ye milleti tartan çocukların tartısını kıran, arabasının arkasında ürün satıp ekmeğini çıkarmaya çalışan insanlara ceza yazan zabıtalar var. O yüzden yasalar ağırlaşsa bile uygulayan insanlar aynı olduğu için yine masumlara işler, yine masumlar yanar. Ülkede bir sürü kaderine terkedilmiş sokak, mahalle, semt var. Sokakları başı boş köpek dolu, küçük çocuklar bile o köpeklerin boynuna ip bağlayıp hayvana eziyet ediyorlar. Bazı insanlar gerçekten bi çok şeyi görmedikleri için herkesi sevgi kelebeği sanıyorlar. Çocuğu da büyüğü de kadını da erkeği de kötü. Bu gerçeği görüp kendinizi eğitmeniz daha önemli. Futbol yüzünden bile birbiriyle kanlı bıçaklı, ana avrat küfürleşen insanların bulunduğu, kin ve nefret dolu bir ülke olduk malesef. Bunu yasayla felan düzeltemezsin. Tvlerdeki saçma proğramlardan, vurdulu kırdılı dizilerden tutun eğitim sistemine kadar düzenlenmeli. Onu da yapacak insanlar var mı ? Bence yok. O yüzden dediğim gibi kendinizi eğitmeniz başkalarından medet ummaktan daha gerçekçi bir çözümdür..
#felsefeyapmaulan#felsefe#hayat#postlarım#hayata dair#my post#dünya#düşünmek#türk postları#insan#insanlık#insanlar#türkiye#eylem
98 notes
·
View notes
Text
Kibrisgececlubleri - Devasa+
Kıbrıs gece kulübü ile öne çıkan bir bölgedir. Ülkemize olan yakınlığı ve eğlenceli karakteri ile milyonlarca kişinin ziyaret tercihi olan Kıbrıs, oldukça hareketli bir tatil planı için ideal bir ülke olarak ortaya çıkıyor. Kıbrıs night club anlayışında özel bir ülkedir. Konseptler çok çeşitli ve birbirinden zengin şekildedir. Kıbrıs gece hayatı durmaksızın heyecan sunuyor. Harem gece kulübü başta olmak üzere pek çok farklı eğlence mekanına ev sahipliği yapar. Lefkoşa gece kulüpleri, Lefkoşa gece kulübü de aynı şekilde oldukça sürprizlerle dolu ve limitsiz bir eğlence sunuyor. Böylesine zengin eğlence opsiyonları olan bir ülkeye gitmeden önce tatmin edici bir rehbere ihtiyaç duymamız çok doğal.
Girne gece kulüpleri ve daha pek çok sayıda bölgedeki eğlence mekanları bu sitede tanıtılıyor. Doğru bilgiler detaylı şekilde sunuluyor. Freedom gece kulübü gibi özel mekanların nerede olduğu, nasıl girilebileceği, ne tip bir eğlence sunduğu, fiyatları ve daha birçok detay yönleri ile analiz edildiği siteyi çok beğeneceksiniz. Kıbrıs katalog da bulabileceğiniz sitede, doyurucu bilgi bulacak ve gezi planınızı yapmadan önce size yol gösterecek. En özel bilgiler, en detaylı şekilde yönlendirmeler, tüm sorularınıza cevap bulacağınız içerik, mekanların listesi, kategorisel olarak pratik sunumu, bu sitede yer buluyor. Kıbrıs’ın mükemmel eğlence dolu ruhu için geç kalmayın ve bir an önce programınızı yapın. Tabii ki bu siteyi ziyaret ederek.
2K notes
·
View notes
Text
Avustralya Tatili: Unutulmaz Bir Deneyim
Avustralya, sadece göçmenler için değil, tatilciler için de bir cennet! Eğer egzotik bir tatil arıyorsanız, Avustralya’nın doğal güzellikleri sizi kendine hayran bırakacak. Ünlü Büyük Set Resifi'nde dalış yapabilir, Sydney’in ikonik Opera Binası’nı ziyaret edebilir ya da Uluru’nun mistik havasını soluyabilirsiniz.
Bu geniş kıta, sunduğu çeşitlilikle herkese hitap eden bir tatil destinasyonu. İster macera dolu bir doğa tatili, ister lüks bir şehir kaçamağı planlayın, Avustralya'da her zevke uygun bir deneyim bulabilirsiniz. Dünyanın öbür ucundaki bu harika ülke, tatil için sizleri bekliyor!
#Avustralya#Avustralya göç başvurusu#Avusturalya göç#Avustralya göçmenlik#Göçmen vizesi#avustralya asgari ücret#australia
37 notes
·
View notes
Text
Bir şeyler söylemek, paylaşmak için en zorlu günlerden biri bugün sanırım. 85 yıl önce bugün gözlerini kapatmış mavi gözlü devi anmak, onun fikirlerini anlamak ve bunu onunla paylaşabilmek dönüp baktıkça, bu ülkenin kuruluşunu araştırdıkça daha da kursağa takılan bir his oluyor.
"Keşke tarihlerden 10 Kasım 1938 olsa, saat 9.00 olsa ama hiç 5 geçmese." gibi absürt bir düşünceyle de yazmıyorum zaten bu yazdıklarımı, bunu okuyan kesim biliyor en azından. Bu güzel ülke için hayatını vermiş, gençliğini bu uğurda gözünü kırpmadan harcamış, ölüm tehditleri altında halkını aydınlatmaya, hakları için savaşmaya çağırmış mükemmel bir kalbin aramızdan çok erken ayrılışını anıyoruz bugün. Mustafa Kemal Atatürk'ün, ülkesi uğruna feda ettiklerini, bize miras bıraktığı fikirlerini anıyoruz, anlamaya çalışıyoruz.
Çok açıkça da belirtmek istiyorum, bu yazının altına salak salak "ataputçular, tapmayın şu adama eğvevğ" gibi 1.5 IQ yorumlar yazmayı düşünen varsa yazmasın, artık size laf anlatmakla uğraşamam, direkt yorumunuzu siber suçlara bildiririm, sonrasında o cevizden ufak beyninizle 15 kez daha düşünürsünüz yorum yapmadan önce.
Konudan saptık biraz ama düşmem gereken bir nottu gibi hissettim bunu. Bugünü yas ile geçirmenin doğru olduğunu düşünmüyorum. Hepimiz üzgünüz, böyle bir liderin daha uzun süre bizimle kalamaması, bizim onu ve fikirlerini anlayamamamız, anlatamamamız ve daha nicesi için. Ama eğer bu güzel insanı gerçekten anmak istiyorsak, günümüzü kendimize, bu ülkeye, bu gezegene nasıl faydalı hale getirebiliriz bunu düşünerek, bununla ilgili bir şeyler yaparak geçirmeliyiz. Siz ve sizden sonraki nesil kendini "kul" sıfatıyla görmesin, gelişsin ve geliştirsin diye altın tepside sunulmuş bu önemli fırsatı, yılda bir atacağımız Atatürk görselli hikayeleri atıp altındaki ideolojileri unutarak çöpe atmamalıyız.
Şimdi buradan hikaye atanlar da üstüne alınacak tabi son cümlemle ama yazının başında dediğim gibi benim yazılarımı bilenler zaten oradaki hitap ettiğim kitlenin içi boş kutlamalar yapan, sadece sosyal medyadan ibaret ilgi maymunları olduğunu biliyor. Hikayelerinizi yine atın, bu güzel adamın yokluğunu bir gün değil her gün anın ama sadece anma ile bırakmayın, uğruna öldüğü bu ideali yaşatmak için de çabalayın sevgili arkadaşlar.
10 Kasım, bizim en büyük matem günümüz, en büyük adımları attığımız, onu gururlandırdığımız gün olsun. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, onun ideallerinin yolunda, gözlerimizde gurur dolu bir ışıltıyla analım, ziyaret ettiğimizde başımız dik kalsın, gururla bakalım.
Saygı, sevgi ve özlemle...
67 notes
·
View notes
Text
SADAKAT VE NAMUS
Sivri dişlerin, keskin pençelerin, parçalayıcı boynuzların, öldürücü zehirlerin, bir dişiyle sevişebilmek için birbirini yok ettiği şiddet ve vahşet dolu doğada kadınlarını yalnızca insanlar öldürür.
Hayvanlar, erkekliklerini başka erkeklerle dövüşerek gösterirken bazı insanlar erkekliklerini kadınlarını öldürerek göstermek isterler. Niye öldürürler kadınları?
Ürdün dağlarının çöl rengi yamaçlarındaki keskin patikalarda karşı karşıya gelen iki iri erkek dağ keçisinin nasıl dövüştüğünü hiç gördünüz mü?
Alınlarını birbirine dayayıp, göz göze bakışırlar önce.
Sonra birkaç adım geri giderler.
Dururlar.
Bir an beklerler.
Aniden arka ayakları üstüne kalkarlar, bir metreye varan arkaya doğru kıvrık sivri boynuzlarıyla kendilerini ileriye doğru fırlatırlar.
Havada korkunç bir çatırtıyla birbirine çarpar boynuzları.
Birinden biri o patikadan aşağıya düşene ya da çektiği acıya dayanamayıp kaçana kadar tekrarlarlar bunu.
Bu ölümcül kavganın bir tek amacı vardır.
Aşağıdaki vadide akasya ağaçlarının yapraklarını sakin sakin yiyip muzaffer erkeklerini bekleyen dişilere sahip olmak.
Kavgayı kazanan, sadece galip gelmekten değil dişiler arasında uyandırdığı saygılı korkudan da memnun bir halde o yamaçlardan ağır adımlarla iner, hiç acele etmeden kendinden emin bir şekilde en beğendiğinden başlayıp bütün dişileri teker teker altına alıp döller.
Doğada, şiddet içermeyen bir sevişme yoktur.
Hemen hemen bütün hayvan cinslerinin erkekleri dişileri hak edebilmek için ölümüne dövüşürler, sevişme hakkı sadece en güçlülere tanınmıştır.
Dişiler, boynuzu en güçlü olanı, pençesi en kuvvetli olanı isterler.
Erkek sadece rakiplerini yenmez bir dişiyi hak etmek için, gücüyle o dişiyi de korkutmak zorundadır.
Kendisinden korkmadığı bir erkekle birlikte olmaz bir dişi.
Dağ tavşanlarının erkekleri kadar iri olan dişileri işi daha da ileri götürürler, diğerlerini yenen erkekle bir de kendileri dövüşürler gücünden iyice emin olmak için, ancak çok sıkı bir kavgadan ve iyice hırpalandıktan sonra uysallaşıp teslim olurlar.
Her erkek dişisini elde edebilmek için rakiplerinden de dişisinden de güçlü olmak zorundadır.
Doğa, neredeyse bütün varlığını şiddete dayandırmıştır.
Bu vahşetin açık bir nedeni, anlaşılır bir amacı vardır.
En güçlü soyu elde etmek.
Kavga eşit şartlarda yapılır.
En kuvvetli erkek en çok dişiyi döller.
Ve, kadınlar öldürülmez.
Sivri dişlerin, keskin pençelerin, parçalayıcı boynuzların, öldürücü zehirlerin, bir dişiyle sevişebilmek için birbirini yok ettiği şiddet ve vahşet dolu doğada kadınlarını yalnızca insanlar öldürür.
Hayvanlar, erkekliklerini başka erkeklerle dövüşerek gösterirken bazı insanlar erkekliklerini kadınlarını öldürerek göstermek isterler.
Niye öldürürler kadınları?
Neden ırzına geçildiği için hamile kalan on beş yaşındaki bir kız çocuğunu öldürürler mesela?
Sanırım buna hiç düşünmeden verecekleri cevap, "kadın namustur" olacaktır.
"Kadın niye namustur" diye sorarsanız bunun cevabını o kadar kolay veremezler.
Biraz şaşkınca yüzünüze bakacaklardır, çünkü bunun asla sorulamayacak kadar ortak kabul gördüğüne inanırlar.
Onların yerine ben söyleyeyim.
Çünkü kadın erkeğin çocuğunu taşır.
Onu "namus ve sadakat" sembolü yapan budur.
Eğer bir soru daha sorarak devam ederseniz tuhaf bir yere doğru ilerler "kadın, namus" ilişkisi.
Niye hamile kalmak, erkeğin çocuğunu taşımak kadına "namus ve sadakat" sembolü olmayı yükler?
Bence, işte tam da burada kadın cinayetlerinin ana temasıyla karşılaşırız.
Namusun altından "para" çıkar.
Hayvanların öldürmeyip de insanların öldürmesinin ana nedeni, hayvanlar dünyasında olmayan paranın insanların dünyasında olmasıdır.
Erkek, çocuğunu taşıyacak kadının "namuslu ve sadık" olmasını ister.
Çünkü parasını o kadının taşıdığı çocuğa bırakacaktır.
"Kendi" çocuğuna miras bırakmak ister.
Bundan emin olmalıdır, aksi takdirde kandırılmış olur.
Sadakat, erkeğin mirasının garantisidir.
Peki, kız çocuklarını niye öldürürler?
Neden ırzına geçilen ya da sevdiğiyle kaçan bir kızın cezası ölümdür bu ülkede?
Çünkü kızlar para eder.
"Karının doğuracağı çocuğun babasının sen olduğunun garantisini sana bakire bir kız sunarak veriyorum" demenin bir fiyatı vardır.
"Başlık" parası derler adına da.
Para etmeyecek kızları öldürürler.
Bu "para cinayetinin" adını "namus" koymanın da birçok faydası vardır.
Kendi kızını ya da kardeşini öldüren erkek, satılacak diğer kızlara gözdağı verir ve onların "para edecek" biçimde kalmalarını sağlar ama asıl önemlisi "kendi kızını" öldüren biri, bu ortak yalan yüzünden "namuslu" bir adam olarak tanınacaktır.
Üstelik sadece katil değil, bu anlayışı destekleyen herkes de "namuslu" olacaktır.
Önlerine bir "namus" perdesi inecektir.
O perdenin arkasında istediklerini yapabilirler.
Başkasının hakkını çalabilirler, dolandırıcılık yapabilirler, tembellik edebilirler, yalan söyleyebilirler, kendilerinden daha güçlünün önünde hiçbir utanç duymadan eğilebilirler.
Her şeyi yapabilirler.
Zavallı kadınlarla kızlar üzerinden sağladıkları "namus", onların her türlü namussuzluğunu saklayabilir artık.
Endişe edecek bir şey yoktur.
Dünyaya bir bakın.
En fazla kadının öldürüldüğü ülkeler, hırsızlığın, yolsuzluğun, alçaklığın en fazla olduğu ülkelerdir.
Eğer bu ülkelerde erkekler "kadın öldürecek" kadar namuslarına düşkünlerse ahlaksızlık neden böylesine yaygın?
Neden "kadınları öldürecek" kadar "cesur" erkekler bu ülkelerde fikirlerini bile söyleyemezler, kadın öldürmeye gelince patlayan cesaretleri neden daha güçlü birini görünce ortadan kaybolur?
Neden namuslarına kadın dışında hiçbir yerde düşkün değillerdir?
Çünkü mesele namus meselesi değildir.
Mesele para meselesidir.
Kadın sadece "alınıp satıldığı" ülkelerde erkeğin "namusu" olarak görülür.
Erkeklerin, taze kadın bedeni üzerinden para sağlamadığı ülkelerde herkes kendi namusundan sorumludur, erkekler kendi namuslarından, kadınlar kendi namuslarından.
Ve, bir toplumda kadın bir satış malzemesi değilse o toplumda namus da yatakta aranmaz.
Namus, insanın yaptığı iştedir.
İşini kötü yapan, başkalarının hakkını yiyen bir erkek, karısı ya da kızı dünyanın en sadık, en "namuslu" kadını olsa da namuslu olmaz.
Namussuz olur.
Ben, kadınların "namus" sembolü kabul edildiği toplumlarda erkeğin namusundan kuşku duyarım.
Kendilerini kadınların arkasına saklarlar çünkü.
Kendi namuslarıyla, dürüstlükleriyle, işleriyle, ahlaklarıyla çıkmazlar ortaya.
Her türlü desiseyi, alçaklığı, haksızlığı, korkaklığı kadınların "namusunun" ardına gizlerler.
Doğaya bakın.
Yeryüzünün en korkunç pençeleriyle kavga eden aslanlara bakın.
Timsahlara bakın.
Dağ keçilerine, parslara, jaguarlara, maymunlara bakın.
Hepsinin erkeği dişi için dövüşür.
Ama hepsi de erkek erkeğe dövüşür.
Erkekçe dövüşür.
Ölümü ama yalnızca kendi ölümünü göze alarak dövüşür.
Hiçbiri kadının arkasına saklanmaz.
Hiçbiri kendi gücünü bir dişi öldürerek göstermez.
Dişiler erkeklerinden "kendilerini dövdüğü" için değil, diğer erkekleri dövdüğü, diğer erkeklerden güçlü olduğu için korkarlar.
Ve, hayvanlar kızlarını satmazlar.
Onun için de kızlarını "namus" için öldürmezler.
Bir toplumda kadın "namus" için öldürülüyorsa dikkatle bakın, orada iki şey görürsünüz, kızlar para karşılığı satılıyordur ve o toplumda yolsuzluk, haksızlık çok fazladır.
Kadın, erkeklerin ahlaksızlıklarını ve korkularını saklayan kanlı bir perdedir.
O perdeyi cinayetlerle örüyorlar.
Küçük kızları öldürüyorlar.
Zavallı kız çocuklarını sokaklarda vuruyorlar.
Kavruk bedenlerini kaldırımların üstünde bırakıyorlar.
"Namus" için diyorlar.
Belki gerçekten de inanıyorlar buna.
Kadına "namus" diyen geleneğe tapınıyorlar.
O geleneğin altında para yatıyor.
Kaygan, kaypak, kanlı bir para.
Sadece ahlaksız toplumlarda kadınların "namus" adına öldürüleceğine inanıyorum.
Ve, çöl rengi dağların keskin yamaçlarında hayatlarını tehlikeye atarak dövüşen dağ keçilerini seviyorum.
Bir hayvan gibi, bir erkek gibi dövüşüyorlar çünkü.
Ne kızlarını satıyorlar, ne kadınlarını öldürüyorlar.
Bir de kendi namuslarını kendi işlerinde arayan insanları seviyorum.
Bir dağ keçisi kadar dürüst ve cesur olan insanları.
AHMET ALTAN / 2006
11 notes
·
View notes
Text
HOŞ GELDİN.
Pırıl pırıl aydınlıklar düşsün günlerimize
Ekmeğin zor olmadığı
Emeğin değer bulduğu aydınlıklar.
Kavgaların yerini dostlukların aldığı aydınlıklar olsun
Kardeşin kardeşi vurmadığı aydınlıklar
Her canlının yer bulduğu aydınlıklar olsun
Kedilerin tekmelenmediği
Köpeklerin insan eliyle zehirlenmediği aydınlıklar olsun.
Her şeyin zamanında olduğu aydınlıklar olsun.
Ölümün bile sıralı olduğu
Çocuk gelinlerin olmadığı.
İstismarın
Kadın cinayetlerinin yer bulmadığı aydınlıklar olsun.
Eğitimin insana yakıştığı aydınlıklar olsun
Atama bekleyen gençlerin intihara sürüklenmediği aydınlıklar .
Sevdaların haraç mezat satılmadığı aydınlıklar olsun.
İnsan olmanın erdemine yakışır aydınlıklar.
Rengarenk çiçeklerle dolu bir bahçe bu vatan.
Bu ülke her şeyin en güzeline, en iyisine layık.
Bayrağımızın gökleri yırtarcasına dalgalandığı özgür ve lekesiz aydınlıklar olsun.
Hepimize sağlık huzur ve esenlikler getirmesi mutlu hafta sonları olsun değerli arkadaşlar🫖🍫☕♥️💋🫂🌹❤️🔥❤️❤️🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷👈
7 notes
·
View notes
Text
Kim bilir kaç kez içindeki karmaşadan kaçıp bu pencereye gelmiş, dışarıdaki huzur dolu manzaraya bakarak rahatlamıştı; karşı kıyıda evler sevimli bir şekilde yan yana dizilmişti, mavi suları zarafetle yanan küçük bir vapur, kıyıda neşeyle süzülen martılar, kırmızı bacalardan çıkan ve öyle yeni çalan çan sesleriyle birlikte göğe yükselen gümüş renkli dumanlar o kadar açık, o kadar net bir şekilde; "Huzur! Huzur!" diye bağırıyorlardı ki dünyanın delirdiğini bilmesine rağmen bu güzelliklere inanıyor ve kendisine vatan seçtiği bu ülke sayesinde birkaç saatliğine de olsa kendi vatanını unutuyordu
Mecburiyet-Stefan Zeweig
7 notes
·
View notes
Text
gerçeği ne kadar erken idrak edersek o kadar iyi: bu ülke, kötülük yapma imkanı eline geçmediği için iyi olduğunu düşündüğümüz insanlarla dolu.
7 notes
·
View notes
Text
Burdur’un Eşeler Dağı’nın Karamanlı sınırları içerisinde bulunan yaylasında faaliyet gösteren krom ocağının kapasite artışı, patlayıcı miktarında artış, kırma-eleme-yıkama tesisi yapılması projesine yönelik açılan davada bilirkişi raporu mahkemeye sunuluyor.
Raporda, “Krom ocağı kapasite artışı ve ek tesis tektonik depremsellik açısından bölgedeki su kaynaklarını ve tarım alanlarını olumsuz etkileyecek” deniliyor.
Proje dahilinde Salda Gölü’nün koruma bölgesi sınırındaki Niyazlar köyündeki 100 ton suyun kullanılacak olmasının planlanan projenin yer altı ve yer üstü su kaynaklarının su kalitesi ve miktarlarını olumsuz etkileneceği belirtiliyor. Raporda, proje alanı ve çevresindeki bitkileri, tarımsal üretimi ve hayvansal üretimi olumsuz yönde etkileme potansiyeline vurgu yapılıyor.
Haklısınız dostlarım,
CHP sağa kaydı, belediye başkanları çamura yattı, o aday değil de bu aday olsaydı seçim % 70' le alınacaktı, Kılıçdaroğlu yanlış yaptı, Akşener doğruyu bulamadı, zaten aramıyordu, CHP parti örgütü laçka, partide dinozorlar dolu, bizi dinleselerdi ( biz derken, envai çeşit biz yani) sonuç böyle olmayacaktı, vıdı vıdı, bıdı bıdı, gak guk...
Bırakalım, dünya doğa mirası olan Salda Gölü' nü kurutmak pahasına ranta tapanlar bir kez daha kazansın, ülke yansın yıkılsın, sonra toparlanır, CHP' yi güzelce hizaya getirir, mücadele etmeye başlarız...
Aynen kankalar, aynen...
23 notes
·
View notes
Text
Üç tarafı deniz dört tarafı acı dolu bir ülke
16 notes
·
View notes
Text
"HIRSIZ BABANIN
HIRSIZ OĞLU"
Bu açıklamalara Osman Gökçek'in ağzı açık kalacak. Ankara Kent Konseyi Başkanı Yılmaz, açtı ağzını, yumdu gözünü.
Ankara Kent Konseyi Başkanı Halil İbrahim Yılmaz, Ebru Gündeş konseri ile açıklamalar yapan AK Parti Ankara Milletvekili Osman Gökçek’e sert ifadelerle yüklendi.
Osman Gökçek'in iftira attığını kaydeden Yılmaz;
“Kendi partisi tarafından bir günah poşeti gibi sokağa bırakılan bir canlı türünün arsız bebesi bana ahlak dersi veremez...”
“Herkes biliyor ki Ankara’da icat ettiğiniz ‘rant dinine’ her kesimden irili ufaklı alçağı kul ettiniz!”dedi.
Gece geç saatlerde açıklamada bulunan Yılmaz; açıklamasında şunları söyledi; "Bir günah poşeti gibi görevden alınarak kapı önüne konan; Milli Mücadele’nin karargâhı, demokrasi çığlığının Başkenti Ankara’yı ‘arsa deposu’ olarak gören gözleriyle, hücre duvarlarına astıkları ‘nefret’ objesini izlemekle meşgul olan baba ile bebesi, güneşi balçıkla sıvamaya kalkışıyor.
‘PARSEL-PARSEL RANT’ diye atan betonlaşmış kalpleri olan bu kenara itilmiş ve ilk sütü dahil helal lokma yememiş ufak hırsız bebesinden, 6 milyon Ankaralının ‘ortak aklı’ Ankara Kent Konseyi’nin, ‘Ankara’ diye atan yüreklerini anlamasını beklemiyoruz!
İyilikten, gönüllülükten, Ankara’dan ve Ankara Kent Konseyi’nden nefret eden bu arsızlar; hiçbir ‘hesap kitap’ yapmadan, kendini kentine adayanları elbette anlayamaz.
Herkes biliyor ki Ankara’da icat ettiğiniz ‘rant dinine’ her kesimden irili ufaklı alçağı kul ettiniz!
Helal lokma konusunda fikri olmayan günahkâr bebe, bana ve bizlere dürüstlük adına soru soramaz.
Kuyruk acısı bir türlü dinmeyen ‘günah poşeti’ ile arsız bebesinin, adı beyaz geçmişi kara tv’sinin bir günlük parasını Ankara Kent Konseyi, son 5 yılda gerçekleştirdiği 6 bini aşkın etkinlikte harcamadı. Elbette ki bu durumu tescilli bir hırsıza da, bebesine de anlatmak, eşeğe kitap okutmaktan zordur.
Bu arlanmaz güruhun ‘fır’ıldak düşüncelerle dolu ‘al-sat’öncelikli beyinleri, sadece ‘fırsat’ kovalar... Ankara Kent Konseyi’nin birleştirici gücüne güç katan binlerce gönüllüsü ise ‘ortak akılla’ yaşar, yaşatır.
İFTİRACI HARAMZADE
Kağıttan uçak yaparak gökyüzüne bakan çocukların geleceğini ve 85 milyonun ikametgâhı Ankara’yı aynı kağıtlar üzerinden parsel-parsel satan ‘günah poşeti’ haramzadenin iftiracı bebesi de, kızarmaz yüzüyle konuşmuş, yalanlar düzmüş.
Bu iftiralardan anlıyoruz ki meğer, ‘günah poşeti’ gibi kapı önüne konulan hırsız babanın arsız oğlu, şahsıma atılan iftiraların esas merkeziymiş!..
Sizin bu aslı astarı olmayan iftiralarınızdan ancak, çaldığınız paralarla kurduğunuz rant dinine iman edenler, paraya, güce, arsıza kul olanlar korkar.
ÖRGÜTLÜ KÖTÜLÜK
Tüm memleketin izlediği ‘Baba-Oğul İftira’ filminin başrollerindeki insansı türler… Sözde siyaset yaptığınız siyasi parti de, sözde yaşadığınız Ankara da, sözde sevdiğiniz bu ülke de sizden ‘illallah’ etti!..
Bu arsız baba ve yüzsüz bebesinin, hırsına münhasır Boğaz’dan şer ‘oda’klarla bağlantılı işbirliği ve aynı kuyruk acısıyla, irili ufaklı Ankara çetelelerinde örgütlediği kötülükle, babasının öcünü almak için her fırsatta partisine de gol atmaktadır.
Başkent Ankara’daki bu zerzevatın bütün günahkârları aynı türdendir, aynı dindendir ve hesap günleri çok yakındır.
Bekleyin; 2025 yılı ‘Kötü İnsanları Tanıma Senesi’ olacak. Örgütlenmiş iftiracı vasat diz çökecek! Haram-i yapılarıyla, Anadolu insanının tertemiz kalplerinde bir figüran olarak kalacaklar...
Ancak yine iyi biliyoruz ki, bütün bu anlatımlar ve ortaya konulmuşluklara karşı utanıp tövbe etmesi gerektiği halde, 24 saat meczup bir trol gibi sabahlara kadar nefret ettiği herkese iftira atan bir canlı türünün hala konuşuluyor olması TIP ilminin sorunu olmalıdır aslında...
BENİMLE İLGİLİ KUYRUK ACISI GEÇMEYENLERE!
Biz, bütün düsturumuzu Anadolu toprağından, kireç tutmaz TV'si olmaz odalarından, mert ve yiğit insanlarından almışız; hayatlarımızda yalan ve iftira, yüreklerimizde alçaklık olmaz!
Biliriz ki kumpasçıların puştlukları da düzen tutmaz, kuyruk acıları dinmez...
Benimle ilgili yayılmaya çalışılan aslı astarı olmayan, mesnetsiz ve asılsız iddia, söylem ve yalanları ispat etmeyen, edemeyen alçağın önde gidenidir!
Yalan ve iftira üzerine kurgulanmış alçakça ifadeleri, bunlara dayalı haberi/haberleri yayıp bizi hedefe koyanlardan, alçakça saldıranlar ve onlarla bir olan, sizlere/kamuoyuna bu yalan ve iftiraları servis eden namussuzlarla davam, nefes aldığım müddetçe devam edecek.
Başımız dik, alnımız açıktır!
Kamuoyunda yayılmaya çalışılan bu haberlerin gerçekliğini kanıtlayamayan, adı geçen şahıs ve şahıslar, organizasyon şirketleri, firmalar ve anlatılan olaylarla benim en ufak dahi bağlantılarımı/ilişkimi ortaya koymayan, dün olduğu gibi bugün ve yarın da müfteridir, müfteri kalacaktır.
Bu alçaklıklar ki, alçaklık bu ifade ve iddialara karşı hafif kalır, hiç bir zaman önümüzde duramayacak...
Her fırsatta bana, şahsıma saldırmayı, adımı kendi yaptıkları kirli işlere alet edip, kuyruk acıları bir türlü geçmeyen alçak ve onursuz parselci alçaklar, örgütlenmiş vasatın baş aktörleri, alayınızdan, topunuzdan hesap sormayan namert olsun!
Kuyruk acıları geçmeyenlerin o acıları kuyruklarından hiç dinmeyecek, akıllarından silinmeyecek!
Herkes de bunu böyle bilsin!
6 notes
·
View notes
Text
Haber çıktığından beri sürekli araştırıyorum, hakkında çekilen videoları izliyorum. Ben özel olarak bakmasam dahi üst üste karşıma çıkıyor. Etkisinden çıkamıyorum, gözlerim doluyor her seferinde. Çok fazla etkilendim. Yıllar önce bir derste performans ödevi konusu olarak kadın cinayetlerini almıştım ve Özgecan Aslan'ı tüm detaylarıyla anlatmıştım. Ben dahil tüm sınıf dolu gözlerle bitirdi dersi. Herkesin en derininde yatan ve 15 yaşında her şeyden habersiz çocukların dahi kalbine dokunan bir konu bu. Sadece tek bir kişi değil, yıllardır süregelen binlerce kişinin tek sonlu farklı hikayeleri bahsettiğim. Her gün başka hatta her gün birbirinden farklı birkaç vahşetle gözümüzü açıyoruz, kapatıyoruz. Sık sık tekrarlanan hatta daha geçen gün annemle tartışma sebebimiz olan bir konu; evden çıkış ve giriş saati. Kızıyor, sinirleniyor ve sitem ediyorum her seferinde. Yalnızca ben değil, ülkedeki çoğu kadın ailesiyle yaşıyor bu sorunu. Her defasında "kızım çevre güvenli değil maganda dolu biliyorsun" gibi cevaplar alıyorum/z hatta. Klişe geliyor, her seferinde de aynı bahane gibi geliyor ama tam olarak doğru bir cümle aslında duyduğumuz. Evet "çevre" güvenli değil. Ben yarım saat önce erkek arkadaşıma iyi birisi olduğu için teşekkür ettim. Hatta belki canıma/canımıza kıymadıkları için teşekkür ediyoruz. İyi ki varsın cümleleri sarfediyoruz. Olması gereken normali olağanüstü sayıp minnet sunuyoruz. Bu ülkede kadınlar öldürülmedikleri için teşekkür edip gülümsüyor. Birileri hala yalnızca İsrail konulu konuşmalar yapsa dahi, bu ülkede insanlar ölmemeyi, yaşamayı lütuf sayıyor. Tek bir olaya odaklandık bütün ülke olarak ama şu 2 gün içinde gündemin alt sıralarında kalan birsürü farklı haber var aslında. Her saniye kafamızda "ben bunu yaşar mıyım, aman dışarı çıkmayayım" düşünceleri dönerken birileri çoktan korktuğumuz "o" şeyleri yaşıyor ve yaşatıyor. Biz ülkemizin insanıyla, birliğimizle, mizahımızla övünürken karşı taraftan birileri, küfürlerin dahi iltifat sayılacağı kadar alçak birinin suçsuz 2 kadını canice öldürmesiyle övünüyor. İğrenç bir nesil, iğrenç bir ülke ve kepaze zihinler altında eziliyor, kayboluyoruz. Yazık.
3 notes
·
View notes
Text
Doğum Günü Yazısı'24
İyi ki doğdum.
Eskilerin yolun yarısı dediği yaşın sonuna geldik bugün. Ola ki yolun yarısı buysa cidden -ki sonunun ne zaman geleceğini bilemediğimiz bir yolda henüz yarıya gelmiş olmak bir lütuftur- diyebilirim ki ben yolumdan razıyım. Neden derseniz, otuz beşi kısaca bir anlatayım oraya da geleceğim.
Bu yaşımın ilk adımında kendime bir göz ameliyatı hediye ettim. Daha da sıklaşan göz enfeksiyonları ve artık lens/gözlük ikileminin verdiği bıkkınlık bana bu yaşta aniden bu kararı verdirdi. Sanırım otuz beşin en tutku dolu anı, ameliyattan hemen sonra duvardaki saati okuyabildiğimde kahkahayı bastığım an oldu. Sonrasını ise ne siz sorun ne de ben söyleyeyim diyeceğim ama, buraya anlatmaya geldim malum, anlatacağım.
35 yaşımda öğrendim ki, lazer göz ameliyatı göz numarası benim kadar yüksek insanlar için hiç de kolay bir ameliyat değilmiş. Ameliyattan sonraki 4 gün, hiç uyumadım ben. Hiç. Fiziksel olarak imkânsız gözükebilir, ama gerçek. Tam 3 gece – 4 günü, gözlerimin içine kum dökülmüş ve bu histen kurtulmak için kafatasımdan çıkmaya çalışıyorlarmış gibi bir hissiyatla ve kendi kendime saatlerce “tek yol sabretmek” diye sayıklayarak geçirdim. Dört gün boyunca gözümü açıp yemek yiyebilmek için kendimi “Duygu seni aç bırakırım” diye tehdit ettim. Dördüncü günün sonunda göz kapaklarım hala açılmayı reddettiği için sinirlenip, sesli bir şekilde kendimle kavga etmeye başladım. Ne yaparsam yapayım tam 4 gün boyunca gözlerimin acısı ve ağrısı hiç geçmediği gibi ben bununla baş etmeyi de beceremedim. 35 yaşımda öğrendim ki ağrı çekmekten daha beteri, ağrının ne zaman ve nasıl geçeceğini bilmemekmiş. Sonra bir Cuma günü, hepsi aniden bıçakla kesilmiş gibi bitti ve hayatımın lensli olan dönemi böylece 35 yaşımda sona erdi.
Ekim ayında, Kara Kitap adında bir gruba dahil oldum. Bir ay boyunca yalnızca 4 gün, ikişer saat de olsa tanıdığım, zihninin köşelerine ucundan da olsa dahil olduğum ve benden dürüst düşüncelerini esirgemeyen bir sürü yazarla tanıştım. Bana hiç bilmediğim bir konuda tüm cesaretimle kendimi göstermeyi ve tam olarak beceremesem de en azından denemeyi öğrettiler. Bir de her öykünün sonunda mutlaka bir kriz olması gerektiğini… Yeni yaşımda tekrardan, kısa da olsa aralarına dönmeyi ve yine hikayelerini dinlemeyi umuyorum.
Bu yaş bol bol, uzun uzun, keyif dolu İngiltere günleri gördü, gerek kışında gerekse baharında. Hadi dediğimde kalkıp kendimi ikinci evime atabilmenin huzuru, neşesi ve keyfini istesem de tam olarak anlatamam fakat diyebilirim ki ailem, arkadaşlarım, Londra sokakları, kutulanmış Pimm’s, Arlington’da kahkaha dolu akşam yemekleri, yağmurlu East Sussex sabahları, Rye’da tanıştığım köpek, Eastbourne’daki küçük İtalyan restoranı, yıllar sonra bozduğumuz lanetler, küçük limonlu kekler, beni dükkanın vitrininden kendine çağıran kolye uçları, korsanlar, balıkçı müzeleri, çakıllı sahiller, uçsuz bucaksız golf sahaları ve ne kadar uzun kalırsam kalayım hep içimde duran bir gün daha kalma isteği her seferinde o topraklara ne kadar aşık olduğumu bana tekrar tekrar hatırlatmaya devam etti.
Şubat ayında yine çok yakın dostlarımdan birini yurt dışına uğurladım. Sevdiklerimin hep benden uzaklara gitmesi artık yıl geçtikçe beni daha da yoran bir ritüel haline dönüştü. Üzerine, bu yaşın sonlarına doğru bir de kuzenimi ve tabii yeğenimi ülkenin bambaşka bir şehrine uğurladım. Belki de hayat önüme sevdiğim insanları görme bahanesiyle şehir şehir, ülke ülke gezme imkânı koyuyordur diyerek kendimi kandırmaya çalışıyorum. Öyleyse bile, yine de zor.
Bahar geldi sonra. Jimmy Carr geldi, Daniel Sloss geldi, Professor Brian Cox geldi. Bu yaşımın bahar ayları bir kahkahadan diğerine, bir heyecandan ötekine, bir uçaktan ikincisine derken bir yandan en sevdiğim viskinin boğazımdan geçişi kadar telaşsız, bir yandan da boş arazide rüzgâra karşı dört nala gidiyormuşum gibi bir hızda geçti, gitti. Yeğenlerim büyüdü, keyifli masalarda keyfe kadehler kalktı, golf oynandı, çiçekler koklandı, fotoğraflar çekildi ve mütemadiyen mutluluktan ağlandı…
Sorunlar da oldu tabii otuz beşte, olmadı diyemem. Mayıs ayından Eylül başına kadar yeniden Ekin ile görüşmeye başladık bir süre. İçimde sıkıntılı, fark edilmeyi bekleyen bir alan vardı adını bir türlü koyamadığım, daha fazla bekletmeden bir bilene sorayım dedim. Öğrendim ki, öfkeymiş meğer bir türlü anlam veremediğim. Başkalarını kırmayayım diye gösteremediğim, gösteremedikçe kendimi örselediğim, içime attığım, içime attıkça kendimi hasta ettiğim şey hep öfkeymiş. “Yapacak bir şey yok” culuğumun yeni sebebi öfkemi kontrol altına alma, yönetme isteğiymiş meğer. Eski anlamını kaybedince bu sefer de öfkelenmeden hayata devam etme anahtarım olmuş “yapacak bir şey yok”. Bu yaşımda öğrendim ki, öfkelenmek de gerekliymiş. Belki de yapılması gereken, hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bilsen bile öfkelendiğini göstermek, dışa vurmakmış. Öfkemi, huzursuzluğumu ve kızgınlığımı dile getirmeyi bilmediğim gibi, farkında bile değilmişim kızgın olduğumun, hep sadece kırgınım sanmışım. Üzülmek sanmışım midemdeki yanmayı, göğsümdeki sıkışmayı hep. Öfke olduğunu bilseydim de üslubunca gösterebilir miydim bilmiyorum ve hiç de zannetmiyorum ama, artık bu yaşımda öğrendim. Yeri gelince cevap vermeyi öğrendim, kırılmak yerine kızmayı öğrendim, haklıysam üste çıkmayı öğrendim. Ağırbaşlı olmanın her zaman iyi olmadığını, yeri gelince diş göstermenin de bir o kadar önemli olduğunu öğrendim. Sınır koyamamamın esas sebebinin, öfkemi bilememek olduğunu bu yaşımda anladım.
En çok da “görülmediğime öfkelendiğimi” öğrendim otuz beşimde. Görülmemek kelimesi sıkça duyduğum ama bir türlü anlamlandıramadığım bir kelimeydi benim. Ne demek “görülmemek”, ancak öğrendim. Görülmekten korkmamayı da öğrendim tabii ister istemez, zira görülmediğin için üzülürken, kendini saklamak çözümün bir parçası değil. Haliyle, kendini sevmenin de gerçekten ne olduğunu otuz beşimde öğrenmek zorunda kaldım. Nevrozuyla, huzuruyla, güzeliyle, çirkiniyle, eksiğiyle, fazlasıyla beni ben yapan her şeyi, tek tek önüme koyup, hepsinin toplamının ortaya çıkarttığı insanı sevmeyi öğrendim. Daha önceleri kendimi sadece kabullenmişim meğer. Bu yaşımda ilk defa, kendimden gerçekten razı olmayı öğrendim.
Temmuz bu yaşın en zor, en yavaş ve en dirençli vakti oldu. Uzun zamandır kıyısında köşesinde dolandığımız bir sorun vardı, çözdük. Benim annemi yıkacak sorun pek yoktur dünyada ama bu beni yıkmaya çok yaklaştı. Hayatımda ilk defa bu yaşımda tam bir buçuk ayın nasıl geçtiğine dair hiçbir fikrim yok ama şükürler olsun ki hatasız, kazasız, belasız tünelin sonuna vardık. Şimdi seneye bir benzerini daha yapacağız ama onu da seneye anlatırım artık.
Ağustos ayında Bodrum’a gittim yeniden, havuz kenarındaki bir zeytin ağacının dalları altında bu yılın en huzurlu anlarından birini yaşarken uzun uzun düşünmeye vaktim oldu. Geldiğim yolu düşündüm, gittim yönü, seçtiğim insanları, seçmeden içine düştüğüm durumları düşündüm. Yolun yarısındayım ve dürüst olmak gerekirse, kendimi hiçbir şeye geç kalmış hissetmiyorum. Çocuk istiyor gibi hissetmiyorum mesela. Tam 3,5 yıldır aşksızım ama yalnız hissetmiyorum. Sevilmediğimi de hissetmiyorum. Yanlış yerdeymişim gibi hissetmiyorum mesela veya hayatımda eksik bir şeyler varmış gibi gelmiyor hiç. Yeterince yükselememişim gibi hissetmiyorum. Başarısız hissetmiyorum. Sakin bahçelerde sakin kokteyller içip dostlarımla gülmekten sınırsız keyif aldığım günlerde kalbime dalga dalga yayılan bir huzurun içinde sessiz, şükürbaz ve mutluluk gözyaşları içindeyim. Daha iyisi olabilir biliyorum, ama her şeye rağmen kendim için ilmek ilmek ördüğüm hayatımdan gerçek anlamda memnunum. Dönüp bu yazıyı okuduğumda, otuz beşimle ilgili bunları hatırlamam, hepsinden önemli.
Aile özlemi çekiyorum sadece, geniş, keyifli, arada birbirini çekemese de kalben, ruhen birbirine bağlı, yan yana geldiğinde tüm dertlerini unuttuğun insanlarla dolu, neşeli masaların özlemini çekiyorum. Dostlarımın aile keyiflerine davet edildiğimde onları içten içe kıskanmamayı diliyorum biraz, “aile dostumuz” kavramının yıllar evvel kaybolmamış olmasını diliyorum misal… Şansıma şükrediyorum sonra. Yakın çevremde kaybettiklerimi uzak çevremde bulduğuma şükrediyorum. Hayat bir yerlerden kendini tamamlıyor gibi hissediyorum açıkçası. Beş farklı ağacın gölgesinde sağlıkla günü batırabildiğime şükrediyorum, uzaktaki köpeklerin neden havladığını düşünmekten başka derdimin olmadığı günlere şükrediyorum.
Velhasıl en başta dediğim gibi, ben yolumdan da razıyım. Zira bu yıla geri dönüp baktığımda uzun zamandır ilk defa yaş almış veya yaşlanmış değil, sadece yol almış hissediyorum kendimi. Yorulmuş değil de yenilenmişim gibi… Bir önceki yazımı okudum bu yazıya başlamadan evvel, görüyorum ki tüm temennilerim ve tüm hedeflerim arkamda yerini almış; geçtiğim yıl ışıl ışıl dönüp buradan bakınca.
Otuz beşte başka hikayeler yazacağım demiştim misal, ciddiydim. Oturdum kocaman bir kitap yazdım bu yaşımda sayfa sayfa, hece hece; gerek sabahları erken kalkıp gerek geceleri geç yatarak, bazen sırf beğenmedim diye yirmi bin kelimesini silip baştan yazarak, bazen de gördüğüm rüyalara uyup hikayenin akışını tamamen değiştirerek geçirdiğim günlerin sonunda, çok uzun bir süredir hayalini kurduğum yazarlık, bu yaşımda hayatımın bir yerinden bana dahil olmuş oldu. Kafamda kurduğum bir hikâyeyi kağıda dökebilmek zannettiğim kadar kolay olmadı açıkçası ve yüksek ihtimalle yazdığım “şey” mükemmel ve hatta iyi bile olmadı ama bugüne kadar yarattığım en güzel şey oldu. Bugün itibariyle Eylül ayı başında anlaştığım editörümün ellerinde, son haline getirilebilmek için kesilip biçiliyor ve hatta belki yerden yere vuruluyor. Her nasıl olacaksa olsun hedefim, yeni yılda bir basılı kitabım olması. Sonra da - umarım - daha nicelerini yazmak.
Otuz beşim için en büyük temennim, güçlü olduğum bilgisi ile güçsüz olduğum kaygısı arasında sıkışıp kalmamak demiştim. Bu yıl genel kültür zannettiğim birçok şeyin know-how olduğunu anladığımda, iş hayatıma ve çalıştığım yerlerde kendimi konumlandırışıma bakış açım tamamen değişti. Bundan tam 10 yıl önce daha bu işe yeni yeni başlarken ve henüz bilfiil 8 yılını harcadığı mesleğini bir çırpıda geride bırakmış bir avukatken, moda fotoğrafçısı bir dostum bana, “Koşma, yürü, belki kaslarını kaybedeceksin ama kanatların çıkacak.” demişti. Uzun ve dik bir yokuşta yürüye yürüye doldurduğum yıllar sanıyorum otuz beşimde bana hak ettiğim kanatları bahşetti.
Bu yaşın sonlarına doğru uzun süredir kanırta kanırta oldurtmaya çalıştığım şeyler için kendime mola izni vermeye karar verdim. Zira yıllardır sürekli bir şeyleri arzulamak, o şey için çabalamak ve henüz sahip olmadığım şeylerin bile özlemini çekmek artık beni yordu. Daha da önemlisi, otuz beş yaşımda, aslında yaşadığım hayata düpedüz âşık olduğumu anladım. Kendime kurduğum düzenin her saniyesine ayrı hayran olduğumu, önüme çıkan her türlü engele, zorluğa ve sınava rağmen yine de kendimi “Benim hayatımı yaşayan biri karşıma geçip mızmızlansa, onu tokatlardım.” derken bulduğumda anladım. Bu yaşımda biraz da olsa sürece güvenmeyi, olan ve olmayan durumlara teslim olmayı ve “Ben elimden geleni yaptım, demek ki şimdilik olacağı bu kadar.” demeyi öğrendim.
Otuz altımda sürekli belli şeyleri oldurmaya çalışmak yerine, kapıma gelen her imkândan razı olmaya ve içlerinden gönlüme en çok yakışanı seçmeye karar verdim. Şimdilik isteğim yeni yaşımda daha da yavaşlayarak kendim için kurduğum bu mükemmel hayatın keyfini daha çok çıkartabilmek, daha sık İngiltere’ye gidebilmek, daha çok resim yapabilmek, farklı kıtalardaki dostlarımı ziyaret edebilmek, daha çok golf oynayabilmek, daha çok viski tadabilmek ve bir şekilde kitabımı bastırabilmek. Gerisini – umuyorum hep birlikte – yaşadıkça göreceğiz. Buraya ister ilk defa, ister tekrar tekrar uğrayan herkese, kocaman öpücükler. Birlikte, nice yıllara.
Dee.
3 notes
·
View notes